Ana Sayfa Blog Sayfa 3695

Enerji Bakanına açık mektup – Aysen Ataseven

Sayın Enerji Bakanı,

Akdeniz ve etrafında yaşayan tüm canlıları yok etme riskini göze alarak kalkıştığınız Akkuyu nükleer santral girişimi bize son derece mantıksız ve hoyrat görünüyor. “İnsan gerçekten hayret ediyor.” Kendinizde bu hakkı nasıl buluyorsunuz?

Siz, Soma ve Ermenek facialarını engelleyecek tedbirler almakta aciz kaldığınız gibi, sorumlulardan hesap da sormadınız. Siz de bakan olarak bu konuda hesap veremediniz. İstifa da etmediniz. Fıtrat diyip konuyu kapatamazsınız.

Siz, bize TC tarihine geçen en geniş çaplı ve uzun süreli elektrik kesintisini yaşattınız ve sebebini bile açıklayamadınız. Bunun üzerine de istifa etmediniz.

Şimdi kalkmış nükleer santral kuracağız diyorsunuz. Hangi ehliyetle kendinizde bu cesareti buluyorsunuz? Gerçekten hiç düşünmüyor, hiç sıkılmıyor musunuz?

Siz enerji politikasını insanların can güvenliğini sağlayarak yönetemiyorsunuz. Yönetebiliyor musunuz? Hayır, malesef, gerçekler ortada. Nükleer konusu şaka değildir. “Fıtrat”ında bölgesel ve yıllarca süren yok ediş vardır. Koca bir Akdeniz’i ve etrafındaki tüm yaşamı “yatırım riski” olarak ele aldığınız hesaplarınızı kontrol ediniz.

Parayı ne çok seviyormuşsunuz!

Biz Akdeniz’in insanı, ağacı, kuşu, böceği, balığı, yosunu, taşı, toprağı hep beraber bu işin karşısındayız.

Biz parayı o kadar da çok sevmeyiz. Arkamızdan kimse beddua okumasın isteriz. Hesabını verebileceğimiz bir hayat yaşamak isteriz. Yalan dünya der, mütevazi gezeriz. Yeryüzündeki yaşama hürmet ederiz. Onu riske atacak bir şey yapmayı haddi aşmak kabul ederiz. Soluduğumuz havaya, içtiğimiz temiz suya, yediğimiz zeytine şükretmesini biliriz. Kara toprağa şarkı söyleyenler bizim atalarımız olur. Ağaçlar bizim huzurumuzdur. Hayvanlar dostlarımızdır. Kuşağımız adına doğaya ve insanlığa karşı görevimiz, bu projeyi durdurmaktır. Bu partiler üstü bir konu, bunu kişiselleştirmeyin.

Bunları düşünün! Siz de bu toprakların insanısınız, bir uzaylı değilsiniz. Anlayabilirsiniz.

Nükleer santral projelerinden artık vazgeçin.

Enerji tasarrufu, verimlilik ve makul bir yenilenebilir enerji yaklaşımı ile yeni bir sayfa açabiliriz.

Türkiye bundan çok daha iyi bir enerji yönetimini hak ediyor.

 

23.Aysen-Ataseven-yeşil-gazete

 

Vatandaş: Aysen Ataseven

Avrupa Parlamentosu da Ermeni Soykırımını kabul etti

0

Avrupa Parlamentosu dün Türkiye için tarihi bir karar alarak 1915 Ermeni Soykırımı karar tasarısını kabul etti.

Papa Francis’in Ermeni Soykırımını tanıyan ve 1915’te yaşananları 20. yüzyılın ilk soykırımı olarak nitelediği konuşmasının ardından Avrupa parlamentosunun Soykırım kararı üzerine Ankara’dan sert tepkilerin gelmesi gecikmedi.

22.avrupa parlamentosu

Avrupa Parlamentosunda 1915 olaylarını “soykırım” olarak nitelendiren karar tasarısı oy çokluğuyla kabul edildi. Tasarıda, “1915-1917 yıllarında Osmanlı İmparatorluğu topraklarında gerçekleşen trajik olayların ‘soykırım’ olduğu” belirtiliyor. Türkiye’ye 1915 olaylarını “soykırım” olarak tanıma ve arşivlerini açma çağrısı yapılıyor.

Ayrıca, “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun taziye içeren ve Osmanlı Ermenilerine yönelik zulümleri tanıyan açıklamalarının doğru yönde atılmış bir adım olarak değerlendirildiği” belirtiliyor.

Tasarıda, “Türkiye ve Ermenistan, Avrupa ulusları arasındaki başarılı uzlaşma örneklerini kullanmaya ve halklar arası işbirliğini odağa yerleştiren bir gündem izlemeye davet ediliyor”.

Tasarının kabul edilmesi üzerine Dışişleri Bakanlığı’ndan AP’yi eleştiren bir açıklama geldi. Açıklamada

“Türkiye-AB ilişkilerinin gelişmesine engel çıkarmakla tanınan Avrupa Parlamentosu, daha önce de denediği gibi, 1915 olayları konusunda yeniden tarih yazmaya heveslenmiştir. Bu heves, Türk karşıtı Ermeni propagandasının klişelerini harfiyen tekrarlayan, 15 Nisan 2015 tarihli gülünç bir karar metniyle sonuçlanmıştır.”

“Avrupa Parlamentosu kabul ettiği kararla, zamanında uluslararası hukukla bağdaşmaz şekilde ve yetki alanını aşarak yapmış olduğu hatayı tekrarlamıştır. Tarihi ve hukuku katleden bu metni kabul edenleri ciddiye almıyoruz.” deniliyor.

Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan da kararı twitter mesajlarıyla eleştirdi:

Yalçın Akdoğan, “AP kıymet-i harbiyesi olmayan son kararıyla sözünün ağırlığını ortadan kaldırıyor. Goygoyculuk yaparak ciddi konular ele alınamaz” dedi ve ekledi:

Avrupa Birliği Bakanı Volkan Bozkır da AP’nin kararıyla ilgili bir açıklama yaparak “Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu’nun bugün (15 Nisan) 1915 olayları konusunda kabul ettiği karar tarihi ve hukuki gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Bu tür kararlar, Türkiye ve Türk milleti için yok hükmündedir” ifadelerini kullandı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan da AP kararına tepki göstererek “bir kulağımızdan girer, öbür kulağımızdan çıkar “ dedi ve Türkiye’de çalışan 100 00 civarındaki Ermenistan vatandaşının sınırdışı edilebileceğini ima etti.

 

(BBC – Yeşil Gazete)

Bursa’da Akkuyu protestosu : #NukleerSantralİstemiyoruz

0

Bursa Kent Savunması’nın çağrısı ile Bursalı çevreciler, Mersin Akkuyu Nükleer Santrali’nin yapımına ve santralin temel atma töreninde yaşam hakkı savunucularına yönelik saldırılara karşı “Nükleere İnat, Yaşasın Hayat!” demek için Heykel’de biraraya geldiler.

Bursa Kent Savunması adına basın açıklamasını yapan Elif Güven, yaşamı, havayı, suyu, toprağı, tüm canlıları, yüzyıllar boyunca radyasyona mahkum etmiş olan Çernobil katliamının 29. yılında, Çernobil nükleer santralini kuran Rosatom şirketinin Akkuyu’ da da Nükleer santral kurduğunu belirtti.

21

Güven, “Güçlü Türkiye’nin Yeni Enerjisi” söylemli bildbordları ile tüm şehir ve yolların donatıldığını, Nükleer santral görsellerinin hiç kullanılmadığı bilbordlarda çocuklar ön plana çıkartılarak algı yönetilmeye Nükleer santrallerin aynı çocuklar gibi masum gösterilmeye çalışıldığını ifade etti.

Bütün ölümlere ve bilimsel verilere rağmen, devlet tarafından üstü örtülerek yok sayılan Çernobil’in ve sonrasında Fukuşima’nın etkilerinin halen sürdüğünü belirten Güven, ‘’Çernobil’in sonucunda bilimsel araştırmalar Karadeniz’deki kanser oranlarındaki artışı gösterirken “Radyasyonlu çay daha lezzetlidir” diyerek kameraların karşısında çay içen zihniyet devam ediyor’’ dedi.

20‘’Nükleer santrali evdeki tüp gaza indirgeyen, “Bekarlık nükleerden daha risklidir” diyerek Sinop’a, Mersin’e ve İğneada’ya nükleer santral yapmak, Karadeniz’i ve Akdeniz’i nükleer atık çöplüğüne çevirmek isteyen iktidar; sözde enerji ve kalkınma yalanlarıyla doğayı ve yaşamı hiçe sayan projeler üretmeye devam ediyor şeklinde konuşan Elif Güven, “Akkuyu Nükleer Santrali için sahte imzayla ÇED raporu hazırlanması gibi pek çok usulsüzlük normalleştiriliyor. ÇED raporuna karşı yaşam savunucularının açtığı dava devam ederken inşaatın yapımına başlanıyor. Yoğun reklam çalışmalarıyla nükleer santrale karşı tepkiler azaltılmaya çalışılıyor. Çok sayıda doğa ve yaşam düşmanı projeden tanıdığımız Cengiz İnşaat tarafından Akkuyu nükleer santralinin ilk temelleri atılıyor” dedi.

Bursa’daki yaşam savunucuları olarak Akkuyu’ da ki direnişi selamladıklarını dile getiren Bursa Kent Savunması adına konuşan Güven, “Bursa’da kentini, doğasını ve yaşamı savunmak için bir araya Bursa Kent Savunması adı ile gelen bizler; ne Akkuyu’ da, ne Sinop’ da, ne de İğneada’ da Nükleer santral yapılmasına izin vermeyeceğiz. Nükleersiz bir Türkiye ve yeryüzü için mücadele edeceğiz. Yağma, talan ve katliam projelerine karşı doğayı ve yaşamı savunmak için herkesi, nükleere karşı birlikte mücadele etmeye çağırıyoruz” şeklinde sözlerini noktaladı.

 

Haber: Serdar Esen

(Yeşil Gazete)

 

Alman Yeşiller’inden esrar yasası: Ot içelim ama doğru şekilde

Spiegel Online‘da 4 Mart 2015’de yayınlanan yazıyı Hakan Ozan Erzincanlı‘nın derleme çevirisi ile sunuyoruz

* * *

Vergi gelirlerinde milyarlar, polisin iş yükünde hafifleme: Yeşiller – sıkı şartlara bağlı olarak ve gençler hariç tutularak – kenevirin serbest bırakılması çağrısı yapıyor. İlk defa ortaya bir kanun tasarısı çıkarılıyor.

Yeşiller partisi yıllardır Alman ilaç politikasında, özellikle esrar konusunda bir dönüşüm çağrısı yapıyor. Küçük parlamenter girişimler ve bazı bireysel eylemlerle geçen on yılın sonunda, ilk kez Yeşiller tam bir kanun tasarısı teklifi sunuyor. Söz konusu teklif bu ayın sonunda kadar Almanya Federal Parlamentosuna sunulmuş olacak.

