ManşetKöşe YazılarıYazarlar

Şükran mevsimi: Sonbahar

0

Mevsimlerin en güzeli ve en hüzünlüsüdür sonbahar. Nice şaire ilham kaynağı olmuştur, en güzel şiirler sonbaharda hayat bulmuştur. Turgut Uyar, “Acıyor” isimli şiirinde der ki:

“Tavrım bir şeyi bulup coşmaktır

Sonbahar geldi hüzün

Kış geldi kara hüzün

Ey en akıllı kişisi gündüzün

sevgim acıyor

Kimi sevsem

Kim beni sevse

*

Eylül toparlandı gitti işte

Ekim falan da gider bu gidişle

Tarihe gömülen koca koca atlar

Tarihe gömülür o kadar”

Sonbahar, edebiyatın güzelliklerine güzellik katmakla kalmaz. Aynı zamanda bir şükran mevsimidir de. Bereketli toprak ana ile kucaklaşmamız, ilkbahar ile başlar ve sonbaharın neredeyse sonlarına kadar sürer. Eker, biçeriz toprağın cömertliği elverdiği ölçüde. Hasat mevsimi gelince de hasadımızı tarladan kaldırırız. Kaldırdıktan sonra toprak anaya, doğaya şükranlarımız ile mevsimi bitiririz.

Cadılar Bayramı‘nın özünde doğaya şükran vardır. Bir Mezopotamya ritüeli olduğu söylenen cadılar bayramı, verdiklerinden ötürü doğaya, suya, toprağa duyulan bir şükrandır. İlkbahardan sonbahara kadar süren bu süreç, çiftçiler için çok meşakkatli bir süreçtir. Kaç ayın emeği, umudu, beklentisi doğanın vicdanındadır. Özellikle makinelerden daha çok insan gücüne dayanan dönemlerde…

Koşullar öyle ağır olabilir ki insan kendi kendi ile cebelleşmeye düşer. Kendi içindeki en karanlık köşeleri görebilir. Kendini tanımadığını fark eder. Yaşar Kemal, “Dağın Öte Yüzü” isimli üçlemesinin ilkinde Çukurova’ya pamuk toplamaya inen köylülerin ne zor koşullarda Ova’ya indiklerini, o arada her insanın kendi ile olan cebelleşmesini yüreklere dokunan şekilde anlatır, bir şiir naifliğinde… İlkbaharda başlayan ve sonbahara kadar devam eden süreç, tamamen doğanın merhametine kalmıştır.  

Toprağı kendine yar bellemek

Babam, tahsil hayatından ötürü bir yanı şehirli olan, ama aslı toprakta olan bir aşiret evladı idi. Ticaretin yanı sıra, atalarından kalan topraklarda köyde yaşayan ve sadece emekleri ile ortak olan insanlar ile birlikte çiftçilik de yapardı. Çocukluğumda yaşadıklarım, babam sayesinde öğrendiklerim, toprağa olan saygımın nedenidir. Toprakla ile bir kez bağ kurdunuz mu, nerede olursanız olun o bağ kopmaz. Ta ki ölene kadar… O zaman da zaten toprak ananın koynuna girmişsinizdir.

Aşık Veysel, ne güzel der, “benim sadık yarim kara topraktır” diye. Toprağı kendine yar bellemek… Şükranların en güzeli. Topraktan geldik toprağa gideceğiz derken de aslında ana rahminde iken topraktan gelen besinlerin bizi dolaylı olarak beslemesi ile topraktan geldiğimizi kast ediyor olabiliriz.

