Bu yazı aljazeera.com.tr/ den alınmıştır
Paris İklim Değişikliği Anlaşması, Birleşmiş Milletler (BM) gözetiminde çok taraflı diplomasi yoluyla elde edilmiş, önemli bir başarı olarak geçtiğimiz hafta dünya medyasında övgüyle karşılandı. Konferansa katılan 195 ülkenin dünyayı küresel ısınmanın getirdiği tehlikelere karşı korumak için bir çerçeve üzerinde uzlaşabilmeleri çarpıcı bir gelişme.
Konferans sonrasında dünya liderlerinin kutlama fotoğrafları medyada geniş yer bulurken, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama da yaptığı açıklamada, Paris’in “tarihi bir dönüm noktası” olduğunu söyleyerek kutlamalara katıldı. 2009’daki Kopenhag İklim Konferansı sonrasındaki negatif enerji ile taban tabana zıt sayılabilecek bu genel olumlu hava, Fransız diplomasisinin bir zaferiydi.
Ancak anlaşmanın ayrıntılarına baktığımızda daha karmaşık bir tablo görüyoruz. Her şeyden önce, uluslararası toplumun insan kökenli (antropojenik) iklim değişikliğini bu anlaşma ile durdurabileceği gerçekten doğru mu? Anlaşmaya imza atan 195 ülkenin hepsi, anlaşmayı hayata geçirme konusunda gerçekten kararlı mı? Yanıt, soruyu kime sorduğunuza bağlı. Fosil yakıt (petrol ve gaz) ve kömür üreticisi ülke ve şirketler, durumdan memnun değil, çünkü anlaşma yüzünden bu yüzyılın sonu itibarıyla yok olma tehdidiyle karşı karşıyalar. Temiz enerji (rüzgâr, güneş) şirketleri ise anlaşmayı coşkuyla karşıladı, zira bu sayede ürünlerine yönelik talebin ciddi biçimde artacağı beklentisi içindeler.
Hal böyle iken, anlaşmada “fosil yakıtlar, kömür ya da petrolün aşamalı olarak kullanımdan kaldırılacağına” dair tek bir kelime bile olmaması da tuhaf. Anlaşma metnini kaleme alanlar, provokatif bir dil kullanmayacak kadar zeki olmalılar. Her şeyden önce, gelişmiş ülkelerin, bu tür enerji kaynaklarını Sanayi Devrimi’nden beri hiçbir kısıtlama olmaksızın kullandığını ve gelişmekte olan ülkelerin de daha uzunca bir süre bunları kullanmaya devam edeceklerini unutmamalıyız. Temiz enerjiye geçişin mali yükünü paylaşmadan, salt iklim açısından kötü olduğu gerekçesiyle gelişmekte olan ülkelerin ucuz fosil yakıtları kullanmayı bırakmasında ısrar etmek adil değil. Türkiye, yakın zamanda sanayileşmeye başlamış ülkelerden biri olarak fosil yakıtsız dünya hedefine katkıda bulunma açısından zorlanmakta.
Bütün bunlara karşılık, Türkiye’nin 1992 İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne göre bir OECD üyesi olarak gelişmiş ülkeler arasında sayılması ise ironik bir durum. Başlangıçta bu listede yer almaktan çekinmeyen Türkiye, sözleşme gereği gelişmekte olan ülkelere yardım zorunluluğunun olduğunu fark ettikten sonra “özel koşulları” sebebiyle muafiyet kazanmaya çalıştı. Yoğun diplomatik çabalar sonucunda kendisine özel bir kategori oluşturulmasını sağlayarak gelişmekte olan ülkelere yardım görevinden kurtuldu, ama halen gelişmekte olan ülkeler grubunda değil.
