Yeşeriyorum

“Rockefeller dünyayı kurtarıyor”: Bilgi Üniversitesi’ndeki iklim değişikliği sergisi – Sezai Ozan Zeybek

0
Ozan Sezai Zeybek

Şu aralar Bilgi Üniversitesi Santral Kampüsü’nde bir iklim değişikliği sergisi var, çevre mücadelesinin içinin nasıl boşaltılabileceği konusunda çok güzel bir örnek teşkil ediyor. Bilgi Üniversitesi, Amerikan Doğa Tarihi Müzesi’nin sergisini ülkeye getirmiş, İstanbul’un çeşitli yerlerinde dev afişlerle serginin reklamını yapıyor. Merak edip gittik.

Daha girişte, Rockefeller Foundation’ın tabelası bizi karşıladı. Rockefeller Vakfı, kendini GDO’lu tarıma ve bilimum sicili bozuk şirketin desteklenmesine adamış bir kurum. Bir başka tabelada gene büyük ve asla çevreci olmayan diğer şirketler arz-ı endam ediyor: Deterjan üreticisi OMO, Zorlu Enerji Grubu, CNN-Türk, Zaman Gazetesi, Türk Telekom… Malum, İstanbul’un kuzeydeki doğal yaşam alanına büyük iki şehir ve bir köprü yapma projesi gündemde. Sergide, betonun ve inşaat sektörünün küresel ısınmanın önemli sebeplerinden oldukları anlatılıyor. Buna rağmen iklim değişikliği sergisinin bir diğer destekçi de İstanbul Büyükşehir Belediyesi. Belediye yetkilileri ya sergiyi gezmediler ya da artık bu tarz sergilerin içerikten ziyade ambalajdan ibaret olduğunun farkındalar.

Bilindiği gibi, çevre sorunları önem kazandıkça büyük şirketler, STK’ler ve devletler de tartışmalara dahil olmaya başladı. Bunların sürece katılımı elbette önemli; sonuçta yakın zamana kadar çevre mücadelesi denilince ağaç dikmek, çimenlere basmamak, yerlere çöp atmamak anlaşılıyordu. Demek ki ciddi bir siyasi kazanım var ortada. 70’lerin başından itibaren birsürü insan sistemli bir şekilde havanın-suyun-nebatın şirketlerle, endüstri ile, devletlerin kalkınma projeleri ile bağlantısını gözler önüne seriyor; fakirliğin, toplumsal çözülmenin ve savaşların, ekolojiyle ilişkisini kuruyor. Kendini daha fazla eşya tüketmeye adamış bir medeniyetin devam edemeyeceği, dünyanın bu tarz bir yaşamı kaldırmayacağı fikri giderek daha fazla insan tarafından benimseniyor.

Ancak büyük kurumların sürece müdahalesinin yarattığı sorunlar da var. Öncelikle, bu kurumların mücadelenin radikal dilini merkeze çekmek, ehlileştirmek, hatta sulandırmak gibi etkileri var. Sorunlar kabul ediliyor; ama çözüm gene devletlerin, büyük şirketlerin çizdiği çerçevede tanımlanıyor. Ne kapitalizm ne tüketim medeniyeti ne de adaletsizliği yaratan şirketler ve devletler sorgulanıyor. Büyük sermayeli kurumların yeni yatırım alanlarına özendirilmesi (tabii ki kârlılıktan asla vazgeçmeden) ve bireylerin evden çıkmadan önce ışıkları kapamasıyla sorun çözülebilirmiş gibi bir hava yaratılıyor.

Sergide, küresel ısınmaya karşı sunulan örnekler de işte bu minvalde ele alınmış. Buna birazdan değineceğim. Ama hepsinden önce, Bilgi Üniversitesi’nde bu kadar özensiz, bu kadar yalapşap hazırlanmış bir sergi görmekten ötürü duyduğum hayalkırıklığından bahsetmem lazım. Sergi kapısına güvenlik koymak veya sergi çıkışında çevreyle ilgili plastikten yapılmış eşantiyon satmak gibi “profesyonel” sergiciliğe  gösterilen ihtimamı serginin içeriğinde bulmak mümkün değil.

