Birleşmiş Milletler’in (BM) açıkladığı yeni verilere göre Hindistan’ın haziran ayı sonunda Çin‘i geride bırakarak dünyanın en kalabalık ülkesi olması bekleniyor.
BM Dünya Nüfus Gösterge Tablosu‘na göre Hindistan’ın nüfusunun 1 milyar 428 milyona ulaşması, Çin’in ise 1 milyar 425 milyonda kalması öngörülüyor.
Nüfusunun yarısı 30 yaşın altında olan Hindistan, önümüzdeki yıllarda dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi olmaya aday.
Ülkede tarımla uğraşanların sayısı giderek azalırken, işgücüne katılan milyonlarca insana istihdam yaratma ihtiyacı, hükümetin en önemli sorunlardan biri.
Asya‘nın en büyük üçüncü ekonomisine sahip Hindistan, dünya nüfusunun yaklaşık beşte birini barındırıyor. Ülkenin nüfusu Avrupa, Afrika ya da Amerika kıtasındaki ülkelerinin toplam nüfusundan daha fazla.
Çin’in nüfusu azalıyor
Çin için de şu an için aynı durum geçerli olsa da bu ülkenin nüfusunun 2050’de 1 milyar 317 milyona gerilemesi bekleniyor. Çin Ulusal İstatistik Bürosu, ülke nüfusunun 62 yıl sonra ilk kez 2022’de 850 bin azaldığını açıklamıştı. 2022’de 1000 kişi başına düşen doğum sayısı 6,77’de kalarak, 1961’den bu yana en düşük düzeye geriledi. Bu sayı önceki yıl 7,52’ydi.
Hindistan nüfusunun ise artmaya devam ederek 1 milyar 668 milyona ulaşacağı tahmin ediliyor. Bu ülkede de aslında doğurganlık oranı son yıllarda düştü. 1950’lerde kadın başına 5,7 doğumdan bugün 2 doğuma kadar geriledi.
İstanbul Ataşehir‘de bulunan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) seçim bürosuna dün gece saatlerinde gelen bir grup saldırıda bulundu. Sprey boyalarla camlara yazı yazan saldırganlar, büronun önünde asılı bulunan bayrakları kesti. Kuru sıkı tabanca ile de ile ateş eden saldırganlar kaçtı.
Saldırıyı CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu, Twitter hesabından duyurdu.
Ataşehir Örnek Mah. temsilciliğimize saldıran tahrip eden ve 3 el ateş açanlara (kuru sıkı olduğu tahmin ediliyor) bu cesareti veren ve bu koşulları oluşturan iktidardakilerin siyaset anlayışı ve korkularıdır. Biz korkmayız ama bence de sizler korkun. Korkacak çok şeyiniz var! pic.twitter.com/exOplS3p4v
İstanbul Valiliği ise bir açıklama yaparak çarşamba gecesi saat 1’de parti flamalarının kesildiği, camlara yazı yazıldığı ve silahla havaya ateş edildiği kaydedildi.
Valiliğin açıklamasında söyle denildi:
“Olay yerine sevk edilen güvenlik güçlerimizce yapılan çalışmalarda; (6) şüphelinin parti flamalarının kesilmesi ve camlara yazı yazılması olayına karıştığı, plakasız bir motosikletteki (2) şüphelinin de havaya ateş ederek olay yerinden uzaklaştığı tespit edilmiştir.
Olay yerinde (3) adet kurusıkı silah kovanı elde edilmiş olup, şüpheli şahısların yakalanmasına yönelik çalışmalar devam etmektedir.”
‘Saldırıya tiyatro diyenler’
Kaftancıoğlu, ilk paylaşımının ardından Valiliğin açıklamasını da İstanbul Valiliği’nin açıklamasını da paylaşarak, “Ataşehir Örnek Mahalle temsilciliğimize yapılan saldırıya tiyatro diyenler İstanbul Valiliğinin açıklamasını okuyunca (okuma yazmaları varsa tabii) valiliği de tiyatronun ana aktörü, parçası olarak düşünmezler umarım” dedi.
Valiliğin açıklamasında camlarda ne yazdığı belirtilmiyor fakat Kaftancıoğlu’nun paylaştığı fotoğraflarda, camlarda ‘AKP’ diye yazdığı görülüyor.
İki hafta önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Meral Akşener’e yönelik tepkisi sonrası İYİ Parti İstanbul İl Başkanlığı binası kurşunlanmış, sonrasında da CHP İstanbul İl Başkanlığı yakınlarında havaya ateş açılmıştı. Yeşil Sol Parti’nin İzmir ve İstanbul Bahçelievler seçim bürolarına da saldırı düzenlenmişti.
Batman‘ın Beşiri ilçesinde yaşamına son veren 18 yaşındaki İpek Er’e cinsel saldırıda bulunduğu iddia edilen Uzman Çavuş Musa Orhan‘a sosyal medyadan hakaret ettiği gerekçesiyle yargılandığı davada para cezasına çarptırılan Ezgi Mola’ya destek için paylaşım yapan oyuncu Hazal Kaya hakkında, ‘Sesli yazılı veya görüntülü bir ileti ile alenen hakaret’ suçundan 2 yıl 4 aya kadar hapis cezası istemiyle iddianame hazırlandı.
İddianamede ifadesine yer verilen Kaya, İpek Er’in intiharının herkes gibi kendisini de etkilediğini belirterek şunları söyledi:
‘Tecavüzcüye tecavüzcü demek suç değil’
“Kamu vicdanını yaralayan bir olaydı. Bu vahim olay sonrasında gerek adli tip raporları gerek dosya içeriğiyle bu cinsel istismar iddiası desteklendi ve buna rağmen Musa Orhan’ın serbest dolaşması herkes gibi benim de adalete olan inancımı sarstı. Oyuncu arkadaşım Ezgi’nin hakaret suçundan yargılanacağı duyurulmuştur. Ben de bu duruma isyan ederek şikayete konu olan tweeti attım. İpek’in ‘Ben 18 yaşında köyde yaşıyorum. Musa o hayallerimi, hayatımı, umutlarımı yaktı, beni kirletip dünyamı yıktı’ diye başladığı ve ayrıntılı olarak uğramış olduğu cinsel istismarı anlattığı mektubunu defalarca okudum. Buna sebep olan, devletin kendisine sağlamış olduğu mevki ve nüfusu kullanarak bir genç kızın hayata dair tüm umutlarını elinden alan ve onu ölüme sürükleyen bir insanın şeref ve haysiyete dair bu kadar hassas ve kırılgan olması ne o tweeti attığım gün ne de şimdi anlayabileceğim bir şey değil. Tecavüzcüye tecavüzcü demenin de suç olduğu bir hukuk sistemine dahil olduğumu düşünmüyorum”
‘Faillerin değil, gerekeni söyleyenin ceza aldığı sistem’
Kaya iddianamedeki savunmasında şu ifadelere de yer verdi:
“Tüm bu yargı kararları, adli tip raporları, merhum bir genç kadının ardında bıraktığı intihar mektubuna rağmen masumiyet karinesine sığınarak bir de bu durumdan menfaat devşirmeye çalışılması tepkimde haklı olduğumu gösteriyor. Kadına yönelik şiddet, cinsel istismar ve cinsel şiddetin önüne geçmek için mevcut yasaların en etkili biçimde uygulanması gerektiği gibi bu konuda kamuoyu baskısı oluşturulmasının önemini de biliyor ve bir oyuncu olarak böyle konularda her zaman sesimi duyurmaya çalışıyorum. Kadına yönelik şiddetin ve faillerin değil faillere gerekeni söyleyenlerin ceza aldığı bir sisteme yönelik sitemimin yargılama konusu olduğunu düşünmüyorum.”
