Ana Sayfa Blog Sayfa 966

TÜİK verileri bize neler söylüyor?

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), geçen ayın son günü, merakla beklenen yeni artış oranlarını açıkladı. Hayır, yıllık enflasyonun değil, Türkiye’nin iklim değişikliğine neden olan yıllık sera gazı salımlarının artışından söz ediyorum. TÜİK, sera gazı envanterini her yıl mart ayının sonunda açıklar. Her envanterde, 1990’dan, yayın yılından iki yıl öncesine kadar, yılda ne kadar sera gazı üretip saldığımız, hem toplam ve kişi başı hem de sera gazlarına ve sektörlere dağılımına göre açıklanır. Yani bu yıl 1990-2020 verileri açıklandı ve Türkiye’nin sera gazı salımlarının tekrar artışa geçtiğini öğrenmiş olduk.

Peki, biraz da yorumlayarak, bu yılki sayılar bize neler söylüyor bakalım.

Sera gazı salımları “peak” yaptı mı?

Türkiye’nin ilk sera gazı envanteri, Çerçeve Sözleşme’ye taraf olmasından sonra, 2006’da yayımlandı. O zamanki verilere göre, 1990’daki toplam sera gazı emisyonlarımız 170 milyon ton, 2004 emisyonlarımız ise 296 milyon tondu. 1990’dan itibaren artışın yüzde 74, bunun da Ek-1 ülkeleri arasında rekor demek olduğunu öğrendiğimizde epey gürültü koparmıştık. Çünkü o zaman geçerli olan (ama tabii Türkiye’nin henüz taraf olmadığı) Kyoto Protokolü, 1990 düzeyine göre ortalama %5 azaltımdan söz ediyordu ve daha ilk envanterde, Türkiye’nin emisyonlarını 1990 düzeyinin altına indirmesinin pek de kolay olmadığı ortaya çıkmıştı.

Sonradan bazı metodolojik düzeltmeler yapıldı ve 1990 emisyonlarının ilk başta hesaplandığı kadar düşük olmadığı görüldü. Son envanterlere göre 1990 emisyonları 220 milyon ton. Ancak 2010’dan sonra emisyon artışı epey hızlandı. Ta ki 2017’ye kadar. 2021’de yayımlanan bir önceki envantere göre Türkiye’nin emisyonları 2017’de en yüksek düzey olan 525 milyon tona ulaşarak 1990 seviyesinin yüzde 139 üzerine çıkmıştı. Ancak toplam emisyonlar daha sonra aşağı doğru kırıldı ve iki yılda yüzde 3,5’tan fazla azalarak 2019’da 506 milyon tona geriledi. Üstelik ekonomide bir küçülme de yoktu. Aynı dönemde ekonomi ne kadar büyüdüyse, emisyonlar da yaklaşık o kadar azalmıştı. Bu durum belki TÜİK’in büyüme rakamlarını olduğundan yüksek açıklamış olmasından kaynaklanabilirdi. Ancak TÜİK öyle düşünmüyordu ve 2019 envanterinde görülen düşüşün gerçek olduğu ve kaynağının elektrik üretiminde kömürün payının azalması olduğu yorumunu yapıyordu. Yani TÜİK’e göre büyümeyle emisyonlar gerçekten “ayrışmaya” (decoupling) başlamıştı.

Bu yılki envanter ise başka bir hikâye anlatıyor. Önceki yılların emisyon değerleri yine (metodolojik nedenlerle) biraz değişmiş, ama çok dramatik bir değişiklik yok. Yeni envanterde bizim “tepe” (peak) yılı olduğunu düşündüğümüz 2017’nin emisyon değeri 528 milyon ton. 2020 ise 524 milyon tonla bir önceki yıldan yüzde 3,1 yüksek, yani azalma eğilimi durmuş görünüyor; ama 2017 hâlâ 4 milyon ton daha yüksek, yani 2017’nin tepe yılı olma özelliği sürüyor. Neticede 2020 emisyonları 2018 düzeyine geri dönmüş durumda. O halde TÜİK haklı mı? Ayrışma gerçekten sürüyor mu, yoksa bitti mi? Peki ya sera gazı salımlarını pandeminin ilk yılında tekrar artışa geçmesi normal mi? İnsanların eve kapanması 2020 emisyonlarını etkilemedi mi?

Bunun için sera gazlarına biraz daha yakından bakmak gerekiyor.

Hangi sera gazları?

Yeni envanterin en ilginç tablosu sera gazlarına göre salımların dağılımıyla ilgili. Aşağıdaki tabloda bir önceki yılla karşılaştırdığınızda bütün sera gazlarında artış olduğunu görebilirsiniz. Ama bir önceki yılla değil, tepe yılı olan 2017 ile karşılaştırdığınızda asıl artışın karbondioksitte değil, metan ve nitröz oksitte olduğu görülüyor. Karbondioksit salımı 2020’de 2019’a göre yüzde 3’e yakın bir artış göstermiş olsa bile, 2017 düzeyinden yüzde 4 düşük. Oysa metan emisyonları bir önceki yıldan yüzde 1,3 ve 2017’den yüzde 12 yüksek. Nitröz oksit emisyonları ise bir önceki yıla göre yüzde 9 ve 2017’ye göre yüzde 14’e yakın daha yüksek.

Bu değerler bir yandan karbondioksit için 2017’nin hâlâ tepe noktasını oluşturduğunu gösterse de aynı zamanda emisyonların pandemiye rağmen arttığı yorumlarının pek de doğru olmadığını gösteriyor. Çünkü dünyanın her yerinde pandemi nedeniyle daha çok ulaşımdan kaynaklanan fosil yakıtlara bağlı enerji emisyonları sınırlanmıştı. Oysa enerji emisyonları bir önceki yıla göre yüzde 0,5 civarında (pek anlamlı olmayan) bir yükseliş göstermişken, 2017 değerinin neredeyse yüzde 4 altında. Tarım emisyonları ise hiç tepe noktasına ulaşmayıp artmaya devam etmiş ve bir önceki yıla göre yüzde 7,5, toplam salımların “peak” yaptığı 2017’ye göre ise yüzde 16’ya yakın daha yüksek. Sanayi proseslerinden ve atıklardan kaynaklanan emisyonlar ise yaklaşık olarak 2017 düzeyinde. Demek ki asıl artış (metan ve nitröz oksitten de belli olduğu gibi) tarım emisyonlarında. Zaten metan emisyonlarının ayrıntısına bakıldığında artışın özellikle tarım ve hayvancılıktan kaynaklandığı anlaşılıyor. Enerji emisyonları ise 2020’deki kapatmalardan kaynaklanan bir duraklama içinde. Ama şimdilik. Yani ayrışma bitti ya da zaten hiç başlamamıştı. Pandemi olmasaydı enerji emisyonlarında da yüksek bir artış görecektik ve 2021 emisyonlarında muhtemelen göreceğiz de.

Gelecek sene bizi ne bekliyor?

Türkiye bu yıl kasım ayında Mısır’da yapılacak olan COP27’den önce Ulusal Katkı Beyanı’nı güncelleyecek. 2053’te net sıfır emisyon hedefi ilan etmiş bir ülkenin 2030’a kadar mutlak azaltım hedefi vermesi gerekiyor. Mutlak azaltım hedefi vermek demek, belli bir baz yıla göre (örneğin 2020) emisyonlarınızı yüzde şu oranda azaltacağınızı taahhüt etmeniz demek. Yani 2030’da Türkiye’nin enerji emisyonları 367 milyon tonun, toplam sera gazı emisyonları 524 milyon tonun altında olmalı. Oysa 2023’te yayımlanacak yeni envanterde 2021 emisyonları (geçen yıl hiçbir önlem alınmadığı, hatta kuraklık nedeniyle elektrik üretiminde fosil yakıt kullanımı ekstra arttığı için) büyük ihtimalle enerjide 2017 seviyesinin üzerine çıkarak 380 milyon tonu geçecek, toplam sera gazı emisyonları ise 550 milyon tonu bulacaktır. Bu da Türkiye’nin bu yıl 2030 için belirleyeceği azaltım oranı yüzde kaç olursa olsun, 2030’a kadar bundan daha yüksek bir azaltım yapması gerekeceği anlamına geliyor.

Türkiye’nin 2030’a kadar mutlak azaltım yapmadan 2053 hedefini tutturması mümkün değil. Tarım emisyonları bu kadar artar, sanayi proseslerinden kaynaklanan emisyonlar da yüksek kalırken, enerji, özellikle de elektrik sektörü emisyonlarından mümkün olduğu kadar hızlı kurtulmaktan başka çare yok. Bütün soruların yanıtı aynı. Türkiye’nin sera gazı envanterinde kömürden kaynaklanan emisyonlar 140 milyon tona yakın. Bundan kurtulmadan, ne yaparsanız yapın, azaltım yapmanız mümkün değil. Türkiye’nin radikal bir karar alması, gemileri yakması ve en kısa zamanda kömürden çıkması gerekiyor.

 

BM Güvenlik Konseyi bugün toplanıyor: Uydu görüntüleri, Rusya’nın Buça’daki iddialarını çürütüyor

UYARI: Bu haber, rahatsız edici bilgiler ve görüntüler içerebilir.

Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi bugün toplanacak. ABD ve Avrupa, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin‘e daha fazla yaptırım uygulamayı ve Rus güçlerinin olası savaş suçlarından sorumlu tutulmasını talep ediyor.

Fransa, ABD ve İngiltere, Rus güçlerinin geçen hafta geri çekilmesinden bu yana 300’den fazla cesedin bulunduğu Kiev‘in bir banliyösü olan Buça‘da katliam yaıldığına dair kanıtlar sunacak.

ABD Başkanı Joe Biden dün, Buça’daki görüntülerin “savaş suçu” oluşturduğunu söyleyen dünya liderleri arasına katıldı ve Putin’i Ukrayna’daki zulümlerden sorumlu tutma sözü verdi.

Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski  de bugün Güvenlik Konseyi’ne hitap edecek. Zelenski’nin de BMGK’ya Buça‘da gördüklerini anlatması ve katliama yönelik kanıtlar sunması bekleniyor.

Zelenski, işgalin başından bu yana ilk kez Kiev’den çıkarak, katliam görüntülerinin geldiği Buça’ya ve diğer banliyölere gitmiş, sadece bu kentte 300’den fazla sivilin işkenceye uğradığını ve öldürüldüğünü iddia etmişti.

Zelenski: Sayı yükselebilir

Pazartesi günü bölgeye giden Zelenski, Avrupa liderlerini Rusya’yı durdurmak için yeterince şey yapmadıkları için suçladı.

Her  gece yaptığı video konuşmasında Ukrayna lideri, sokaklardaki cansız bedenlerin kaldırıldığını ama yetkililer daha fazla eve girip tespit yaptıkça kurbanların listesinin muhtemelen artacağını söyledi.