İngilizce metinlerin altına yazılan Türkçe çevirilerin hemen hepsi yanlıştı; bir süre sonra yanlışları kaydetmeyi bıraktık. Örnek mi? En barizini vereyim: “Oil” kelimesini “yağ” olarak çevirmişler. “Arabaların yaktığı yağdan çıkan karbon” gibi cümleler okuyoruz. Hadi İngilizceyi bilmiyor çevirenler, Türkçeyi de mi unutmuşlar? Sergiyi son bir kez gezen, kontrol eden biri olmamış mı? Türkçe metinleri anlamak zor, kimi yerlerde anlam tamamen kaybolmuş. Aşağıdaki çeviriye bakın mesela.

Bir düğmeye basıp “anlatılan yöntemlerin bir kısmını yerine getirdiğinizi” beyan ediyorsunuz. (Uyduruk katılımcılık örnekleri!) Türkçe çevirinin ise ne anlatmaya çalıştığı belli değil. “Ziyaretçilerine katılmak istiyorum”. Neyin ziyaretçilerine? Üstelik her düğmenin altında aynı hata.

Ambalajın kendisi üründen önemli ne de olsa. Ama benim bu yazıda bahsetmek istediğim serginin kusurları değil; orada sunulan sorunların ve çözümlerin muhteviyatı.

Yukarıda bahsettiğim gibi, sorunun nasıl ve hangi aktörler etrafında kurgulandığı son derece önemli bir mücadele alanı. Dev şirketlerin, tüketim odaklı bir toplumun, sömürünün, tür ırkçılığının ve bol faizli bir borç ekonomisinin hiçbir eleştirisinin olmadığı bir çevre sergisi, bize ne anlatır? Ne tür çözüm önerileri sunar? Cevap iki ayaklı: Birincisi şirketlere yeni iş sahaları açacak büyük yatırımlar, inşaatlar, devletlerin ve şirketlerin daha fazla hakimiyeti. Bu şekilde, güya insanlar adına karar alan oligarşik yapılar, küresel ısınmadan bile kâr elde etmeyi hedefleyen çözümler sunuyor. Nükleer santrallerin faydaları anlatılıyor mesela ve yatırımcıların buralara teşvik edilmesi gerektiği savunuluyor. İkinci cevap ise biz “önemsiz” insanlara hitap ediyor: ışıkları kapamak, suyu idareli kullanmak, eskiyen klimamızın yerine yenisini almak.

Önce bu ikinci hususu irdeleyelim; yani kişisel çözümleri. Bir önceki paragrafa geri dönelim. Evet, doğru okuyorsunuz. İklim değişikliği sergisinde bize, eski klimalarımızın yerine güya daha az enerji sarfiyatı olan yeni bir klima almamız tavsiye ediliyor.

Yeni klimanın yapılması aşamasında havaya salınan zehirli gazları, kullanılan enerjiyi, suyu geçtim. Neden klima? Kışı evde kısa kollularla geçirmek, yazın ise iyiden iyiye serin alışveriş merkezlerinde ürpererek gezinmek, bana göre bu sistemin başarısının değil, aptallığının göstergesi. Mevsimleri tersine çevirmeye çalışırken mevsimleri, canlıların hayat bulduğu iklimi kaybediyoruz. Sıcak ve soğukla, güneşle ve karla bağlantımızı kopardıkça medenileştik zannediyoruz herhalde.

Türkiye’de yazın harcanan elektrik, kışın harcanandan daha fazla; klimalar haldır haldır çalışıyor. Enerji açığını kapamak için suları-toprakları satışa çıkarıyoruz, bin yıllık etkileri olabilecek projelere imza atıyoruz. Serin ofislerde çalışmak adına bu dünyanın köküne kibrit suyu ekiyoruz ve başka bir dünya yok. Bugün yüzlerce tür, küresel ısınma sebebiyle ölüm-kalım savaşı vermekte. Buna rağmen Bilgi Üniversitesi’ndeki sergi bize yeni klima almamızı öneriyor.