Sorumluluğu kabul ediyorum
Musa Orhan’a yönelik ifadelerinin Türk mahkemelerinin, adli tıp kurumlarının delil ve belgeler sonucu ifade ettiklerinin kaba bir özeti olarak değerlendirilebileceğini belirten oyuncu, ‘TCK, hakaret suçunu ‘bir kimseye onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnat eden veya sövmek suretiyle bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran kişi’ ifadesiyle betimliyor. Ben bu tanıma uyduğumu düşünmüyorum. Musa Orhan’ın toplumdaki onur, şeref ve saygınlığına dair bilinenlerin ötesinde hiçbir şey söylemediğim için atılı suçlamayı kabul etmiyorum. Sosyal medya hesabı da bana aittir” ifadelerini kullandı.
İddianamede yer alan uzlaştırmacı raporuna göre tarafların uzlaşamadıkları da vurgulandı.
Konuyla ilgili açıklamada bulunan Musa Orhan’ın avukatı Mehmet Erkan Akkuş, “Her kime yapılırsa yapılsın tweet atarak hakaret etmek, linç etmek anayasal düşünce özgürlüğü değildir. Masumiyet karinesi ve adil yargılanma hakkı hepimize lazım olan, korunması gereken, popülizme meze edilemeyecek kutsal değerlerdir” dedi.
Uganda‘nın kuzeyinde, COVID-19 pandemisi sırasında 10-14 yaş arası hamile kız çocuklarının sayısının 4 kattan fazla arttığı gözlemleniyor. Bu yaş grubuna yönelik cinsel istismarın şok edici bir şekilde yükseldiğinin ortaya çıkmasıyla, suçun faillerinin neden cezasız kaldığına yönelik bir araştırma başlatılıyor.
Yerel Meclis Başkanı Obita David Livingstone en fazla 12 yaşında olan hamile bir kıza, son doktor randevusunun nasıl geçtiğini soruyor. Bu, aslında aile üyelerinin sorması gereken bir soru ama bu normal bir hamilelik değil.
Kitgum bölgesinde küçük bir evde tek başına yaşayan kız, her an doğum yapabilir. Kurdukları iş başarısız olunca ailesi, para bulmak için köye dönmüştü. Livingstone, “Burası okullara biraz daha yakın olduğu için kızı burada bıraktılar” diyor: “Yan odası insanların içki içtiği bir yer. Sadece bu bile onun için pek çok zorluk yarattı.”
‘Haftada üç tecavüz vakası yaşanıyor’
Livingstone, BBC Africa Eye‘ın adı belirtilmeyen bu kızı kaydetmesine, toplumda meydana gelen cinsel şiddet konusunda farkındalık yaratmak için izin verildiğini söylüyor:
Her hafta üç tecavüz vakası oluyor. Bazen faili yakaladığımızda, iplerle bağlayıp polise götürmemiz gerekiyor. Ama onlar bu olayı takip etme zahmetinde bulunmuyor. Tecavüze uğrayan kişiyi destekleyebilecek kimse yok. Bana göre bu, zayıf bir adalet.
Uganda’nın Sağlık Yönetimi Bilgi Sistemi‘ne göre, ülkedeki ilk COVID-19 karantinası sırasında (Mart-Haziran 2020) 10-14 yaş arası kız çocukları arasındaki gebelikler yüzde 366 arttı.
Bölge başkenti Gulu‘daki hastanede geçen yılki tüm gebeliklerin yaklaşık dörtte biri, 18 yaşın altındaki kızlardı.
‘Doğum sırasında en yüksek ölüm, genç annelerde’
Kadın doğum ve jinekoloji biriminin başındaki Dr. Baifa Arwinyo, konuştuğu çocuk hamilelerin hepsinin tecavüze uğradığını söylüyor:
Onlar ergen, hamile olmamaları gerekiyor. Doğum sırasında ölenler arasındaki en yüksek oran genç annelerde. Ne kadar gençse o kadar zor.
Fotoğraf: BBC
‘Cinsel istismar bir savaş stratejisi’
Yüksek cinsel istismar oranının Uganda’nın kuzeyinde 20 yıldır süren şiddetli çatışmaların bir mirası olduğu düşünülüyor.
Savaş; çocukları silah kullanmaya zorlama, tecavüz, yaralama, şiddet uygulamalarıyla tanınan ve hükümeti devirmek isteyen isyancı Tanrı’nın Direniş Ordusu‘nun (LRA) başındaki Joseph Kony tarafından başlatıldı.
Tahminlere göre bu dönemde 40 bin çocuk kaçırıldı, savaşmaya zorlandı ya da seks işçisi haline getirildi. Yaklaşık 1,7 milyon insan kamplarda yaşadı.
İsyancılar 2008’de Uganda’dan çıkarıldı ancak Gulu’da kadın hakları üzerinde çalışan sivil toplum örgütü GWED-G‘nin Müdürü ve kadın hakları savunucusu Pamela Angwech‘e göre şiddetin etkisi hala sürüyor:
Bu toksik, mayın tarlası dolu çevrede yaşamanın toplumda uzun vadeli etkisi oldu. İnsanlar ölü bedenler görmeye alıştı, ölü görmeye alıştı. Cinsel şiddet LRA tarafından bir savaş stratejisi olarak kullanıldı. Bunu kadın bedeninde yapılan bir savaş olarak tanımlıyorum.
Savaş döneminde işlediği suçlar hakkında çok az kişi yargılandı ve ceza aldı.
Bir LRA komutanı olan Dominic Ongwen, Uluslararası Ceza Mahkemesi‘nde (ICC) yargılandı. Şubat 2021’de 61 savaş suçu ve insanlık dışı suçtan ceza aldı. Kony ise ICC tarafından hala aranıyor ancak nerede olduğuna dair bir bilgi yok.
Sivil toplum kuruluşu Caritas için çalışan Avukat Eunice Lakaraber Latim, bu cezasız bırakılma ortamının Uganda’nın kuzeyini bugünkü haline getirdiğini söylüyor. Çok sayıda çocuğun tecavüze uğradığını belirten Latim, ebeveynlerinin adaleti sağlamak için kaynaklarının bulunmadığını ekliyor.
Av. Eunice Lakaraber Latim. Fotoğraf: BBC
‘Çocuğum acı içinde yaşıyor’
Latim, akrabası tarafından tecavüze uğrayan üç yaşındaki bir çocuğun ailesine değiniyor.
