Ana Sayfa Blog Sayfa 1648

Teksas’ta çocuğu soğuk yüzünden ölen aile elektrik şirketine dava açtı

Haftalardır rekor derecede soğuk hava ve kar fırtınalarının etkisi altındaki ABD’nin Teksas eyaletinde taşınabilir evin içerisinde donarak yaşamını yitiren 11 yaşındaki çocuğun ailesi, şirketler aleyhine dava açtı.

Kardeşiyle uyuduğu yatakta annesi tarafından ölü bulunan 11 yaşındaki Cristian Pineda‘nın hipotermiye maruz kaldığı tahmin ediliyor.

Evin elektriğinin ve ısıtma sisteminin iki gün boyunca devre dışı kaldığını belirten Pineda’nın ailesi, elektrik sağlayıcı şirketlerden “ihmal sonucu ölüme sebebiyet verdikleri” gerekçesiyle 100 milyon dolar talep ediyor.

‘Kar etmek kamu yararı önüne konuldu’

BBC Türkçe’nin aktardığına göre 11 yaşındaki çocuğun annesi, açtıkları davada, elektrik şirketlerinin, sistemlerini kışa hazırlamak doğrultusunda yapılan tavsiyeleri görmezden geldiği ve “kâr etmeyi kamu yararının önüne koyduğu” iddiasında bulundu.

Olağanüstü hal ilan edilen eyalette sıcaklık geçtiğimiz hafta -18 dereceye kadar düşmüştü. Eyaletin enerji şebekesinin artan taleple çöktüğü bildirilirken yüzbinlerce ev ve işyerine elektrik verilemedi; yaklaşık 4 milyon kişi dondurucu soğuklar altında elektriksiz kaldı.

‘Sistemlerini soğuğa hazırlamadılar’

Teksas’ta elektrik işletmesini üstlenen ERCOT ile Entergy adlı şirketler, hava durumu tahminlerine vakıf olmalarına rağmen sistemi dondurucu soğuklar için hazırlamadıkları ve yaşanan durumda ihmalleri bulunduğu gerekçesiyle suçlanıyor.

ABD’li basın kuruluşu ABC’ye konuşan Cristian’ın ailesinin avukatı Tony Buzbee, 11 yaşındaki çocuğun ölümünde şirketlerin kararlarının başat rol oynadığını savunarak, “Bu çocuğun yaşamını yitirmesine kadar gelen süreçte uzun zamana yayılan birçok karar etkili oldu. Bu kabul edilemez” ifadelerini kullandı.

Yedi kişinin daha davası üstlenildi

Avukat Buzbee, hava koşullarıyla bağlantılı olarak yaşamını yitirenlerin yedisinin davasını takip ettiğini belirterek, “Cristian’ın davası ilk sırada geliyor. Bu çocuk Teksas’ı değiştirecek” yorumunu yaptı.

Cristian’ın ailesinin iki yıl önce ABD’ye yerleştiği bildirilirken, annesi Maria Pineda oğlunun sağlıklı bir yapısının olduğunu, ölümünden bir gün önce hayatında ilk kez karla oynadığını anlattı.

Dava dosyasında yer alan detaylara göre, Cristian’ın tepki vermediğini gören annesi derhal 911’i aradı ancak çocuk kurtarılamadı. Cristian’ın ölüm nedeni yapılan otopsinin ardından kesinleşecek.

 

Tabiplerden vakaların arttığı Karadeniz için 15 günlük tam kapanma ve seyahat kısıtlaması önerisi

Sağlık Bakanlığı‘nın Türkiye haritası üzerinden yayımlanan verilere göre, 8-14 Şubat 2021 tarihlerinde Covid-19 vaka sayılarının nüfusa oranla en fazla olduğu iller sıralamasında ilk beş sırada Karadeniz Bölgesi‘nden Trabzon, Rize, Ordu, Giresun ve Samsun yer aldı.

‘Bölgesel karantina düşünülebilir’

Doğu Karadeniz şehirlerinin birbirine yakın ve ulaşımın kolay olduğunu kaydeden Güven, tedbirlerin artırılmaması halinde vakaların artmaya devam edeceğini belirtti:

“Ortak özelliğimiz, Karadeniz bölgesinde hepimizin köy bağlantısı ve şehirlerarası ilişkimiz var. Bunu kesmeliyiz. Gerekirse şehirlerarası bağlantıların önü kesilmeli. Aynı tedbirler alınırsa yine aynı şey olacak, bir sonraki hafta da yine aynı olacak. Vaka sayısı yüksek ve diğer illere göre oran yukarıda olan bu 4 ilin arasındaki ilişkiler sınırlandırılmalı, daha kati tedbirler alınması lazım. Gerekirse ‘bölgesel karantina’ da düşünülebilir.” 

’15 günlük tam kapanma olmalı’

KTÜ Tıp Fakültesi Tıbbi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Faruk Aydın da, koronavirüs’ün kuluçka dönemi olduğunu hatırlatarak, nüfus oranlı en yüksek rakamlara sahip şehirlerden Samsun ile Rize arasında bölgesel olarak özel tedbirler uygulanması gerektiğini söyledi.

Prof. Dr. Aydın şöyle konuştu: “Bunun yapılmaması durumunda Türkiye’yi de riske edebileceğini göz önünde bulundurmak lazım. İnsanlar niçin maske, mesafe ve hijyen davranışlarına uyacak davranışlarda bulunmuyor ve buna en büyük etki eden parametreler ne ise ortaya koymak gerekiyor. Şehirlerimizde bilinen mutasyonlar var ama bilinmeyenin varlığının da analizlerinin yapılması lazım. Karadeniz bölgesi için ‘epidemiyolojik’ verilerle analize ihtiyaç var. Bölgedeki bu durumun devamı veya bunu kırmanın mutlaka bir yolunun bulunması gerekiyor. Bunlardan bir tanesi olarak en azından 15 günlük tam kapanmayı önermek istiyorum.” 

Samsun’dan Rize’ye kadar

Karadeniz sahili boyunca yerleşim alanlarının birbirine yakın olması nedeniyle yoğun hareketliliğin yaşandığını kaydeden Prof. Dr. Aydın, ” Tam kapanmayı Samsun’dan Rize’ye kadar istiyorum. Aksi halde tekrar olarak aynı sonuçlara kısa süre içerisinde çıkabileceğimizi düşünüyorum. Samsun’dan Rize’ye kadar olan bölge için ‘bölgesel bir karantina’ uygulanması gerekmektedir. 15 günlük bir kapanmanın bu bölge için masaya yatırılıp değerlendirilmesi gerekir” dedi.

Angola’da artık cinsel yönelim temelli ayrımcılık yasak

Orta Afrika ülkesi Angola Cumhuriyeti‘nde sömürge döneminden kalma eşcinsel ilişkiyi suç sayan yasa hükümsüz kılındı.

Değişen yasayla birlikte de cinsel yönelim ayrımcılığı yapan kişiler iki yıla kadar hapis cezasıyla çarptırılacak. “Fıtrata aykırı bozukluk” hükmünü bozan yeni yasa, geçtiğimiz hafta yürürlüğe girdi.

Yasa değişikliği 2019 yılında parlamentoda kabul edilmişti

Kaos GL‘nin haberine göre, bahsi geçen eski yasa, ülkenin ceza yasasının 1975’te bağımsızlığını kazandıktan beri ilk kez yeniden yazılmasıyla gündeme geldi.

Daha önce Portekiz sömürgesi olan Angola’da o dönem değiştirilen yasalar, LGBTİ+’lara karşı ayrımcılığı teşvik ediyordu.

