“Bugün benim efkarım var, zarım var,
Değme felek değme telime benim,
Gül yüzlü cananım elden aldırdım,
Ecel oku değdi telime benim.”
Ecel oku bir kez değmeye görsün. İflah etmez insanı. İflah etmezi şu ki, ölen öldüğüyle kalmaz… Geride kalanlara da elem bırakır, efkâr bırakır, gam bırakır. Tıpkı Amasya’nın Gümüşhacıköy İlçesi İmirler Köyündeki Muammer’le Ümmü’nün başına gelenler gibi. İnsana garip geliyor, daha kaç yıl geçmiş ki aradan? Olay türkülere dil olmuş ve de dilden dile, telden tele söylenir olmuş. Hep savlıyoruz, bir türkünün türkü olabilmesi için üç ayak gerekiyor. Birincisi türküyü yaratan “Olay” … İkincisi bu olayı türkü diline uygun aktaracak “Türkü sözleri” ve de en önemlisi türküyü türkü yapan, olayı, sözleri bütünleyen “Ezgi”.
Eğer bu üç unsur uyumlu ve bir bütünlük içinde ise, zamanla bazı değişimlere uğramasına karşın, türkü doğmuş sayılır. İşte bu türkü de böyle doğmuş ve de halkın beğenisini kazanarak, şimdiden Türk Halk Müziği arşivlerimizde yerini almış.
Olay 1970’li yıllarda geçer. Muammer ile Ümmü daha ortaokul sıralarında tanışıp, sevdalanır birbirine. Okul dışında sık sık buluşup, gelecekleri için planlar yaparlar. Buluştukları yer de köyün dışındaki tepelerden birindeki kuşburnuların altıdır. Öylesine kavilleşirler ki, onları ancak ölüm ayıracaktır. Şartlar ne olursa olsun gelecekte birlikte olacak, ev bark kuracaklardır. Bu kavillerini pekiştirmek için de kendi aralarında birer söz yüzüğü takarlar parmaklarına.
Muammer, yüksek okul okuyacak, dönüp kentte memurluk yapacaktır. Ümmü de ev kadını olacaktır. ‘Kavil’ dedikse, öyle sıradan bir karar alma değil. Bir de geleneksel, töresel, dinsel yanı var bu kavil meselesinin. Şundan ki, Muammer de, Ümmü de Alevi-Bektaşi geleneğine inancı olan kişiler. Bu geleneğe göre de ‘İkrar’ yaşamsal bir töre. Bir kez ‘İkrar’ verilirse, gayri ölüm var; dönüm yok ikrardan.
İlkin, ailelerin haberi yoktur gençlerin bu kararından. Bu durum, Muammer liseyi bitirene kadar sürer. Liseyi bitiren Muammer, 1979 yılında Gazi Üniversitesi Basın Yayın Bölümü’nü kazanır. Aynı yıl aileler arasında da bir söz yüzüğü takılarak, ilişki resmileştirilir. Gençler, sık sık mektuplaşırlar. Okul tatillerinde köyde özlem giderirler. Derken gün gelip 12 Eylül 1980’e dayanır.
Tüm ülkeyi alt-üst eden; binlerce insanı evinden yurdundan eden; yüzlerce ölüm, binlerce hapis getiren askeri darbeden Muammer de nasibini alır. Çünkü Muammer, namuslu bir aydın, demokrat bir insandır. Eli de kalem tutar. Arada bir öyküler, şiirler karalar. Sazı sözü de vardır. Bir gün, Ümmü’süne yazdığı şiirlerden birini, sol görüşlü bir derneğin duvarına asarlar. Şiir şöyledir:
“Hani bir ben var ya bir tanem, bir ben,
Karanlıklara sığınıp ağlayan,
Umutlar peşinde koşan ben,
Yaralıyım zalimin ahıyla,
Bazen dolar, bazen boşalırım,
Issız Anadolu köşelerinde…
Yazgılara düşmanlığım artıyor git gide,
Haykırmak istiyorum halkıma,
Bir ben miyim susmaya mahkûm olan,
Bir ben miyim horlanan.
Sen istersen bir tanem,
Yıkılır bu düzen,
Kırılır bu çark,
Durur bu devran.
Yeter ki sen iste bir tanem,
Sen iste”
Hemen ertesi gün, bu şiirden ötürü tutuklanır Muammer. Nasıl olur demeyin. O günleri yaşayanlar bilir. “Asmayalım da besleyelim mi?” diyen bir diktatörün astığı astık, kestiği kestik günlerdir. Toz dumana karışmış, muhbirlik, gammazlık alıp yürümüştür. Anayasa rafa kaldırılmış, yasalar geriye doğru işletilip, yeni çıkan dikta yasaları gereğince yüzlerce demokratik kitle örgütü kapatılmış, geçmişte yapılan toplantılar, yayınlar suç unsuru sayılmıştır.