Annesi, ancak kızının yürüyüşünün değiştiğini fark ettiğinde durumu anlıyor. Polis faili tutukluyor, onu karakola götürmek için para istiyor.
Latim, “Daha sonra hükümlüyü beslemek için para vermen bekleniyor” diyor ve ekliyor:
Adaleti sağlamak için gerçek anlamda ödeme yapmak zorundasınız. Benzin parasını ödemeniz gerekiyor. Polis karakolundayken ona yemek sağlamalısınız.
Şüpheli altı ay tutuklu kaldı, ancak bazı yasal prosedürler izlenmediği için kefaletle serbest bırakıldı. Annenin davayı takip etmeye devam etme imkanı yoktu.
Polis ve tıbbi raporlar, üç yaşındaki çocuğun cinsel yolla bulaşan bir hastalığa yakalandığını doğruladı.
Annesi, “Çocuğum şu anda bile hala acı çekiyor. Enfeksiyon hiç iyileşmedi. Hapis cezası almalı. Böyle sona ermesini istemezdim” diyor.
Latim, adalet sisteminin mağdurları korumadığını ve çok sayıda davanın sonuçlanmadığını söylüyor:
Aswa bölgesi emniyet müdürü Nachula Damalie, bazı vakaların ele alınmasıyla ilgili sorunları kabul ediyor, ancak yolsuzluğun yaygın olduğunu reddediyor:
“Bir kurbandan hizmetlerimiz için ödeme yapmasını istemememiz gerekiyor. Ama bazen yakıtımızın bitebileceğini kabul etmeliyim. Şimdi yolsuzlukla birlikte, polis memurlarının yolsuzluk yaptığı genel bir algı haline geldi, ancak diğer kurumlar gibi hepsi yolsuz değil. İyimiz ve kötümüz var.”
Kuzey Uganda Devlet Bakanı Grace Freedom Kwiyucwiny de sorunlar olduğunu kabul ediyor:
Yolsuzluğu inkar edemem. Yolsuzluk var. Her düzeyde, hatta bakanlıklar düzeyinde var. Tecavüze karşı yasalarımız var, ensestle ilgili yasalarımız var ama bir şekilde insanlar yasanın dışına çıkıp polise rüşvet veriyor ve sonra polis, ‘Tamam, git bunu evde hallet’ diyor. Yargılanan davalar var ama sayı yüksek değil.
BBC Africa Eye’ın soruşturduğu davalarda, şüphelilerden hiçbiri yargılanmadı.
5 Nisan’da, İtalya‘nın kuzeyindeki Trentino bölgesinde ormanlık alanda koşu yapan 26 yaşındaki Andrea Papi, ayı saldırısı sonucu hayatını kaybetmişti.
Papi, İtalya’da modern zamanlarda bir ayı tarafından öldürüldüğü bilinen ilk kişi olarak kayıtlara geçti.
Olay sonrası Trentino-AltoAdige Bölge Başkanı MaurizioFugatti, Papi’ye saldıran ayının öldürülmesi yönünde karar aldı.
Ancak hayvan hakları eylemcilerinin tepkisini çeken bu karar daha sonra idari mahkeme tarafından durduruldu. Ayının kaderinin 11 Mayıs’ta yine mahkeme kararıyla belirlenmesi bekleniyor.
BBC Türkçe‘nin aktardığına göre, mahkemenin JJ4 adı verilen ayı ile ilgili kararı beklenirken ayının bu gece yakalandığı haberi geldi.
Meyveli bir tuzak sayesinde yakalanan ayı, aynı bölgedeki Casteller dağ faunası koruma merkezine götürüldü.
17 yaşındaki dişi ayı JJ4 yakalandığında üç yavrusuyla birlikteydi. Anne ayı yakalandıktan sonra iki yaşındaki yavruların doğaya salındığı açıklandı.
Boz ayı nüfusunun artırılması için getirilmişti
JJ4, gittikçe azalan boz ayı nüfusunu artırma amaçlı bir Avrupa Birliği projesi kapsamında 2000 ve 2001’de Slovenya’dan İtalya’ya getirilen iki ayının yavrusu.
JJ4 kod adı, Joze ve Jurka adındaki ebeveynlerinin baş harflerinden alıyor.
Trentino-Alto Adige Bölge Başkanı Maurizio Fugatti, ‘’Life Ursus’’ isimli AB projesi kapsamında bölgedeki ayı sayısının 50’ye çıkarılması amaçlanırken bugün bu sayının 100’ü aştığını söyledi.
Fugatti, “Life Ursus projesi aslına dönmeli. Bugün Trentino’da 100’den fazla ayı var, bu bölgenin kaldıramayacağı bir sayı. En azından yarısı başka bir yere transfer edilmeli” dedi.
Bölge Başkanı Fugatti, Andrea Papi’nin ölümüne sebep olan JJ4 kod adlı boz ayının 2020’de de iki kişiye saldırdığını, o dönem ayının bölgeden uzaklaştırılması taleplerinin reddedildiğini de belirtti.
Beş meslek örgütü 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü için İstanbul‘un Maltepe Meydanı‘nda bir araya geleceğini duyurdu.
Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK), Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK), Türk Tabipleri Birliği (TTB), Türkiye Diş Hekimleri Birliği (TDB) ile Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) temsilcileri Beşiktaş‘taki Barbaros Meydanı‘nda bir araya gelerek ortak basın açıklaması yaptı.
DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, 1 Mayıs’ta meslek örgütlerinin Maltepe Meydanı’nda olacağını aktararak, günün başta Taksim Meydanı olmak üzere çok güçlü bir tarihi, birikimi ve geleneği olduğunu söyledi.
Yeni bir başlangıç için İstanbul Maltepe’de ve ülkenin dört bir yanında buluşuyoruz✊ Emek bizim, gelecek bizim! Birlik Mücadele Dayanışma #1Mayıspic.twitter.com/ykGsF3ESSK
‘Taksim yasağı, ülkedeki bütün yasakların simgesi’
Çerkezoğlu, şunları söyledi:
“Taksim’in özgürleştirilmesi mücadelesinin sonrasında 2013 yılından beri var olan Taksim yasağı, bu ülkedeki bütün yasakların simgesidir. Biz inanıyoruz ve biliyoruz ki bu 1 Mayıs 2023, Taksim’in yasaklı olduğu son 1 Mayıs olacaktır.”
Tüm kentlerde halkın 1 Mayıs’ta alanları doldurması çağrısında bulunan Çerkezoğlu, “1 Mayıs’ın katılımcısı bütün kurumlarla birlikte tüm İstanbul halkını İstanbul’da, Maltepe Meydanı’nda, 1 Mayıs meydanında buluşmaya çağırıyoruz.” diye konuştu.