Eşcinsel ilişkiyi suç sayan yasa değişikliği 2019 yılının ocak ayında Angola Parlamentosu tarafından kabul edilse de, 2020’nin kasım ayına kadar ülkenin cumhurbaşkanı tarafından imzalanmamıştı.

Aktivist Jean-Luc Romero-Michel ise, söz konusu yasa değişikliğini LGBTİ+ topluluğuna karşı devlet destekli ayrımcılıkla mücadelede “ileriye doğru büyük bir adım” olarak yorumladı.

HDP’li Gergerlioğlu AYM’ye başvuruyor: Boyun eğmem

“Terör örgütü propagandası yapma” suçlamasıyla hakkında verilen 2 yıl 6 ay hapis cezası Yargıtay 16. Ceza Dairesi tarafından onanan HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu, Anayasa Mahkemesi‘ne (AYM) başvuracağını açıkladı. 

“Türkiye’de Kürt meselesi var, kanla savaşla ölümle çözülmeye çalışılan Kürt meselesi var dedim. Hayatım boyunca Kürt meselesinde adil, eşitlikçi bir anlayışın çözüm olacağını söyledim. Suç mu bu? Hiçbir ceza beni yolumdan çeviremez. 3 günlük hayat için ben dava için vazgeçmem. Ben kesinlikle boyun eğmem, bunu herkes bilsin” dedi.

Gergerlioğlu’nun açıklamasından satır başları şöyle: 

“Şahsımın insan hakları savunuculuğuna yönelik, yıllardır sürdürdüğü mücadelesi cezalandırılmaya çalışılıyor. İnsan Hakları İnceleme Komisyonu üyesi olan ve tüm insan hakları ihlallerine karşı mücadele eden ben, cezalandırılıyorum ve milletvekilliğime yönelik tehditle karşı karşıyayım. Bunlara karşı yıllarca sürdürdüğüm mücadelenin bir benzerini sürdürerek devam edeceğim. Bu mücadele sadece benim değil, insan hakları savunucularının mücadelesi, insan hakları ihlaline uğrayan mağdurların mücadelesi. Ben kesinlikle boyun eğmem, bunu herkes bilsin. Hukuksuz saldırılara boyun eğecek insan değiliz, öyle olsa meydanlara, siyaset alanına çıkmazdık. 
 
…Türkiye’de insan hakları ihlalleri var, insan kaçırma var, işkence var, çıplak arama var, hasta mahpuslar var, hamile tutuklular var… Bunları söyledim. Yanlış mı bunlar? Türkiye’de Kürt meselesi var, kanla savaşla ölümle çözülmeye çalışılan Kürt meselesi var dedim. Hayatım boyunca adil, eşitlikçi bir anlayışın çözüm olacağını söyledim. Suç mu bu? Hepimizin insan haklarına uygun şekilde yaşamasını söylemek suç mu? Bir çözüm bulalım, barış, kardeşlik, hayat… Benim söylediğim bunlardı söylemeye devam edeceğim. Hiçbir ceza beni yolumdan çeviremez. 3 günlük hayat için vazgeçmem.
 
Bizi zindanlara atabilirsiniz, milletin verdiği vekâletlere saldırabilirsiniz ama hakikati söylememi engelleyemezsiniz. Susmayacağım! Bana bu millet iradesini teslim etti. 90 bin kişinin oyuyla seçildim. HDP’nin yöneticileri, kardeşlerimiz, yoldaşlarımızla mücadele verdim, engellendim. Bunlara rağmen HDP’nin milletvekili olarak seçildim. Boyun eğmedim. Meydanlarda polis saldırısına maruz kalıyorduk, terörist ilan ediliyorduk ama boyun eğmedik. “
Gergerlioğlu ile birlikte HDP’li Hüda Kaya hakkında da aynı gerekçelerle soruşturma açıldı.

Yargıtay üyesi bile ‘olacak iş mi’ diyor

KHK ile ihraç edilmiş uzman bir doktor olduğunu hatırlatan Gergerlioğlu, “Ben milletvekili seçilmeden önce de yazan, çizen, insan haklarını savunan bir insandım. Siyaset benim hayatımda önemli bir değişiklik yapmadı. Bu milletvekilliğini bana millet verdi, kimse de alamaz. Uyduruk kararlar almaya çalışırlarsa bilsinler, ben son nefesime kadar milletin vekilliğini yaparım. Bana zalimler vermedi ki milletin vekilliğini, ben hakkımla, mücadelemle aldım” ifadelerini kullandı. 
 
HDP’li vekil, Yargıtay’ın kararının hukuksuz ve skandal bir karar olduğunu kaydederek şunları söyledi: 
 
“Çözüm süreci öncesinde de konuştum, dışlandık o zaman. Çözüm sürecinde ‘Ne güzel konuşuyorsun’ dediler. Çözüm süreci bitti, biz şeytan olduk. Aynı şeyleri söylemeye devam ediyorum. Değişen hiçbir şey yok.
 
…Çözüm süreci sonrasında, bu yolun yol olmadığını söyleyen sosyal medya mesajları paylaşıyordum. Paylaştığım bir mesajda suçlandım. Kardeşlik diyordum. Kürt meselesinde diyalogu önerdim. Bu paylaşımdan dolayı mesleğime açığa alındım. 13 Ekim 2016’daki soruşturma yürüdü ve benim tüm haklarımı gasp eden bir hale dönüştü. KHK ile ihracıma yol açan o paylaşımım savcı tarafından suç olmayan paylaşım olarak nitelendirildi. Ama ben işimden edilmiştim, linç edilmiştim. İhraç edildikten sonra aylarca işsiz kaldım, devlet tarafından damgalanmış, terörist ilan edilmiş bir kişiydim. Mahkeme başka bir suç bulmaya çalıştı. O da hâlâ birçok medya kuruluşunda yayında olan bir haberi RT etmiş olmamdı.
 
2-3 sayfada karar açıklanmış, bu karara itiraz eden üye 15-16 sayfa itiraz metni yazmış, ‘olacak iş mi bu, yanlış bir karar bu’ demiş. … Benim milletvekilliğimin devam etmesi lazım, madde 14’teki kısıtlamalara dahil değilim. 3 Ekim 2001’de Anayasa madde 14’te sıkıntılar olduğu için açıklama getirildi. Bu karar ile propaganda suçu madde 14 kapsamından çıkarıldı. O maddeler dışında tutuldu. “

İkinci bir Berberoğlu olayı mı istiyorsunuz?

Mahkumiyetin onanması kararının 2.5 yıldır insan kaçırma olaylarını, işkenceleri, çıplak aramaları, KHK ile ihraç edilenlere yönelik muameleyi gündeme getirmesinden kaynaklandığını söyleyen Gergerlioğlu, Bize zalimler ceza verebilir ama yarınlara o zalimlerin isimleri kalmaz. Adaletin peşinde koşanların ismi kalır. Görevler, mevkiler, makamlar, hepsi geçicidir. Çıplak arama konusunu tek başıma gündeme getirdim. 2,5 aydır her türlü baskıyla karşılaştım. Tüm kamuoyu sonunda çıplak arama olduğunu kabul etti. İstediğiniz kadar ceza verin, cezalar vız gelir” dedi. 
 
Ömer Faruk Gergerlioğlu, CHP’li Enis Berberoğlu kararını da hatırlattı:
 
“Zulümler gören Berberoğlu, vekil olarak Meclis’e geri döndü. Büyük bir haksızlığa uğradı ve AYM bu haksızlığı düzeltti. Benim kararımdaki hukuksuzluk ortada. Benim vekilliğimi düşürüp AYM’den Türkiye’yi dünyaya mahçup eden bir kararın ikinci kez çıkmasını mı istiyorsunuz? İkinci bir Berberoğlu vakası mı oluşturmak istiyorsunuz?
 
