Telaş içinde gündelik işlerini tamamlayıp kendini korunaklı evine atmak için saatleri sayan, nicedir almak istediği hediyeye yeni kavuşmuş, belki de üç kuruş fazladan para eline geçmiş fakat yüzü bir türlü gülmeyen suretler mi var etrafınızda? Pazar gezisine çıkıp kahvesini yudumlarken sanki karnında ağrı varmışçasına ıstırap çekenleri mi görüyorsunuz? Ya da okuduğu kitabın sayfalarına değil de kaybettiklerini içten içe bildiği içi uzaklara dalanları mı? İşe ayakları geri geri giden, parkta, bahçede tedirgin adımlar atanlar hani, onlar yürek mesafenizde mi? Çocuğu okuldan evine döndüğünde çok arzulasa da iç huzuruyla onu kucaklayamayanlar sizin de yakınızda mı? İşte onlar, biz, Haziran direnişlerinde umut ve öfkeyle hayata tutunanlardan olmasın sakın.
Bugün devlet, Kürt illerinde belirli bir strateji dâhilinde imha operasyonlarına girişmiş durumda. Sokağa çıkma yasaklarının ve operasyonların üniformalı bir Azrail gibi mahalle mahalle gezdiği, yaşama dair ne varsa hepsinin dört duvar arkasına sıkıştırıldığı koskocaman bir hapishane gibi Sur, Cizre, Silopi, Nusaybin… Evlerinde dahi güvende olmayanların, çöp atmaya çıkıp da vurulanların, duvarlarına devlet dersi yazılanların hapishanesi. Ve nicedir sıkça sorulan bir soru, Kürt mahallelerinde tüm bunlar yaşanırken Batı neden susuyor?
‘Batı’ susuyor mu?
Bu soruyu sormak 1990’ların Türkiye’sinde kimsenin aklına gelmezdi muhtemelen. Memleketin “rejim krizi” etrafında kamplaştığı, merkez sağ ve sol siyasetin irtifa kaybettiği, ekonomik krizlerin yapısal nedenlerinin değil sonuçlarının tartışıldığı, toplumsal hareketlerin mecburi vites düşürdüğü bir zaman diliminde resmi söylemin “terör” şablonunun dışına kitlesel bir biçimde çıkmak mümkün değildi. Diyarbakır da Hakkari de çok ama çok uzaktı. 2000’lerde Türkiye’de politik kulvarda değişimler yaşandı ancak milliyetçi gövde gösterileri kamusal alanı boğmaya devam etti. Tabandan gelen muhalif seslerin kapsayıcılık seviyesi ise yeni bir dinamizm yaratmaktan uzaktı. Haziran direnişleri devraldığı mirasın ötesine geçen bir başkaldırışa dönüştüğü ve farklı kesimlere umut aşıladığı için dönüm noktası olarak görüldü. Ve bugün o dönüm noktası nedeniyle “Batı neden susuyor” sorusu sorulabiliyor. Soruyu daha net formüle edersek, Kürt mahallelerinde yapılan kıyım ve katliam karşısında “Geziciler” neden sokağa çıkmıyor?
Öncelikle “Geziciler” adı verilebilecek homojen, beraber hareket eden bir kitlenin olmadığını bir kez daha hatırlatmak gerekiyor. Haziran direnişlerinde ve sonrasında “Geziciler” denebilecek ve ortak siyasi tavır alabilecek bir kitlenin inşası bizzat direnişin içindeki politik özneler tarafından arzulandı ancak başkaldırışın özgün niteliği böylesine bir inşa sürecini o aşamada mümkün kılmadı. Sonralarda iktidar mahfilinden kalem sahipleri direnişi itibarsızlaştırmak adına, kötüleyici ve küçümseyici bir tonda “Geziciler” kategorisine başvurdu. Hazin olan, direnişi deneyimlemiş ve faillerin ve eylemin çoğulluğunu gözlemlemiş isimlerin, muktedir tarafından çarpıtılan söyleme kendini kaptırması.
Haziran direnişleri içinde, eylemliliği sağ politik bir mevziiye çekmek isteyen aşırı ulusalcı kesim hiçbir zaman hegemonik olmadı. Üstüne üstlük örgütlü sol çevreler, kimi zaman Kürt siyasetine eleştiriler yöneltse de barıştan ve Kürt halkının taleplerini desteklemekten vazgeçmedi. Kendisiyle meydanlarda halay çeken, barikat kuran Kürtleri yok saymadı. Haziran direnişleri yalnızca Dolapdere’nin Nişantaşı’na, Gazi’nin Kadıköy’e değil Türkiye’nin ‘Batısı’ ile ‘Doğusu’nun birbirine en yakın olduğu zaman dilimiydi.