Arzu Çerkezoğlu ülkenin tarihsel bir andan geçtiğini belirterek 2023’teki 1 Mayıs’ın yeni bir başlangıç olacağına işaret etti. DİSK Genel Başkanı, şu ifadeleri kullandı:
“Geleceğe dönük umutlarımızı, nasıl bir ülkede ve dünyada yaşamak istediğimizi, bu konudaki kararlılığımızı ve irademizi, bu ülkenin işçileri, kamu çalışanları, emekçileri, kadınları, gençleri, çocukları olarak hep birlikte meydanlarda ifade edecek.”
Konuşma yapan KESK Eş Genel Başkanı Şükran Kablan Yeşil ile TTB Merkez Konseyi Başkanı Şebnem Korur Fincancı da 1 Mayıs alanlarının doldurulmasını talep etti.
Konuşmaların ardından Beşiktaş’ta 1 Mayıs bildirileri dağıtıldı ve meydanlarda buluşma çağrısı yapıldı.
Emek ve meslek örgütleri 12 Nisan’da yaptıkları bir başka ortak açıklamada 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak için İstanbul Valisi Ali Yerlikaya ile bir toplantı yapacaklarını duyurmuştu. Ancak valilikten konuya ilişkin bir izin çıkmadı.
Gezi Davası kapsamında tutuklu olan Türkiye İşçi Partisi (TİP) Hatay milletvekili adayı Can Atalay, bugün eski Hatay Valisi Rahmi Doğan ve eski Hatay İl Sağlık Müdürü Mustafa Hambolat hakkında suç duyurusunda bulundu. TİP İstanbul Milletvekili Ahmet Şık ile Atalay’ın avukatı Bülent Akbay’ın İskenderun Adliyesi’nde ilettikleri dilekçede, depremde İskenderun Devlet Hastanesi’nin yıkılması sonucu en az 76 yurttaşın yaşamını yittirmesi nedeniyle Rahmi Doğan ve Mustafa Hambolat hakkında yakalama kararı çıkartılması talep edildi.
Can Atalay imzası taşıyan bir başka suç duyurusu dilekçesi ise depremde yıkılan binaların molozlarının insan sağlığını ve tarım alanlarını etkileyebilecek şekilde depolanması gerekçesiyle verildi.
Ahmet Şık: Devlet neden var?
TİP İstanbul Milletvekili Ahmet Şık, İskenderun Adliyesi önünde konuya ilişkin şu açıklamayı yaptı:
“Çok özel bir hukukumuz var bizim Can Atalay’la, bir kere avukatım olur. İyi avukattır. Kardeşimdir, dostumdur, yoldaşımdır. Can’a dair söyleyeceklerimi çok objektif bulamayabilirsiniz ama kim olduğuna baktığımızda söyleyeceğim her şey bir nesnel gerçekliğe de işaret ediyor. Can Atalay’ı Türkiye kamuoyu nereden tanıyor? Aladağ’da bir tarikat yurdunda yakılarak öldürülen çocukların davasından tanıyor. Çorlu’daki tren katliamından tanıyor. Cumhuriyet davasında ve Ergenekon kumpas sürecindeki davalardan tanıyor. Hendek’teki havai fişek patlamasının bir katliama yol açmasında mağdurların yanında durmasından tanıyor. Gezi dosyasında yargılanıp ceza almasıyla ve hapse girmesiyle tanıyor.
Mevzumuz Hatay olunca Can Atalay’ın burası için en doğru adaylardan birisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü kendisi, bu şehre Gezi isyanı sırasında gelen üç cenazenin sahiplenicilerinden biridir; Ahmet Atakan’ın, Ali İsmail Korkmaz’ın ve Abdullah Cömert’in. O isyanla ilgili açılan bir kumpas davasından ötürü de hapistedir. Yıllardır bütün bilgi birikimini, mesleki geçmişini kent suçlarına karşı direnen bir avukat olarak ortaya koyan Mimarlar Odası’nın çalışanıdır. Bu kent için en doğru adaylardan biridir. Hatay’a Can gelecek, çünkü Hatay için Can gelecek.
Tam 10 hafta geçti depremin üzerinden. Bu kadar zamandır hiçbir şeyin değişmemesi, sadece enkaz kaldırma ki o da usulüne uygun yapılmayarak yeni ölümlere davetiye çıkaracak bir tedbirsizliğin içerisinde bırakılarak yapılmak dışında hiçbir şey yapılmıyor. İnsanlar hâlâ ekmek arıyor, hâlâ su arıyor. Devlet neden var? Bu sorunun yanıtını herkes sormak zorunda kendisine. İnsanları depremde enkaz altında ölüme terk edenler, ölümden kurtulanları çaresizliğe terk edenlerle hesaplaşması için Hatay’a Can gerek. Hatay’a can, Can’la gelecek.”
Açıkgöz: Cumhurbaşkanı kararnameleri Hatay’ı talan etmek için çıkartılıyor
Adliye önünde açıklama okuyan TİP Parti Meclisi Üyesi ve Hatay 2. Sıra Milletvekili Adayı Aylin Açıkgöz ise şu sözlere yer verdi:
“Ne yazık ki Hatay’da yaşanan sorunlar depremden bu yana devam ediyor. Yönetenler katlanılması zor olan sorunlara her geçen gün yenilerini ekliyorlar. Cumhurbaşkanı kararnameleri Hatay halkının sorunlarını çözmek için değil, Hatay’ı talan etmek, rant devşirmek ve geleceğini tehlikeye sürüklemek için çıkartılıyor.
Hatay’da enkaz kaldırma ve hafriyat çalışmalarının plandan yoksun şekilde gelişigüzel yapılması havada gökyüzüne kadar uzanan bir toz bulutlarına yol açarken su kaynakları kirletiliyor. Tarım arazileri yok ediliyor. Asbest maddesi havaya, suya ve toprağa karışarak Hatay’ın geleceğini tehlikeye atıyor. Bu durumu protesto eden depremzedelere kolluk müdahalesi ise Hatay’ın halen sahipsiz olduğunu ve zalimlerin baskısı altında olduğunu gösteriyor.
Hatay’da depreme dayanıklı olmadığı tespit edilen kamu binalarına sağlık çalışanlarıyla, hastalarla ve yurttaşlarla doldurdular. Onların tüm itirazlarına rağmen ölüme sürüklediler. Deprem sonrasına dair hiçbir hazırlıkları olmadığı için enkazlarda can vermelerini seyrettiler. Özel ve devlet hastanelerinde ölüme terk ettiler. Şimdi de sorumluları koruyor ve gözetiyorlar. Bu ülkenin yöneticileri Gezi’de gençleri, Soma’da ve Ermenek’te madencileri, Aladağ’da çocukları, Hendek’te ve Çorlu’da yurttaşları ölümüne sebep oldular. Şimdi de depremde ve deprem sonrası uygulamalarla sosyal cinayetler işlemeye devam ediyorlar. Yavuz hırsız misali şimdi de Hatay hava alanını gelişe kapatarak halkın iradesini çalmaya cüret ediyorlar.