AYM’nin şu kararı iptal edeceğini aklı başında herkes biliyor. Bu kararın siyasi bir karar olduğunu herkes biliyor. Ben vekilliğimi bırakmam, bize bu vekâleti millet verdi. AYM’ye bugün başvuruyoruz. AYM mutlak suretle bu kararı iptal edecek, ihlal bulacaktır diye umuyorum.”

Dokuz Eylül’de Boğaziçi eylemlerine destek veren 35 öğrenciye uzaklaştırma cezası

Dokuz Eylül Üniversitesi‘nde, Boğaziçi Üniversitesi‘ne Melih Bulu‘nun rektör olarak atanmasıyla başlayan protestolara destek veren 35 öğrenciye bir hafta uzaklaştırma cezası verildi.

Uzaklaştırma cezası AKP’de 14 yıl boyunca Genel Başkan Yardımcısı olarak görev yapan ve 2018 yılında rektör olarak atanan Nükhet Hotar tarafından verildi.

Dokuz Eylül Dayanışması tarafından yapılan paylaşımda “Boğaziçi Direnişi ve taleplerimiz meşrudur. Gençliğe geri adım attıramayacaksınız. Bize diz çöktüremeyeceksiniz” ifadeleri kullanıldı.

İptali için dava açılacak

BirGün’den Berkay Sağol’un haberine göre verilen cezada, “Eyleminizin YÖK Disiplin Yönetmeliği’nin 6. maddesinin 1. fıkrasında yer alan ‘YÖK personelinin, kurum içinde ya da dışında, şeref ve haysiyetini zedeleyen sözlü veya yazılı eylemlerde bulunmak’ suçu ile örtüştüğü anlaşıldığından, 1 hafta uzaklaştırma cezası ile tecziye edilmeniz uygun görülmüştür” denildi.

Öğrencilere verilen cezalara tepki gösteren Avukat Semih Taşcan ise, “Eylemlere katılan öğrencilerin arasından slogan atan ve pankart taşıyan öğrencilere bu cezalar verildi. Ancak yapılan eylemlerde YÖK personeli olarak belirtilen Melih Bulu’nun şerefine veya haysiyetine karşı bir söylem yok. Öğrenciler tamamen anayasal haklarını kullandılar. Bu yüzden cezanın iptali için İzmir İdare Mahkemesi‘ne dava açacağız” açıklamasını yaptı.

PETA: Askeri tatbikatta yenilen böcek ve yaban hayvanları yeni bir pandemiye neden olabilir

Hayvan Hakları örgütü PETA, (Hayvanlara Etik Muamele İçin Mücadele Edenler) yeni bir pandeminin tetiklenmemesi için askerlerin yılan kanı içmeyi, canlı akrep yemeyi bırakması gerektiğine vurgu yaptı.

Britanya‘da açıklama yapan PETA, Tayland‘da düzenlenen ve tüm dünyadan askeri birliklerin katıldığı Altın Kobra isimli tatbikatta, askerlerin hayatta kalma becerilerini geliştirme adına egzotik yaban hayvanlarını yakalamasını ve yemesini gündeme taşıdı.

Savunma Bakanına çağrı

PETA, Birleşik Krallık‘ın Savunma Bakanı Robert Ben Lobban Wallace‘a gönderdiği ve web sitesinde de yer alan mektupta, her yıl Tayland’da düzenlenen Altın Kobra’ya binlerce uluslararası askerin katıldığı ve bu askerlerin belli böcek, yaban hayvanlarını avlayıp yediklerine vurgu yaptı.

Bunun yanında hayvan hakları örgütü, eğitim sırasında yılan kanı içen, kertenkele ve akrep yiyen askerlerin koronavirüs tipi hayvan kaynaklı hastalıklara yakalanma riskinin çok yüksek olduğunun altını çizdi. PETA, bu durumun yeni bir pandemi başlatabileceğini de ekledi.

ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri, son dönemde ortaya çıkan ve insanları etkileyen enfeksiyon hastalıklarının yüzde 75’inin hayvanlardan kaynaklı olduğu ve onlardan bulaştığı açıklamasında bulunmuştu. Bu açıklama, Wallace’a tekrar hatırlatıldı.

Hayvanların yok oluşunu hızlandırıyor

Mektupta, askerlerin böcek ve yaban hayvanlarını yemesinin soyu tükenme tehlikesi altında olan hayvanların yok oluşunu da hızlandırdığı kaydedildi.

Geçen yılki askeri tatbikatta öldürülen kral kobra yılanları, yakın zamanda soyu tükenme riski yüksek hayvanlar kategorisinde yer alıyor.

Hayvan hakları örgütü, Wallace’dan tatbikattan canlı hayvanlarla ilgili uygulamaların kaldırılması, bunun yerine hayvansız etik ve etkili yöntemler konulması için nüfuzunu kullanmasını talep ederken; hükümet, Tayland’daki tatbikata Britanya’nın katılmadığını öner sürdü.

Ancak, The Independent‘da yer alan bilgiye göre, geçen yılki tatbikatta bulunan iki askeri planlamacıdan biri, bu yıl ağustos ayında düzenlenecek olan tatbikatta da olacak.

1970’ten beri SARS, MERS, Ebola, kuş gribi, domuz gribi, Zika gibi en az 36 enfeksiyon hastalığının insanların hayvanlarla etkileşiminden kaynaklı olduğu tespit edildi. Birçok bilim insanı da koronavirüs salgınının yarasayla insanların etkileşimi sebebiyle ortaya çıktığını savunuyor.

Döngüsel ekonominin neresindeyiz?

İnsanlık tarihinin başından bu yana üretim sistemlerimiz doğrusaldı. Doğadan ham maddeyi alıyoruz, bununla bir şeyler üretiyoruz, yaptığımız şeyleri kullanıyoruz ve sonra da çöpe atıyoruz. Ancak son zamanlarda ham maddelerin azalmakta olduğunu fark ettik. Özellikle 1972’de yayımlanan “Büyümenin Sınırları” bize elimizdeki ham maddenin büyümek için sonsuza kadar yeterli olmadığını gösterdi. Bunun ardından son 50 sene içerisinde giderek artan oranda geri dönüşümü konuşmaya başladık. Yalnız bu geri dönüşüm en sonunda üretim sisteminde tüketilenlerin çöpe gitmesini engellemiyor. Bu nedenle de döngüsel ekonomi düşüncesi ortaya çıktı.

Döngüsel ekonomi kağıda çizdiğimiz bir doğruyu eğip başlangıç noktasına geri getirmek kadar kolay bir yaklaşım değil. Bu kullanım sisteminin içerisinde hiçbir şey çöpe gitmiyor ama bu sistemi oluşturmak için bizim de çok ciddi biçimde döngüsel sistemleri yeni baştan düşünmemiz gerekiyor. 

Endüstriyel üretime karşı biyolojik üretim

Döngüsel sistemleri iki farklı yarıdan oluşan şekilde düşünmemiz mümkün. Bir tarafta endüstriyel üretimde karşımıza çıkan kullanım, diğer tarafta da biyolojik üretim var. Önce endüstriyel üretime bakacak olursak en önemli problemlerden birinin planlı eskime olduğunu görüyoruz. Yani ürünler özellikle belirli bir süre sonunda eskimek üzere tasarlanıyorlar. Oysa ihtiyacımız bunun tam tersi bir tasarım. Eskiyen ya da bozulan ürünü tamir etmemiz veya ettirmemiz gerekir. Eğer kullanmak istemiyorsak başkasına kullanılmak üzere vermemiz yahut mümkünse üreticiye sisteme yeniden kazandırmalarını sağlamalıyız. Ürünlerin kullanımı tamamlandığında bu ürünlere başka bir kullanım alanı yaratmalıyız, eski yoğurt kaplarından saksı yapmak gibi bir şey olmak zorunda da değil.