18.alman-yesillerinden-esrar-icelim-ama-dogru-sekilde-yesil-gazete

“Esrar Kontrol Kanunu (CannKG) Taslağı” adlı 71 sayfalık taslak metin ile esrar, kubar gibi kenevir ürünleri alış-verişi, tüketimin suç olmaktan çıkarılışı ve aynı zamanda gençleri koruyucu önlemlerin arttırılması düzenleniyor. Yasanın amacının aynı zamanda “esrarı organize suç örgütlerinin elinden almak” olduğu belirtiliyor. Her dört yılda bir yasanın parlamento tarafından gözden geçirilmesi öneriliyor.

Söz konusu kanun taslağının önemli noktaları şunlar:

Tüketim: Yetişkinler şahsi kullanım için 30 grama kadar esrar alabilir veya üç kenevir bitkisi alabilir veya sahip olabilir. 18 yaş altı çocuk ve gençlerin esrar alması ya da buna sahip olması yasaktır.

Üretim: Esrar üretimi, satışı ve ticareti sıkı kontrol altındadır. Ayrıca resmi izin gerekmektedir. Bu izinler sadece özel kontrollerle verilir. Dahası dokümantasyon, raporlama gereklilikleri ve emniyet tedbirleri mevcuttur.

Satış: Satış sadece esrar mağazalarında gerçekleşir. Internet üzerinden ve sigara gibi makineler ile satış mümkün değildir. Satış yerleri, özellikle gençlerin korunması amacıyla sıkı kurallara tabidir. Bu sebeple 18 yaşından küçüklerin bu mağazalara girmesine izin verilmez. Ayrıca çalışanlar özel bir eğitim almış olmak zorundadır.

Tüketici koruma: Kenevir ürünleri, sadece temiz kenevir bitkisinden elde edilir. Satış için sıkı etiketleme ve markalama şarttır. Pakette gençlerin korunması ve bağımlılık tehlikesi yanı sıra dosaj ve etkiye dair bilgilendirme bulunur. Reklam sıkı şekilde yasaklanmıştır.

Vergilendirme: Ürüne göre gram başı 4 avrodan 6 avroya kadar değişen tüketim vergisi uygulanmalıdır. Böylece fiyat, mevcut karaborsa fiyatlarına yakın olur.

Araç kullanımı (trafik): Alkolde olduğu gibi bir limit olmalıdır. Öngörülen limit mililitrede beş nanogramdır. Cezalandırma alkolde olduğu gibidir.

Bu Almanya Federal Parlamentosuna sunulan ilk esrar yasası olacaktır. Son yıllarda gitgide artan sayıda uzman, Almanya’ da esrar reformu yapılması gerektiği yönünde görüş bildirmekte, bu sebeple diğer partiler de bu konuyu tartışmaktadırlar. Ayrıca ABD’ nin bazı eyaletleri (1) yanında Portekiz (2), Uruguay (3) gibi ülkeler de hali hazırda bu tip yasa değişikliklerine gitmektedir. Çarşamba günü İngiliz başbakan vekili Nick Clegg’ in yaptığı benzer bir çıkış da herkesin malumudur (4).

Ancak Almanya’ da özellikle birlik partisi ve SPD içerisindeki muhaliflerin sayısı hala çoktur. Bu sebeple Yeşiller’ in önerisi parlamentoda çoğunluk bulamamaktadır. Ancak Yeşiller bu reform ile yürütme ve yargı organlarının yükünün büyük oranda hafifleyeceğini bildirmektedir. Dahası yıllık iki milyar avrodan fazla ek vergi geliri beklenmektedir.

Şimdi, bu işin öncüleri olan gedikli yeşil politikacı Harald Terpe ve başkan vekili Katja Dörner parlamentoda yoğun bir tartışma başlamasını ummaktadırlar. Dörner “şimdi diğer gruplarda da büyük bir açıklık var” diyor.

Eğer federal hükümetin esrara ağrı kesici olarak izin verme planları gerçekleşirse söz konusu yasa işlevsizleşecek. Buna rağmen Yeşiller bu fikri de destekliyor.

Söz konusu Esrar Kontrol Kanunu (CannKG) Taslağı (Almanca, 390 KByte)

Kaynaklar:

(1) http://www.uflenti.com/showthread.php/esrarin-yasal-oldugu-amerikan-eyaletleri-ve-kanunlari-1595.html

(2) http://en.wikipedia.org/wiki/Drug_policy_of_Portugal

(3) http://www.gazetevatan.com/uruguay-da-marihuana-yasal-672878-dunya/

(4) http://www.dailymail.co.uk/news/article-2973969/Nick-Clegg-makes-controversial-election-vow-decriminalise-skunk-cannabis-despite-research-linking-mental-illness.html

 

Yazının Almanca Orjinali

Yeşil Gazete için çeviren: Hakan Ozan Erzincanlı

(Yeşil Gazete, Spiegel Online)

İklim değişikliği deniz memelilerinin doğal yaşam alanlarını tehdit ediyor

 

Tim Radford tarafından Climate News Network‘de yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Zeynep Ersoy‘un çevirisiyle sunuyoruz

* * *

Üç tür balina, altı çeşit fok, deniz ve kutup ayısının ortak özellikleri şunlar: bunların tümü deniz memelisi, tümü savunmasız,  tümü hayatta kalabilmek için kutup bölgesine bağımlı ve biyologlar onlar hakkında şaşırtıcı derecede az bilgiye sahip.

17.iklim-degisikligi-deniz-memelilerini-tehdit-ediyor-yesil-gazete
Fotoğraf: Joel Garlich-Miller/USFWS Flickr

 

Kutup bölgesi; gezegenin geri kalanından iki kat daha hızla ısınmaya devam ediyor. Bu  nedenle, deniz memelileri gelecekte iklim değişikliği kaynaklı habitat kaybından daha fazla etkilenebilirler.