İşlenen cinayetlere Türkiye İşçi Partisi sessiz kalmadı ve kalmayacak. Devleti idare edenlerin işlediği suçların hesabını sormak için yola çıktık. İşlenen sosyal cinayetlerin yargılanması için canla başla mücadele eden Avukat Can Atalay Hatay milletvekili adayımız oldu. Bugün burada Hatay’a Can vermeye çalışan, Hatay için Can’la Başla mücadele sözü veren Türkiye İşçi Partisi ve Can Atalay ile sorumluların peşine düştük.
Aday tanıtım toplantılarında nefret suçu işleyenler, kamu binalarında insanları ölüme sürükleyenler, havamızı, suyumuzu ve geleceğimizi kirletenler hesap vakti geliyor. Göstermelik soruşturmalarla suçluları kayırmanıza izin vermeyeceğiz. Hatay’a Can adalet arayışıyla, kararlılıkla ve onurla gelecek.”
Gazeteci İsmail Saymaz, 14 Nisan tarihinde Sözcü gazetesindeki yazısındaMustafa Hambolat hakkında Hatay Eğitim ve Araştırma Hastanesi ek binasının yıkılmasına ilişkin soruşturma kapsamında yakalama kararı çıkarıldığını bildirmişti.
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG) 478 adet maden sahasının ihale edileceğini Resmi Gazete’den duyurdu.
Maden Kanunu’nun 30’uncu maddesi kapsamında ihale edileceği duyurulan ihalelerin maden sahalarının büyük bir çoğunluğunun 6 Şubat Maraş depremlerinde enkaz haline gelen ve enkazdan çıkan molozların dahi henüz kaldırılamadığı şehirlerde olduğu görüldü.
En çok ihalenin duyurulduğu şehir 29 ilanla Kahramanmaraş oldu. Maraş’ı, 26 maden ihalesiyle Malatya takip etti. Üçüncü sırada ise depremin ardından sesini duyurmakta en çok zorluk yaşayan şehirlerden biri, Adıyaman, yer aldı.
Türkiye’nin birçok noktasında madencilik faaliyetleri nedeniyle ortaya çıkan ekolojik tahribat nedeniyle çevre mücadelesi gerçekleştiriliyor. Türkiye’nin doğusundan batısına evlerinin, tarlalarının ve/veya zeytinliklerinin yanı başında açılan maden ocakları nedeniyle sağlığı, toprağı, ekini tehdit edilen binlerce insan gün geçtikçe bu mücadelenin bir ortağı olarak karşımıza çıkıyor. İklim krizine karşı birer karbon yutağı olan orman varlığını da çoğu yerde tehdit eden madencilik faaliyetleri nedeniyle iklim krizine karşı mücadele de zayıflıyor. Dünya çapında birçok eylemde yüksek sesle ifade edilen “iklim adaleti” kavramı ayrıca madencilik faaliyetlerinin yanı başında yaşayan insanların en çok etkinlenen gruplar olması ve bununla birlikte savunmasız hale gelmesini de ifade ediyor.
MAPEG’in sitesinde yayımlanan ihale listesine göre il başına düşen maden sahaları şöyle:
Finlandiya‘nın Avrupa‘nın en büyüğü olan ve uzun süredir ertelenen Olkiluoto3 (OL3) nükleer reaktörü, pazar günü erken saatlerde düzenli üretime başladı. Yetkililer, bu gelişmeyle Rusya‘nın gaz ve elektrik arzını kestiği bir bölgede enerji güvenliğinin artırıldığını söyledi.
Nükleer enerji, özellikle güvenlik endişeleri nedeniyle Avrupa’da tartışmalı olmaya devam ediyor. OL3’ün faaliyete geçişi, Almanya’nın kalan son üç reaktörünü cumartesi günü kapatmanın hemen ardından geliyor.
Reuters‘ın aktardığına göre, Finlandiya kamu kuruluşu Fortum‘a (FORTUM.HE) ve bir enerji ve sanayi şirketleri konsorsiyumuna ait olan OL3 operatörü Teollisuuden Voima (TVO), ünitenin Finlandiya’nın elektrik talebinin yaklaşık yüzde 14’ünü karşılayarak İsveç ve Norveç’ten ithalat ihtiyacını azaltmasının beklendiğini aktardı.
TVO, testten normal üretime geçişi tamamladıktan sonra pazar günü yaptığı açıklamada, yeni reaktörün en az 60 yıl enerji üretmesinin beklendiğini söyledi.
TVO İcra Kurulu Başkanı Jarmo Tanhua yaptığı açıklamada, “Olkiluoto 3’ün üretimi elektrik fiyatını dengeliyor ve Finlandiya’nın yeşil dönüşümünde önemli bir rol oynuyor” diye konuştu.
Finlandiya’nın kırk yılı aşkın bir süredir ilk ve Avrupa’nın 16 yıldır ilk yeni nükleer santrali olan 1,6 gigawatt (GW) reaktörün inşaatı 2005 yılında başlamıştı. Başlangıçtan dört yıl sonra açılması beklenen santralin açılışı art arda yaşanan teknik sorunlar nedeniyle ertelenmişti.
OL3 ilk kez geçen yıl mart ayında Finlandiya’nın ulusal elektrik şebekesine test üretimi gerçekleştirmişti ve o sırada dört ay sonra normal üretime başlaması bekleniyordu. Ancak düzeltilmesi aylar süren birçok arıza ve kesinti nedeniyle açılışta gecikme yaşandı.
Rusya‘nın Finlandiya’ya enerji ihracatı, geçen mayıs ayında Ukrayna’daki savaş nedeniyle Rus kamu kuruluşu Inter RAO‘nun sattığı enerji için kendisine ödeme yapılmadığını söylemesiyle sona ermişti.
Bundan kısa süre sonra Rus devletinin ihracat tekeli Gazprom, Finlandiya’ya doğal gaz sevkiyatını sonlandırmıştı.
Doğanın hakkıyla insanın hakkını bir tutan ve sadece insanın değil, tüm canlıların yaşam alanlarını devlet ve şirketlerin tahribatına karşı korumaya çalışan çevre savunucuları, Kültür Ekoloji Çevre ve İletişim (KEÇİ) Derneği tarafından İzmir’in Seferihisar ilçesinde düzenlenen Birinci Ege Ekoloji Buluşması‘nda bir araya geldi.
Ege’nin her yerinden ekoloji savunucularının deneyimlerini paylaşarak ekoloji mücadelesinin daha etkin hale getirilmesinin hedeflendiği buluşmaya, bölgeden Salihli, Bergama, Orhanlı, Kazdağları, Akbelen, Deştin ve Selçuk gibi ekoloji mücadelesinin devam ettiği birçok yerden katılım sağlandı.
14 Nisan’da Seferihisar Çağan Irmak Kültür Merkezi’nde KEÇİ Derneği Sözcüsü Baha Okar, maden ve taş ocakları, enerji santralleri ve turizm amaçlı yapılaşma nedeniyle Ege Bölgesi‘nde yapılan ve ekolojik yıkıma yol açan kâr odaklı projelerin insan yaşamının yanı sıra diğer canlılar ve doğal varlıklar üzerindeki etkisine dikkat çekerek “Lüks oteller, enerji, madenler uğruna ormanları, kıyıları, tarım alanlarını, köyleri yok etmek Ege’yi yok etmektir” dedi.