Benim sorum şu: Neden hayat standartlarımıza dair herhangi büyük bir müdahale hiç dile getirilmiyor? Neden klimadan, arabadan, uçaktan, tonlarca ambalaj kağıdından, plastikten, beton evlerden vazgeçemiyoruz? Daha doğrusu neden insanlara sadece “bunları kullanmasanız iyi ederseniz” gibi sahtekârca öneriler veriliyor. Sahtekârca; çünkü herkesin gayet iyi bildiği gibi kâr mantığından öte vizyonu olmayan pazarlama-reklâm sektörüne, insanların tam tersi şekilde davranması için her yıl milyarlarca lira dökülüyor.

Daha önemlisi, bizi plastikle, ilaçla, hormonla, deterjanlarla çepeçevre kuşatan bir üretim mantığı var. Kullandığımız ürünlere dikkat edelim, tamam! Ama artık hepimiz fark ediyoruz ki, İstanbul’da ya da Çorum’da yaşayan herhangi biri “bilinçli” yaşasa dahi (artık bilinç ne anlama geliyorsa) ister istemez dünyayı tahrip etmeye devam edecek. Toplu taşıma kullansa dünyaya mazot kusan otobüslere binecek. Suyu idareli kullansa pet şişe alacak. Hiçbir şey yapmasa beton evlerde yaşayacak, dereleri kurutan elektriği kullanacak, petro-kimya endüstrisinin üretimi yiyeceklerden alacak. Bir konuda bilinçli olsa diğer taraf hep rüzgar alacak. O halde, “bilinçli insan”, “eğitim” vs. gibi çözümler, gerçek müsebbibleri gözden uzak tutmaya yarayan bir  göz boyama aslında.

Zaten pekçok kişi, önüne konan bu “yüksek bilinç” seviyesine bir türlü ulaşamıyor, suçluluk hissediyor, sonunda bunu bastırmayı tercih ediyor. Çünkü yüksek bilinç aslında imkansız bir hedef; en azından çevremizi saran bu plastik ve beton dünyada. Bu koşullar altında tek yapabileceğimiz her gün “duyarlı” bir-iki iş yapıp güne devam etmek.

Bu dediğim, insanların sorumluluğunu göz ardı etmek anlamına gelmiyor. Hepimiz, “dünyanın uçlarından eksilmesinin” sorumlusuyuz. (Evde deterjan kullanmayı da bırakmamız lazım.) Alışkanlıklarımızı değiştirmek, meseleyi tümden çözmese de, başkalarına bir örnek sunması ve bize bu sorunu her gün hatırlatması açısından gayet önemli. Ancak çözüm için asıl olarak başka bir yaşam şekli üstüne hayaller kurmak, bize şu an sunulan sözde çözümleri acımasızca eleştirmek ve en önemlisi, örgütlenmek gerekiyor. Emeği, toprağı, yaşayan ve ölmüş tüm canlıları alınır-satılır ürünlere çeviren kapitalist ekonomi bize sadece ölüm vaadediyor.

Kısaca kişisel çözümler, ancak durumun vahametinin daha fazla ayırdına varmamızı sağlayacak bir süreç içinde anlamlı olabilir; ama “bugün de çevre için bir şey yapmış oldum” mantığıyla iyi hissetmemiz hedefleniyorsa faydadan çok zarar getirir. Bilgi Üniversitesi’ndeki sergide de duyarlı insanlar olarak bir düğmeye basıp diğer 4791 duyarlı insanın arasına katılıyorsunuz. Seçimler dünyasında yaşıyoruz; özgür iradenin olabilecek en cıvık hali çıkıyor karşımıza. En sonunda da yaptığımız seçimlerin sonucunda bir ekranda daha da büyük bir sayıya dahil oluyoruz.