Zelenski, 4 Nisan günü Buça’da. Fotoğraf: Efrem-Lukatskyu/ AP

Zelenski, verilen bilgilerin Kiev’in kuzeybatısındaki Borodyanka gibi Ukrayna tarafından geri alınan diğer şehirlerdeki ölüm sayısının daha da yüksek olabileceğini gösterdiğini açıkladı:

Kiev, Çernigiv ve Sumi bölgelerinin kurtarılmış ilçelerindeki birçok köyde işgalciler, 80 yıl önce Nazi işgali sırasında bile halkın görmediği şeyleri yaptılar.

Kiev’in banliyöleri Stoyanka, Buça ve Irpin’e yaptığı geziden sonra Zelenski’nin ofisinden paylaşılan açıklamanın bir tercümesinde, “Öldürülen insanların cesetleri çoğu sokaktan alındı, ancak avlularda, evlerde ölüler hala duruyor. Şehirler basitçe mahvoldu” denildi.

72 yaşındaki Tatyana Petrovna, iki akrabasının cesetlerinin yattığı bahçede. Fotoğraf: Daniel Berehulak / New York Times

The New York Times, uydu görüntülerini inceleyerek, cesetlerin sokaklarda Rus güçleri geri çekilmeden önce durduğunu kanıtlayan görüntüler paylaştı.

New York Times’ın uydu görüntülerinin analizi, Rusya’nın Buça’da sivil cesetlerin, Rus güçlerinin kasabayı terk etmesinden sonra gerçekleştiği yönündeki iddialarını çürütüyor.

Hafta sonu görüntüler ortaya çıktığında Rusya Savunma Bakanlığı sorumluluğu reddetmiş, cesetlerin 30 Mart civarında “tüm Rus birliklerinin Bucha’dan tamamen çekilmesinin” ardından yakın zamanda sokaklara yerleştirildiğini öne sürmüştü.

Ancak The Times’ın video ve uydu görüntüleri, sivillerin çoğunun Rus ordusunun kasabayı kontrol ettiği üç haftadan daha uzun bir süre önce öldürüldüğünü gösteriyor.

 

1 Nisan’da yerel bir meclis üyesi tarafından çekilen bir videoda, Buça’daki Yablonska Caddesi‘ne dağılmış çok sayıda ceset görülüyor. Maxar Technologies tarafından The Times‘a sağlanan uydu görüntüleri, bunlardan en az 11’inin Rusya’nın  şehri işgal ettiği 11 Mart’tan bu yana sokakta olduğunu gösteriyor.

Zelenski, Ukrayna hükümetinin Rus güçlerinin Buça’da işgali ne yaptığına ilişkin bir soruşturma açtığını söyledi.

Ukrayna’nın kontrolü altındaki şehirlerde hükümetin mayınları temizlediğini ve patlayıcı cihazları etkisiz hale getirdiğini aktaran Zelenski, “normal yaşamı geri getirmeye” hazırlanmaya başladığıklarını ve sonunda ülke genelinde elektrik ve suyun geri geleceğini söyledi.

“Yolları, köprüleri, altyapıyı yeniden inşa edeceğiz” diyen Zelenski, “Yaşam her şehre, işgalcilerin yok etmeye çalıştığı her topluluğa yeniden gelecek” ifadelerini kullandı.

Fotoğraf: Ivor Prickett / New York Times

Rusya’nın BM büyükelçisi Vasily Nebenzya, Ukrayna’yı Buça’daki ölümleri “tezgahlamakla” suçladı ve görüntüleri “kaba sahtekarlık” olarak nitelendirdi. Nebenzya,BM’de düzenlediği basın toplantısında “Rus güçlerini cinayetlerden sorumlu tutan Batılı liderler, bu yanlış anlatıyı desteklemek için şimdiden sıraya girdiler” dedi.

Buça’dan görüntüler, Avrupa Birliği (AB) de dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki liderlerden öfkeli tepkiler almıştı.

Avrupa’da liderler sonraki adımlar konusunda ikiye bölünmüş durumda. Avrupa Birliği ve İngiltere, oligarklara yaptırımlar getirdi ve banka hesaplarını bloke etti. Ancak, Avrupa’nın en soğuk ayları için önemli bir yakıt olan Rus doğal gazının alımlarını durdurup durdurmama konusunda ayrışmış durumdalar.

Öte yandan bugünkü Güvenlik Konseyi toplantısında, Rusya ve Çin‘in elindeki veto yetkisi nedeniyle somut önlemler üzerinde anlaşmaya varılması zor olacak.

Rusya ‘terör saçmaya’ hazırlanıyor

Dünya Buça’ya odaklanmışken Rusya, 2014’ten beri bir bölgesini zaten kontrol ettiği Ukrayna’nın doğusuna saldırmaya odaklandı

Zelenski ülkesinin  “daha ​​da vahşi eylemlere” hazırlandığını ifade ederek “Donbas‘ta ne yapacaklarını biliyoruz. Harkov yakınlarında ne yapacaklarını biliyoruz. Daha çok olacak” dedi.

ABD Başkanı Biden‘ın ulusal güvenlik danışmanı Jake Sullivan ise, Rusya’nın doğu ve güney Ukrayna’daki taarruz operasyonlarına yeniden odaklandığını ve muhtemelen Ukrayna’nın geri kalanını “teröre neden olmak için” vurmaya devam edeceğini söyledi.

Fotoğraf: Heidi Levine / The Washington Post

En son İngiliz savunma istihbaratı değerlendirmesine göre, Çernigiv ve Kiev yakınlarından çekilen Rus kuvvetlerinin yeniden konuşlanmadan önce önemli miktarda yeni teçhizata ve onarıma ihtiyacı olacak. Ukrayna kuvvetleri tarafından geri alınan bölgelerdeki çatışmalar muhtemelen devam edecek, ancak bu hafta önemli ölçüde azalacak.

Öte yandan Rusya ordusu Ukrayna’nın güney kıyı şeridini bombalamaya devam ediyor. ABD istihbaratı, Rusya’nın savaşı uzatabilmek için tüm ülke yerine güney ve doğuya odaklandığını belirtiyor.

Belediye başkanı, Rusya’nın günü Mykolaiv‘i vurduğunu, on kişinin öldüğünü ve 46 kişinin yaralandığını söyledi. Pazartesi günkü saldırıda misket bombalarının kullanıldığını ve Rus güçlerinin konutları, hastaneyi, yetimhaneyi ve okulları hedef aldığını belirtti.

Washington Post yorumu: Uzun süreli bir yıpratma savaşı ihtimali, hangi ülkenin daha uzun süre dayanabileceğine dair soruları yeniden gündeme getiriyor: Amansız topçu atışlarına maruz kalan ve gıda kıtlığı çeken Ukrayna mı yoksa askeri gerilemeler ve ekonomik yaptırımlarla karşı karşıya kalan Rusya mı?

 

UNDP: 25 yıl içinde 200 milyon iklim göçmeni bekliyoruz

Dünya çapında kontrol altına alınamayan yangınlar, seller, taşkınlar, fırtınalar ve tayfunlarla 2021 yılı, iklim değişikliğinin etkilerinin en şiddetli gözlemlendiği yıllardan biri olarak hafızalara kazındı. Yüzlerce insanın hayatına mal olan doğal afetler, çok sayıda insanı da yaşadıkları toprakları terk ederek sıfırdan bir hayat kurma mücadelesi vermeye itti.

İklim değişikliği nedeniyle giderek daha fazla karşılaşılan doğal afetlere bağlı göçleri değerlendiren Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Türkiye Mukim Temsilcisi Louisa Vinton, göç etme riskiyle en çok karşı karşıya kalan toplulukların iklim değişikliğine en az katkıda bulunan veya hiç bulunmayanlar olduğunu söyledi.

Vinton buna karşılık dünyanın en büyük karbon yayıcılarının iklim değişikliğinin sonuçlarından kaçmak için daha fazla kaynağa ve daha iyi fırsatlara sahip olduğuna dikkat çekti.

AA Muhabiri Dilan Pamuk’a konuşan Vinton, özellikle kıyı yerleşimleri ile çiftlik alanlarının küresel ısınmanın etkilerine karşı en savunmasız konumdaki bölgeler olduğunu vurgulayarak, iklim göçünün hem göç eden kişiler hem de göç alan toplumlar için etkilerine değindi:

“İklim değişikliğinden etkilenen topluluklar zor kararlarla karşı karşıya kalırlar: Giderek azalan gelirlerle geçinmeye çalışarak yerlerinde kalmak ya da başka bir yerde sıfırdan başlayarak belirsizliklerle yüzleşmek. İkinciyi seçenler kaderlerini, daha çok, göç akımının kümülatif etkisinin kentsel altyapı, kamu hizmeti ve iş piyasasında zorluklara yol açtığı şehirlerde ararlar. Suriyelilere ev sahipliği yapma deneyimi dolayısıyla Türkiye‘nin, bu durumun yol açabileceği zorlukları çok iyi bildiğini düşünüyorum.”

‘2050’ye kadar 200 milyon kişi yerinden olabilir’

İklim kaynaklı yer değiştirmelerin çoğunun insan kaynaklı faktörlerin bir birleşimi ile meydana geldiğini ifade eden UNDP temsilcisi, bu tehdidin gerçekleşmesinin bazı yerlerde onlarca yıl sürebileceğini ama bazı ada ülkeleri için manzaranın çok daha kaygı verici olduğunu belirtti.

Vinton, örnek olarak Tuvalu Dışişleri Bakanı Simon Kofe’nin COP26 İklim Zirvesi’nde, yakın bir zamana kadar kuru bir toprak olan, okyanusta suyun dizlerine geldiği bir noktada durarak yaptığı konuşmayı gösterdi. Kofe konuşmasında ‘Batıyoruz,’ diye uyarmıştı. Denizlerin yükselerek sahil şeridini sular altında bırakması ve deniz sularının tatlı su kaynaklarını kirletmesiyle, Tuvalu 12 bin kişilik nüfusunun tamamını, beklenmedik bir durumla karşılaşılması halinde taşıma planları yapıyor.

“Birçok belirsizliği göz önüne aldığımızda, iklim göçü tahminleri için kesin bir sayı vermek güç.” diyen Louisa Vinton, Uluslararası Göç Örgütü uzmanlarının, 2050 yılına kadar yaklaşık 200 milyon kişinin yerinden olacağına dair kabaca bir fikir birliğine vardıklarına işaret etti:

“Sıkıntının boyutu, bölgesel gidişata odaklanırsak daha net bir hal alıyor. Örneğin yeni bir çalışma, iklim değişikliğinin, 2050 yılına gelindiğinde 10,5 milyon insanın Meksika ve Orta Amerika’dan kentsel merkezlere taşınmasına yol açabileceğini tahmin ediyor.”

“Bunlar korkunç rakamlar” diyerek politika belirleyicileri, iklim değişiklinin etkilerine karşı savaşmak için daha azimli adımlar atmaya çağıran Vinton şunları söyledi:

“Bizi bekleyen potansiyel acıları, daha kötü senaryoları engelleyebilme, kaçınamayacağımız sonuçlarla baş etme planları yapabilme umuduyla iklim değişikliğini tersine döndürmek için daha azimli çabalar üstlenmek, dünyanın her yerindeki politika belirleyiciler için bir alarm görevi olmalıdır. Ve evlerinden ayrılmak zorunda kalan yüz milyonlarca insanın kabusvari görüntüsü, hükümetlerden ivedi eylem talep etme konusunda insanları harekete geçirmelidir.” şeklinde konuştu.

