Hafta SonuManşet

Mücadelenin yeşeren rengi: Ekofeminizm – Gökçe Aydoğan

0

Ekofeminizm kelimesi ilk kez Françoise d’Eaubonne tarafından, 1974’te yayınlanan ‘Feminizm ya da Ölüm’ adlı kitabında kullanılmıştır. Françoise d’Eaubonne ekofeminizm terimi ile kadınlar ve çevre arasında kuramsal bir bağ kurmuştur.

Ekofeminizm, çevrenin ve kadının yok sayılmasının ve ortak bir biçimde sömürülmelerinin nedeninin kapitalist ataerkil sistem olduğunu kabul eder. Buna göre doğa ve kadının ezilme oranı eş değerdir. Ekofeministler sömürülen ve çürütülen doğanın kadın sorununun en ön koşullarında, sağlıksız bir hayat süren kadınlar, bu olumsuz şartlara erkeklerden daha fazla maruz kalırlar. Nitekim hastalık, açlık, ölüm gibi vurucu etkiler kadınlara daha fazla isabet eder. Buna rağmen kadınlar hala pek çok alanda toplum tarafından dayatılan görevleri yapmaya zorlanmakta ve ezilmeye devam etmektedir.

Çevre ve kadın ataerkil sistemin ortak istismar alanına girmiş ve üretken yapıları sürekli tahribata uğratılmıştır. Bu ikili sömürü ekofeminizmin temelini oluşturmuştur. Aynı zamanda kadının üretken yapısıyla, doğanın sonsuz kaynak verebilen yapısı arasında da paradigmasal bir bağ kurulabilir. Çünkü kadının çocuk doğurma ve büyütme yetisine sahip olması ile, doğanın kendini yenileyebilen bağımsız yapısı onların birbirine denk kılar. Sömürü ve tüketim temelli ataerkil sistem ise üretileni ve yetiştirileni gasp ederek varlığını sürdürür. Ekofemizm de kadın ve doğa istismarını aynı anda sorgular.

Bu sorgulamalar doğrultusunda 60’lar ve 70’lerde Amerika, Almanya ve İngiltere’de ekolojiye ve ekofeminizme destek veren gruplar ortaya çıkmıştır. Rachel Carson, Lois Gibbs, Donetella Meadows gibi isimler çevreciliğin önemli simgeleri haline gelmişlerdir. Rachel Carson’un 1962 yılında yayınlanan ‘Sessiz Bahar’ adlı kitabı çıkarması ile birlikte çevrenin kirletilmesini yasaklayan ve doğal yaşamın olmazsa olmazları olan hava, su ve toprağın korunmasını amaçlayan yasalar çıkarılmıştır.

İlk ekofeminist hareket Hintli kadınların kırsal yaşamlarını korumak, ağaçların kesilmesini engellemek ve bozulmamışlığı korumak amacıyla yaptıkları ‘Chipko Hareketi’dir. Bu hareket Hintli kadınların ağaçlara  sarılmasıyla gerçekleşmiştir. Geniş çevrelere yayılan bu akım sayesinde GDO şirketlerine büyük darbeler vurulmuştur. Sadece başka ülkelerde değil; Türkiye’de de Sinop, Soma ve Rize’de kadınlar ağaçların korunmasına, termik santral kurulumlarının engellenmesine ve HES’lere karşı duruş sergileyerek tıpkı Chipko Hareketi’nde olduğu gibi doğaya karşı koruyucu rollerini göstermişlerdir.

Nüfus artışının kontrolden çıkması, çevre kirliliğinin artması, bilinçsiz tüketimin çoğalması, doğal kaynakların yok edilmesi ve bu olumsuzlukları besleyen sistemin insanlar üzerindeki etkileri ekofeminizmin güncel konularıdır. Ekofeminizm yeşilin yeşil olarak kalması için mücadele etmektedir. Bu doğrultuda çevreciler ve ekofeministler aynı safhada yer almaktadır. Yeşil mücadelenin beslenmesi ve doğanın özünün korunması için destek ve mücadele gruplarına ihtiyaç vardır. İnsanların asıl görmek istediklerinin ne olduğuna karar verip, bu doğrultuda seçimler yapması gerekmektedir.

Bol bol yeşil görmek içi, doğanın ruhunu ve kadının bilincini özgür bırakmak için bir umut olan bu yeşil hareketin gelişmesi dileğiyle…

 

 

Gökçe Aydoğan

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.