Şu anda vurgulanan, sadece olasılığı belirten kelimeler olsa da, en büyük zorluk gerçeklerin oluşturulmasında.

Washington Üniversitesi,  Kutup Bilim Merkezi’nde çalışan Kristen Laidre liderliğinde gerçekleştirilen ve Koruma Biyolojisi dergisinde yayınlanan araştırmada deniz memelilerinin karasal memelilerle karşılaştırıldığında daha fazla tehditle karşı karşıya kaldığı ve haklarında daha az veriye sahip olunduğu belirtiliyor.

Narwhal,  Morina ve Grönland balinaları; halkalı, sakallı, benekli, balonlu foklar ve kutup ayıları özellikle buz örtüsüne bağımlı oldukları için daha savunmasızlar.

Önemli avcılar

Tüm bu hayvanlar, Kuzey Kutup Dairesi’nin kuzeyindeki sularda ve buzullarda yaşayan çok önemli yırtıcılar. Ayrıca bu hayvanlardan bazıları bölgede yaşayan birçok yerel topluluk için de av ve turistik açılardan da önem yaşıyor.

“Bu türler insanlar için sadece iklim değişikliğinin simgeleri değil, aynı zamanda ekosistem sağlığının kilit göstergeleridir.”diyor Dr.Laidre. Dr.Laidre’ye göre şu anda pek çok tür için eksik olan doğru bilimsel veriler 21. Yüzyılda bu türlerin korumasında bilinçli ve etkili kararlar alınmasında anahtar bir göreve sahip olacak.

Bu bağlamda araştırmacılar, bu hayvanların popülasyonları hakkında bildikleri ilk kapsamlı araştırmayı yapmak için ve yerel habitatlarınının değişiyor olabileceği bilgisiyle yola çıktı.

Çalışmada kutup bölgesi 12 ayrı bölgeye bölündü ve her bölgede popülasyon sayılarına ve buz üstündeki yerel mevsimsel değişimdeki trende bakıldı.

11 türün farklı 78 popülasyonu tespit edildi ve popülasyon sayıları için tahminler geliştirildi. Tahminlere göre bölgede (Ungava Koyu, Kanada) milyonlarca halkalı balina ve birkaç yüz bin beluga balinası yaşıyor.

Birçok durumda, araştırmacıların herhangi bir türün yerel popülasyonlarının stabil, azalan veya artan durumda olup olmadığı konusunda bir tahminde bulunması için bile çok az bilgi bulunuyordu. 11 türün 78 popülasyonunun trend tablolarında, “bilinmiyor” kelimesi 60 kezden fazla geçiyordu.

Araştırmacılar ayrıca bölgedeki buz örtüsünündeki önemli azalmaları da  kaydetti. Deniz buzu, doğal olarak her kış ilerler ve baharla birlikte geri çekilir.  Ancak, insan kaynaklı artan sera gazı emisyonları nedeniyle artarak devam eden küresel ısınma, buzun ilerleme ve geri çekilme düzenini çarpıcı bir biçimde değiştirdi. Bazı iklim senaryolarına göre 2040’da  kutup bölgesi her yaz daha az buz örtüsüne sahip olacak.

Değişim artık görünür düzeyde.  Çoğu bölgede,  bilim insanları yaz döneminin yaklaşık 5-10 hafta uzadığını ortaya çıkardı.  Rusya Barents Denizi’nde yaz buz örtüsü süresi artık 30 yıl önce olduğundan 20 hafta daha uzun.

Bu durum, kutup ayısı ve onların avı olan foklar için bir tehdit oluşturmakta. “Bu hayvanların, yiyecek ve eş bulabilmek, çoğalmak ve yavrularını büyütmek için  ve hayatta kalabilmek için buza ihtiyaçları var. Buz onlar için bir yaşam platformu niteliğinde. Bu yüzden, eksikliğini çok açık bir biçimde hissederler.” diyor Dr.Laidre.

Öte yandan, buz örtüsü kaplamasındaki azalma balina türleri için- en azından bir süre için- faydalı olabilir. Açık su daha geniş beslenme çeşitliliği, daha fazla verimliliğe neden olup, balinalara daha fazla gıda sunabilir.

Bilim insanlarının, Arktik deniz memelilerinin korunması ile ilgili biyologlar, yerel yönetimler,  kamu kurumları ve uluslararası kuruluşlar için bir dizi genel önerisi var. Ayrıca, tüm gezegen için önemli mesajları da var.

Dr Laidre’nin söylediği gibi bizler çeşitli koruma tedbirleri koyabilir ve korunan türler için yasal mevzuatlar oluşturabiliriz.  Fakat, bunların hiçbiri kutup bölgesindeki iklim değişikliği kaynaklı  habitat  kaybını etkileyen asıl faktöre değinmiyor. Yapılacak tek şey sera gazlarının düzenlenmesi.

 

Haberin İngilizce Orjinali

Haber: Tim Radford

Yeşil Gazete için çeviren: Zeynep Ersoy

(Yeşil Gazete, Climate News Network)

Şirketler değil su yolunu bulsun! – Oya Ayman

su hakkıKöprülerin altından çok sular aktı… Orhan Veli, ”peynir ekmek değil ama acı su bedava” diyeli yarım asırdan fazla zaman oldu. Bir zamanlar köprülerin altından akan derelerin suyu şimdilerde HES şirketlerinin döşediği borulardan süzülüyor. Elli yılda o kadar çok şey değişti ki, parası olmayana su da yok, ekmek de… Ama su yolunu buluyor… Ve son zamanlarda kirletilen, önü kesilen dereler, kuruyan kaynaklar, kabaran faturalar arasından ”şirketler değil, su yolunu bulsun” sesleri yükseliyor. Suya erişimin yaşam hakkı olduğunu savunanlar, suyun önündeki engelleri kaldırmak için çaba gösteriyor.