Bugün teknoloji bu noktada bizlere çok daha ilginç fikirler sunmaya hazır. Bunların hiçbirini yapamıyorsak, o zaman geri dönüşüm yapmak zorunda kalacağız. Ürünümüz ham madde olarak tekrar sistemin içerisine girecek. Dolayısıyla döngüsel sistem içerisinde atık diye bir şeyin oluşması söz konusu değil. Yalnız bunun kolay olmadığını ve çoğu sistemi de en baştan buna uygun tasarlamamız gerektiğini unutmamamız gerekiyor.

Bu problemin önemli bir kısmı da kaynakların tükenmesinden oluşuyor. Mesela petrolün yaklaşık 30 senesi kaldı. Kömür biraz daha uzun süre bulunabilir ama doğal gaz 50 sene içerisinde tükenecek. Nükleer enerji için gerekli olan uranyum bile 2080’den sonra kolay bulunamaz hale gelecek. Otomobil endüstrisinde kullanılan kurşun önümüzdeki 10 sene içerisinde tükenebilir. Bakır gibi endüstrinin kullanım alanında alışılmış metallerin çıkarılması bile kısa süre içerisinde tehlikeye girebilir.

Kömür, petrol ve doğal gazı hızlıca hayatımızdan çıkartmamızda bir sorun yok ama diğer maddelerin kullanımı sürdürülebilir bir sanayi açısından son derece gerekli olacaktır. Bundan dolayı da bu metallerin kullanımında döngüsel üretim ve kullanım prensiplerini merkeze alan bir yaklaşım uygulamamız gerekiyor. Bunu bugün yapmayacak olursak kaynaklar yarın bizi bu kararları almaya mecbur bırakacak zaten.

Yorulan ve çoraklaşan toprak canlandırılmalı

Doğadan aldıklarımız ve doğaya geri verdiklerimiz arasındaki uçurum da döngüsel sistemlerdeki eksikliğimizin diğer yarısını oluşturuyor. İnsanlık tarımla uğraşmaya başladığı zamandan bu yana topraktan aldıklarını mümkün olduğunca geri vermeye çalışıyordu. Ancak şehirleşmenin artmasıyla birlikte aldıklarımızla verdiklerimiz arasındaki uçurum açılmaya başladı. Modern tarım sistemlerinin çalışması artık ancak endüstriyel katkılarla mümkün olabiliyor. Oysa doğanın bizim ürettiğimiz kimyasallardansa bizim geri döndürdüğümüz kendi öz ham maddesine ihtiyacı var.

Özellikle ülkemiz gibi yaklaşık olarak 10000 senedir tarım yapılan bir bölgede biz artık devamlı topraktan almaya başladık. Bundan dolayı da topraklarımız her geçen gün biraz daha yoruluyor ve iklim krizinin etkisiyle çoraklaşıyor. Toprağımıza eski canlılığını kazandırabilmek için organik katkı olarak döngüsel sistemlerimizin çıktısı olacak kompostu ekleyerek biyosferimizi baştan canlandırmak yolunda adımlar atmaya başlayabiliriz.

Bilim dünyası da son yıllarda yeni bir kavram üzerinde duruyor. Bu kavram da 2009 yılında Stockholm Dirençlilik Merkezi tarafından ortaya konulan “gezegenin sınırları”dır. Gezegenin sınırlarını bir kısmını aşağıda sayacağım dokuz ana başlık altında değerlendirebiliriz. Bunların en kötüsü, başımızdaki en büyük bela olarak gördüğümüz iklim değişikliğidir. Bu problemin kaynağını da bizim her geçen gün doğadan daha fazla alarak tükettiğimiz kaynaklar ve bu kaynakların üretim yöntemleri oluşturmaktadır. İklim krizi ile birleşen üretim ve barınma yöntemlerimiz doğadaki genetik çeşitliliği de fonksiyonel çeşitliliği de azaltarak tehlike sınırına doğru sürmektedir. Üretim için her geçen gün daha fazla arazi kullanıyoruz. Özellikle yağmur ormanlarındaki doğal arazi kayıplarımız öne çıkıyor.

Aşırı su, gübre ve tarım ilacı kullanımı sınırları zorluyor 

Türkiye’de şu anda kişi başına kullandığımız temiz su senede yaklaşık 1300 metreküp ve eğer bu seviyede nüfus artışı ya da iklim değişikliğinin getirdiği kuraklıkla devam edecek olursak yakın gelecekte kişi başına düşen su miktarı bin metreküpün altına inecek ve ülkemiz su fakiri sayılmaya başlanacak. Bu, dünyanın çoğu bölgesi için de geçerli. Kullandığımız aşırı gübre ve tarım ilaçlarının tarımsal üretim sırasında ve sonrasında doğada yarattığı zararları yeni yeni anlamaya başlıyoruz.

İnsanlar, doğrusal ekonomik yapılar içerisindeki yaşamımızın ve ekonomik büyümenin uygarlığımızı gezegenin sınırlarıyla bir çarpışma rotasına soktuğunu ancak yakın zamanlarda algılamaya başladılar. Bu algının sonucu olarak da döngüsel bir üretim ve tüketim sistemi içerisinde yaşamamız gerektiği her gün biraz daha açıklıkla karşımıza çıkıyor. Oysa bizler her tanıma yaptığımız gibi bu kavrama da bir kötülük yaparak döngüsel ekonomi adını taktık. Yapılması gerekenlerin ekonomiden çok üzerinde yaşamakta olduğumuz gezegenin kaynakları ve canlılığı ile ilgili olduğunu umarım çok geçmeden fark etmeye başlarız. Yaşam döngüseldir. Ekonominin de üretim sistemlerinin de en kısa sürede ayak uydurması bu gezegen üzerinde ne derece kalıcı olacağımızı belirleyecek.

Cihan Erdal’dan mektup var: Özgür günlerde görüşmek dileğiyle…

Kanada’daki Carleton Üniversitesi’nde doktora öğrencisi olan ve 25 Eylül tarihinde tez saha çalışmalarını sürdürdüğü İstanbul‘da gözaltına alınan ve tutuklu yargılanan Cihan Erdal‘ın Ankara Sincan Cezaevi’nden yazdığı mektubu paylaşıyoruz.

***

Merhabalar,

Kanada‘nın Ottawa şehrindeki Carleton Üniversitesi Sosyoloji ve Antropoloji Bölümü’nde doktora adayıyım. 2017 yılından bu yana Carleton Üniversitesi’nde öğretim asistanı ve araştırma asistanı olarak çalışmaktayım. Aynı zamanda üniversitemiz bünyesinde kurulan Gençlik Araştırmaları Merkezi’nin [Centre for Urban Youth Research (CUYR)] koordinatörüyüm.

Pozisyonum kapsamında farklı ülkelerden (Kanada, ABD, İngiltere, Yeni Zelanda, Kenya, Romanya vd.) gençlik alanında çalışan araştırmacı, akademisyen ve aktivistleri bir araya getirerek bilgi ve politika üretiyoruz. Farklı ülkelerdeki gençlik, yurttaşlık eğitimleri ve müfredatların içerikleri, toplumsal hareketlerde gençlerin rolü, aktivist gençlerin deneyimleri ve genç olma halleri gibi çeşitli konularda çalışıyorum.

2013-2017 yılları arasında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde, 2017 yılından bu yana ise Kanada’nın başkenti Ottawa’da akademik çalışmalarımı ilmek ilmek işledim.