Çevre kirliliğini üreten sektörleri sorgulamadan kişisel çevre çözümleri üretmek gerçekten abesle iştigal. Serginin bir yerinde OMO isimli kimyasal şirketinin açtığı stand’ta ev işlerine dair tavsiyeler veriliyor. Mesela ön yıkamaya gerek bırakmayan daha etkili deterjan kullanımı bunlardan biri. “OMO ile doğayı korumayı seçebilirsiniz!” Tabii Omo’nun ürettiği her bir deterjanın daha iyi köpürmesi için suları zehirleyen fosfat içerdiğinden bahsetmemek kaydıyla. Ziyaretçi defterindeki yorumlar da, bu serginin çevre meselesini ne oranda güdük bıraktığının en güzel göstergesi aslında.

Sergide küresel ısınmanın sebepleri sıralanıyor. Benzin kullanımı, inşaatlar, birtakım tarım teknikleri vs. Ancak bunlardan hiçbiri, tarihsel ve siyasi süreçlerle ilişkilendirilmiyor. Küresel ısınma, insanların giderek daha çok kömür-petrol kullanmaya başlamasıyla oldu deniyor mesela. İyi de, hangi insanlar? Dünyada herkes petrolü eşit oranda kullanmıyor ki? Sergide, dünyanın zenginlerinin konfor düzeyine, tahripkâr bir yaşam şeklinin kökenlerine, mesela endüstrinin çılgın kâr hadlerine dair tek cümle edilmiyor. Sergi, kimseyi sorumlu tutmadan, daha doğrusu hepimizi asgari oranda sorumlu tutarak meseleyi bulandırıyor. O anlamda kişisel çözümlerin ideolojik önemi de daha belirgin hale geliyor. Petrol şirketleri veya inşaat sektörü hiç sahneye çıkmıyor. Onun yerine hepimiz eşit oranlarda suçtan payımızı alıyor, sonra da yapacağımız kişisel seçimlerle çözüme yönlendiriliyoruz. Saygıdeğer şirketleri ve güçlü devletleri suçlamadan çevre felaketinden bahsetmek gerçekten büyük maharet istiyor. Aynen bir hokkabaz gibi, şapkadan tavşan çıkarmak, çeşitli illüzyonlara başvurmak gerekiyor.

Zaten serginin ismi bile suya sabuna fazla dokunulmayacağını önceden belli ediyor. İklim Değişikliği Sergisi”. Fail yok. İklim öyle değişiveriyor işte. “Küresel ısınma” gibi en azından sorunun ne olduğunun adını koyan bir başlık bile tercih edilmemiş.

Sunulan çözümlerin ikinci ayağına bakalım şimdi de. Bu gruptaki çözümleri kısaca şu şekilde tarif etmek mümkün: Sadece dev şirketlerin yapabileceği yatırımların başka alanlara kaydırılması. Diğer bir deyişle, kömür tu-kaka, yaşasın nükleer enerji!

Üstünde en çok durulan suçlu kömür. Kocaman bir kömür maketi daha girişte ziyaretçileri karşılıyor: Siyah ve kirli! Fakir ülkelerin bu ucuz üretim yöntemine hâlâ başvurmalarının zararları sıralanıyor. Ancak çok da ileri gidilmiyor, adaletsizliğe ve kirli enerji bağımlılığına dair sistemli bir eleştiri geliştirilmiyor. Çözüm gene kapitalist üretim içinde aranıyor. Şirketler, yarattıkları sorunları çözmeye muktedir nasıl olsa, değil mi? Mesela salınan karbonu yeniden toprağa gömmek, okyanusa vermek gibi son derece pahalı çözümler sergiye eklenmiş. Pahalı derken, büyük paraların döndüğü çözümler anlayın siz. Bu yöntemlerin suyun-toprağın dengesini nasıl değiştireceği ise bir muamma. Fizikçi Hubert Reeves’in tabiriyle, yeni bir “acemi büyücülük” girişimi.