BEDAVA SU VERİNCE HAKKINDA DAVA AÇILMIŞTI

Onlardan biri de Dikili Belediye eski Başkanı Osman Özgüven. 2008 yılında, 10 tona kadar suyu ücretsiz verdiğini açıkladığında, kamuyu zarara uğratmaktan hakkında dava açıldı. Çünkü kanun, musluktan akan suyun yönetim ve işletme giderlerini kullanıcıya yüklüyor, üstüne belediyenin kâr koymasını da zorunlu kılıyordu. İki yıl süren mahkeme, Özgüven’in iddia edilenin aksine uygulamalarında kamu yararı gözettiği için beraat etmesine karar verdi. Kanuna karşı gelmemek için, belirli bir miktara kadar kullanılan suya karşı1 kuruş bedel belirleyen Özgüven, ”Bu uygulama sayesinde Dikili’nin hiç su sıkıntısı çekmediğini, aksine tasarruf ettiğini” söylüyordu. Ancak geçen yıl Dikili İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlandıktan sonra, su faturalarında İzmir Su ve Kanalizsayon İdaresi’nin (İZSU) tarifeleri uygulanmaya başlandı.

ANTALYA BELEDİYESİ İLE ŞİRKETLER KARŞI KARŞIYA

Dikili’de belediyenin vatandaşa teslim ettiği su hakkı, Antalya’da, bu kez belediye tarafından vatandaşın elinden alınıp özel şirketlere verildi. 1996 yılında su ve hıfzıssıhha hizmetleri, Suez adlı Fransız su şirketi ve ENKA Holding konsorsiyumuna devredildi. Amaç, kayıp-kaçak oranlarını azaltmak ve halka temiz, kaliteli suyu ödenebilir bir ücrete sağlamaktı. Ama beklenen olmadı. Su fiyatları arttı, su kaçağında ise kayda değer bir azalma olmadı. Hedeflere ulaşılamayınca özelleştirme antlaşması 2002’de fes edildi. Şirketler Antalya Belediyesi’ni, belediye de şirketleri dava edip tazminat istedi. Dava hâlâ sürüyor. Dikili ve Antalya dünyada giderek yaygınlaşan bir eğilimin Türkiye’deki örnekleri. Hem İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, hem de Toprak Ana’nın Hakları Bildirgesi’nde su hakkı, yaşam hakkının bir parçası olarak kabul ediliyor. Bu haktan hareketle pek çok insan, içtiği ya da kullandığı suyun bir mal gibi satılmasına karşı çıkıyor. Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nin (TMMOB), 2009 tarihli Su Raporu’na göre, son 20 yıllık süreçte gelişen ve suyu metalaştıran küresel politikalar sonucunda dünya nüfusunun yüzde 5’i, suyunu uluslararası şirketlerden alıyor. Bu şirketler suyu, yaşam için gerekli bir varlık olarak değil, pazar mekanizmalarıyla yönetilecek ekonomik bir kaynak olarak görüyor.

35 ÜLKE KAMULAŞTIRMAYA GERİ DÖNÜŞ YAPTI

Buna karşın özel şirketlerin taahhütlerini yerine getirmemesi sonucu, dünyanın pek çok ülkesinde sular yeniden kamulaştırılıyor. Son 15 yılda, 35 ülkede, en az 180 bölgenin suyu, yeniden belediyeleştirildi. Bu hizmetlerin yeniden belediyeleştirildiği büyük şehirler arasında Accra (Gana), Berlin (Almanya), Buenos Aires (Arjantin), Budapeşte (Macaristan), Kuala Lumpur (Malezya), La Paz (Bolivya), Maputo (Mozambik) ve Paris (Fransa) bulunuyor. Türkiye’de de ise temiz su varlığının sınırlı oluşu, iklim değişikliği sonucu kuraklık tehdidi, derelere yapılan devasa HES’ler ve artan kirlilik, suya erişim yollarını daha da dolambaçlı hale getiriyor. Suyun bir piyasa değeri olması karşısında yaşam hakkını savunanlar, özelleştirilen suların yeniden kamulaştırılması için çaba gösteriyor. Sosyal Değişim Derneği, Hasankeyfi Yaşatma Girişimi, Küresel Eylem Grubu ve Sosyal Demokrasi Vakfı, 2012’den beri yürüttükleri imza kampanyası ile, sudan kâr elde etmenin temiz suya erişim hakkını ihlâl ettiğine dikkat çekiyor. Kampanyaya katılan yaklaşık 6 bin kişi, “Kâr için değil, yaşam için su” diyor ve taleplerini dile getiriyorlar: “Su hakkı anayasal güvence altına alınsın. Temel ihtiyaçlara yetecek miktar ve kalitede su ücretsiz olarak verilsin. Temiz, güvenilir ve içilebilir nitelikte su, şebeke sularından sağlansın.”

SUYU TİCARİ YAPAN YASALAR KALDIRILSIN

Türkiye’de suyu ticari bir meta haline getiren pek çok yasa var. 2560 sayılı İSKİ Genel Müdürlüğü Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’un 23. maddesi ve 4736 sayılı Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Ürettikleri Mal ve Hizmet Tarifeleri ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 1. maddesi, suyu ticarileştiren düzenlemelerden sadece ikisi. Birinci düzenleme, suyun bedava veya indirimli dağıtılmasını suç olarak belirliyor. İkincisi ise suyu kullanan vatandaşlardan suyun temizlenmesi ve evlere kadar getirilmesi gibi her türlü işlemin masrafına ek olarak belirli oranda bir kârı geri almayı şart koşuyor. Yani suyu ticaretin metası, belediyeyi de ticarethaneye dönüştürüyor. Su Hakkı Kampanyası, su tarifesinin belirlenmesinde kârı esas alan bu iki düzenlemenin de yürürlükten kaldırılmasını talep ediyor. Temiz suya erişim hakkının engellenmesi aynı zamanda sağlıklı yaşam hakkının engellenmesi anlamına geliyor. Faturasını ödeyemeyen vatandaşın suyu kesilip, su sayacı sökülüyor. Dolayısıyla evine kadar gelen suyun parasını ödeyemeyenler, sağlıklı bir yaşam hakkından da mahrum bırakılıyor.