Halen 60 küsür yaşında çiftçilik yaparak geçinen annem ve babamın, değerli eşimin ve birlikte çalıştığım kıymetli hocalarımın koşulsuz destekleri sayesinde önemli araştırma bursları kazandım. 2017 yılından beri burslu olarak okuduğum ve çalıştığım Carleton Üniversitesi’nde genç bir Türk akademisyen olarak içerisinde yetiştiğim toplumu ve kültürü başarıyla temsil etmeye gayret ettim.

‘5 aydır siyasi rehine olarak tutuluyorum’

Ancak sizler ismimi son dönemde yaşadığımız haksızlıkla duymuş olabilirsiniz. Ailemi ziyaret etmek, yeğenimin doğumunu görebilmek ve doktora tez saha çalışmamı sürdürmek üzere geldiğim İstanbul’da 25 Eylül 2020 günü gözaltına alındım.

Bundan 7 yıl önce, 6-8 Ekim 2014 tarihlerinde meydana gelen Kobani protestolarına ilişkin dava kapsamında 5 aydır siyasi rehine olarak Ankara Sincan Cezaevi‘nde tutulmaktayım.

Bugün birtakım siyasi hesaplar doğrultusunda, hiçbir sorumluluğumun bulunmadığı bir olay nedeniyle özgürlüğüm keyfi ve hukuksuz biçimde gasp edilmekte. Bu durum, 4 yıldır binbir emekle yürüttüğüm doktora araştırmamı ve bursumu kaybetmem riskini oluşturuyor.

‘Evrensel hukuk değerleri de gasp ediliyor’

Bütünüyle asılsız ve temelsiz iddialarla, siyasi saiklerle yalnız bireysel özgürlüğüm, eğitim ve çalışma hakkım değil, evrensel hukuk norm ve değerleri de gasp edilmekte.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Daire’nin 22 Aralık 2020 tarihli Selahattin Demirtaş kararı çok kesin olarak işaret etmektedir ki, objektif bir gözlemciyi ikna edebilecek, tutukluluğumuzu haklı gösterebilecek tek bir somut delil söz konusu değildir. Her ne kadar yeni bir dosya olarak sunulmaya çalışılsa da, AİHM Büyük Daire’nin sayın Demirtaş kararı, yeni bir başvuruya gerek olmaksızın, haksız ve keyfi tutukluluğumuzun derhal sonlandırılmasını gerektiren bir karardır.

Hukukun üstünlüğüne, insan haklarına, demokrasi ve özgürlüklere inanan her kesim ve yurttaşın yaşadığımız bu akılalmaz adaletsizliğe karşı ses çıkarması ülkemizin demokratik geleceği açısından büyük anlam taşıyacaktır.

‘Şiddet karşıtı biri olarak şiddet ile suçlanıyorum’

Katılmadığım bir toplantı, paylaşmadığım bir çağrı nedeniyle yargılanmamın tuhaflığı bir yana, şiddetin vaizlerine hayatın her alanında ama’sız, fakat’sız itiraz etmiş biri olarak, elem verici bir şiddet olayı ile ilgili dehşet verici suçlamalara maruz kalmamı hukuk ve adalet adına utanç verici bulduğumu söylemek zorundayım.

2015 yılında asker oğlunu yitirmiş bir Kürt babanın acılı çığlığını haberleştiren bir gazete linkini paylaşmış olmamın, tek cümlelik “bu savaş bizim savaşımız değil” yorumumun “delil” niyetine “terör örgütü destekçiliği” olarak sunulmaya çalışılması, yalnızca bana ve sevdiklerime değil aynı zamanda ülkemin geleceğine de yapılan bir kötülüktür.

Dünyadaki tarihsel birçok farklı deneyimden anladığım odur ki, terörizmi asıl beşleyen şey, “yurttaş”ın yerine “teröristler-terör destekçileri” ve “terörizme karşı mücadele edenler” ikiliğinin ikame edilmeye çalışılmasıdır. Nefret çarkını sürekli kılan, düşman yaratma takıntısından kurtulamayan zihniyettir. Antimilitarist olmak, savaşa dünyanın hangi yerinde olursa olsun karşı olmak suç değildir.

Diyaloğu savundum

Şiddetin karşıtı salt etik bir şiddetsizlik değildir; elbette şiddetsizlik ilkesi demokratik siyasetin olmazsa olmaz koşuludur. Ancak bunun da ötesinde, şiddetin karşısında sözün ve hakikatin güçlü aktörlüğünün inşası gereklidir. Bütün biçimleriyle ve katmanlarıyla (fiziksel, sembolik, eril, vd.) şiddetin karşısında radikal, etik ve aktif bir tutum alarak yaşamlarımızdan söküp atmayı hedeflemedikçe demokratik bir toplumu var edemeyiz; hep bu inançta oldum. Ne PKK şiddetini ne de devletin yurttaşa şiddetini onaylayan bir tutum içerisinde asla olmadım.

Yaşadığımız yüzyılın, şiddet çağı olan 20. yüzyıldan gerçek manada farklı bir dünyayı doğurabilmesi için sözün, konuşmanın, diyaloğun, müzakerenin temel ihtiyacımız olduğunu savundum.

‘Barışçıl bir atmosferi arzuladım’

Yeşil Sol Parti üyesi ve HDP MYK üyesi olduğum dönemde, eşitsizlikler, adaletsizlikler, acılar arasına ayrım ve hiyerarşi koymaksızın söz söylemeyi hedefleyen ‘Türkiyelileşme’ siyasetinin şiddeti köklü ve kalıcı biçimde sonlandırabilme potansiyeline inandım.

Birbirini önyargılardan uzaklaşarak duyan, konuşan, anlayan yurttaşların çoğalması ülkemin kaderini yoksullar, fazladan görülenler ve yok sayılanlar lehine değiştirebilirdi. İktidarların, profesyonel siyaset erbablarının konuşup gençlerin öldüğü bir gerçeklikten ülkenin Türk, Kürt, Ermeni, Laz, farklı etnik, inançsal, cinsel, politik kimliklere sahip gençlerinin birbirleriyle konuştuğu, tartıştığı, birlikte eylediği demokratik barışçıl atmosfere geçişi heyecanla arzuladım.

Beni hakikat anlatıcılığıyla, sözün gücüyle, vicdanın sihriyle bir şeyleri değiştirebilmenin mümkün olduğuna kuvvetle inandıran ahparig Hrant Dink’in ruhuydu. Aktif siyasetten uzaklaştığım ve Kanada’da akademik çalışmalarıma odaklandığım son 4 yılda da şiddetsizlik, barış ve sevgi dilinden ayrılmadım.

Tam 7 yıl sonra hazırlanan bir iddianame ile şahsıma yöneltilen akla ziyan suçlamalar, bilhassa, tek bir delil dahi olmadan “talimatla hareket ettiğim” ithamı son derece ağır bir manevi şiddettir.

‘Bütün politik kötülükler er ya da geç mahkum olur’

Hele ki, Türkiye’deki sol-sosyalist partilerin bürokratik yapılanmalarını, gençleri eşit özneler olarak konumlandırmayan gerontokratik kodlarını, yaş, deneyim ve cinsiyet temelli hiyerarşiyi kıyasıya eleştirmiş, dönüştürmeye çalışmış ve bu konularda akademik araştırmalar yapmış biri olarak, “talimatla hareket etmenin” imasını bile kişiliğime, kimliğime yöneltilmiş bir şiddet olarak görürüm.