Gelişmiş ülkeler için küçük bir zafer
İklim Değişikliği rejiminin, taraflar arasında sorumluluk paylaştırma konusunda benzersiz bir yapısı var. Gelişmiş ülkelerin sera gazı salımına daha önce başlamaları ve halen gelişmekte olan ülkelere nazaran daha fazla sera gazı salgılamaları nedeniyle yükümlülükleri daha fazla. Hem azaltım yapmak hem de gelişmekte olan ülkelere finansal yardımda bulunmak zorundalar. Bu ayrıma rağmen, Paris Anlaşması, gelişmiş ülkelerin bu konuda “tarihsel sorumluluğu” olduğuna doğrudan atıf yapmaktan kaçınıyor, çünkü bu, tüm düzenlemenin – bilhassa da ABD Kongresi tarafından – reddine yol açabilecek hassas bir mesele. Ancak Paris Anlaşması, farklılaştırılmış ve her ülkenin özel koşullarına göre isteğe bağlı olarak belirlenmiş de olsa, sera gazı azaltımı ve uyum açısından ayrım yapmaksızın bütün ülkelere yükümlülük getiren bir yapıya sahip. Bu açıdan bakıldığında, Paris Anlaşması gelişmiş ülkeler açısından küçük bir zafer olarak nitelenebilir.
Ayrıca, zengin ülkelerin, iklim değişikliğinden kaynaklanan şiddetli ve kötü hava şartlarından zarar gören fakir ülkelere “kayıp ve hasar” tazminatı ödeme yükümlülüğü de sözleşmede yumuşak sözlerle ortadan kaldırılıyor.
Aslına bakılırsa, gelişmiş ülkeler açısından en büyük zafer, anlaşmanın her yönüyle gönüllülük esasına dayandırılması. Bu da bir önceki iklim değişikliği rejimi olan 1997 Kyoto Protokolü’nden en büyük sapmaydı. Kyoto’nun sistemi sadece gelişmiş ülkelere yükümlülük getirmesi açısından çok farklı bir temele dayanıyordu. Bu nedenle de ABD anlaşmayı imzalamadı ve Kyoto süreci, küresel emisyonların ancak yüzde 12’lik bölümünü kapsadığından, sürekli biriken SGE tehlikesi üzerinde neredeyse hiç etkili olamadı.
Bu açıdan Paris Anlaşması oldukça farklı, çünkü burada taahhütler gönüllü olsa da, girişimler zengin ya da fakir, gelişmiş ya da gelişmekte olan tüm ülkeler için geçerli. Ülkeler, kendi vaatlerini özel ihtiyaç ve koşullarına göre belirliyor. SGE konusunda nispeten düşük bir kısıtlama seviyesi belirleyen Türkiye, 2030 yılı itibarıyla öngörülen artış miktarı üzerinden yüzde 21’lik bir gerileme sözü vererek, ülkenin ekonomi ve enerji alanındaki realitesine böylesinin uygun olduğunu öne sürdü. Türkiye, sera gazı yayımındaki artış açısından dünyanın en hızlı ülkelerinden biri olsa da, kişi başına düşen emisyon seviyesi halen OECD ülkelerininkinden düşük.
Yaptırım: İlanen utandırma yöntemi
Anlaşmanın bir önemli özelliği de, tüm ulusal taahhütleri şeffaf hale getirmeyi ve her beş yılda bir önceki taahhütleri inceleyip gözden geçirmeyi hedeflemesi. Taraf ülkelerden biri taahhütlerini yerine getirmezse “Şimdi ne olacak?” diye sorulması normal. İşin sinir bozucu tarafı şu ki sorunun yanıtı “hiçbir şey”. Bunu yapanlar en fazla “ilanen utandırma” yöntemiyle cezalandırılacak. Tıpkı insan hakları ihlalleri karşısında takınılan tavır gibi. Böylesine yumuşak bir hukuki yaklaşım gerçekten küresel ısınma tehlikesinin önüne geçebilir mi diye endişeye kapılmak mümkün. Böyle bir durumda, anlaşmanın uygulanabilmesi ihtimali, sivil toplum kuruluşları ve çevre hareketinin oluşturacağı baskıya bağlı. Sivil toplum örgütlerinin etkisi ülkeden ülkeye değişiklik gösterdiğinden ve kimi zaman en çok ihtiyaç duyulduğu yerlerde hiç olmadığından veya zayıf olduğundan, bu konuda çok da fazla umutlu olamayız.