TEMEL İHTİYAÇ İSE BEDAVA OLMALI

İSKİ, Ocak ayından bu yana az su kullanandan (10 m³’e kadar) daha az ücret alma yöntemini hayata geçirdi. İzmir, Mersin, Kocaeli gibi bazı şehirlerde de uygulanan bu yöntem suyun tasarruflu kullanılması açısından iyi bir uygulama olsa da, Su Hakkı Kampanyası’ndan Akgün İlhan, yaşamsal ihtiyacı karşılayacak belirli bir miktara kadar suyun ücretsiz sağlanması gerektiğini söylüyor: ”İstanbul’daki suyun yüzde 82,16’sı meskenlerde kullanılıyor. Vatandaş evindeki suyla içme, temizlik gibi temel ihtiyaçları karşılıyor. Burada ticari amaçlı değil, su hakkı çerçevesinde değerlendirilmesi gereken bir kullanım söz konusu. Dolayısıyla bu tip kullanımın belirli bir miktarı, belediye tarafından ücretsiz sağlanmalı. Ticarethane, sanayi ile inşaat tipi aboneler ise yeni kademeli tarifelendirmeden muaf tutuluyor. Dolayısıyla suyu mesken tipi abonelere göre çoğu zaman daha şiddetli biçimde kirleten abone grupları, su tasarrufu sorumluluğundan sıyrılmış oluyor.”

İSTANBUL’UN SUYU YURTDIŞINA SATILIYOR

Türkiye kişi başına düşen bin 519 m³’lük su miktarı ile ”su sıkıntısı çeken” ülkeler arasında. Artan kentsel nüfusla birlikte, içme suyu arzında sıkıntı yaşanırken, büyük v şehirlerde ortaya çıkan sıkıntılar, havzalararası su transferiyle giderilmeye çalışılıyor. Bu sıkıntılar nedeniyle Melen Çayı’ndan su transferi gibi su ihtiyacını uzak coğrafyalardan sağlamaya çalışan İstanbul Büyükşehir Belediyesi, diğer yanda kendi şirketinin işlettiği Hamidiye A.Ş. kanalıyla beş kıtada 42 ülkeye içme suyu ihraç ediyor. Türkiye’de, en fazla su, yüzde 73 ile tarım sektöründe kullanılıyor ve bu sektörde suyu verimli kullanan sulama yöntemleri yaygın değil. Gerek salma sulama gibi yanlış sulama yöntemleri, gerek suyun hatalı yönetilmesi ve aşırı kullanım, yeraltı su seviyesinin giderek düşmesine neden oluyor. Konya Ovası’nda 30 bin ruhsatlı kuyunun yanında 50 bini aşkın ruhsatsız kuyu nedeniyle yeraltı suları kullanılamayacak duruma geldi. Hükümet, yeraltı sularının aşırı kullanımını engellemek için 2016 yılından itibaren yeraltı suyu kuyularına sayaç taktırmayan çiftçilerin kuyusunu kapatma kararı aldı. Bu uygulama, çiftçinin ne kadar su kullandığını kontrol etmekle birlikte, sulama suyunun da içme suyu gibi ücretlendirileceği anlamına geliyor. Su Hakkı Kampanyası’ndan Akgün İlhan, ”Bu durumda, parası olmayan çiftçi sulama yapamayacak ya da kredi alacak” diyor.
Su hakkı nasıl ihlal ediliyor?

Musluktan akan su için para ödemek zorunda kalıyoruz.

Çoğu kentte musluktan akan su içilemiyor. Bu nedenle ambalajlı içme suyuna ayrıca para ödemek zorunda kalıyoruz.

Su havzalarındaki yapılaşma faaliyetleri iyi denetlenmiyor.

Yer üstü ve yeraltı suları, tarımda kullanılan kimyasallar, sanayi ve evsel atıklarla kirletiliyor.

HES inşaatları derelerin akış rejimini bozabiliyor ya da halkın yararlanmasına engel oluyor. Havzalardaki canlı yaşam ve gen kaynakları tahrip edilerek ekosistemler tahrip ediliyor.

Suyla ilişkili hastalıklar suyun sağlıklı ve güvenli olmadığı, suyun organik (benzen, akrilamid, vb.), inorganik (arsenik, kurşun, nitrat, vb.) maddelerle ve insan ya da hayvan dışkısıyla kirlendiği durumlarda ortaya çıkıyor.
Tarihe Cochabamba Su Savaşı olarak geçen olay büyük kazanım oldu