İklim göçüne karşı tedbirler

İklim değişikliğinin, kuraklıkların sıklığını artırarak dünyanın su kaynaklarını azalttığına dair uyarıda bulunan Vinton, sözlerini şöyle sürdürdü:

“Bu değişimler, kırsal topluluklarda çiftçilikle geçinen milyonlarca aileyi yerinden etme potansiyeli ile tarımsal ekonomiler için varoluşsal tehditler oluşturuyor. Zaten dünyamız 50 yıl önce olduğundan yüzde 60 daha az ulaşılabilir tatlı suya sahip fakat yeni bir araştırmaya göre, besin talebinin önümüzdeki 30 yılda yüzde 50’den fazla artması bekleniyor. Bu denklemdeki boşluklar dünyanın yiyecek sıkıntısıyla dolu bir gelecek ile karşılaşabileceğine işaret ediyor.”

Vinton, iklim kaynaklı afetlerin teşkil ettiği riskleri azaltmak için yapılması gerekenleri de şöyle sıraladı:

“Daha sıkı bina tüzükleri ve imar koşulları ile titiz uygulamalar, evlerin ve altyapıların kuru nehir yataklarına, taşkın yataklarına veya diğer risk alanlarına inşa edilmemesini sağlayabilir. Sulak alanların onarılması gibi doğaya dayalı çözümler, taşan nehirler için en kalın betondan bile daha etkili olan bir ‘boşaltma valfi’ sağlayabilir. Gelecekteki kurak dönemlerde kullanım için ender su stoklarını korurken sel basınçlarını hafifletmek için kentsel alanlarda (örneğin, otoparkların altına) su depolama sistemleri inşa edilebilir. Tarımda, şiddetli hava koşullarına rağmen büyüyebilen mahsullerin yetiştirilmesi teşvik edilebilir. Daha verimli sulamaya geçişi teşvik ederek çiftliklerin bol su kaynaklarının kullanımına daha az bağlı olması sağlanabilir.”

Bu tür uygulamalarla iklim göçünün ölçeğinin indirgenmesine yardımcı olunabileceğinin altını çizen Vinton “Ama iklim göçünden tamamen kaçabilmemizin bir yolu yok. Bu nedenle, göçün sebep olacağı stresi azaltmak ve bu göç akımının hem göçmenler hem de onların göç ettikleri topluluklar açısından faydalı olabilmesi için geniş bir yelpazedeki çabalara yatırım da yapmamız gerekli” dedi.

‘Bedelleri çok ağır’

İklim göçünden sadece göç eden toplumların değil tüm dünyanın etkilendiğini vurgulayan UNDP Başkanı Vinton, şunları kaydetti:

“Afet kaynaklı yer değişiklikleri geçici ve bölgelerle sınırlı gibi görünebilir ancak bedelleri gerek kaybedilen hayatlar gerekse tahrip olan mal, mülk açısından çok ağırdır. İklim krizinin, çevrede belki daha az göze çarpan ama çok daha zararlı biçimlerde değişimlere yol açtığına sürekli şahit oluyoruz. Kıyı bölgelerinde, artan küresel sıcaklıklar deniz seviyelerinin yükselmesine yol açarak, kıyılarda yaşayanların iç kesimlere kaçmak zorunda kalacağına dair korkuları artırıyor.”

Vinton, göçler sırasında, toplumun dezavantajlı gruplarının sağlıklarına, haklarına ve onurlarına yönelik tehditlerle karşılaşacaklarını belirterek bu grupların başlıcalarının yoksullar, daha az eğitimli olanlar, engelliler, çocuklar, yaşlılar, savaşlardan etkilenenler ve her türlü azınlıkların olduğunu kaydetti ve bunların yanı sıra kadınların da çocuklara, yaşlı ve engelli aile bireylerine bakma sorumluluğundan dolayı orantısız olarak etkilenmelerinin muhtemel olduğunu söyledi.

Göçmenlerin haklarından faydalanabilmelerinin önemine değinerek her göçmenin ve mültecinin temel insan haklarına saygı duyulmasının yanı sıra göçmenlerin daha bilinçli seçimler yapabilmelerini sağlamanın temel bir ilke olduğunu anlatan Vinton, sözlerini şöyle tamamladı:

“Genellikle ülkeler bu ilkeleri göz ardı ederler ve topluluklarına yeni insan gruplarını katmanın sadece maliyetlerini ve risklerini göz önünde bulundurarak her türlü göçü engellemeye çalışırlar. Bu durum, insani dayanışma eksikliğini göstermenin yanında, göçün, alıcı ülkelere neredeyse her zaman sunduğu kanıtlanmış ekonomik ve sosyal faydalar düşünüldüğünde aynı zamanda öngörüsüz bir davranıştır. Bu noktada asıl zorluk, zaman kaybetmeksizin ülkeye yeni gelenlerin alışabilmelerini, kendi kendine yeterliliği başarmalarını ve yeni yurtlarına katkıda bulunmalarını sağlayacak politika ve uygulamalar hazırlamak ve halk desteği oluşturmaktır.”

 

Türk Toraks Derneği: Sürdürülebilir kalkınma yerine sürdürülebilir bir gelecek

Türk Toraks Derneği, Mart başında Resmi Gazete’de yayımlanan “Maden yönetmeliğinde değişiklik yapılmasına dair yönetmelik” sonrasında İkizköy’de yaşananlara ilişkin açıklama yaptı.

Muğla’nın Milas ilçesinde İkizköy yakınında bulunan Akbelen Ormanı’nda bulunan ağaçların Limak Holding ve IC Holding ortak iştiraki “YK Enerji” tarafından Yeniköy-Kemerköy Termik Santrali’ne kömür temini için kesilmesine karşı bölge halkının mücadelesi sürüyor. Yönetmelikte ise ağaçların kesilmesi için “kamu yararı”ndan bahsediliyor. İki yıldan fazladır Akbelen’de ormanlarını kömür ocağı için kesilmekten korumak uğruna savaş veren İkizköy halkı bunu kamu yararı olarak görmüyor.

‘Topraklarını korumak için mücadele veren halk da kamudur’

Toraks Derneği’nin açıklamasında da hukukçuların açıklamalarının yönetmeliğin mevcut kanunlara aykırı olduğunu ortaya koyduğuna değinilerek “Hal böyleyken yönetmeliğin iptali başvuruları sonuçlanmadan hızla zeytinliklerin yerinden sökülmeye başlanması yanlış bir uygulamadır. Bu uygulamanın kamu yararına yapıldığı çok tartışılır bir konudur. Türk Dil Kurumu Sözlüğünde ‘Kamu’ nun anlamı ‘Toplum, topluluk, halk’ olarak tanımlanmaktadır. Öyleyse İkizköy halkı ve ülkenin dört bir yanında topraklarını korumak için mücadele veren halk da ‘kamu’dur. Kamuya karşı kamu yararından nasıl bahsedilebilir” diye soruldu.

‘Zeytin ve zeytinyağı gittikçe değer kazanıyor’

Türkiye’nin, zeytin üretiminde dünyada ilk sıralarda yer alan bir üretici konumunda olduğuna dikkat çekilen açıklamada, “Zeytin ve zeytinyağı sektörü bütün olarak düşünüldüğünde altı ila yedi milyon yurttaşımız geçimini bu sektörden sağlıyor. Zeytin ağacının ekonomik ve ticari önemi, talebi hızlı bir şekilde yükselen zeytinyağı ve sofra zeytinleri nedeniyle sürekli artmaktadır. Aynı zamanda zeytin ve zeytinyağının besleyici ve faydalı olması, bu ürünlerin gittikçe daha çok değer kazanmasına neden olmaktadır” denildi.

‘Ağaçlar ekolojik dengenin devamlılığı açısından oldukça önemli’

Zeytin ağaçlarının, ekolojik dengenin devamlılığı açısından da oldukça önemli bir rol üstlendiğine değinilen açıklamada “Zeytin ağaçları atmosferdeki karbondioksiti absorbe ederek ve havaya oksijen salarak hava kirliliğini azaltmasının yanında, yaban hayatı ve kuşlar gibi pek çok canlı türü için yaşam alanıdır. Zeytinlikler atmosferden hektar başına yılda 3.74 ton karbondioksit yakalamaktadır. Ayrıca erozyonu, çölleşmeyi, selleri önlediği de bilinen bir gerçektir” ifadeleri kullanıldı.

‘Dünya iklim krizini önlemeye çalışırken maden ocakları için zeytinliklerimizin yok edilmesi kabul edilemez’

Türk Toraks Derneği olarak Türkiye’nin fosil yakıtla enerji üretiminden hızla yenilenebilir enerji kaynakları kullanımına adil bir dönüşüm yapması gerektiğini daha önce de defalarca belirttiklerinin ifade edildiği açıklamada şu sözlere yer verildi:

“Dünya iklim krizi ve çevre kirliğini önlemek için yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelirken, Paris İklim Anlaşması’nı imzalamış ve taahhütlerde bulunmuş bir ülke olarak hala fosil yakıt elde etmek için maden ocakları açabilmek adına zeytinliklerimizin yok edilmesi kabul edilemez.”

‘Taşınan zeytin ağaçları on yıl meyve veremiyor’

Zeytin ağaçlarının kesilmeyeceği, taşınacağı ya da kömür ocağı kapatılınca tekrar yerine dikileceğinin yönetmelikte belirtildiğine değinilen açıklamada “Ancak uzmanların açıklaması bunun çok da mümkün olmadığını, taşınan ağaçların 10 yıldan önce meyve veremediğini, ocak kapatıldığında ise kalan kayalık alana tekrar ağaç dikilmesinin mümkün olmadığını belirtmektedir. Ayrıca o zeytinliklerle geçimini sağlayan köylünün nasıl rehabilite edileceği ile ilgili hiçbir açıklama yoktur. Onlar da mı zeytinliklerle birlikte taşınacaktır” sorusu yöneltildi.

‘Kamu yararı düşünülüyorsa halkın çığlıklarına kulak verilmeli’

Yatağan Termik Santrali’nin kurulduğu yıllardan bu yana bu tür olaylara bölge halkının yabancı olmadığına dikkat çekilen açıklamada “Birçok zeytinlik ve köy yok olmuş, insanlar doğdukları ve büyüdükleri topraklardan kopmak zorunda kalmıştır. Bölge halkı artık böyle travmaları yaşamamak için birçok yerde doğalarına dokunulmaması için eylem yapmaktadır. Kamu yararı düşünülüyorsa bu çığlıklara kulak verilmelidir” çağrısında bulunuldu.

Doğa talanının ve ekolojik krizin sorumlusu

“Yaşadığımız doğa talanlarının ve ekolojik krizin sorumlusu, daha çok kar ve sermaye birikimi için hükümetlerin desteği ile doğayı, havayı ve suyu, insan emeğini meta olarak gören ve talan eden sistemdir” denilen açıklamada şunlara yer verildi:

“Sanayi devriminden beri, ama özellikle son 20-30 yıldır ormanlar, tarım alanları, zeytinlikler, meralar, sulak alanlar şirketler tarafından tahrip edilmekte, balık stokları azalmakta, dünyanın ısınmasına neden olan gazlar atmosfere karışmaktadır. Bunların sonucunda da, türler doğal hızlarından bin kat daha hızlı bir şekilde yok olmaktadır.”

