Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Liberal demokrasilerin krizi, ucuz hammaddeler çağının sonu

0

Bir arkadaşım Almanya‘nın yavaşlayan ekonomisi ile ilgili bir analiz göndermiş, “Ne dersin?” diye sormuş. Takip edenler vardır: Sadece Almanya’da değil, AB‘nin pek çok ülkesinde 2023’ün sonu itibariyle bir yavaşlama, hattâ küçülme yaşandı. Analizde, Almanya’nın önemli ekonomik araştırma enstitülerinin birinin başkanı olan yorumcu, pek çok sebep saydı: Ukrayna Savaşı ile beraber Rusya’dan gelen ucuz doğal gazın kesilmesi, nüfusun yaşlanması, vergilerin yüksekliği… Ardından çözüm önerileri sundu: Yarı zamanlı çalışanların daha uzun çalışma saatlerine teşvik edilmesi, vergilerin düşürülmesi ve çevreci siyasete verilen önemin büyümeye de verilmesi. Regresyona karşı verdiği en önemli reçete ise tüketimin artması, artması, artması idi.

Bir sonraki nesil elli sene sonra bu çözümleri ibretle dinleyecek diye tahmin ediyorum. Öyle umuyorum en azından. Gelir adaletini boz, insanların hayatında işin ağırlığını arttır, Türkiye’deki gibi sevdiklerine ayıracak vakitleri bile kalmasın, üstüne dünyanın köküne kibrit suyu dökmeye devam et.

Körlükten daha fazlası var burada. Karşımızda sadece ekonomik bir sorun değil, vizyona dair bir sorun var. Liberal demokrasilerin kurduğu hayalin ve vaat ettiklerinin çöküşüne tanıklık ediyoruz belki de.

Prag’ta 1 Mayıs İşçi Bayramı, 2017.

Vaat kabaca şuydu: Sisteme inanın, çünkü hayat standartları giderek iyileşecek. Sizin çocuklarınız sizden daha eğitimli olacak, daha konforlu hayatlar sürecekler. Siz yurt dışına çıkamadıysanız onlar çıkacak. Siz tatile gidemediyseniz onlar gidecek. Sizin üç çift ayakkabınız varsa, onların otuz çift olacak. Dolu bir buzdolabı, sıcak su, bir dolu elektrikli eşya, araba, yazlık… Bolluk artacak, hayat güzelleşecek.

20. yüzyılın bilhassa ikinci yarısında demokratik dediğimiz ülkelerde alım gücü gerçekten de hızla arttı. Örneğin demokrasinin öncüsü sayılan (Batı) Almanya’da ortalama bir vatandaş 1950’de on yumurta için 2 saat çalışmak zorundayken 21. yüzyılın başında bu süre 8 dakikaya düştü. Aynı şekilde elbise dolabı için gereken çalışma saati 147 saatten 38’e, ayakkabı için 7’den 1,5’a geriledi.

Paris Moda Haftası’nda bir iklim aktivisti, 2021.

Demokrasi dediğimiz aslında bolluktan pay alabilme özgürlüğü idi. Yoksa siyasî katılım anlamında önemli konularda halkın fikri sorulmuyordu. Seçimler oluyordu, evet; ama güvenlik, silahlanma, ekonomik model, dış siyaset, tarım-endüstri-enerji politikaları gibi konular seçimlerle belirlenmiyordu. Belirlenecek gibi olduğundaysa (örneğin Şili’deki Allende rejiminde olduğu gibi) müdahale gecikmiyordu (1973).

Müdahaleler de demokratik değildi elbette. ABD dünyanın dört bir yanında işgâllere kalkışıp, bombalar patlatıp, darbeler düzenlerken ne o ülkelerin halkına ne de kendi ülkesinin vatandaşına danıştı. Keza Türkiye’de de NATO’ya girişten tutun nükleer bombalara ev sahipliği yapmaya ve dış borcun miktarına kadar pek çok karar, demokratik süreçlerle alınmadı. (“NATO’ya girilmeli miydi, borç alınmalı mıydı?” tartışmalarına burada girmiyorum. Sadece demokrasi diye adlandırdığımız rejimin serbest bir tartışma ortamı sunmadığının, halk egemenliği anlamına gelmediğinin altını çiziyorum.)