Öğretmenlerin demokratik kitle örgütü TÖB-DER, sağlık emekçilerinin kitle örgütü TÜS-DER, TRT çalışanlarının ekonomik demokratik mücadele aracı TRT-DER kapatılmış, ele geçirilen yöneticileri hakkında idama varan davalar açılmıştır. İşçi sınıfının emekçi halkın sendikal örgütü DİSK, Dünya Barış Konseyi’nin üyesi Türkiye Barış Derneği yöneticileri, hapse atılmış, kanser hastası olan Başkanı Mahmut Dikerdem’e yurt dışına çıkıp tedavi olma izni verilmemiştir. Siyasi partiler kapatılmış, ancak 12 Eylül çizgisinde yeni partilerin kurulmasına izin verilmiştir. Türk dilinin zenginleştirilmesi ve korunması amacıyla Atatürk tarafından kurulmuş olan ‘Türk Dil Kurumu’ ve ‘Türk Tarih Kurumu’ kapatılarak mal varlığına el konulmuş, birçok tarihsel belge SEKA Kâğıt Fabrikasına gönderilerek yok edilmiştir. Yüzlerce aydın, yazdıkları yazılardan, ya da 12 Eylül 1980 öncesi yaptıkları konuşmalardan ötürü göz altına alınıp işkencelerden geçirilmiştir.
Aşık Özlemi ile birlikte
İşte bu koşullarda göz altına alınan Muammer de günlerce eziyet görmüş. Hem de ne eziyetler. Tam da o günün koşullarına uygun şeyler. Hani ‘Bir yudum su, yaşam kurtarır’ der atalarımız. Bazen de bir damla suyla, insana nasıl eziyet yapılır? O yaşam kurtaran, doğal gereksinim; insana nasıl düşman olur? Bir damla su, sürekli ‘şıp, şıp’ diye aynı noktaya düşerse, bu düştüğü yer de insanın kafası veya vücudunda bir yerse, iş kötü! Belki üç, beş damlada bir şey hissetmez insan. Ama, sayı varıp elliye, yüze çıkınca, sanki bir damla su değil de bir ton demirdir üstüne düşen insanın.
Tozun dumana karıştığı o karanlık günlerde, şiirden çıkışla bir örgüt davasına dahil edilerek idamla yargılanır Muammer. Yeni Çeltek’te yeraltı maden işçilerinin örgütlendiği DİSK’e bağlı Yeraltı Maden-İş Sendikası davasına dahil edilerek, ‘Bir sınıfı diğer bir sınıf aleyhine kışkırtarak…’ diye başlayan ceza yasasının ünlü 146’cı maddesine göre idamla yargılanarak, yedi sekiz ayı hücre hapsi olmak üzere iki yıl ceza evine tıkılır. O zor günlerde, hücrenin karanlık dehlizinde hep Ümmü’nün hayali eşlik eder düşlerine. Nasıl olsa bir gün hapisten çıkacak, Ümmü’süne kavuşacaktır.
Aradan yıllar geçmiş, Ümmü’sünden haber alamamıştır. Ziyaretine gelenlerden sorar Ümmü’yü. Yarım ağız:” İyidir selamı var” demekle yetinirler. Çok geçmeden, kötü haber bir arkadaşının mektubu ile ulaşır Muammer’e… Babası, Ümmü’yü zorla bir devlet memuru ile evermiştir. Hapishane duvarları biraz daha zor gelir Muammer’e…
Muammer’in tutuklanıp, hücreye atıldığı ilk günlerde Ümmü’nün babası “Bu oğlan bize yaramaz. Bak idamla yargılanıyor” deyip, söz yüzüğünü atmıştır. Çok geçmeden de Ümmü’yü tanıdık bir devlet görevlisi ile evlendirmiştir. Oysa Ümmü bu evliliğe evet dememiştir. Ama yapacak bir şeyi de yoktur. Babası, anası böyle istemiş, Muammer de olmayınca tutacak dalı da kalmamıştır.
Birkaç kez çıktığı askeri mahkeme, sonunda suçsuzluğuna karar verir Muammer’in… Salınır hapisten. Ama, hemen kapıdan askere alınır Muammer. Oysa köyüne gidip, Ümmü’yü görmek istemektedir.