‘Enerji, tümüyle yenilenebilir enerji kaynaklarından oluşturulmalı’

Milas-Akbelen’de yaşananların dünyada ve Türkiye’nin değişik bölgelerinde yaşanan doğa talanlarının tipik bir örneği olduğuna değinilerek açıklamada şu ifadeler kullanıldı:

“Toraks Derneği, kalkınmanın sadece ekonomik büyümeyi değil, insanların ve doğanın ahenkli bir şekilde birbirlerini besleyerek, biyoçeşitliliği, çeşitlilik içinde birliği ve aynı zamanda yaşam niteliğini yükseltmeyi hedeflemesi gerektiğini savunmaktadır. Bu nedenle Toraks Derneği, herkesin temel insani ihtiyaçlarının, ekonomik ve sosyal güvenliğinin garanti altına alınmasının; kullanılacak teknolojilerin doğayla uyumlu olduğu kadar merkezi ve bürokratik bir yönetsel aygıtı gerektirmeyecek biçimde, yurttaşlarca kolayca denetlenebilecek eko-teknolojiler olmasının, enerjinin ise ekolojik evrimi zenginleştirecek biçimde tümüyle yenilenebilir enerji kaynaklarından oluşturulması gerektiğinin önemini vurgulamaktadır.”

‘Sürdürülebilir kalkınma yerine sürdürülebilir bir gelecek ve yaşam’

Son olarak ulusal akciğer sağlığını geliştirmeyi amaçlayan bir uzmanlık derneği olarak, hava kirliliği başta olmak üzere yaşanan tüm ekolojik sorunların çözüm noktasının “sürdürülebilir kalkınma” bakış açısının yerini “sürdürülebilir bir gelecek ve yaşam”ın almasından geçtiğine değinen ve böylesi bir değişimin gerekliliğini savunan Toraks Derneği tarafından yapılan açıklamada şu sözlere yer verildi:

“Bu değişimi sorunun kaynağı olan devletlerden ya da şirketlerden bekleyemeyiz. Bizler, insan sağlığını, doğayı, çevre sağlığını savunanlar, bu konuda doğru adımların atılması için birlik olmalı, ısrarla taleplerimizi duyurmalı, İkizköy’deki gibi doğaya karşı saldırılarda hep birlikte temiz hava soluma, sağlıklı bir çevrede yaşama haklarımızı savunmalı ve elde etmek için mücadelemizi sürdürmeliyiz. Haklı davalarında Milas- İkizköy halkının ve aynı durumda olan tüm köylülerimizin yanında olduğumuzu tüm kamuoyuna duyururuz.”

Ne olmuştu?

31 Mart Perşembe günü İkizköy Işıkdere’de yönetmelik değişikliğine dayanarak zeytin ağaçları yerinden sökülmeye başlandı ve haberi alan yöre halkı ağaçlara koştu. Halkın çabasıyla zeytin ağaçları yerlerine koyuldu. Ancak kolluk kuvvetleri zeytinlikleri korumaya çalışan iki kişiyi gözaltına aldı.

Yaşanan süreç hakkında İkizköy Çevre Komitesi ve Karadam Karacahisar Mahalleleri Doğayı Doğal Hayatı Koruma Güzelleştirme ve Dayanışma Derneği (KARDOK) tarafından bir açıklama yapıldı. Açıklamada şu ifadelere yer verildi:

“Bize bir gözdağı gibi Akbelen Ormanı davamızın olduğu sabah yürürlüğe sokulan yönetmelik kanuna ve anayasaya aykırıdır. Uygulamasını durdurun! Hükümet yetkililerine sesleniyoruz; işiniz bu ülkeyi evrensel hukuk ilkelerine, insan haklarına ve Anayasaya göre yönetmektir. Şirketlerin pervasızca doğa katliamı yaparak kârlarına kâr katmasına hizmet etmek dışında bir işlevi olmayan kanun ve yönetmelikler çıkarmaktan, bunu kolluk güçlerinin zoruyla uygulamaya koymaktan vazgeçin. Bir avuç zengin daha zengin olacak diye kadim zeytinlikleri, zeytin ağaçlarını, ormanlarımızı, vadilerimizi, denizlerimizi talana açtığınız yeter. Yarattığınız ekonomik krizde belki tek dayanağımız olan zeytinlerimizi bir avuç kömüre vermeyeceğiz. Mücadelemiz hem hukuk ve demokrasi hem yaşam ve doğa mücadelesidir. Vazgeçmeyeceğiz. Ne zeytinliklerimizi ne Akbelen Ormanı’nı vermeyeceğiz.”

Hukukçuların, Tarım ve Orman Sendikasının açıklamaları yönetmelik hükmünün Anayasa,  3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerin Aşılanması Hakkındaki Kanun, 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu, 3194 sayılı İmar Kanunu ve konuyla ilgili yönetmeliklere aykırı olduğunu ortaya koydu.

TBB: Mesleğimiz tehdit altında, Avukatlar Günü’nü kutla(ya)mıyoruz

Türkiye Barolar Birliği (TBB) 5 Nisan Avukatlar Günü’nü “kutla(ya)mıyoruz” diyerek karşılaştıkları sorunlara dikkat çekip çözümleri sıraladı. TBB tarafından yapılan açıklamada, yargı bağımsızlığına, avukatlara yönelik şiddete, insan onuruna yakışmayan avukatlık ücretlerine ve adalete erişimin önündeki engellere değinildi.

“Hiçbir avukatı yalnız, hiçbir vatandaşı savunmasız bırakmayacağız” sözlerinin yer aldığı TBB açıklamasında yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının sağlanmamasının yargıya güven ve hukuka inancı azalttığına ve avukatlık mesleğinin itibarını zayıflattığına dikkat çekilerek şu ifadeler kullanıldı:

“Yargı bağımsızlığını, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunacağız. Avukatlık mesleğinin itibarını kimseye teslim etmeyeceğiz.”

‘Şiddet karşısında avukatları yalnız bırakmayacağız’

Avukata yönelik şiddete de değinilen açıklamada “Avukata yönelik şiddet mesleğimizi icra ettiğimiz mekânların sınırlarını aşarak meslek grubumuzu hedef haline getiren ve can alan, ülke çapına yayılmış bir şiddet türü haline geldi” denildi. Açıklamada şu sözler dile getirildi:

“Avukata yönelik şiddeti ne olursa olsun durduracağız. Meslektaşlarımızı ekonomik, sosyal ve psikolojik şiddet karşısında yalnız bırakmayacağız.”

‘İnsan onuruna yaraşır bir ücret’

Avukatlık ücretlerine ilişkin olarak ise ücretlerin insan onuruna yaraşır şekilde, avukatın sarf ettiği emeğin ve üstlendiği sorumluluğu karşılamadığına değinilerek şu ifadeler kullanıldı:

“Ücret tarifelerinde olması gereken artışları, ödemelerin zamanında yapılmasını sağlayacağız.”

Kamu avukatları, ek gösterge ve hukuk fakültesi kontenjanları

Kamu avukatlarının ek gösterge, mobbing ve mesleki bağımsızlıklarının korunması sorununun hala çözülmediğine değinilen açıklamada, “Baroları kamu avukatlarının meslek örgütü haline getirecek, sorunları çözeceğiz” denildi. Hukuk fakültesi kontenjanlarına ilişkin olarak ise şu ifadelere yer verildi:

“Hukuk fakültesi kontenjan ve sayılarının ihtiyaç durumu gözetilmeden ve barolara danışılmadan artırılması, avukatlık mesleğinde nitelik kaybına sebep oluyor. Üniversite giriş sınavında hukuk fakültesi barajının yükseltilmesini sağlayarak meslekteki niteliksizleşmenin önüne geçeceğiz.”

Bağlı çalışan avukatlar ve stajyer avukatların çalışma koşulları

Bağlı çalışan avukatların ücret ve özlük haklarının kanuni bir statüye; stajyer avukatların eşit nitelikteki diğer hukuk mesleklerinin stajyerleri ile eşit koşullara sahip olmadığına dikkat çekilen açıklamada şunlar aktarıldı:

“Bağlı çalışan avukatların emek mücadelesini sahipleneceğiz. Stajyer avukatların önündeki kanuni engellerin kaldırılmasını sağlayacağız.”

Adalete erişim önünde avukatlar ve yurttaşlar için ekonomiye, mekâna ve zamana dayalı engeller bulunduğuna da değinilen açıklamada “Adalete erişimin önündeki engelleri kaldırmak için yetkili makamlarla kurulacak kesintisiz iş birliği ile çözümleri birlikte hayata geçireceğiz” denildi. Son olarak açıklamada Çoklu Baro Kanunu ile meslek örgütlerinin bölündüğü belirtilerek baroların TBB’de birleştirileceği ifade edildi.

Çocukların dörtte biri düşük kilolu, yarısından fazlası kansızlık çekiyor

Türk Aile Hekimleri Dergisi’nde yayımlanan çalışmada her dört çocuktan birinin kilosunun çok düşük olduğu belirlendi.

İlkokul, ortaokul ve lise çağında olan 6-19 yaş arası 536 oğlan ve 513 kız çocuğunun obezite, hipertansiyon ve kansızlığa ilişkin değerlerine bakılarak yapılan araştırmada bu bin 49 çocuktan dörtte birinin çok düşük kilolu olduğu belirlendi. Lise öğrencilerinin zayıf olma oranı yüzde 13,2 iken bu oran ilkokulda yüzde 14,9’a, ortaokulda ise yüzde 19,8’e yükseliyor.

Bu çocukların aynı zamanda potansiyel kalp hastası olduğuna da vurgu yapılan çalışmada, özellikle kız çocuklarının tamamına yakınının kansızlıkla mücadele ettiği, büyüme ve gelişme sorunları yaşadığı saptandı.

BirGün’den Hüseyin Şimşek‘in haberine göre, söz konusu araştırma, üç hekim tarafından bir aile sağlığı merkezinde gerçekleştirildi.

Kız çocuklarının yüzde 85’inin, oğlan çocuklarının ise yüzde 68’inin kansızlık yaşadığı belirlenirken, Avrupa’da bu oranın yalnızca yüzde 18 olduğunun altı çizildi.

Kız çocuklarındaki kansızlık sorununun yol açabileceği sorunlara işaret eden hekimler, “Kız çocuklarının yüksek kansızlık düzeyi, üreme çağına geldiklerinde yaşanma olasılığı artacak anne ve çocuk sağlığı sorunlarının habercisi” diyor.