Ardından alternatifler kısmına geçiyoruz. Hepsinin artıları-eksileri yazılmış. Bilgilerin bir kısmı taraflı, bir kısmı saçmasapan. Mesela rüzgar enerjisinin altında şöyle bir açıklama var. “Bazı insanlar, rüzgar türbinlerinin çok gürültülü ve çirkin olduğuna, turistleri kaçırıp emlak fiyatlarını düşürerek yerel ekonomilere zarar verdiğine inanıyor.”

Kim bu bazı insanlar? Rüzgar türbininin “gürültülü” olduğuna “inanmak” ne demek? Bu bir inanç meselesi mi? Ama daha önemlisi, emlak fiyatlarının düşmesi neden kötü olsun? Doğru ya, emlak piyasası spekülatif sermayenin oyun alanına dönmüş durumda. Bankacılığın-faizin-borç ekonomisinin ana damarının kesilmesi düşünülebilir mi?

Nükleer enerji kısmı ise çelişkili bilgiler sunuyor. Bir açıklama kutusu güvenlidir diyor, 50 santim yanındaki kutu ise tehlikeli uyarısında bulunuyor. Artık neye inanmak isterseniz… Ne de olsa çevre felaketi dediğimiz bir “inanç” ve “seçim” meselesi.

En sonunda da elbette ve elbette GDO’lu tarımın reklâmı yapılıyor. Rockefeller Vakfı’nın sponsor olduğu bir sergiden başka türlüsünü beklemek hayalcilik olurdu zaten. Toprak sular altında kalınca, suya daha dayanıklı tohumlar üretilecek, bu yolla milyonlarca insan açlık tehlikesinden korunacakmış. Sadece suya mı? Kuraklığa, çamura, böceğe… her türlü soruna çözüm hazır: Genetiği değiştirilmiş daha dayanıklı canlılar üretmek!  Üstelik bunu talep eden çiftçilermiş, öyle söyleniyor sergide. Milyarlarca dolarlık yatırım ve pazarlama stratejilerinin bir parçası da GDO’lu tohumları çiftçilerin talebi olarak sunmak. En altta da zamanın kısıtlı olduğu hatırlatılıyor kibarca. Çabuk çabuk, çok düşünmeden, direnmeden tarımı şirket tekeline devretmemiz isteniyor.

Diğer bir deyişle, genetiği değiştirilmiş organizmalar, bu sergi aracılığı ile gene sorunun gerçek kaynaklarına değmeden bir umut olarak pazarlanıyor. Kimbilir, belki birgün dünya yanarsa ateşe dayanıklı insan üretir, o şekilde paçayı yırtarız.

Sergi, iklim değişikliğine büyük şirketlerin verdiği bir cevap olarak düşünülebilir. En başta değindiğimiz gibi, sorunun siyasi-tarihsel çerçevesi son derece muğlak bırakılmış, çözüm “yatırım tercihlerinin değiştirilmesi” olarak sunulmuş. Oysa açık seçik görülüyor ki sorun  medeniyetin akıl fukaralığından ve azgınlığından kaynaklanıyor. Bir tahayyül eksiği var. Şirketlerin ve devletlerin toprağı ve canlıları bir yatırım aracı olarak görmesiyle ilgili bir sorun  var. Öyle bir medeniyet ki nihai amacı sermaye birikimi. İnsanlar, canlılar, dünyanın altı, üstü, dışı hep bu amaca hizmet eden araçlar olarak görülüyor. Paraya tapılıyor.

Tekrar edelim: Sunulan çözümlerin büyük olması ya da kişisel olması kendi içinde bir sorun değil. Kişisel hamleler önemli; birtakım önlemlerin ise gerçekten büyük ölçekli olması gerekiyor. Ancak bütün bunları daha fazla zenginleşmeyi devam ettirecek şekilde kurgulamak, şirketlere yeni oyun alanları açmak, tüketimi sekteye uğratmamak vb. sorunun gerçek kaynaklarının gözlerden hâlâ uzak tutulduğunu gösteriyor.

 

 

Sezai Ozan Zeybek

ozanoyunbozan.blogspot.com

 

 

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.