Korkak mıyız?
Öyleyse bu “suskunluk” niye? Kör müyüz, korkak mıyız yoksa hepimiz Kürtlerin acılarını göremeyecek kadar “Türk” müyüz? Öncelikle Haziran direnişlerinde faal olan tüm demokrat ve sol çevrelerin devletin yürüttüğü imha politikasına karşı söz söylemeye çalıştığı gerçeğini teslim etmek şart. Birbirlerine rakip siyasetler dahi bu savaşın ne için ve hangi ittifaklarla yapıldığını biliyor. Ancak şunu da unutmayalım, özellikle 7 Haziran’dan bu yana Türkiye’nin sol, demokrat, muhalif kesimlerine göz açtırılmıyor. Ev baskınları, soruşturmalar, gözaltları başta olmak üzere yoğun bir yıldırma operasyonu devletin tüm araçlarıyla sürdürülüyor. Direnişin önemli aktörleri öğrenciler, basın emekçileri, akademisyenler adliye koridorlarından kafasını dışarıya uzatamıyor.
Siyaset yapmanın tüm biçimlerine ambargo var. Parlamenter siyaset yapılamıyor; meclis devre dışı. HDP devlet marifetiyle siyaseten sıkışmış, CHP birkaç cesur milletvekili ve gençleri dışında sessiz. Sivil toplum üzerinden muhalif siyaset yapmanın bedeli ise ya kapatılma ya da vergi müfettişlerinin kapınıza gelmesi. Sokağa çıkılmak istendiğinde sadece devlet baskısı değil Suruç ve Ankara katliamlarının acısı yakamızı da bırakmıyor. Meydanlarda yitirdiğimiz arkadaşlarımızın yasını tutamadan yeni kayıplar yaşamak istemiyoruz. Tedirginiz çünkü hedef tahtasında olduğumuzu biliyoruz.
Bunların hiçbirini bahane olsun diye yazmıyorum. Asıl problem, Haziran direnişleri sonrasında ödevimizi yapamamış olmaktan kaynaklanıyor. Direnişin büyüsüne kapılıp örgütlü ve kapsayıcı bir seçenek oluşturmakta geciktiğimiz, gözümüzü sadece sandıkta AKP’yi geriletmeye diktiğimiz, Kürt sorununun çözümünü “taraflara” havale ettiğimiz için bugün bu haldeyiz. “Taraflar” gölge etmeyin dediğinde ne yapalım siz bilirsiniz dediğimiz için böyleyiz. Bir araya gelelim, örgütlü ama demokratik yeni bir çatı kuralım diye haykırdığımızda “Gezi’nin mirasyedisi” olmakla itham edildiğimiz için bu noktadayız. Haziran direnişi sadece Taksim değil Tuzluçayır’dır, Antakya’dır, Eskişehir’dir, Hakkâri’dir derken “orta sınıfların kerametini” tartışanlardan sesimiz yeteri kadar duyulmadığı için bu durumdayız! Bugün barikat-hendek benzeşmesi/farklılığına takıldığımız, muktedir dilinden sorunlarımızı tartışmaya başlayıp devlet şiddeti ile silahlı gençlerin saldırılarını eşitlediğimiz için bu haldeyiz.
Öyleyse umutsuz mu olalım, oturup da karalar mı bağlayalım. Cevap kesinlikle hayır! Çocuğunu severken içi buruk etrafımızdakiler var ya onlar Berkin’i de bugün Kürt mahallerinde yaşamı çalınan çocukları da yüreklerinin bir yerlerde hissedebilme gücüne sahipler. Evinde huzurlu oturamayanlar var ya onlar hani Haziran direnişlerinde bir evin bodrumuna sığınmak nedir bildiklerinden top atışına tutulmuş evleri duvarların korumadığını anlayabilirler. Kürt mahallerindeki kıyım ve katliamı bitirmek için de evine sabaha karşı baskın yapılan öğrencinin sabah sınava girmesi için de Silivri’de parmaklıklar ardındaki Erdem Gül ve Can Dündar’ın gazetesine dönmesi için de örgütlenmeye, birbirimize omuz vermeye, bedeli birlikte ödemeye hazır olmaya ihtiyacımız var. Ancak örgütlenmenin verdiği özgüven ile yeniden siyaset kanallarını genişletebilir ve meclisten sokağa politik bir hat oluşturabiliriz.