Beslenmede yaşanan sorunların bu sonuca etki ettiğini belirten hekimler, çözüm için şu değerlendirmeyi yaptı:

“Okul çağı periyodik sağlık taramaları sonuçları, sağlıklı nesiller yetiştirilmesi için ulusal sağlık politikalarına yol göstericidir. Çocuklarda artmış oranda saptanan hipertansiyon, anemi ve düşük kilo sıklığı, yetişkin hayatta devam edecek halk sağlığı sorunlarına işaret etmektedir. Okul ortamında ve okulda geçirilen süre içerisinde uygulanacak sağlıklı okul destekli beslenme, kas ve dolaşım sistemini güçlendirecek fiziksel aktivite içerikli ders programlarına ihtiyaç olduğunu göstermektedir.”

Türkiye’de ev içi emek: Çalışan kadınların dokuz saati ev işiyle geçiyor

Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği pandemi sürecinde ev içi yaşamda gerçekleşen değişimleri verilerle ortaya koydu.

Çalışma, Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği için 18 yaş ve üzeri Türkiye nüfusunun koronavirüs pademisi sırasında ev içi işler, evde bakım, çalışma pratikleri ve zaman kullanımlarını anlamak, pandemi öncesi ve pandeminin farklı dönemlerindeki farklılaşmaları incelemek amacı ile KONDA Araştırma ve Danışmanlık A.Ş. tarafından hazırlandı.

Araştırmada pandemi sürecinde çalışma sürelerinin değişikliği, kadınların ev içindeki emeği, genç ve yaşlı nüfusun internet ve televizyonla geçirdiği süre, geçim kaynağı, sigortasız çalışanlar ve bölgelere göre çalışma şekilleri gibi parametrelere yer verildi. Araştırma sonuçları kadınların ev içi emekte erkeklerden daha çok vakit kaybettiğini ortaya koydu. Araştırmanın bulguları şöyle:

Ev işleri ve bakıma muhtaç bireylerin bakımından genel olarak kadınlar sorumlu

  • Kadınların yüzde 67’si ev işlerini tek başına yaparken evli kadınların yüzde 75’i ev işlerini tek başına yapıyor. Bakıma muhtaç bireylerin bakımından da genellikle kadınlar sorumlu. Hanedeki bebek bakımını tek başına yapanların yüzde 93’ü, engelli, hasta, yaşlı bireylerin bakımı tek başına yapanların ise yüzde 73’ü kadın.

Ev işleri, eğitim ve işe toplam altı, televizyon ve internete dört buçuk saat ayrılıyor

  • Gün içinde zorunlu işlere ayrılan zaman, televizyon ve internete ayrılan zamandan biraz fazla. Ev işleri, eğitim ve işe toplamda altı saat ayrılırken, internet ve televizyona toplamda dört buçuk saat zaman ayrılıyor.
  • Erkeklerin bir günde iş ve işlerine ayırdığı zaman toplamda yaklaşık beş buçuk saat, kadınlarda ise bu süre beş saat. Erkekler ev işlerine bir günde yarım saat zaman ayırırken kadınların yaklaşık üç buçuk saati ev işleriyle geçiyor.

Yaşlılar televizyonla gençler internetle daha çok zaman geçiriyor

  • Televizyon ve internete ayrılan zamanlarda gençler ve yaşlılar arasında büyük bir fark mevcut. Gençler daha çok internetle yaşlılar ise televizyonla zaman geçirmeyi tercih ediyor. 18-32 yaş arasındakiler bir günde yaklaşık olarak 3 saatlerini internette geçirirken 49 yaş ve üzeri dört saatini televizyon izleyerek geçiriyor.

Metropolde yaşayanlar daha çok uyuyor ve daha çok çalışıyor

  • Metropolde yaşayanlar günde yaklaşık sekiz saat, kentte yaşayanlar yedi buçuk saat, kırda yaşayanlar ise yedi saat uyuyor. Kırda yaşayanlar güne daha erken başlayıp günü daha erken bitiriyor.

Çalışan kadınların dokuz saati ev işi ve iş ile geçiyor.

  • Ev işi ve işe ayrılan toplam sürede çalışan kadınların yükü oldukça fazla. Çalışan kadınların bir gününün dokuz saati ev işleri ve iş ile geçiyor. Ev kadınlarının ise dört buçuk saati ev işi ile geçiyor.

Evdeki iş yükü en fazla olan küme ev kadınları

  • Kadınlar erkeklere göre ev işlerinden daha çok sorumluyken tüm kümeler arasında ev işleri, yaşlı, engelli, hasta, bebek bakımı konusunda en çok yükü olan ve bu işler dolasıyla iş yükü konusunda en çok zorlanan küme ev kadınları.
  • Kadın ve erkeklerin pandemide daha çok yaptıkları aktivite ve işlere bakıldığında ise erkekler kadınlara göre tadilat/ tamirat ve bağ bahçe işleriyle daha çok ilgilenmiş ve işe daha çok gitmiş.
  • Kadınların daha fazla yaptığı şeyler ise ev işleri. Pandemide kadınların yüzde 75’i daha çok temizlik, yüzde 74’ü daha çok yemek yapmış. Erkekler arasında bu oranlar sırasıyla yüzde 22 ve yüzde 19.
  • Bunun yanında kadınların çamaşır, bulaşık ve bebek bakımı ile de erkeklerden daha çok ilgilendiğini ve bu farkın çok büyük olduğu görülüyor.

Toplumun yüzde 54’ü şu anda çalışmıyor

  • Toplumda işgücüne dahil olanlar toplumun yarısından daha az. Şu anda toplumun yüzde 54’ü çalışmıyor.
  • Çalışanların yüzde 85’e yakını ofise, fabrikaya veya işyerine gidiyor.
  • Pandemi döneminde evde çalışma veya dönüşümlü olarak ev ve işyerinde çalışma sistemine geçenler sayısı artmıştı. Şu anda ise toplumun yüzde 85 gibi önemli bir bölümü çalışmak için ofise/fabrikaya/ işyerine gidiyor.
  • Hanenin geçimi genellikle hanedekilerin maaşı ile sağlanıyor.
  • ‘‘Evinizin geçimini hangileriyle sağlıyorsunuz’’ şeklindeki soruya verilen cevaplar neticesinde toplumdaki her dört haneden üçünün geçiminin hanede çalışanların maaşları ile sağlandığı tespit edildi.

Araştırma nasıl hazırlandı?

Araştırmada hane büyüklüğü ve karakteristiği, hane içi ilişkiler ve iş paylaşımı, hanede yaşayan ve bakım ihtiyacı olan bireylerin durumu ve bakımı, pandemide hane içi ilişkiler ve çalışma pratikleri, uzaktan çalışma ve uzaktan eğitim pratikleri ve bu konularda yaşanan zorluklar ile zaman kullanımında demografik farklılaşmalara yer verildi.

Araştırmanın saha çalışmasının 22 – 24 Ekim 2021 tarihlerinde Türkiye’deki 18 yaş üstü yetişkin nüfusun, saha çalışmasının yapıldığı günlerdeki algı, pratik, tercih ve profillerini yansıttığı belirtildi. Araştırma kapsamında 32 ilin merkez dahil 99 ilçesine bağlı 145 mahalle ve köyünde 2 bin 523 kişiyle hanelerinde yüz yüze görüşüldü.

Araştırma bulguları Dataritim İnteraktif Veri Medyası tarafından görselleştirilerek interaktif panolar hâlinde kullanıcılara sunuldu.

İnteraktif panoları kullanarak bulguları inceleyebilirsiniz. Panolarda bulunan grafikler birbirleriyle ilişkilendirildi. Araştırma sonuçlarını panolarda verilen değişkenler ile filtreleyerek görüntüleyebilirsiniz.

UKOME’de ulaşım zammı ikinci kez reddedildi: Esnafı batırmaya yönelik bir karar

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Ulaşım Koordinasyon Merkezi’nin (UKOME) dün gerçekleşene olağanüstü toplantısında, elektronik bilet, taksi, taksi dolmuş ve minibüs ücretlerine yüzde 50, servis ücretlerine yüzde 40 zam teklifi, ikinci kez oy çokluğuyla reddedildi.

Kararın alınmasının ardından toplantıda bulunan esnaf temsilcileri, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı 1. Bölge Müdürü ve UKOME Üyesi temsilcisi Serdar Yücel’e sert tepki gösterdi.

Bir esnaf, toplantı çıkışında, “Bürokrat dediğin halkı kucaklar. Türkiye‘de enflasyonun değil yüzde 50 yüzde 300 olduğu yerde bu toplantının böyle bitmesi yanlış. Hiçbiriniz toplu taşımaya binmeyen insanlarsınız. Yazık değil mi İBB’ye, İBB’nin ne suçu var?” sözleriyle çıkıştı.

Toplantıda esnaf karara tepki gösterirken İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu da şu mesajı paylaştı:

“İETT’yi, metroyu, deniz ulaşımını, taksi, dolmuş ve otobüs esnafımızı batırmaya yönelik kararlara imza atanları kınıyorum. Bu noktadan sonra İstanbul’da toplu taşımada yaşanacak her türlü sorunun müsebbibi, vicdanını siyasete teslim etmiş malum UKOME üyeleri ve kurumlarıdır.”

UKOME kararına ilişkin Bakanlıktan yapılan yazılı açıklamada yer alan “kamu yararına aykırı olarak yüzde 50 oranında fahiş zam yapılması teklif edilmiştir” ifadesine tepkiler geldi. Esnaf, mazotun yalnızca üç ayda iki katı fiyatına çıktığını hatırlattı.

Akaryakıt ve enerji fiyatlarında art arda gelen zamların ardından taşımacılık meslek örgütleri, ulaşım fiyatlarında yüzde 100’e kadar zam talep ediyordu.

Geçen ay yapılan ilk toplantının ardından ikinci UKOME toplantısı öncesi İBB yetkilileri, ulaşım esnafıyla bir araya gelmiş, esnaf tekerlek dönüremediğini, kontak kapatma noktasında olduğunu belirtmişti.

Toplantının ardından konuşan İBB Ulaşım Dairesi Başkanı Utku Cihan şunları söylemişti:

“Esnafımızın söylediği şekliyle yüzde 50 civarında bir ücret artışının yapılması gerektiği, yoksa ulaşım sisteminin maalesef hem esnaf tarafında hem İBB işletmeleri tarafında devam etmesinin mümkün olmadığı üzerinde konuşuldu.

Biz bu hesaplamayı akaryakıt artışını, asgari ücreti, enflasyonu yansıtarak bir hesaplama yöntemiyle belirliyoruz. Bu hesaplama yöntemiyle şu anda yüzde 57 civarında bir ücret artışına ihtiyaç var. Yüzde 50 teklifiyle UKOME’ye gideceğiz.”

Turyol, deniz yoluyla toplu ulaşım biletlerine yüzde 70 zam gelmezse seferleri durdurmak zorunda kalacaklarını, İstanbul Minibüsçüler Esnaf Odası Başkanı Emin Alagöz, akaryakıt zamlarından dolayı birçok minibüsün çalışmadığını belirtmiş; İstanbul Odalar Birliği Başkan Vekili Engin Türkmen “Bu zam talebinden dolayı İstanbul halkıdan özür diliyoruz ancak tekerleğin dönmesi için yüzde 65 zam almamız gerekiyor” demişti.

Faturasını ödeyemezse ne yapacak devlet, İstanbul metrosunun elektriğini mi kesecek?