Toprağın ve suyun durumuna göre, ekilecek ürüne karar verilir ve dört beş yılda bir tarla nadasa bırakılırdı. Babamın ekip, biçtirdikleri içinde en erken buğday hasadı başlardı. Hem ahşap evimizin hem de yeni evimizin ambarı vardı. Hasat, tarladan gelip satılana kadar geçen sürede depo olarak kullanılan. Tarladan kaldırılan hasadın bir miktarı satılmaz, ayrı bir yere konur ve “bider” olarak saklanırdı. Halk arasında “bider” olarak adlandırılan şey, bir sonraki yıl ekilecek tohumdu. Bire beş verdi, bire on verdi denilirdi bir yıl sonra ne kadar hasat elde ettiğinize göre. Yani bir tohum ekti iseniz, hasadın sonunda o tohumdan beş tane buğday olurdu. Bider ne kadar fazla ise, bu doğanın o kadar cömert olduğunu gösterirdi.

Tabii bir de buğdayı ölçmek için kullanılan tahtadan yapılma kovaya benzeyen bir şey vardı ve ona da “silme” denilirdi. Batozu da unutmamak lazım. Buğday başaklarının, tarladan kaldırılmadan samanlarından ayrılması için tarlanın ortasına batoz denilen araç gelir ve tarlada çalışanlar, deste deste edilen buğday başaklarını bu aracın içine koyarlardı. Samanların buğday tanelerinden ayrılması esnasında batozdan havaya bir toz bulutu dağılırdı, buram buram toprak ve saman kokan. O koku, işte o koku… Bir defa teneffüs ettiniz mi bir daha hayatınız boyunca unutamazsınız. Babanızı özlersiniz; kokar buram buram burnunuzun ucunda. Çocukluğunuz gelir aklınıza; kokar buram buram burnunuzun ucunda. Anılar içinde kaybolursunuz, kokar buram buram burnunuzun ucunda.

Hasat mevsimi

Ne zaman hasadı evdeki ambarlara getirme vakti gelir, telaş ve heyecan had safhasına ulaşırdı. Traktör, evin önüne gelir, babama tarlaların bulunduğu köyden ortaklık eden köylüler ve onların delikanlı çağına gelmiş çocukları, önce silmeler ile buğdayı çuvallara koyar, sonra sırtlarında ambara taşırlardı. Bütün işler bitince, ilkbahardan sonbahara kadar süren emeğin karşılığını kazasız, belasız ambara kaldırmanın büyük rahatlığı, hem onların yüzüne hem de babamın yüzüne yayılırdı. Ve annemin olağanüstü lezzetli yemeklerin yenmesi ile uzun gün biter, evli evine köylü köyüne dönerdi. Köylüler, bizim kapıdan ayrılırken traktörün kornasına basarlardı. Sanırım korna çalmanın amacı, “işimizi bitirdik gidiyoruz, haydi eyvallah” demekten daha ziyade, toprak anaya gönderilen bir selamdı, bir şükran duygusuydu.

Bu yıl da onca zorluktan sonra sonbaharın yarısından fazlasını arkamızda bıraktık. İngilizlerin “autumn”, Amerikalıların ise “fall” dedikleri mevsim, yüzyıllar önce İngiltere’de “harvest” olarak adlandırılırmış ve kökünü eski İngilizce bir kelime olan “haerfest”ten almış. Yani hasat mevsimi. Şehirleşme ile bu kelime unutulmaya ve sonbahar, “fall” ya da “autumn” olarak adlandırılmaya başlamış. “Autumn” kelimesi, Latin kökenli “autumnus,” ve “yılın geçişi” anlamına gelen bir kelimeden, “fall” kelimesi ise, eski İngilizcede yer alan “fiaell”, yüksekten düşen anlamına gelen ve düşen yaprakları kast ettiği söylenen bir kelimeden elde edilmiş. Biz de “güz” deriz, “hazan mevsimi” deriz, “sonbahar” deriz. Ne dersek diyelim, nasıl adlandırırsak adlandıralım sonbahar; mevsimlerin en hüzünlüsü, ama aynı zamanda en güzelidir. Bize doğanın cömertliğini gösteren, bize şükran duygularını anımsatan…

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.