Yapılmakta olan, masumiyet karinesinin, lekelenmeme hakkının, adil yargılanma hakkının ağır bir ihlalidir. Hakikatle ithamlar arasındaki keskin ve ironik tezatlık o denli ayan beyan ortada ki, çoğunluğu memleketim Akhisar’da yaşayan farklı görüşlerden akrabalarımız, köylülerimiz, Türkiye, Kanada ve dünyanın dört bir yanından aydın, akademisyen, öğrenci arkadaşlarım, üniversitem, dostlarım, ailem ve eşim hukuk arayışımıza ve mücadelemize ilk andan beri muazzam bir destek vermektedirler, Hannah Arendt’in dediği gibi, “iktidardakiler her tür tertibe girebilirler, ama hakikatin yerini alabilecek geçerli bir şeyi ne keşfedebilir, ne de icat edebilirler.” (Geçmişle Gelecek Arasında, 1996, s.349). Bütün politik kötülükler er ya da geç kamunun vicdanında mahkum olur, modern tarihin bize öğrettiği budur.

Geçtiğimiz Kasım ayı içerisinde sayın Adalet Bakanı Abdülhamid Gül’den birkaç kez şu cümleyi işittik: “Bırakın adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun. Bizim yargıçlardan, yargı mensuplarından beklediğimiz budur.”

V. Charles’ın halefi I. Ferdinand’a ait olduğu söylenen bu kadim vecizenin “dünya yıkılsa adalet yerini bulmalıdır” (Fiat justitia, et pereat mundus) sözünün bugün yetkili ağızlardan hatırlatılıyor oluşu manidardır. Aslında nacizâne beklentimiz, ne kıyametin kopması ne dünyanın yıkılmasıdır; anayasal bir zorunluluk olan AİHM ve AYM kararlarının uygulanmasıdır. İnsan yaşamının ve haklarının kutsal sayılması ve gereğinin yerine getirilmesidir.

‘Özgür günlerde görüşmek dileğiyle’

Gözaltına alındığım ilk andan itibaren varlığını yanımda hissettiğim, mektuplarıyla, mesajlarıyla, duaları ve iyi dilekleriyle desteklerini sunan herkese ayrı ayrı teşekkür etmek isterim.

Eğer bir “örgüt”le irtibatım kurulmak isteniyorsa, bulunacak tek adres, birlikte çalışmaktan onur duyduğum ülkenin ve dünyanın yüz akı akademisyenleri, aydınları, yeryüzünü daha iyi bir yer haline getirmeye uğraşan aktivistleri, dostlarım, akrabalarım, ailem ve eşimden oluşan koca bir iyi insanlar grubu olacaktır.

Haklılığın verdiği inançla, hep yapmaya çalıştığım gibi, kimseyi incitmeden, entelektüel dürüstlüğü kaybetmeden, çıkarsız olarak hakikatin, aklın, vicdanın, insanlık, doğa ve tüm canlılar için ortak iyinin peşinde koşmaya devam edeceğim.

Evrensel hukuk norm ve değerlerinin, ve elbet aşkın, dayanışmanın ve iyiliğin kazandığını mutlaka göreceğiz.

Özgür günlerde görüşmek dileğiyle,
Cihan Erdal
Şubat 2021
Sincan F2 Cezaevi

 

Ahmet Atıl Aşıcı: Türkiye’nin sadece ekolojik değil, ekonomik ve toplumsal bir yeşil dönüşüme ihtiyacı var

Fosil yakıta bağımlı enerji sistemleri, enerji ve karbon-yoğun sanayiileri içinde barındıran ekonomik yapı, küresel ısınmayı artırarak dünyamızı yok olmaya doğru sürüklüyor. İklim krizi çağında, değişmek kaçınılmaz. Ancak Türkiye, küresel ısınmayı endüstrileşme çağı öncesine oranla en fazla iki dereceden aşağıya çekmeyi amaçlayan Paris İklim Anlaşması’nı onaylamayan dünyadaki sekiz ülkeden biri olmayı sürdürüyor. Diğerleri ise, -ABD’nin yeni Başkanı Joe Biden’in Donald Trump döneminde çıktığı anlaşmaya geri dönmesiyle-  Angola, Eritre, Irak, İran, Libya, Güney Sudan ve Yemen.

Karbon salımının baş sorumlusu olan sanayi ve enerji sistemlerinde yaşanması zorunlu dönüşüm ve bu doğrultuda yeşil bir ekonomik sistemin kurulması gereği her geçen gün kendini dayatırken, Türkiye’nin 2015’ten bu yana CO2 emisyonu azalmak bir yana yüzde 3.5 artmış durumda.

Doç. Dr. Ahmet Atıl Aşıcı.

Uluslararası Enerji Ajansı, yaratılan yeni enerji kapasitesinin yüzde 90’ının yenilebilir kaynaklardan elde edilmiş olması gerektiğini açıkladı. 2025’te bu kaynaklardan elde edilen enerjinin kömürü geride bırakması bekleniyor.  Önümüzdeki yıllarda düşük karbon emisyonlu çözümlere yönelik artan yatırımların milyonlarca yeni istihdam yaratması, koronavirüs salgınından sonra ekonomikUl toparlamanın “yeşil” olacağı öngörüleri yapılıyor.

Peki Türkiye’de  yenilenebilir enerji adına neler yapılıyor? Yenilenebilir enerji’de hangi noktadayız? Yeşil dönüşüm yolunda Türkiye nasıl bir performansa sahip?

Bütün bu soruların izinde ülkemizin yeşil dönüşümün en önemli adımlarından yenilenebilir enerji ile olan ilişkisini ve Türkiye’nin yeşil dönüşüm yolunu İstanbul Teknik Üniversitesi’nden akademisyen Doç. Dr. Ahmet Atıl Aşıcı ile konuştuk.  

Türkiye’de yenilenebilir enerji

Türkiye’de yenilenebilir enerji,  birincil enerji kaynakları arasındaki payı yüzde 6,5, elektrik üretimindeki payı ise yüzde 24. Elektrik üretimi için kullanılan yenilenebilir enerji kaynaklarında hidrolik ve rüzgar enerjisi öne çıkıyor; rüzgar ve güneş santrallerinin sayısı da dünyadaki örnekleri kadar olmasa da yavaş yavaş artıyor.  

2023 enerji stratejisi kapsamında yenilenebilir enerjinin üretimindeki payının %30’a çıkarılması hedefleniyor ve bu doğrultuda ana araç olarak “ülkenin hidroelektrik potansiyelinin tümünün kullanılması” amaçlanıyor.

Uluslararası Enerji Ajansı’nın (IEA) Yenilenebilir Enerji Raporu‘na göre de, Türkiye’nin yenilenebilir enerji kapasitesi geçen yıl sonu itibarıyla 44,6 gigavat. Bu miktar genel enerji üretiminde yaklaşık  yüzde 7’lik bir orana denk geliyor. Söz konusu kapasitenin yüzde 60’ını hidroelektrik, yüzde 6’sını rüzgar ve yüzde 5’ini güneş enerjisi santralleri oluşturmuş durumda; kalan kısım ise jeotermal, biyokütle ve diğer kaynaklardan…

Yenilenebilir enerji kurulu gücünün 2025’te, 2020 yılı sonuna göre yaklaşık yüzde 50 artış göstermesi bekleniyor. Türkiye bu büyümeyle, Avrupa‘da yenilenebilir enerji kapasitesini en fazla artıran 5’inci, dünyada ise 12’inci ülke olmayı hedefliyor.