İmamoğlu, konuya ilişkin bu sabah yaptığı bir açıklamasında, artan mazot fiyatlarının İBB’ye yüklendiğinin altını çizerek, “Üç ayda mazot 11 liradan 22 liraya çıktı. Bir bilet kesildiğinde  3.5 lirasını vatandaş ödüyorsa, 9 lirasını İBB ödüyor. Bu sürdürülemez” dedi.

Metronun elektrikle çalıştığını hatırlatarak, “Metronun 500 milyon liralık elektrik fiyaturası 3 katı artarak 1.5 milyara çıktı, ne fahiş zammı?” dedi.

İmamoğlu, karar şu sözlerle tepki gösterdi:

İETT sübvanse edilebiliyor, kanun böyle çıkarılmışMetro A.Ş‘nin durumu daha vahim, çünkü sübvanse de edliemiyor, para aktaramıyoruz. Ancak Meclis kararıyla bunu yapabiliyorsunuz, bu talebimiz için dört ay bekletip istediğimizin altında düşük bir rakam verdiler. 

Metro, elektrik faturasını ödemiyoruz dese, ne yapacak devlet, elektriğini mi kesecek İstanbul metrosunun? Bizden ÖTV almayın, vergilerimizi indirin, biz de zam yapmayalım vatandaşa’ talebiyle gittiler. Kılları kıpırdamadı. Akıl, benden olmayan bertaraf olsun aklı.”

İstanbul’da ulaşıma üç ay sonra ikinci zam yolda: Yüzde 50’den az olmayacak

Hande Buse Şeker davası 19 Eylül’e ertelendi

Hande Buse Şeker‘i öldüren polis Volkan Hicret‘in yargılandığı davanın üçüncü duruşması dün İzmir 4. Ağır Ceza Mahkemesi‘nde görüldü.

kaosGL.org’dan Aslı Alpar’ın aktardığına göre; duruşmaya, katılanlar vekili olarak Avukat Mahmut Şeren ve Avukat Kerem Dikmen, tutuklu sanık ve sanığın avukatı katıldı. Duruşma Adli Tıp’tan beklenen rapor ve Emniyet’e yazılan müzekkerenin sonuçlanmaması nedeniyle 19 Eylül Pazartesi, saat 09:40’a ertelendi.

Avukat Kerem Dikmen duruşmaya ilişkin olarak şöyle konuştu:

“Duruşmada tutuklu yargılanan sanığın yaraladığı mağdurun yüzündeki izlerin kalıcı olduğuna dair Adli Tıp Raporu talep edildi. Sanık tutuklu yargılanmaya devam edecek.”

Ne olmuştu?

İzmir’de yaşayan seks işçisi trans kadın Hande Buse Şeker 9 0cak 2019’da evinde öldürüldü. Polis memuru Volkan Hicret, İzmir Alsancak’taki evinde Şeker’i öldürdü, gasp etti, cinsel saldırıda bulundu ve evdeki arkadaşını ise yaraladı.

Katil polis Volkan Hicret hakkında İzmir 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı.  KaosGL.org’un derlemesiyle davadan sonra yaşananlar:   

 Genç LGBTİ+ Derneği, İzmir Alsancak’ta trans kadın Hande Buse Şeker’in öldürülmesinin ardından eylem yaptı. Derneğin çağrısıyla 10 Ocak 2019’da Türkan Saylan Kültür Merkezi önünde bir araya gelen transfobi karşıtları “Trans cinayetleri politiktir” dedi.

Hande Buse Şeker, 14 Ocak’ta İstanbul’da da anıldı. Kadıköy Süreyya Operası önünde yapılan anmada, 43 LGBTİ+ ve kadın örgütünün imzasını taşıyan basın açıklaması okundu.

İzmir Barosu LGBTİ+ Hakları Komisyonu, Hande Buse Şeker’in bir polis memuru tarafından öldürülmesinin ardından açıklama yayınladı. Komisyon, “Avukatlık görevimizi nefret cinayetlerinin son bulması adına yapmaya devam edeceğiz” diyerek sürecin takipçisi olduğunu duyurdu.

Ankara Barosu LGBTİQ+ Hakları Merkezi, de açıklama yayınladı. Merkez, “Hande Şeker’in katili yargı önünde hesap vermelidir” diyerek sürecin takipçisi olacağını duyurdu.

Ankara Tabip Odası Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Komisyonu ile LGBTİQ Çalışma GrubuSağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) Ankara Şube Yönetim Kurulu ve İzmir Müzisyenler Derneği yaptıkları açıklamalarla cinayeti kınadı ve nefret cinayetlerine karşı dayanışma çağrısı yaptı.

Hande Buse Şeker cinayeti Meclis gündemine de taşındı. Halkların Demokratik Partisi (HDP) İzmir milletvekili Serpil Kemalbay, LGBTİ+’lara yönelik artan hak ihlalleri ile ilgili İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun yanıtlaması istemiyle soru önergesi verdi. Soru önergesinde, Türkiye’nin de katılımcısı olduğu Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’na göre nefret suçu tanımına yer veren Kemalbay, 9 Ocak günü İzmir’de trans kadın Hande Şeker’in polis memuru tarafından öldürüldüğünü hatırlattı.

Davanın ilk duruşması 21 Haziran saat 10:00’da başladı. İzmir Barosu, İnsan Hakları Derneği, Cinsel Şiddete Karşı Hukuki Yardım Derneği ve Genç LGBTİ+ Derneği’nin davaya müdahil olma talebi, sanığın “Doğrudan mağdur olmadıkları” gerekçesiyle reddedildi.

İzmir’de trans kadın Hande Şeker’i öldüren polis memuru Volkan H. hakkında kasten öldürme, silahlı yağma, kişinin hatırasına hakaret ve nitelikli cinsel saldırı suçlarından açılan davanın ikinci duruşması 13 Eylül’de görüldü. Bir önceki duruşmada kapalılık kararı verilen dosyanın ikinci duruşmasında olay yeri görüntüleri incelendi. Sanığın savunması ve tanık beyanı alındı. Mahkemenin kapalılık kararı verme gerekçesinin savunma alınması ve olay yeri videolarının izlenmesi ile ortadan kalktığını düşünen avukatlar kapalılık kararının kaldırılması talebinde bulunduysa da talep reddedildi. 

26 Kasım 2020’de görülen karar duruşmasında Hande Buse Şeker’in öldüren polis memuru Volkan Hicret’e, müebbet ve 41 yıl hapis cezası verildi. Sanık polis memuru Volkan Hicret’e, kasten öldürme suçundan müebbet, nitelikli cinsel saldırı suçundan 21 yıl, nitelikli yağma suçundan 3 kez 5 yıl 6 ay, yaralama suçundan 2 kez 9 ay, kişinin hatırasına hakaret suçundan 2 yıl hapis cezası verildi.

 Davanın avukatlarından Kaos GL Hukuk Koordinatörü Kerem Dikmen, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası talep ettiklerini ancak müebbet hapis cezası verildiğini söyledi.

Şeker’in avukatlarından Genç LGBTİ+ Hukuk Alan Koordinatörü Mahmut Şeren ise haksız tahrik ve iyi hal indirimlerinin uygulanmamış olmasının trans kadınları hedef alan nefret cinayetleri açısından önemli olduğunu ifade etti.

IPCC 3’üncü Çalışma Grubu’nun raporu açıklandı: 1.5C sınırı için ‘fırsat penceresi’ kapanmak üzere

Hükümetlerarası İklim Paneli‘nin (IPCC) 56. Oturumu, Çalışma Grubu III’ün Altıncı Değerlendirme Döngüsü (AR6) Politika Yapıcılar için Özeti’ni  onayladı.

Uzmanlar ve hükümetler yetkililerinden yaklaşık 60.000 yorum verilen ve 278 yazar tarafından sonuçlandırılıp onaylanan raporda 59.000’den fazla bilimsel makaleye atıfta bulunuldu. Bu rapor, IPCC’nin AR5’inin 2014’te yayınlanmasında bu yana ısınmayı 1,5°C ile nasıl sınırlayabileceğimize dair en kapsamlı vizyonu ve 2018’de dönüm noktası olan 1,5°C Özel Raporu (SR1.5) ve nasıl yapılacağına dair en yetkili değerlendirmeyi sunuyor.

Mevcut emisyon eğilimlerini, gelecekteki ısınmanın öngörülen seviyelerini ve küresel ısınmayı Paris Anlaşması hedefleri doğrultusunda 2100 yılına kadar 1,5°C ile sınırlamak için düşük karbon ekonomisine nasıl geçileceğini inceleyen WGIII raporunda, mevcut politika taahhütlerine kıyasla enerji, ulaşım, tarım, binalar ve sanayi genelinde sektörel emisyonlardaki eğilimler dikkate alındı ve dönüştürücü sistemlerin nasıl daha güvenli bir iklim ve sürdürülebilir bir ekonomi sağlayabileceğini gösterildi.

Politika Yapıcılar için Özet’in temel bulguları, önceki raporlara kıyasla AR6’daki yenilikler ve uzman görüşleri şöyle:

Ana bulgular ve üst düzey gözlemler

Son IPCC raporu daha güvenli ve daha adil bir gelecek için net ve umut verici bir vizyon sunuyor. Buna göre, değişim için katalizör niteliği taşıyan kentlerin, politikaların talep yönlü davranış değişikliğini teşvik etmesiyle temel olarak yenilenebilir enerji kaynaklarıyla desteklenen ekonomik ve ulaşılabilir elektrikli bir dünya resmi çiziliyor. Söz konusu projeksiyonda yenilenebilir enerji kaynakları enerji güvenliğini sağlamaya yardımcı oluyor ve iklim politikaları, sürdürülebilir kalkınma ile uyumlu ve daha fazla biyolojik çeşitlilik kaybına karşı koruma ihtiyacının farkında olarak hızlı ve dikkatlice bir şekilde yürürlüğe giriyor.

Ancak rapor aynı zamanda, değişimin önündeki birçok engelle birlikte ana patikadan uzaklaşıldığını  da açıkça ortaya koyuyor.  Buna göre de alışılagelmiş iş yapış şekilleri, zararlı arazi yönetimi, fosil yakıt sübvansiyonları, maden çıkarma ve kömür, petrol ve doğal gaz altyapısının sürekli genişlemesi, toplumun umutsuzca ihtiyaç duyduğu iyi planlanmış ve geniş ölçekli dönüşümü engelliyor. Bu politikaların sürmesi halinde 3°C’lik ısınmanın gerçekleşeceği bir  yolda olduğumuzu kaydeden IPCC WGII’nin geçen ay yayınlanan iklim etkilerine ilişkin raporu da ısınma miktarının yıkıcı olacağını gösteriyor: .

  • Bilim adamları, ısınmayı 2100 yılına kadar 1,5°C ile sınırlamak için kısa ve hızla kapanan bir fırsat penceresi olduğundan eminler (1,5°C sınırını aşmadan)
  • Mevcut fosil yakıt altyapısı, kalan karbon bütçesini tek başına tüketebilir (ısınmayı 1,5°C ile sınırlamak için kalan 510GtCO2bütçesine kıyasla 660GtCO2emisyona neden olur).
  • 1.5°C hedefine ulaşmak için, dünyanın yıllık CO2emisyonlarını 2030’a kadar %48 azaltması ve 2050’de net sıfıra ulaşması, metan emisyonlarını 2030’a kadar üçte bir oranında azaltması ve 2050’ye kadar neredeyse yarıya indirmesi gerekiyor.