Fotoğraf: Dilan Pamuk
Seferihisar Belediye Başkanı İsmail Yetişkin programa mesaj göndererek gerçekleştirilecek atölyeler için verimli çalışmalar dileğinde bulundu.
Ardından Orhanlı Köyü Kültür, Doğa ve Spor Derneği’nden Galip Ener, Bergama Çevre Platformu Başkanı Erol Engel,Kaz Dağları Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği Başkanı Süheyla Doğan, Akbelen direnişinden Nejla Işık ve Melahat Çulha, Avukat Arif Ali Cangı ve İsmail Hakkı Atal, Deştin Çevre Platformu Eş Sözcüsü Haluk Özsoy, Ege Çevre ve Kültür Platformu Sözcüsü Süleyman Eryılmaz, konuşma yaparak ekoloji mücadelelerine dair paylaşımda bulundu.
‘Doğayı ne yazık ki kanunlar korumuyor’
Galip Ener, konuşması sırasında şunları söyledi:
“Yıllar içerisinde hep uzaklardan duyardık, uzaklarda, şehirlerde bir şeyler olurdu, doğa olayları vesaire, biz hep uzaktan bakardık. Ama son yıllarda ne yazık ki artık bu olaylar, özellikle doğayı yok eden projeler her kılcallara kadar, köylerimize kadar, neredeyse evlerimize kadar, yaşam bilimlerimize kadar girdi. Biz Orhanlı Köyü olarak şanslıyız tabii ki. Çünkü 2012 yılında Doğa Derneği‘nin Doğa Okulu’yla tanıştık. Orhanlı Köyü’nde bir doğa hukuku, doğanın adaleti üzerine, tekrardan doğa kültürünü yaygınlaştırmak üzerine bir okul projeleri vardı Doğa Derneği’nin ve bu da şansımıza Orhanlı Köyü’ne gerçekleşti. Ben de Doğa Okulu’nun kurucularından birisiyim ve burada anlatılmak istenen bir şey var. Doğa kültürü üzerine, bunu yaşatmak üzerine bir araştırma yapmamız ve bunu artık anlatmamız gerekiyordu. Çünkü doğayı ne yazık ki kanunlar korumuyor. Doğayı bizler kuruyoruz, buradaki insanlar kuruyor, yereldeki kültür, yereldeki bilinçli direniş koruyor.”
Fotoğraf: Dilan Pamuk
‘Nerede bir yerel direniş var, orada kadınlar en önde’
Erol Engel, konuşması sırasında kadınların ekoloji mücadelelerindeki etkin rolüne vurgu yaparak şunları kaydetti:
“Türkiye’de 90’lı yılların başında Bergama‘da Ovacık altın madeni çevresinde 17 köyün başlatmış olduğu mücadele o günlerde ülkede siyasal iklimin karartıcı, mutsuzluğun yoğun olduğu bir dönemde, toprağına, havasına suyuna sahip çıkan bu köylüler 90’lı yılların başından başlayıp da halen devam eden bir mücadeleye başladılar ve bu mücadele köylülerin kendi nitelendirmeleri ile ‘yılanın ağzında kuş gibi çır çır çığırdığımız günler’. O günlerde en büyük dayanışma, aynı burada olduğu gibi Türkiye’nin dört bir tarafından üniversitelerin, yüreği doğadan halktan yana atan insanların dayanışmasıyla Bergama mücadelesi yıllar içinde büyüdükçe büyüdü ve Türkiye’nin birçok yerinde umut oldu. Bugün geldiğimiz nokta itibariyle, yanılmıyorsam sekiz yıl önce Bergama’da bir ekoloji buluşması gerçekleşmişti. Ekolojik Birliği’nin temelleri yine Bergama’da atıldı. O günlerin belgeselini izlemişsinizdir, bu konuda yazılanları okumuşsunuzdur ama hepsinin özeti, o mücadelelerinin motor gücü her zaman kadınlar olmuştur.”
Fotoğraf: Dilan Pamuk
Süheyla Doğan, Kahramanmaraş depremleri sonrası afet yönetiminin bir afete neden olduğunu aktararak, şu ifadeleri kullandı:
“Nerede bir yerel direniş var, orada kadınlar en önde. Bunun ceremesini çok çekiyorlar. Yadigar tohumu saklayan toprakla buluşturan onu üreten, kadınlar; ekolojik yıkımda, felakette en çok etkilenenler onlar, yaşama sahip çıkanlar, suyu kullananlar, savaştan en çok etkilenenler…
Son yaşadığımız doğal deprem ne yazık ki afete dönüştürüldü iktidarın politikaları yüzünden. Bu afette de en çok zararı çeken yine kadınlar, çocuklar. Buradan 11 ilimize de, orada yaşayan herkese, hem yaşamını kaybedenlere hem de yaralanan ve yakınların acısı içerisinde olan bütün halkımıza da hem başsağlığı hem de bundan sonraki dönem için kolaylıklar diliyorum. O bölgede çok büyük şu anda eko-felaket yaşanıyor.
Kampanyalar düzenliyoruz ama burada tekrar dikkatleri çekmek isterim. Afetin yol açtığı yıkımın, enkazlarının kaldırılması sırasında enkazlar bir yandan sulak alanlara dökülüyor, derelere dökülüyor, yaşam alanlarının kenarlarına dökülüyor. İçerisindeki ağır metaller nedeniyle ayrıca bizim için bir ekolojik felaket haline geliyor. Bu konuda bir sürü çalışma yapılıyor ama ne yazık ki iktidarın dinlediği yok.
Hâlâ o enkazlar hiçbir önlem alınmadan önemli yaşam alanlarımıza dökülüyor. Savaşlar, afetler zaten doğadan bir sürü kaynak götürüyor ve bu ne yazık ki devam ediyor. Hem enerji politikaları hem madencilik politikaları hem de tarım politikası yüzünden geldiğimiz dönemde hem kadınlar hem emekçi sınıfı çok zorluk çekiyor, hepimiz çok zarar görüyoruz.”
Fotoğraf: Dilan Pamuk
‘O kadar çok kaybımız var ki; zeytinlerimiz, ormanlarımız, havamız…’
Nejla Işık, Muğla İkizköy‘deki Akbelen ormanındaki yıllardır devam eden nöbete değinerek, şunları söyledi:
“Turizmiyle, zeytiniyle, mavisiyle, deniziyle, ormanlarıyla, yeşiliyle öyle güzel ki, ülkemizin her yeri cennet. Ama Muğla ayrı bir cennet ve bu cennetin içine maalesef 40 sene önce bir hançer sokulmuş. Üç tane termik santralle mücadele veriyoruz hemen hemen 40 yıldır ama dört senedir artık canla başla veriyoruz. Çünkü o kadar çok kaybımız var ki; zeytinlerimiz, ormanlarımız, havamız…
15 kilometre boyunca uzanan ölü bir cehennem çukuru var. Bizim mücadelemiz aslında İkizköy’de toprakla, temiz havamız, suyumuz diye başladı ve sonrasında da orman nöbetine dönüştü. Kendimizden, ‘ben’den geçip ‘biz’e döndü. Kendimiz için toprağımız gitmesin derken sonra toprağımızı bir kenara bırakıp buradaki ormandaki börtünün, böceğin, kuşun, kurdun yuvası gitmesin dedik. O ağaçların sesi olmaya çalıştık dört senedir.