Ümmü’ye gelince: olan olmuş, istemeyerek de olsa evlenmiş çoluk çocuğa karışmıştır Ümmü. Ama, her günü de zehirdir. Bir yandan gönlüne ferman dinletemeyip hala Muammer’e olan sevgisi; öte yanda kocasının eziyetleri, yaşamı zehir etmiştir Ümmü’ye. Geceleri Muammer’i sayıklar olmuştur. Tabii sonra da neren yer neren yemez: “Sen hala eski sözlünü seviyorsun” diyen kocasının sopası sırtından eksik olmaz. “Beni kurtarsın. Yedi çocuk anası da olsam ben onu seviyorum. Beni kaçırsın, kurtarsın bu eziyetten” diye haber salar Muammer’e Ümmü. Ama kolay mı o kadar. Araya giren yıllar, her şeyi alt üst etmiştir.
Askerlik sonrası Muammer de dengine göre bir evlilik yapıp, çoluk çocuğa karışmıştır. Bir yandan da şiire, saza söze devam etmektedir. Çok geçmeden Ümmü’nün dermansız bir hastalığa yakalandığı haberi ulaşır Muammer’e. Çaresiz hastalığı nedeniyle kocası onu, babasının evine göndermiştir. Ümmü son bir kez görmek ister Muammer’i. Haber salar. Ama Muammer görüşmek istemez. Muammer’e göre Ümmü ikrarından dönmüş bir hilebazdır. Ölüm olsa da birlikte olmak için ikrar vermişlerdir. Ama, başkasıyla evlenmiştir Ümmü. Yapacak bir şey de yoktur. “Yazgı böyleymiş” der bir yandan, ”12 Eylül olmasaydı da, ben içeri girmeseydim. Okulu bitirip, köye dönseydim” der öte yandan. Alır verir, verir alır. Derdini, özlemini, sazının teline döker.
Günler geçer, aylar geçer. Sevdiğine özlemi gün be gün artar. Adını bir yana bırakıp, “Özlemi” adıyla şiirler yazar, türküler yakar. 1995 yılının Mart ayında Çorum Hitit TV’ye canlı yayına katılmak üzere çağrılmıştır. Otobüsle gelen Özlemi’yi garajda arkadaşları karşılayarak, Ümmü’nün ölüm haberini verirler. Bir şey daha ister arkadaşları:
“Birlikte olduğunuz ağacın altına gömülmeyi istemiş Ümmü. Onu da bir tek sen biliyormuşsun. Ayrıca cenazeye senin de katılmanı vasiyet etmiş. Hiç değilse bu görevini yerine getir” derler. Özlemi donar kalır. Bir tek sözcük çıkmaz ağzından. Ağır adımlarla yayının yapılacağı Hitit Televizyon stüdyosuna girer. Elinde sazı. Donuk. Ne bir ses ne bir nefes. Canlı yayında spiker anonsunu yapıp, ilk parça olarak neyi okuyacağını sorar Özlemi’ye. Ama aklına bir tek türkü gelmez Özlemi’nin. Aklı karmakarışık. Çeker sazı döşüne, vurur teline. O anda diline gelen sözler, sazının teliyle bütünleşir. Sevgisi, özlemi, çaresizliği, ezilmişliği bir bir dökülür telinden:
“Bugün benim efkarım var, zarım var,
Değme felek değme telime benim,
Gül yüzlü cananı elden aldırdım,
Ecel oku değdi tenime benim.
Lokman hekim gelse sarmaz yarayı,
Hilebaz dost ile açtım arayı,
Ne köşkümü koydu ne de sarayı,
Baykuşlar tünedi dalıma benim.
Özlemi’yem başım dumanlı dağlar,
Gözlerim yaş dolu içim kan ağlar,
Güz ayları geldi bozuldu bağlar,
Hazan yeli değdi tenime benim.”
Türkü biter. Stüdyodaki herkes suskundur. Özlemi, ağır ağır kalkar oturduğu sandalyeden. Cebinden, çevresi el işi oyalarla işlenmiş bir mendil çıkarır. Mendilin bir köşesinde büyük ‘M’ harfi, diğer köşede ‘Ü’ harfi vardır. Mendilin ortasına işlenmiş güvercinin bir kanadı kırıktır.
Kaynaklar:
1 – Ferhat Durmuş, Ankara Radyosu THM Saz Sanatçısı, 20.Kasım.2001 tarihli mektup.
2 – Muammer Badem (Özlemi) ile 20 Nisan 2005 tarihinde Yapı Kredi Yayıncılık, Sermet Çifter Salonu’nda yönettiğimiz ‘Müzikli Söyleşi’deki sözlü anlatım.
Muammer Badem’i (Özlemi’yi), Ümmü’nün ölümünden, tam dokuz yıl sonra 3 Mart 2014 günü, İstanbul’da geçirdiği bir trafik kazası sonrası yitirdik.
Yaşar Özürküt