  • Bu, tüm enerji sisteminde dönüştürücü ve uzun süreli bir değişim gerektiriyor;  fosil yakıt kullanımında büyük azalmalar, esas olarak yenilenebilir enerji kaynaklarıyla çalışan bir elektrik sistemi ve yaygın elektrifikasyon ile sağlanabilir.
  • Kömür, petrol ve doğal gaz kullanımının (karbon tutma ve depolama (CCS) olmadan) 2050’ye kadar sırasıyla %100, %60 ve %70 oranında azaltılmasıyla, ısınmayı başarılı bir şekilde 1,5°C ile sınırlandırılabilir.
  • Mevcut Ulusal Katkı Beyanları (NDC’ler) 1,5°C’lik ısınma eşiğini aşacaktır ve bu da bizi 2100 yılına kadar 2,8°C’lik ısınmaya doğru bir yola sokar.

Sera gazı emisyonlarının mevcut eğilimi

2018 yılında IPCC 1.5 raporunda ortaya konan net uyarılardan bu yana emisyonlar her sektörde yükselmeye devam etti. Fosil yakıtlardan enerji üretimi ve sanayiden kaynaklanan emisyonlar, pandemi sırasında geçici olarak düştü, ancak 2020’nin sonunda rekor seviyelere yükseldi:

  • İnsan kaynaklı iklim değişikliği, sürdürülemez enerji kullanımı, arazi kullanımı ve arazi kullanımı değişikliği ile tüketim ve üretim kalıplarından kaynaklanan, yüzyıldan fazla süren sera gazı emisyonlarının bir sonucudur. (D.1.1)
  • 2010-2019, insanlık tarihindeki ortalama on yıllık emisyonlardaki en yüksek artışı gördü. Ortalama olarak, o dönem boyunca yılda 56GtCO2eq emisyona neden olduk. (B.1.1)
  • İnsan kaynaklı sera gazı emisyonları 2019’da 59 GtCO2eq’ye ulaştı, bu 1990’dan bu yana en yüksek seviye. Başta fosil yakıtlar ve sanayi kaynaklı olmakla birlikte, emisyonlar tüm sektörlerde arttı. İnsan kaynaklı emisyonların yaklaşık %34’ü enerji tedarik sektöründen, %24’ü sanayiden, %22’si tarım, ormancılık ve arazi kullanımından, %15’i ulaşımdan ve %6’sı binalardan kaynaklandı. (Şekil SPM1, B.1.2, B.2, B.2.1)
  • Küresel ekonominin karbon yoğunluğu biraz azaldı, ancak bu eğilim sanayi, enerji arzı, ulaşım, tarım ve binalardan kaynaklanan artan emisyonlarla maskeleniyor. (B.2)
  • Acil, etkili ve adil bir sera gazı azaltım eylemi olmaksızın, iklim değişikliği dünya genelindeki insanların sağlığını ve geçim kaynaklarını, ekosistem sağlığını ve biyolojik çeşitliliği giderek daha fazla tehdit edecek. (D.1.1)

Zengin ülkeler orantısız bir şekilde yüksek emisyonlara neden oluyor

Dünyanın zengin ülkeleri en yüksek emisyona neden oluyor. En az emisyon salan ülkeler, iklim etkilerine karşı en savunmasız olmaya devam ediyor:

  • Kuzey Amerika, Avrupa, Avustralya, Japonya ve Yeni Zelanda 2019’da dünya nüfusunun %22’sine sahipti, ancak 1850-2019 arasında tarihsel kümülatif CO2 emisyonlarının %43’üne neden oldu. Afrika ve Güney Asya, 2019’da küresel nüfusun %61’ine sahipti, ancak yalnızca %11’inden sorumlu. (Şekil SPM2)
  • 2019 yılında en az gelişmiş ülkelerin (LDC’ler) küresel sera gazı emisyonlarından yalnızca %3,3’ünden ve gelişmekte olan küçük ada devletlerinin (SIDS) yalnızca %0,6’sından sorumlu olduğu tahmin edilmektedir. (B.3.1, Dipnot 18)
  • Kişi başına emisyonlara göre hanelerin ilk %10’u (zenginlik anlamında gösterge olarak ele alınır), küresel tüketime dayalı hane halkı sera gazı emisyonlarının %34-45’ine katkıda bulunuyor. Alt %50’de kişi başına emisyona sahip olanların katkısı ise sadece %13-15. (B.3.4, Dipnot 22)
  • Yüksek sosyo-ekonomik statüye sahip bireyler, emisyonlara orantısız bir şekilde neden oluyor ve bu kişiler emisyonlarını azaltmak için en yüksek potansiyele sahip. (C.10.2).
İklim plan ve politikalarının mevcut seviyeleri dünya için ne anlama geliyor?

AR5 WGIII raporu, Paris Anlaşması‘nın COP21‘de onaylanmasından bir yıl önce, 2014’te yayınlanmıştı. O zamandan beri, iklim değişikliği politikacıların ve medyanın gündemini yükseltti, ancak hala iklim krizinin gerektirdiği düzeyde ilgi ve somut eylemlerden çok uzak:

  • COP26’dan önce açıklanan Ulusal Katkı Beyanları (NDC’ler), muhtemelen 21. yüzyılda 1.5°C’nin aşılması anlamına geliyor. 2030’dan sonra artan bir hedef olmadan, 2100 yılına kadar 2,8°C’lik ısınmaya tanık olabiliriz. (B.6.4, C.1.1)
  • 2020’nin sonuna kadar uygulanan politikalar hızla güçlendirilmedikçe, dünya 2100 yılına kadar 3,2°C’lik ısınma yolunda ilerliyor. (C.1)
  • Emisyonlar artmaya devam ettiği için, ısınmayı 1,5°C ile sınırlama olasılığı, IPCC 1,5 raporunun yayınlandığı yıl olan 2018’e göre daha düşüktür. (C.1.4)
  • Şu anda en az 18 ülke, üretime dayalı sera gazı ve tüketime dayalı CO2 emisyonlarını 10 yıldan uzun bir süredir azaltıyor. (B.3.5)
  • 2020’ye kadar kapsam ve fiyatlar keskin bir azaltım sağlamak için yetersiz olsa da, küresel GHG emisyonlarının %20’sinden fazlası karbon vergileri veya emisyon ticaret sistemlerine dahil edildi. (B.5.2)
  • Şu anda, küresel emisyonların %53’ünü kapsayan 56 ülkede sera gazı azaltımına odaklanan ‘doğrudan’ iklim yasaları var ve iklim davaları artıyor. (B.5.2, E3.3)

Yenilenebilir kaynaklar, piller ve elektrikli araçların son 10 yıldaki performansı

Son on yılda yenilenebilir enerji ve depolama sektöründe, fiyatların herkesin tahmin ettiğinden daha hızlı ve dramatik bir şekilde düşmesiyle bir devrim yaşandı:

  • 2010–2019 arasında, güneş enerjisi (%85), rüzgar enerjisi (%55) ve lityum iyon pillerin (%85) birim maliyetlerinde sürekli düşüşler ve bunların kullanıma girmesinde büyük artışlar oldu – örneğin güneş enerjisi 10 kat ve elektrikli araçlar 100 kat fazla kullanılıyor. (B.4.1)
  • Rüzgar enerjisi, güneş enerjisi ve depolama gibi kilit teknolojilerdeki birim maliyet düşüşleri, 2030 yılına kadar düşük karbonlu enerji sektörü geçişlerinin ekonomik çekiciliğini artırdı. (C.4.2)
  • Bazı bölgelerde ve sektörlerde karbon yoğun sistemlerin bakımı, düşük karbonlu sistemlere geçişten halihazırda daha pahalı. (C.4.2)
  • Fotovoltaikler (PV), karada ve denizde rüzgar, konsantre güneş enerjisi (CSP) artık birçok yerde seviyelendirilmiş enerji maliyetleri konusunda fosil yakıtlarla rekabet ediyor. (Şekil SPM3)
  • Otomobiller, iki ve üç tekerlekli araçlar ve otobüsler de dahil olmak üzere elektrikli araçların maliyetleri düşüyor ve bunların kullanımı hızlanıyor. (C.8.3)

Acil, keskin emisyon kesintileri ve dönüştürücü eylemler gerekiyor

Hükümetleri ve kurumların net sıfır taahhütleri çoğalıyor, ancak 1,5°C’ye giden patikada tutarlı olabilmek için hızlı, kısa vadeli eyleme daha fazla vurgu yapılması gerekiyor. Görevin ölçeği çok geniş ve dönüştürücü nitelikte, ancak halihazırda mevcut olan teknik seçeneklerle mümkün:

  • Limiti aşarak veya aşmadan, 1,5°C hedefine ulaşmak için en geç 2025’ten önce küresel sera gazı emisyonlarının zirveye ulaşması ve düşüşe geçmesi; ve şimdi ile 2050 arasında keskin, hızlı sera gazı emisyonlarının azaltılması bağlamında olması gerekir. (C.1)
  • 1,5°C hedefine ulaşmak, net CO2 emisyonlarını 2030 yılına kadar 2019 seviyelerine kıyasla %48 azaltmak ve 2050’lerin başında net sıfır CO2 emisyonlarına ulaşmak demek. (C.1.2, C.2)
  • Bu aynı zamanda, ısınma eşiğini aşma olasılığını azaltmak ve net negatif CO2 emisyonlarına güvenmekten kaçınmak için 2050 yılına kadar %45 oranında düşmesi gereken, özellikle metan başta olmak üzere diğer GHG emisyonlarında keskin bir azaltım anlamına geliyor. (C.1.2, C.2)
  • Isınmayı 1,5°C ile sınırlamak, tüm sektörlerde acil, keskin ve hızlı sera gazı emisyonlarının azaltımını gerektiriyor.  Tüm enerji sektöründe genel fosil yakıt kullanımında önemli azalma, düşük emisyonlu enerji kaynaklarının yaygınlaştırılması, alternatif enerji taşıyıcılarına geçiş ve enerji verimliliği ve tasarrufu, bunu başarmanın merkezinde yer alıyor. (C.3, C.4)
  • Genel fosil yakıt kullanımını azaltmak için net sıfır CO2 elektrik sistemlerine ve enerji sisteminin yaygın olarak elektrifikasyonuna ihtiyaç olacak. Fosil yakıtların kullanımı, azaltılması zor bazı sektörlerde minimumda kalabilir ve CCS ile birleştiğinde, zor olsa bile tüm sektörlerde net sıfır CO2 emisyonunu mümkün kılar -. (C.4.1, C.5)
  • Bazı hızlı politika kazanımları mevcut. Güneş enerjisi, rüzgar enerjisi, kentsel sistemlerin elektrifikasyonu, kentlerde yeşillendirme, enerji verimliliği, talep tarafı yönetimi, iyileştirilmiş orman ve ürün/otlak yönetimi ve azaltılmış gıda israfı ve kaybının tümü halk tarafından destekleniyor, teknik olarak uygulanabilir ve giderek daha maliyetli hale geliyor. (E.1.1)