‘Dikkat edilmesi gereken nokta neyin yenilenebilir sayıldığı’

Ancak Doç. Dr. Ahmet Atıl Aşıcı yenilenebilir enerjide bazı algısal yanlışlara dikkat çekiyor:

 “Genel olarak bakıldığında yenilenebilir enerji yatırımları artıyor. Ama burada dikkat edilmesi gereken nokta neyin yenilenebilir sayıldığı. Yenilenebilir deyince aklımıza rüzgar ve güneş enerjisi geliyor ama 2020’nin sonlarında bir torba yasa ile belediyenin topladığı çöplerin, atıklarının ve kamyon lastiklerinin de “yenilenebilir” enerji kaynağı olarak tanımlandığını görüyoruz. Rüzgar ve güneşten enerji üretirken çevreye etki yok denecek kadar az, oysa biyokütle tesislerinin emisyonları hem iklime hem de insan sağlığına ciddi zarar veriyor. Yenilenebilir diye teşvik edilen ve Karadeniz halkını ve canlı yaşamı derelerinden koparan HES’lerde de benzer bir sorun var. Bakarsanız hepsi “yenilenebilir kaynak”, ama detaya indiğinizde farklı bir tablo çıkıyor karşımıza.”

‘Maliyet anlamında güneş ve rüzgar, fosil enerjinin pabucunu dama atalı çok oldu’

Küresel alanda yenilebilir enerji yatırımlarını ve yeşil ekonomi adımlarını değerlendiren Aşıcı bu adımların altında yatan sebeplere ve sonuçlara da dikkat çekiyor:

 “İklim değişikliğine bağlı felaketler son yıllarda yenilenebilir enerjiye ilginin artmasına sebep oldu. Bunda fosil kaynakların bir gün bitecek olmasının getirdiği kaygı da var. Dolayısıyla hükümetlerin yenilenebilir enerji teknolojilerine destekleri ciddi boyutlara ulaşıyor. Hükümetlerin bu yola girmesinin altında, öncelikle artacak yatırımlarla ekonomiyi ve istihdamı canlandırmak var. Desteklenen AR-GE çalışmaları ile o teknolojiler ucuzluyor ve daha hızlı yaygınlaşıyor.”

2008 Küresel Krizi’nin etkilerini azaltmak için Çin ve ABD’nin açıkladıkları teşvik paketlerinde bu hassasiyeti görmek mümkün. O dönemde yapılan yatırımların meyvesini şu sıralarda toplayan Çin, bugün güneş teknolojisinde lider ülkelerden biri haline geldi.

ABD’nin 2008’de açıkladığı paketler de elektrikli otomobil ve batarya imalatını tetikledi ve bu sanayilerin maliyetlerini ciddi biçimde düşürüp rekabet güçlerini artırdı. Bu sayede 16 üreticinin piyasaya 28 farklı elektrikli araç modeli sunduğu ve 2008’de trafikte birkaç bin olan elektrikli araç sayısının 2015’te 400 bine ulaştığı görülüyor.

Aşıcı bütün bunların sonucu olarak yenilenebilir enerji teknolojilerine yatırım arttıkça birim maliyetlerin hızla düşmeye devam ettiğini anlatıyor:

“Maliyet anlamında güneş ve rüzgar fosil enerjinin pabucunu dama atalı çok oldu. Öte yandan fosil enerji yatırımları için bankalardan fon bulmak giderek zorlaşıyor. Bugün bir termik santral için uluslararası birçok banka ya kategorik olarak kredi vermeyi reddediyor ya da güneş santralinden talep edeceği faizin katbekatını istiyor. Çünkü onlar da halka ‘şirin’ görünmek ve ‘dünya için iyi bir şeyler yapıyoruz’ algısını yaratmayı gelecekteki karları açısından önemli görüyorlar.”  

‘Yeni termik/nükleer santrallerin rasyonalitesi yok’

Tüm dünyada fosil enerji yatırımları hız kesmiş, var olan tesisler de bir süreç içinde tasfiye edilmeye çalışırken, Türkiye’nin yeni termik/nükleer santral inşaatlarına devam etmesini ise Aşıcı “ne ekonomik ne de çevresel anlamda bir rasyonalitesi yok” şeklinde değerlendiriyor:

“Ekonomik olarak mantıksız zira rüzgar ve güneş birim maliyet açısından fosil yakıtlardan daha üstün. Üstelik cari açığa katkısı da sıfır.  Çevresel olarak da rasyonel değil zira toplam sera gazının üçte biri fosil temelli elektrik sektöründen kaynaklanıyor. Bunun bir de halk sağlığı boyutu var tabii ki.”

‘Karbon fiyatlama sistemi’

Türkiye, karbon azaltımı açısından da büyük adımlar atmalı:

Türkiye’nin YEKDEM gibi yenilenebilir enerji destekleri dışında aktif bir karbon azaltımı politikası ne yazık ki yok. Karbon fiyatlama sistemi kurma gibi birtakım çalışmalar uzun yıllardır yapılıyor ancak henüz bir adım atılmış değil. AB’dekine benzer bir karbon fiyatlama sistemi kurmadan, fosil enerjiden çıkış sürecini oluşturmadan Türkiye ekonomisinin karbon yoğunluğunu anlamlı biçimde düşürmek mümkün değil. Ürettiğimiz ürünlerin içerdiği karbonun yüksekliği bugün Türkiye ekonomisinin en büyük kırılganlıklarından biri.”

‘Yumurta kapıya dayandı, Dünya farklı bir yöne gidiyor’

Doç. Dr. Aşıcı Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı imzalamakla birlikte Meclis’e getirip onaylamamasını da eleştiriyor:

 “Türkiye Kyoto Protokolü ve onun yerini alan Paris Anlaşması’nda ‘gelişmiş ülke’ listesine alınmış olmakla kendisine haksızlık yapıldığını iddia ediyor ve bu yüzden anlaşmaya taraf olsa da Parlamento’da onaylamıyor. Gelişmekte olan ülkeler listesinde olan ülkeler iklim fonundan yararlanabiliyor, Türkiye’de o yüzden bu listeye girmek istiyor. Türkiye’nin tezleri pek haksız sayılmaz ama bir durup düşünmek lazım. 20 yıldır Türkiye’li iklim müzakerecileri uluslararası kamuoyunu ikna etmeyi başaramadılar. Bundan sonra ikna edebileceği de kuşkulu. Birçok gelişmekte olan ülke enerji etkinliği yolunda önemli mesafeler alırken Türkiye yıllarını bu tartışmayla kaybetti. Oysa yumurta kapıya dayandı. Dünya farklı bir yöne gidiyor. Bunu görmemiz ve bu yeni döneme uyum sağlamamız gerekiyor.”

2019 Aralık’ta AB’nin 2050’de iklim-nötr bir ekonomi haline geleceğini duyurduğunu, 2020 Eylül’ünde de Çin’in 2060’da karbon-nötr bir ekonomi hedefini açıklamadığını hatırlatan Aşıcı, “Son olarak 2020’de ABD başkanı seçilen Biden ilk iş Paris Anlaşması’na geri döndü ve emisyonlar üzerinde radikal önlemler alacağını duyurdu. Küresel üretimin %75’ini yapan bu üç süper güç ekonomiyi karbondan arındırma yönünde atacağı adımlar Türkiye gibi ülkeleri de çok yakından etkileyecek” diyor.  

Avrupa Yeşil Mutabakatı ve Türkiye

Avrupa Yeşil Mutabakatı salt iklim değişikliği ile mücadeleyle yetinmeyip bütün Avrupa ve dünyaya kötü gidişata dur diyecek geniş yelpazeli bir ekolojik yaşam alternatifi  sunuyor. Bu, biyolojik çeşitlilikten, atık ve hava kirliliğine kadar tüm çevre konularını önceleyip, döngüsel bir ekonomik model ile kirliliği azaltacak ve kaynakların verimli kullanımını artıracak eylemler içeren bir yol haritası. Bu bağlamda “yeşil bir devrim”in kararlı büyük bir adımı denilebilir. Mutabakatta dikkati çeken en önemli husus AB ticaret ağı içinde bütün ülkelerin üretim sırasında karbon salımına sebep olan ürünlere birim başı karbon vergisi uygulaması.