‘Bolluk medeniyetinin’ sonu

“Gerçek demokrasi bu değil” diyebilirsiniz. Doğru. Ama demokrasiyi bir ideal olarak değil, kendi tarihsel koşullarında bir meşruiyet aracı olarak ele aldığımızda devletlerle ve büyüme ekonomileriyle bağı daha net gözüküyor. (Bununla ilgili yürüyen pek çok tartışma var, biri şu.)

Asıl konuya geri döneyim: Demokratik rejimlerin meşruiyeti, daha çok gıda, daha fazla telefon, hizmet sektörüne aktarılan daha fazla kaynakla sağlandı. Sınıfsal olarak yükselebilme imkânlarıyla! Türkiye gibi ülkelerde köyden iki nesil önce şehre taşınmış ailelerin çocukları yurt dışında master yapabilir hâle geldi. Bu büyük bir dönüşümdü gerçekten.

Ancak bu anlattığım tablo değişmeye başladı. Bunun birden çok sebebi var. Sanıyorum en önemlisi şu: Eşitsiz olmasına rağmen tüm bu bolluk medeniyeti, kullandığımız enerji miktarındaki büyük artışın sonucuydu. Karbon bazlı enerjinin yoğun kullanımıyla nüfus çoğaldı, hareketlilik arttı, devletlerin kapasiteleri büyüdü, gıda üretimi ve genel olarak tüketim patladı. Uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Eğer mahallenizde ıstakoz yiyebiliyorsanız, bilin ki enerji yutan bir ilişki ağının içindesiniz.

Pişirilmiş ıstakozlar kıtaları aşıyor.

Büyüyen ekonomilere katkı sunan başka faktörler de vardı elbette. Finans, teknoloji, diğer sosyal gelişmeler… Ancak enerji kullanımındaki patlama hepsi için gerekli koşul idi. Bizim nesiller (100 yıllık bir dilimden bahsediyorum) yarını düşünmeden karbon bazlı enerjileri ve diğer dünya kaynaklarını hızla tüketmenin konforlarını yaşadı. Evlere elektrik girdi, su girdi, iletişim araçları girdi. Orta sınıf hayat sürebilenler yedi, içti, eğlendi. Evler plastiklerle doldu, tatillere çıkıldı. Yurt içi bitti, Avrupa‘ya gidildi. Avrupa tatilleri rutin hâle gelince Uzak Doğu tatillerine geçildi. Bunlara erişemeyenlere, erişebilecekleri günün uzak olmadığı hayali satıldı. “Haset etme ne olur, çalış senin de olur!” dendi. Üst üste yaşayan tavukların ucuz yumurtaları yendi, kadim ormanların tamamına yakını kesildi.

Artık bunların devam etmeyeceğinin sinyallerini görüyoruz. Sadece karbon enerji kaynaklarının değil, suyun, ormanların, minerallerin de bir sonu var. Yeşil, sürdürülebilir dediğimiz teknolojiler bile (misal güneş panelleri) ender bulunan metallerin hızlı tüketimine dayalı. Bunları hemen bugün çıkarıp kullanmanın uzun vadelere yayılan bedelleri var.

Hayat daha iyi olacak mı?

Dolayısıyla önceki krizlerden farklı olarak bu ekonomik krizi teknolojik bir sıçramayla aşamayabiliriz. Karşımızdaki sorun çok boyutlu. Yapılan işlerin gerçek maliyetleri uzun süredir ileri bir zamana öteleniyor. Örneğin yapay gübre ve pestisitlerle üretim rekorları kırıldı; ama bu sırada topraktaki yaşam ve biyo-çeşitlilik azaldı. Yapay gübre üretmek için muazzam miktarda enerji, rekolte artışı için çok miktarda su kullanıldı. Her bir büyüme kalemi, pek çok farklı düzlemde ve zaman ölçeğinde tahribata yol açtı.

“Peak Everything” deniyor bu döneme.[1] Zirveyi geçtik, düşüş yüzyılına girdik. Gıdadan suya, keresteden minerallere sübvansiyonlarla ucuz tutulan pek çok kalemde maliyetler artacak/artıyor. Ucuz hammaddeler çağının ucu göründü.