ABD hükümeti, en azından Beyaz Saray ve Demokratlar, Paris’ten çıkan sonuçtan son derece memnun. Sonuçta bu anlaşma, Amerika’nın söylemi bol, taahhüdü az gönüllü bir yaklaşım konusundaki ısrarını yansıtıyor. Konferansa katılan kalabalık Amerikan heyeti, anlaşma metninde bahsi geçen girişimlerin zorunlu gibi görünmesine neden olacak hiçbir şey yapılmadığından emin olmak için son dakikaya kadar en ufak kelime değişikliklerini bile düzeltti.
Öte yandan, enerji şirketleri de kötü durumda sayılmazlar. Anlaşmanın uygulamaya girmesi için 2020’ye kadar yeterince süre ve 5 yıl da ilave mühlet var. Ayrıca yeraltındaki rezervlerini satıp birer temiz teknoloji tedarikçisine dönüşmek için de yüzyılın sonuna kadar uzun bir süre mevcut. Üstelik bu süreçte hükümet yardımlarından da faydalanacaklar.
Çin, anlaşmadaki şeffaflık ve gözetim konusuna biraz direnç gösterdiyse de, bu yükümlülüğün bütün ülkeleri kapsaması ve Obama’nın Paris Konferansı öncesinde kendilerini ikna etmesi üzerine anlaşmaya onay verdi. Sonuç itibarıyla, anlaşmadan memnun görünen Çin, ucuz ve verimli güneş enerjisi teknolojisini dünyanın dört bir yanına satmayı dört gözle bekliyor. Diğer taraftan, ülkedeki hava kirliliği sorunu artık kriz seviyesine ulaştığından, emisyonlarla ilgili düzenleme de acil bir öncelik haline gelmiş durumda.
İklim değişikliği müzakereleri giderek çevrenin korunmasından ziyade finans, kalkınma ve enerji politikaları ile ilgili bir konu haline geliyor. Hangi ülkenin ne kadar yardım ve kredi alacağını, hangi ülkenin fon yaratmaktan sorumlu olacağını arka plandaki rekabet belirliyor. Gelişmekte olan ülkeler arasında hangi ülkelerin daha savunmasız durumda olduğuna ve hangi tür finansal yardımın uygun olduğuna dair de bir rekabet var.
Ayrıca Paris’te temsil edilemeyen sessiz toplumlar da var, ki buna aşırı yoksulluk ve açlıkla pençeleşen 1 milyar insan dahil. Onlar için sorun para ile ilgili soyut tartışmalar değil, gayet somut bir konu olan hayatta kalma mücadelesi. Bu bağlamda insan hakları savunucularının tek yapabildiği ise, insan hakları prensibini, anlaşmanın operasyonel maddelerine ilave edemeseler de, giriş bölümünde ifade edebilmek oldu.
Finansmanın nasıl sağlanacağı belirsiz
Paris Anlaşması’nda önemli bir nokta da finansmanın nasıl sağlanacağına değinilmemesi. Ortalama küresel sıcaklık artışının 1,5 santigrat derecenin altında tutulabilmesi için, 15 yılda tahminen 16 trilyon dolara ihtiyaç var. Gelişmiş ülkelerin 2020’ye kadar her yıl ödemeyi kabul ettiği rakam ise ancak 100 milyar dolar, ki buna hem emisyon azaltma maliyetleri, hem de sıcaklık artışına adapte olmak için alınacak tedbirler dahil. Yani ihtiyaç duyulan rakamla vadedilen arasında büyük bir uçurum var.
Paris’in başarılı sayılmasının en önemli görünür sebebi, ilk kez 1,5 ila 2 derecelik artışın üst sınır olarak belirlenmesi. Ancak sera gazı emisyonlarının (SGE) azaltılması için verilen gönüllü sözlerin toplamına bakacak olursak, ortada endişe verici şöyle bir gerçek var: Her ülke verdiği sözü tutsa bile, dünya, bu yüzyılın sonuna varmadan 3 dereceden daha çok ısınmış olacak.