AYD’nin başlıca hedefleri:

  • 2050’de AB’nin iklim-nötr olması hedefiyle sera gazı emisyonlarının belirli bir program dahilinde azaltılması
  • Temiz, erişilebilir, güvenilir enerji sağlamak
  • Sıfır kirlilik
  • Ekosistemleri ve biyoçeşitliliği korumak
  • “Tarladan sofraya” stratejisi ile adil, sağlıklı ve çevreyle dost bir gıda sistemi
  • Sürdürülebilir ve akıllı ulaştırmak
  • Enerji ve kaynak kullanımı bakımından etkin yapılaşmak
  • Temiz ve döngüsel bir ekonomi için sanayiyi harekete geçirmek
  • “Kimseyi arkada bırakmama” stratejisi ile bu dönüşümden en fazla etkilenecekleri destekleme için bir dönüşüm programı ve bu dönüşümü gerçekleştirmenin finansmanı sağlamak olarak belirlenmiş.

Mutabakatın standartlarına uymadığı takdirde Türkiye’yi bekleyecek ekonomik tehlikelere değinen Aşıcı şu ifadeleri kullanıyor:

Avrupa Yeşil Düzeni AB ile ticaret yapan ülkelere birtakım yaptırımlar getirecek. Bunlar sınırda karbon uyarlaması ve döngüsel ekonomi düzenlemeleri. Kabaca, sınırda karbon uyarlaması AB sınırını geçen ürünlerin içerdiği karbonun vergilendirilmesini öngörüyor. Döngüsel ekonomi regülasyonları ise yine AB’ye ihraç edilecek ürünlerin yeniden-kullanılabilirlik, kolay tamir edilebilirlik, uzun ömürlülük gibi kıstaslar üzerinden yeniden tasarlanmasını gerektiriyor.

Türkiye ihracatının yarısını AB ülkelerine yapıyor. Otomotiv, tekstil, demir-çelik, çimento gibi birçok alanda Pazar payı bir hayli yüksek. Dolayısıyla Türkiye’nin AB pazarını kaybetme lüksü yok. Bu sebeple istese de istemese de dönüşmek zorunda. Bunun da ilk adımı Paris anlaşması’nı onaylamaktır.”

Aşıcı Eylül 2020’de TÜSİAD için yazdıkları raporda sınırda karbon uyarlaması mekanizmasının Türkiye’li ihracatçılara yıllık maliyetinin 1.1-1.8 milyar avro olacağını hesapladıklarını hatırlatarak, “Özellikle kimi sektörlerin karbon yoğunluğu o kadar yüksek ki, kazandıkları karın tamamını nerdeyse sınırda AB’ye teslim etmeleri gerekecek. Bu da fiilen ihracatın durması, ve dolayısıyla üretim ve istihdam kayıpları demek”  diye konuşuyor.

Türkiye’nin yeşil dönüşüm yolunu değerlendiren Aşıcı, son olarak bu doğrultuda atılacak adımların önemine değiniyor: “Türkiye’nin acilen bir yeşil dönüşüm eylem planına ihtiyacı var. Sadece ekolojik değil, ekonomik ve toplumsal hedefler için buna ihtiyacımız var. Dönüşümü gerektiren dinamiklere gözünü kapatmak riskleri ortadan kaldırmıyor.

Bu dönüşüm için harcanacak kaynaklarla mevcut ekonomik krizden çıkış kolaylaşacak, yaratılacak istihdamla işsizlik ve yoksulluk düşecek, uluslararası sorumluluklarını yerine getiren bir ülke olarak da uluslararası arenada ülke itibarı yükselebilecektir.”

NASA ile birlikte uzayda su kullanımını azaltan çalışmalar yapan Prof. Dr. Berrin Tansel’e ödül

Florida Uluslararası Üniversitesi İnşaat ve Çevre Mühendisliği Bölümü Başkanı olan ve aynı zamanda NASA ile de çalışmalar yapan Prof. Dr. Berrin Tansel, Amerikan Çevre Mühendisliği ve Bilim İnsanları Akademisi Bilim Ödülü‘ne (American Academy of Environmental Engineers & Scientists – AAEES) layık görüldü.

Akademi, bu ödülü her yıl liderlikle orijinallik gösteren ve güncel çevresel sorunlara yönelik yenilikçi çözümler üreten kişiye veriyor.

Prof. Dr. Tansel, nisan ayında Washington DC’de yapılması planlanan törenle ödülünü teslim alacak.

‘Beni çok mutlu etti’

Milliyet‘ten Meltem Günay‘ın haberine göre, Prof. Dr. Tansel, ödülün kendisine verilmesinden dolayı çok mutlu olduğunu ifade etti:

Bu ödül her yıl bir kişiye veriliyor. Belli bir çalışma için değil zaman içinde yapılan araştırmaların ve bilime yapılan katkıların hepsi göz önüne alınarak veriliyor. Özellikle benim kariyerim boyunca çok saygı duyduğum kişiler tarafından verilmesi beni çok mutlu etti.”

NASA ile çalışmaları devam ediyor

Prof. Dr. Tansel, NASA ile atık sulardan amonyağı ayırmak için bir proje sürdürdüklerini kaydetti ve şu açıklamalarda bulundu:

Uzay yolculukları sırasında astronotların atık suları çok daha konsantre oluyor. İlk aşamada böyle bir projenin dünyadaki atık sularda kullanılma olanağını inceledik. Sonraki aşamada sistemi biraz daha geliştirip testler yapmayı planlıyoruz. Sudaki amonyak önce kristal halinde olan katı bir malzemeye bağlanıyor ve sudan ayrılıyor. Sonra kristali ısıtarak amonyağı ayırıyoruz. Bu amonyağı da tekrar kullanıma sunuyoruz. Amonyak bilhassa gübre yapımı için kullanılan önemli bir madde oluyor.”

Uzaya daha az su gönderiliyor

Prof. Dr. Berrin Tansel, NASA ile yaptıkları çalışmada uzaya daha az su göndermeyi başardıklarını açıkladı:

Uzay yolculuğunda bir insanın günlük su ihtiyacı 11.5 litre. Dünyada ise adam başı günlük su ihtiyacı 300 litre. NASA uzaya Shuttle’ı gönderirken bu hesaba göre ne kadar su dolduruyordu? Shuttle’de en çok yer alan malzeme suydu. Ama artık uzay yolculuğunda bu kadar su taşınmıyor.”

Su kalitesi ve suyun tekrar kullanılması gibi çalışmalarda da bulunduklarını kaydeden Tansel, “Başka bir projemizde borulardan sızan suların nereden sızdığını bulmak için ses dalgalarını analiz ediyoruz. Ayrıca uzay yolculuklarında kullanılan suyu tekrar kullanılacak kaliteye getirmek için filtre sistemleri ve çöpten elde edilen metan gazının daha verimli çalışması konularıyla ilgileniyoruz” dedi.

Prof. Dr. Berrin Tansel kimdir?

ODTÜ Kimya Mühendisliği bölümünden 1978 yılında mezun olan Tansel, Wisconsin-Madison Üniversitesi‘nde yüksek lisans ve doktora yaptı.

Prof. Dr. Tansel, 1985 yılında Wisconsin-Madison Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümü ve İnşaat ve Çevre Mühendisliği bölümünden mezun olmuştur.

1990 yılından bu yana Florida Üniversitesi Çevre Mühendisliği Profesörü ve İnşaat ve Çevre Mühendisliği Bölümü Lisans Programı Direktörü olan Prof. Dr. Berrin Tansel, bazı firmalara danışmanlık hizmeti de vermiştir.

NASA Kennedy Uzay Merkezi‘nden iki yaz fakültesi araştırma bursu alan Tansel, NASA’dan da ödül almıştır.