  • Bazı ülkeler halihazırda ağırlıklı olarak yenilenebilir kaynaklardan enerji üretiyor. 1.5°C’lik bir gelecekte, 2050 yılına kadar elektriğin neredeyse tamamı sıfır veya düşük karbonlu kaynaklardan sağlanacak. Elektrifikasyon özellikle karayolu taşımacılığı, sanayi, madencilik ve imalatın karbondan arındırılması için çok önemli. Bu enerji güvenliğini de sağlayabilir (C.3.2, C.4.3, C.5, C.5.2, D.1.3)
  • Düşük sera gazı emisyonlu elektrikle çalışan elektrikli araçlar, kara taşımacılığı için en büyük karbonsuzlaştırma potansiyeline sahip. (C.8, C.8.3)
  • Enerji tasarrufu ve verimliliği, enerji sistemi genelinde daha fazla fiziksel, kurumsal ve operasyonel entegrasyonun yanı sıra net sıfırın önemli bir parçası olacaktır. (C.4.1)
  • Talep yönlü önlemler ve son kullanıcı hizmet sunumunun yeni yolları, mevcut politikalarla karşılaştırıldığında, 2050 yılına kadar son kullanım sektörlerinde küresel sera gazı emisyonlarını %40-70 oranında azaltabilir. (C.10, C.10.2)
  • Uzaktan çalışma, dijitalleştirme, tedarik zinciri yönetimi ve akıllı ve paylaşılan mobilite gibi sistemik değişiklikler, kara, hava ve deniz genelinde yolcu ve nakliye hizmetlerine olan talebin azaltılmasına yardımcı olabilir. (C.8.2)
  • Metan emisyonlarının çoğu, fosil yakıtların üretimi ve taşınmasından kaynaklanan kaçak emisyonlardan kaynaklanıyor ve çoğu (%50-80) halihazırda mevcut, uygun maliyetli teknolojilerle önlenebilir. (C.4.5)
1.5°C hedefiyle uyumlu bir patikada fosil yakıtların durumu

Rapor, özellikle petrol ve doğal gaz kullanımının nasıl sınırlandırılması gerektiğine dair tavsiyelerle birlikte 1.5°C’lik bir dünyada fosil yakıt varlıklarının atıl kalacağı yakın vadeli tarihleri ​​açıkça gösteriyor:

  • Mevcut fosil yakıt altyapısı aşamalı olarak sonlandırılmazsa ve bunun yerine her zamanki gibi çalışmaya devam ederse, gelecekteki 660 GtCO2 kümülatif emisyonlar, 1.5°C hedefinin 510GtCO2’lik karbon bütçesini tüketecek. (B.7, B.7.1)
  • Karbonu tutulmamış fosil yakıt altyapısının daha fazla kurulması, sera gazı emisyonlarını kaçınılmaz hale getirecek ve 1.5°C’yi erişilemez hale getirecek. (C.4)
  • Karbon tutma ve depolamanın (CCS) kullanılabileceği senaryolarda, 2050’de küresel kömür, petrol ve doğal gaz kullanımının 2019’a kıyasla yaklaşık %95, %60 ve %45 oranında azalacağı tahmin ediliyor. (C.3.2)
  • CCS olmadan kömür, petrol ve doğal gaz kullanımı, ısınmayı 1,5°C ile sınırlamak için, 2050’de %100, %60 ve %70 oranında daha fazla azaltılmalı. (C.3.2)

  • Bu, önemli miktarda fosil yakıtın yanmadan bırakılması ve dünyanın ısınmayı 2°C ile sınırlandırması durumunda toplam değerinin 1-4 trilyon ABD Doları olacağı tahmin edilen büyük miktarda fosil yakıt altyapısının atıl kalması riski anlamına gelir. Bu miktar 1.5°C ile sınırlandırıldığında daha fazla.(C.4.4)
  • Kömür varlıklarının 2030’dan önce atıl kalma riski ile karşı karşıyayken, petrol ve doğal gaz varlıklarının yüzyılın ortalarına doğru atıl kalması bekleniyor. (C.4.4)
  • Jeolojik depolama mümkün olursa ve CCS yakalama oranları yeni tesisler için %90-95’e ve mevcut tesisler için karşılaştırılabilir bir orana ulaşabilirse, CCS büyük ölçekli fosil bazlı enerji ve endüstriyel kaynaklardan kaynaklanan emisyonları azaltabilir. (C.4.6, B.7.2, Dipnot 37)
  • Ancak CCS’nin uygulanması teknolojik, ekonomik, kurumsal, ekolojik-çevresel ve sosyo-kültürel engellerle karşı karşıya. (C.4.6)

Yenilenebilir enerjiye daha fazla yatırım gerekiyor ve fosil yakıtlara hiç yatırım yapılmamalı

Düşük karbona geçiş için sera gazı azaltım maliyetine ilişkin tahminler, genellikle, kirletici altyapı yatırımlarındaki karşılık gelen maliyet düşüşlerine veya önlenen iklim etkileri ve azaltılmış uyum maliyeti açısından azaltımın faydalarıyla dengelenmediğinden, olduğundan fazla tahmin edilme eğiliminde:

  • Sera gazı azaltım maliyetinin GSYİH üzerindeki etkisinin küresel modellemesi, iklim değişikliğinden kaçınılan zararlardan veya azaltılmış uyum maliyetlerinden elde edilen ekonomik faydaları hesaba katmaz. (C.12)
  • İklim değişikliğinden kaynaklanan ekonomik zararları içeren modeller, 21. yüzyılda ısınmayı 2°C ile sınırlamanın maliyetinin, ısınmayı azaltmanın ekonomik faydalarından daha az olduğunu buluyor (C.12.3)
  • 2020 ile 2030 arasında, ısınmayı 1,5°C ile sınırlamak için yıllık yatırımların tüm sektörlerde mevcut seviyelerden üç ila altı daha fazla olması gerekir. (E.5.1)
  • Fosil yakıtlar için kamu ve özel finansman akışlarıyla, yatırım açığını kapatmak ve geçiş için gerekli yatırımı sağlamak için yeterli sermayeye ve likiditeye sahibiz. (E.5.2, B.5.4)
  • Karbonu tutulmayan yüksek emisyonlu altyapıya devam eden yatırım, emisyon azaltımını hızlandırmanın önünde bir engeldir. (B.6.3)
  • Fosil yakıt sübvansiyonlarının kaldırılması, emisyonları azaltacak, kamu gelirini ve makroekonomik performansı iyileştirecek, diğer çevresel ve sürdürülebilir kalkınma faydaları sağlayacaktır; bu da 2030 yılına kadar sera gazı emisyonlarını %10’a kadar azaltabilir. (E.4.2)
  • 2018’de, gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere yönelik kamu ve kamu tarafından harekete geçirilen özel iklim finansmanı akışları, UNFCCC ve Paris Anlaşması kapsamında 2020 yılına kadar yılda 100 milyar ABD dolarını harekete geçirme ortak hedefinin altında kaldı. (B.5.4)
  • Gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere yönelik hızlandırılmış mali destek gelişmekte olan ülkeler için iklim değişikliğine karşı ekonomik kırılganlığın da dahil olduğu finansmana erişimdeki eşitsizliklerin azaltılmasını ve ele alınmasını sağlamak için kritik bir kolaylaştırıcıdır. (E.5.3)
  • Acil azaltım eylemi, geciktirilmiş eylemlere kıyasla, ekonomi için uzun vadeli kazanımların yanı sıra önlenen iklim değişikliği etkilerinden ve ilgili ekonomik kayıplardan kaçınılmasını sağlayacaktır. (C.12.3, E1.3)

‘Temiz elektrikli bir gelecek, güvenli bir iklime giden yoldur’

IPCC’nin raporuna ilişkin iklim örgütlerinden uzmanların görüşleri ise şöyle:

Laurence Tubiana (Avrupa İklim Vakfı CEO’su): IPCC’nin son raporu, hükümetlerin enerji güvenliğini sağlamalarının ve maliyetleri düşürmenin en hızlı yolunun temiz enerjiye yatırım yapmak ve fosil yakıtlardan sonsuza kadar vaz geçmek olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Yeni doğal gaz, petrol ve kömür altyapısı sadece halihazırda karşı karşıya olduğumuz ciddi iklim maliyetlerine katkıda bulunmakla kalmayacak, aynı zamanda sıklıkla gerilim, çatışma ve makro-ekonomik istikrarsızlıkla bağlantılı korkunç jeopolitik fosil yakıt sarmalını da besleyecek.

Antony Froggatt (House Kıdemli Araştırmacısı): Hükümetler, hem Ukrayna’daki savaşın etkilerine hem de gelecekteki piyasa bozulmalarına ve iklim değişikliğinden kaynaklanan jeopolitik çalkantılara karşı direnç oluşturan önlemlerinin uygulanmasını hızlandırma fırsatına sahip. Bunlar arasında atık azaltma, davranış değişikliği ve verimlilik iyileştirmeleri yoluyla enerji talebinin azaltılmasına öncelik verilmesi ve esnekliği artırmak ve piyasa istikrarsızlığını azaltmak için enerji sistemlerinde yapılan değişiklikler yer alıyor.

Mark Lewis (Capital İklim Araştırmaları Başkanı): Bu son IPCC raporu, küresel enerji sistemini bu on yılın geri kalanında ne kadar acil olarak fosil yakıtlara dayalı bir sistemden temiz, sürdürülebilir enerji kaynaklarına dayalı bir sisteme dönüştürmemiz gerektiğinin altını çiziyor. Yenilenebilir enerji ekonomisi artık tüm dünyada açıkça kanıtlanmışken, önündeki zorluk, büyük ölçekte enerji depolamayı geliştirmek ve yeşil hidrojeni rekabetçi hale getirmektir.

Dave Jones (Ember Küresel Program lideri): Temiz bir elektrikli gelecek, güvenli bir iklime giden yoldur. Kömürden elektrik üretim,inin bu on yılda çökmesi gerektiğini uzun zamandır biliyorduk, ancak en son IPCC raporu bunu çok net bir şekilde ortaya koyuyor. Bu on yılda temiz elektriği artırmaya yönelik muazzam bir küresel çaba, sektörü 1,5 derece patikasında tutuyor. Rüzgar ve güneş ucuz, temiz, güvenli ve ölçeklenebilir ve geleceğin elektrik sisteminin bel kemiği olacak. Ancak şu anda hükümetler gereken aciliyetle hareket etmiyorlar. Rekor kıran rüzgar ve güneş enerjisi, doğru yönde ilerlediğimizi gösteriyor. Mümkün olan en kısa sürede %100 temiz elektriğe ulaşmak için rekorlar kırmaya devam etmemiz gerekiyor. Elektrik sektörü, elektrikli bir geleceğe geçerken diğer sektörlerde büyük azaltımların önünü açmanın anahtarıdır.