Bolivya’nın Cochabamba Belediye Başkanı’nın, Suez isimli şirketle 40 yıllık su imtiyaz sözleşmesi imzalayarak şebeke işletme hakkını vermesi, ülkede su savaşlarına neden oldu. Şirket su fiyatlarını yüzde 200 oranında artırınca, faturaları ödeyemeyen halk bahçesine kuyu açarak ya da yağmur suyu toplayarak, suyunu kendisi sağlamaya çalıştı. Fakat şirket, imtiyaz sözleşmesine dayanarak halkın kendi çabasıyla elde ettiği suyun ücretini almak için tahsilat memurları gönderdi. Yüzde 400’lere varan fiyat artışları ve şirketin kâr hırsıyla yağmur suyunu bile fatura etme talebi karşısında halk ayaklandı, polisin açtığı ateş sonucu bir kişinin ölmesi toplumsal başkaldırıyı tetikledi. 2000 yılında yaşanan bu su savaşı sonucunda Suez, Bolivya’yı terk etmek zorunda kaldı. Tarihe Cochobamba Su Savaşı olarak geçen olay Bolivya halkı için büyük kazanım oldu.
Yaşam hakkı şişeye girdi

Türkiye’de nüfusun yüzde 99’u su hizmetini kamu kurumlarından alıyor. Ama bu oran, ne musluktan akan suyun paralı olmasını ne de içme suyunu damacanayla satın almayı engellemiyor. Yaşam hakkı şişeye giriyor ve ambalajlı su piyasası, giderek daha fazla şirketin iştahını kabartıyor. Ambalajlı Su Üreticileri Derneği’nin (SUDER) rakamlarına göre, 2008 yılında Türkiye’de damacana ve pet şişe su pazarı hacmi 8,7 milyar litreyken, 2013 yılında 10,3 milyar litreye ulaşmış. Toplam ciro ise yaklaşık 3 milyar liradan 4,1 milyar liraya yükselmiş. 2009 yılında yıllık ambalajlı su tüketimi kişi başına ortalama 124 litreyken, 2013 yılında yıllık kişi başına ortalama tüketimi 135 litreye çıkmış.

Yağmur suyu hasadı

Kentsel alanlara su temini için geleneksel olanların dışında pek çok yaratıcı çözüm var. Çatıdan yağmur suyu toplayıp depolamak da bunlardan biri. Yağmur suyu hasadı denilen bu yöntemde basit filtreleme teknikleriyle, neredeyse hiçbir arıtmaya gerek duymadan su depolanabiliyor. Almanya’da su fiyatlarının yüksek olması nedeniyle konutlarda ve çalışma alanlarında kurulmuş, 1,5 milyon yağmur suyu toplama sistemi bulunuyor. Japonya’da 30 bin metrekareden daha büyük binalarda gri su artıma sistemleri ve yağmur suyu toplama sistemlerinin bulunması, Hindistan Yeni Delhi’de 100 metrekareden büyük çatı alanına sahip ve 1000 metrekareden büyük inşaat alanına sahip yeni binalarda yağmur suyu kullanılması kanunen zorunlu. Avustralya Sydney ve New South Wales’teki bina yönetmeliğine göreyse, yağmur suyu deposunun konut dışında ya da konut içerisinde kullanılarak su tüketiminin azaltılması gerekiyor. ABD ve İngiltere gibi pek çok ülkede de benzer uygulamalar var. Bu sistemler Türkiye’de de yeşil bina konsepti kapsamında, bazı binalarda uygulanmaya başlandı

 

Oya Ayman – Bu yazı ilk kez Cumhuriyet Gazetesinde yayınlandı

Akkuyu’da nükleer törenden bir gün sonra Kıbrıs’ta 5,5’lik deprem

Kıbrıs açıklarında bu sabah saat 11:25’te 5.5 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi.

ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu (USGS), 5.5 büyüklüğündeki depremin, Kıbrıs’ın güneyindeki Peyia kasabasının 7 kilometre açığında gerçekleştiğini açıkladı.

Hürriyet gazetesinin haberine göre Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi (AFAD) ise depremin büyüklüğünü 5.2 olarak duyurdu. AFAD, saat 11.33’te büyüklüğü 4.5 olan bir deprem daha meydana geldiğini belirtti.

Reuters, depremin, Lefkoşa’da da hissedildiğini bildirdi.

Meydana gelen depremlerde herhangi bir mal ve can kaybının yaşanmadığı ancak depremin kısa süreli paniğe neden olduğu bildirildi.

deprem
Depremin merkez üssü Kıbrıs’ın güneyinde bulunuyor. Haritada Mersin’in hemen batısında görülen Akkuyu Kıbrıs’a sadece 90 kilmetre mesafede.

 

Akkuyu’ya 90 kilometre

Depremin Mersin Akkuyu’da yapılmak istenen nükleer santralın liman inşaatının dün yapılan temel atma töreninin ertesi günü meydana gelmesi dikkat çekici.  Depremin olduğu Kıbrıs Akkuyu’ya sadece 90 kilometre uzaklıkta bulunuyor. Bugün yaşlanan depremin merkez üssü ise Akkuyu’ya yaklaşık 200 kilometre mesafede.

Akkuyu aktif Ecemiş fay hattına yakın olduğu ve deprem bölgesinde yapıldığı için de eleştiriliyordu.

11 Mart 2011’de Japonya’da meydana gelen deprem ve tsunami sırasında 3 reaktöründe çekirdek erimesi meydana gelen Fukuşima nükleer santralında tarihin en büyük nükleer felakteri yaşanmıştı.

Akkuyu’da dün yapılan temel atma töreni sırasında nükleer karşıtı aktivistler santral alanının kapısında bir eylem yaparak nükleer enerjiyi protesto etmişti.

(Yeşil Gazete)

Size o nükleer santralı yaptırmayacağız!

Türkiye hükümetlerinin kırk yıllık kara sevdası Akkuyu nükleer santralının temel atma öncesi temel atma töreni dün yapıldı. Önceki haftalarda başlatılan Akkuyu nükleer reklam kampanyasının ardından beklenen bu tuhaf tören aslında projenin tamamen siyasi olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Önce olmayan ve dolayısıyla tüketicisi de olmayan bir “ürünün” reklamını yaptılar. Ardından başlamayan inşaatın, deniz yapıları inşaatı adı altında (yani liman) temelini attılar. Zaten Akkuyu nükleer santral projesinin ÇED raporu da sahte imzayla çıkarılmıştı. Yapılan işin tamamen bir propaganda çalışması olduğu açık. Amaç da toplumun büyük bir kısmının paylaştığı nükleer enerji karşıtı fikirleri sindirmek.