Ekolojik eşiklerin dışında, düşüşün başka sebepleri de var elbette. Bu neslin çocukları bir önceki nesilden daha güvencesiz işlerde çalışmak zorunda. Daha çok borçları var. Özelleştirmeler sınıfsal mobilizasyon hayalini törpüledi. Özel okulların, hastanelerin payı arttıkça toplumsal kesimler arasındaki makas açıldı. “Hayat daha iyi olacak” vaadi, geniş kesimler için inandırıcılığını kaybediyor. Bir önceki nesilde Türkiyeli bir memur ailesinin ev, araba alması, çocuk okutması gayet mümkündü. Artık değil. Sınıfsal mobilizasyon liberal demokratik kurumların işleyişiyle değil, yozlaşmış siyasî ilişkilerle gerçekleşiyor.

Daha kötüsü, alternatif bir siyasî vizyon kurmak zorlaştı. Çevre hareketine mensup kişilerin bile greenwashing işine soyunduğu, büyük enerji ve inşaat şirketlerine danışmanlık vererek saygınlık kazandığı bir iklimde siyaset bağlamı daraltılmış tekil çözümlere indirgeniyor ister istemez.

Tekil çözümlerden kastım şu: Elektrikli araba alıyoruz. Paketin üstünde çevreci ve sürdürülebilir yazıyor. Ama her gün her yere arabayla gidiyoruz. Şehir ona göre yapılmış. Bu durumda mazotla çalışan, ama senede üç kez kullanılan bir arabadan çok daha fazla emisyon salmış oluyoruz. Enerji izolasyonlu yeni evler inşa ediyoruz. İçi dev ekranlarla, kahve makineleriyle, bilgisayarlarla, ses sistemleriyle dolu. Bir yandan uçakla kıta değiştirip diğer yandan organik limon alıyor, çöpünü ayrıştırıyoruz. Bildiklerimiz ve yaptıklarımız arasında sanki bir uyumsuzluk var.

Demokrasi tartışmaları çerçevesinde ise sorun şu: Toplumlar, büyüme ekonomilerinin vaat ettiği bu konforlardan vazgeçebilecek mi? Eğer iki derecelik artışı aşmak istemiyorsak kişilerin senede salabileceği karbon miktarı 2,7 ton diye hesaplanmış. Buna mukabil çevreci ve demokratik Almanya’nın ortalaması 11 ton.[2] Herhangi bir siyasetçi küçülme dediği andan itibaren seçilme şansını sıfırlamış olur. İhtimalin kendisi bile insan hakkı olur, demokrasi olur her türlü prensibin rafa kaldırılmasına yol açar.

Almanya Şansölyesi Scholz, ucuz enerji kesilince demokrasiyle ilgili prensipleri bir kenara bırakıp Suudi Arabistan’ı ziyaret etti (2022).

Başa dönüyorum: Yukarıda bahsettiğim analistin dedikleri geçmiş yüzyılın çözümleri. Yeni bir siyasî vizyon gerekiyor. Büyüme ekonomilerinin yarattığı tahribatı durdurabilecek, hattâ yaraları saracak yeni bir medeniyeti hayal edebilmeliyiz. Silah üretmekle sağlık merkezi açmanın aynı şekilde büyüme addedilmediği, önemliyle önemsizi ayırt ettiğimiz bir medeniyet. Bitkileri-hayvanları rahat bıraktığımız, sırf ekonomik zorunluluk diye lüzumsuz işler peşinde koşmadığımız, sevdiklerimize daha çok vakit ayırabildiğimiz, toprağı-suyu koruyan, aşırı zenginleşmeye set çeken, “yavaş” ve hattâ kimi kalemlerde küçülmeyi göze almış ekonomik modellere ihtiyacımız var.

Hayır, bunlar korkutucu senaryolar değil. Beni asıl korkutan siyasette söz sahibi insanların televizyonlara çıkıp daha fazla tüketimi hâlâ çözüm olarak sunabilmeleri.

*

[1] Heinberg, Richard. 2010. Peak Everything: Waking Up to the Century of Declines. New Society Publishers.
[2] Paech, Niko. 2017. ‘Post-Growth Economics’.  Routledge Handbook of Ecological Economics, (der.) Clive L. Spash, 477–86. Routledge International Handbooks. New York: Routledge.

 

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.