Hakikaten söylediğimizde belki birçok insan inanamıyor; 637’nci gün, bugün. Oraya biz bir fiili olarak bir çadır konduk, sadece arada gidilip geliniyor diye düşünüyor birçok insan. Ama inanın bana, 637 gündür orada beş dakika dahi biz o alanı boş bırakmıyoruz. Hem köylüler olarak hem dışarıdan sizler. Bir çok bir çoğunuzu tanıyoruz zaten artık Akbelen Ormanı’ndan, nöbetinden, mücadeleden. Ben de hepinize diyorum ki iyi ki varsınız, iyi ki buluştuk.”
Fotoğraf: Dilan Pamuk
‘Akbelen Ormanı’na giremiyorlar çünkü orada bir direniş var’
Arif Ali Cangı, ekoloji mücadelesinde yerel direnişin önemine şu sözlerle vurgu yaptı:
“Aslında İkizköy hikayesi kendi hakkını meşru ve fiili olarak savunma ve koruma mücadelesidir. Bu yeni bir başlangıç. Yaşam alanlarının korunmasında hak mücadelesi, yeni bir başlangıç. Artık yasalar ne derse desin, mahkemeler ne karar verirse versin, Cumhurbaşkanından bakanına kamu görevlileri ne derse desin, İkizköylüler, Akbelen Ormanı’nı vermeyeceğiz, dediler. Bütün izinleri alınmış, hiçbir engeli olmayan orman kesimini Akbelen İkizköylüler fiilen durdurdular. Şu anda orada yürütmeyi durdurma kararı yok. Mahkeme kararı aleyhimize döndü, daha dava bitmedi ancak yürütmeyi durdurma kararı kaldırıldı. Buna rağmen Akbelen Ormanı’na giremiyorlar. Çünkü orada bir direniş var; haklı ve meşru bir direniş. Yaşamını korumaya çalışan geleceğini korumaya çalışan, geleceğe yaşanabilir bir dünya bırakmaya çalışan bir direniş var. Direniş bulaşıcıdır. Bulaşmaya devam ediyor, bulaşacaktır. Bütün Türkiye’ye yayılacak, bütün dünyaya yayılacak, yaşam böyle korunacak, böyle kurtulacak.”
Fotoğraf: Dilan Pamuk
‘Kapitalizm artık sona geldi, kapitalizm yıkılıyor’
İsmail Hakkı Atal, Akbelen’deki nöbetin örnek bir direniş olduğuna işaret ederek şunları ifade etti:
“Hani insanların zihninde bir öğretilmiş çaresizlik vardır. İkizköy direnişi bu öğretilmiş çaresizliği yıkıyor, yıktı. Hani bir akvaryumun içerisine balığı koyarlar. Ondan sonra bir cam blok koyarlar. Ondan sonra balık vurur geri döner, vurur geri döner. Ondan sonra cam bloğu kaldırdıkları zaman balık aynı yerden tekrar geri dönmeye başlar. Akbelen direnişi bu cam bloğun olmadığını Türkiye’ye de dünyaya da gösteriyor ve halkın gerçek gücü sermayeye ve halk düşmanı güçlere geri adım attırıyor. Kapitalizm artık sona geldi, kapitalizm yıkılıyor. Fakat bizim yaptığımız iş kapitalizm tamamen çökene kadar, bizim yaşam alanlarımızı kurutmasını engellemek. Kurtarabildiğimiz kadar toprağımızı, suyumuzu, havamızı, denizimizi koruyabilmek ve kurtarabilmek.”
Fotoğraf: Dilan Pamuk
‘Hukuk dediğimiz şey, sermayeye alan açmaya çalışıyor’
Haluk Özsoy, bir ekokırımı beraberinde getirecek bir çimento fabrikası yapılmak istenen Deştin’de, hukuki mücadelenin yetersiz kalması sonucu halkın direnişe geçtiğini aktararak, şunları söyledi:
“3 Nisan’da köylüler bir karar aldı ve o çimento fabrikası kurulmaya çalışılan bölgenin tırların geçeceği yolu kapattık. Ortaya büyükçe bir ateş yaktık. Etrafında zeybek oynamaya başladık, o tırları oradan geçirmeme kararı aldık. Jandarmayla karşılıklı olarak beş gün boyunca orayı tuttuk. Beş günün sonunda ‘şafak operasyonu’ diye tabir ettiğimiz bir operasyonla, şirketin ortak operasyonuyla jandarma bizi ekarte etti. Bu sırada şirket de zaten koordineli olarak tırlarını yaklaştırmıştı ve tırlarını geçirdiler. 11 arkadaşımızı -10 köylüyü ve bir belediye meclis üyesi arkadaşımızı- yaka paça yerlerde sürükleyerek, kadınları ittirerek, kaktırarak gözaltına aldılar. Biliyorsunuz böyle operasyonlar cuma sabahı karşı olur ki; iki gün daha tutsunlar. Biraz da öyle bize ders versinler falan diye. Fakat o dersi veremediler. Cumartesi akşamı bırakmak zorunda kaldılar. Çünkü baktılar ki konu başka bir yere gidiyor, çok ciddi bir tepki birikti…
Biz anladık ki burada ‘hukuk’ dediğimiz şey, bu sermayeye alan açmaya çalışıyor, oldu bittiye getirmeye çalışıyor. Dolayısıyla fiili direnişe başlamaktan başka bir şansımız kalmadı. Şu sözlerle kapatayım; ferman padişahın, dağlar bizimdir. Bu mücadelemiz hangi sınırlar içinde olursa olsun ilelebet devam edecek. Biz bu çimento fabrikasını yaptırmayacağız. Selam olsun herkese.”
Fotoğraf: Dilan Pamuk
‘Bizi istediğiniz kadar görmeyin: Sokaktayız, ormandayız, zeytin alanındayız’
Süleyman Eryılmaz, hakları tanınmayan kadınların ve LGBTİ+’lar ekoloji mücadelesinde ön planda yer aldığını hatırlatarak, hak mücadelesinin kapsayıcı olmasının önemine dikkati çekti:
“Bakın Türkiye’ye; iki kesim çok ciddi bir mücadele içerisinde. Sokakta kimler var? Kadınlar var, LGBTİ+‘lar var. Başka kimler var? Ekoloji aktivistleri. Ama biz de hayal kırıklığı içerisindeyiz. Bunu ifade etmek ve kayda geçirmek zorundayız. Ekoloji aktivistleri havasını, suyunu, toprağını, ormanını koruyan ekoloji aktivistleri, siyasi partiler tarafından niye görülmek istenmiyor acaba? Biz bunun politikasını, siyasetini yapmaya kararlıyız. Siz bizi istediğiniz kadar görmeyin. Biz işte sokaktayız. Biz ormandayız. Biz zeytin alanındayız.”