Bütün bunları göz önüne aldığımızda “Neyi kutluyoruz?” diye sormalıyız. Kutladığımız şey, diplomasi ve hukuk dilinin zaferi. Fransız diplomatlar, karmaşık uluslararası sorunları yumuşak bir şekilde çözmeleri, bunu yaparken de gerçek bir çözüm bulmadıkları halde yine de kaybedenleri teskin etmeyi başarmaları ile meşhurlar. Görünen o ki Paris’te olan da buydu. Toplantıyı düzenleyen Fransızlar, söyleyecek sözü olan büyük küçük her hükümeti dinledi. Sonunda da Dışişleri Bakanı, tokmağını zekice bir zamanlamayla, muhalif ülkelerin itiraz etmesine fırsat vermeden kürsüye vurarak anlaşmanın kabul edildiğini ilan etti.
Türkiye’nin Paris performansı
Peki, Türkiye Paris’te nasıl bir performans gösterdi?
Türk heyeti, konferansta özel koşullar meselesini hatırlatmadıkları takdirde ihtiyaç duydukları uluslararası finansmanı almalarının zora gireceğinden endişeli görünüyordu. Türkiye’nin iklim diplomasisi, 1990’ların sonundan bu yana bilhassa bu mesele üzerine kurulu ve aslında Ankara ustaca diplomatik manevraları sayesinde 2007 yılında istediğini aldı. Yine de Paris’e giden Türk ekibi kaygılıydı, zira anlaşmada gelişmekte olan bir ülke olmanın ne demek olduğundan net bir şekilde bahsedilmiyordu. Türkiye de bu konudaki görüşünün dikkate alınacağından emin olmak istiyordu. Bu nedenle de kapanış oturumunda ‘özel koşullar” talebini yineledi.
Ancak Türkiye’nin bu iç kaygısını kapanış oturumunda gündeme getirmesi soğuk bir hava oluşturdu. Bu platform, 194 ülke insanlığa ve ortak küresel geleceğe hizmet edecek bir anlaşmayı kutlarken, ulusal çıkarların vurgulanacağı yer değildi. Türkiye, on milyonların canlı olarak izlediği, tarihi önem taşıyan bu olağanüstü uluslararası platformu, küresel dayanışmayı destekleyen ve tüm gezegenin karşı karşıya olduğu en büyük sorun olan iklim değişikliği konusunda ahlaki sorumluluğa riayet eden, iddialı bir mesaj vermek için kullanmalıydı.
Konferansa katılan diğer ülkelerin neredeyse hepsi, kendi özel sıkıntılarını bir kenara bırakarak, bu platformu, etik ve ahlaki mesajlar vermek için kullandı. Aslına bakılırsa, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Başbakan Ahmet Davutoğlu, daha önce bu türden önemli mesajlar vermişlerdi. Onların verdiği pozitif mesajlar orada da tekrarlansaydı, uzun vadede Türkiye açısından çok daha etkili olurdu. Sonuçta, Paris Anlaşması, bir iyi niyet sözleşmesi; hemen hemen evrensel düzeyde kabul gerektiren bir karar. Şayet Türkiye burada daha fazla esneklik ve vizyon ortaya koyabilseydi, özel ulusal meselelerinden de feragat etmeden, sorumluluk sahibi uluslararası bir oyuncu olarak küresel prestijini arttırabilirdi. Öyle umalım ki Türk diplomasisi gelecekte ulusal menfaatlerini öne çıkarırken, diğer yandan da küresel çıkarlara samimi bir destek göstermeyi daha iyi öğrensin.
Bu yazı aljazeera.com.tr/ den alınmıştır
Hilal Elver
Birleşmiş Milletler Gıda Hakkı Özel Raportörü ve California Ünivesitesi’nde hukuk profesörü. 1990’lı yıllarda Ankara Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaptığı dönemlerde Çevre Bakanlığı’nın kurucu Baş Hukuk Müşaviri idi. Bir süre İklim Müzakereleri Türkiye heyetinde de görev aldı.
Richard Falk
ABD’nin Princeton Üniversitesi Uluslararası Hukuk Fakültesi’nde Albert G. Milbank Emeritus Profesörü. Aynı zamanda California Üniversitesi Uluslararası Çalışmalar Bölümü Araştırma Danışmanı. Birçok kitap ve makaleye imza atan Falk, 2008-2014 yıllarında Birleşmiş Milletler Filistin İnsan Hakları Raportörü olarak görev yaptı.