Fotoğraf: Dilan Pamuk
‘Arı bitti, zeytin bitti, ağaçlarda hiçbir şey kalmadı…’
Yapılan ödül töreninde KEÇİ Derneği, Akbelen’deki çevre savunmasından ötürü Melahat Çulha’ya zeytin fidesi takdim etti. Çulha, yaptığı konuşmada İkizköy’de zeytin ağaçlarının köylülere kestirildiğini hatırlatarak termik santrallerin Muğla’da yol açtığı tahribatı dile getirdi:
“Arı bitti, zeytin bitti, ağaçlarda hiçbir şey kalmadı. Her şeyimiz bitti. İnsanlarımız hep ölüyor. Buna bir çare bulalım, hep beraber, hep kişi.”
Fotoğraf: Dilan Pamuk
Program, müzisyen İlkay Akkaya’nın da katılımıyla Geniş Merdiven adlı müzik grubunun konseriyle sona erdi.
Fotoğraf: Dilan Pamuk
Hukuk, medya, bilim ve mücadele atölyeleri
Birinci Ege Ekoloji Buluşması, 15 Nisan’da yapılan atölye çalışmalarıyla devam etti. “Ekoloji Mücadelesinde Hukuk” başlıklı ilk atölyede avukatlar Hande Atay, Arif Ali Cangı ve İsmail Hakkı Atal konuşma yaparak ekoloji mücadelelerinin hukuki boyutunu ele aldı. Sonuçlanan ve devam etmekte olan davalara dair bilgi paylaşımında bulunan avukatlar, doğa savunusunda hukukun gücüne dikkati çekerek tavsiyelerde bulundu.
Çevre davalarının giderlerinin karşılanmasına yönelik çözüm yollarının tartışıldığı atölyede, diğer ülkelerde yürürlükte olan doğal varlıkların var olma hakkının tanınması ve ekokırım yasası gibi doğayı korumayı amaçlayan uygulamalar ele alındı. Çevre davalarında yaşanan zaman aşımı gibi sorunlar için çözüm önerileri tartışıldı.
Fotoğraf: Dilan Pamuk
“Ekoloji Mücadelesinde Medyanın Etkin Kullanımı” başlıklı ikinci atölyede Sözcü Gazetesi’nden Gökmen Ulu, BirGün Gazetesi’nden Özgür Gürbüz, Ajans Bakırçay’dan Oben Ulu ve Yeşil Gazete’den Dilan Pamuk medyanın çevre savunusundaki rölünün daha etkili hale getirilmesine yönelik bilgi paylaşımında bulundu.
Fotoğraf: İsmail Hakkı Atal
Gazeteciler, çevre sorunlarının medyada daha geniş ve etkili bir yere sahip olabilmesinin önündeki zorluklara değinerek çözüm önerileri sundu ve katılımcılara basın bülteni hazırlama, fotoğraf ve video çekimi ve etkili içerikler üretmeye dair bilgiler paylaştı. Katılımcılara doğa ve yaşam savunusunun tarafsızlık ilkesinden ayrı değerlendirilmesi gerektiğini hatırlatan gazeteciler, içeriklerde manipülasyondan kaçınmanın önemine değindi.
Ege Üniversitesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı eski başkanı Prof. Dr. Ali Osman Karababa, enerji analisti Özgür Gürbüz ve TMMOB Jeofizik Mühendisleri Odası İzmir Şube Eski Başkanı Erhan İçöz “Ekoloji Mücadelesinin Bilimsel Dayanakları” başlıklı atölyede yapılan ekolojik tahribatların insan ve çevre sağlığı üzerindeki etkilerine vurgu yaparak bilimsel temelin ekoloji savunma çalışmalarındaki öneminin altını çizdi.
Fotoğraf: Dilan Pamuk
Atölye’de yakın zamanda yaşanan Kahramanmaraş depremleri sonrası ortaya çıkan ve enkaz yönetiminin sağlanamaması nedeniyle ortaya çıkan asbest sorununa yer verilerek, bunun doğa ve insan sağlığı üzerindeki etkilerine değinildi. Konuşmacılar, çevre felaketlerinin canlıların yaşamları üzerindeki etkilerinin uzun vadede ortaya çıktığının altını çizerek, bu durumun çevre davalarına bilimsel dayanaklar sağlanmasını zorlaştırdığını, ancak devletin sağlık verilerini paylaşmasıyla bu sorunlardan bazılarının aşılabileceğini aktardı. Davalarda başvurulan bilirkişi raporlarında doğa ve yaşamı görmezden gelerek otoritelerin ve doğayı tahrip eden şirketlerin yanında yer alan bilim insanlarına eleştiriler getirildi.
16 Nisan’daki program “Seferihisar Orhanlı Köyü’nde JES’lere Karşı Mücadele: Zeytin Ağaçları: 1 – JES’ler: 0” başlıklı son atölyede Doğa Derneği Genel Sekreteri Dicle Tuba Kılıç, Orhanlı Köyü Kültür, Doğa ve Spor Derneği’nden Galip Enel, Orhanlı Köyü’nde tahribata yol açacak jeotermal enerji santrallerine karşı verilen mücadeleye dair deneyimlerini anlatarak, üç santralin ruhsatının iptaliyle köylülerin elde ettiği zaferi paylaştı.
Fotoğraf: Dilan Pamuk
Kazdağları Kardeşliği’nden doğa savunucusu Ferzan Aktaş Kirazlı, Kazdağları’nda yapılması planlanan altın madeni projelerine karşı verilen mücadeleye dair deneyimlerini aktararak birlikte hareket etmenin önemine vurgu yaptı.
İftar imecesi, forum ve dayanışma
Buluşmaya katılan çevre savunucuları, 15 Nisan akşamı Orhanlı Köyü’ndeki Doğa Okulu’nu ziyaret ederek geleneksel iftar imecesine katıldı.
Fotoğraf: Dilan Pamuk
Doğa Okulu’nda Doğa Derneği ve köylülerin birlikte hazırladığı iftarın yanı sıra Karagöz Oyunu başta olmak üzere çeşitli etkinlikler yapıldı.
Fotoğraf: Dilan PamukFotoğraf: Dilan Pamuk
16 Nisan’da yapılan forum oturumu öncesinde Selçuk’tan katılım sağlayan köylüler, bağlama eşiliğinde köyleri ve doğa için yazdıkları şarkıları seslendirdi.
Fotoğraf: Dilan PamukFotoğraf: Dilan Pamuk
Forumda avukatlar, bilim insanları ve ekoloji savunucuları yaptıkları açıklamalar ve birbirlerine yönelttikleri sorularla fikir paylaşımında bulundu.
Fotoğraf: Dilan PamukFotoğraf: Dilan Pamuk
Buluşma “Akbelen ormanını vermeyeceğiz” ve “Deştin Çayı özgür akacak” sloganlarıyla sona erdi.