CCjLMHNW4AAIDvp
Dün Akkuyu’da nükleer santral inşaat alanı girişinde eylem yapan nükleer karşıtları

Ancak bu planları yapanların Türkiye’de nükleer karşıtı hareketin de, aynen projeler gibi kırk yıllık bir geçmişi olduğunu, 70’li yıllarda yöredeki balıkçıların başlattığı mücadelenin kazanıldığını, Nükleer Karşıtı Platform’un kurulduğu 90’lı yıllarda yıllarca süren inatçı mücadelenin 2000’de o zamanki Akkuyu projesinin iptaliyle sonuçlandığını, özetle bu ülkede nükleere karşı dünyanın en köklü hareketlerinden birinin mevcut olduğunu unutmamalarında fayda var. Üstelik yapılan araştırmalar Çernobil’in ardından çay skandalını yaşayan, Fukuşima faciası hafızasında tazeliğini koruyan, nükleerin ve radyasyonun ne olduğundan haberdar olan bu halkın en az üçte ikisinin nükleere karşı olduğunu ortaya koyuyor. Üstelik bu rakam nükleer projelerinin olduğu Mersin ve Sinop gibi illerde artıyor.

O nedenle temel atma gösterileri ya da halkı yanıltıcı reklamlar o kadar da etkili olmayacaktır. Bu halk, bu kadar yıkıcı, bu kadar tehlikeli, pahalı ve ne tarafından tutsanız elinizde kalan nükleer santral sevdasının gerçek olmasına kolay kolay izin vermeyecektir. Zaten dünya enerji piyasasının şartları, nükleer endüstri gerilerken maliyetlerin artması, giderek ucuzlayan yenilenebilir enerjiyle rekabet şansının ortadan kalkması ve santralı yapacak olan Rusya’nın düştüğü ekonomik darboğaz da işi zorlaştırıyor. Rusya’nın en önemli gelir kaynağı olan petrol fiyatları düşer, ruble değer kaybederken, Rusya devlet şirketi Rosatom’un tamamen kendi yaratacağı finansal kaynakla başlangıç maliyeti 20 milyar dolar olarak verilen, ancak bunu kat kat aşacağı şimdiden belli olan bir projeyi gerçekleştirebileceği kuşkuludur. Dolayısıyla gelmiş geçmiş bütün hükümetlerin bu kadar hevesli olduğu Akkuyu nükleer santralının bu kez de bitirilebileceği, hatta inşaatına başlanabileceği bile hâlâ şüphelidir.

Özetle, o kadar kolay yemezler!

Ama tabii bu durum rehavete kapılmayı gerektirmiyor. Tam tersine hükümet nükleer enerji konusunda kararlılık gösterisi yaparken, nükleer karşıtı hareketin de buna aynı tonda cevap vermesi gerekir. 2004’te AKP hükümeti Akkuyu projesini canlandırırken hızla yeniden örgütlenen nükleer karşıtları, on yıllık başarılı bir geciktirmenin ardından, bir kez daha vites yükseltmek için gerekli şartlara sahip. Her şeyden önce büyük bir toplumsal mutabakat var. Konuyu teknik olarak tartışmak gerektiğinde nükleerden yana olanların argümanları hep zayıftı, şimdi daha da zayıf. Yalan üstüne yalan söylüyorlar. Mesela Japonya’da 2011 Fukuşima kazasının ardından varolan 54 nükleer reaktörün tamamının kapatıldığını görmezden geliyor, çalıştığını iddia ediyorlar. Çernobil’de olduğu gibi Fukuşima’da da ölen, boşaltılan alanlardan taşınan insanları yok sayıyorlar. Üstelik nükleer santral yapımının pek çok sanayileşmiş ülkede artık tehlikesinin yanı sıra karşılanamaz maliyeti yüzünden de terk edildiği gerçeğini gizlemek için ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Nükleerin iklim değişikliğine asla çözüm olamayacağı gerçeğini bildikleri halde sadece endüstrinin çıkarı uğruna onu da propaganda malzemesi haline getiriyorlar. Her şey bir yana gerçek ve yasal bir ÇED raporu bile yazdıramıyorlar. Her şey yalan, her şey sahte!

O nedenle nükleer belasını bir kez daha savuşturmanın yolu belli. Her zamanki gibi sadece gerçekleri söylemek, nükleer endüstrinin yalanlarını yüzlerine vurmak, ama bunu artık çok daha görünür bir şekilde yapmak gerekiyor. Nükleer karşıtları bulundukları her yerde, sivil toplum örgütlerinde, siyasi partilerde, oda ve sendikalarda, yerelde ve kentlerde halk hareketleri örgütleyerek mücadeleyi yükseltmeli. Ama bunu sadece panellerle, basın açıklamalarıyla veya mitinglerle yapamayız. Bugünün araçlarını, sosyal medyayı, görsel iletişimi, alternatif medyayı çok daha iyi kullanmanın da yollarını bulmak lazım. Bu ülkede kırk yıldır nükleer santral yaptırmıyoruz. Sesimiz yüksek çıktığı, yalanlarını yüzlerine vurduğumuz sürece de yapamazlar.

Akkuyu’da nükleer santralın çalışmaya başladığı bir gün gelirse, o uğursuz reaktör bizim suskunluğumuzun üzerine inşa edilmiş demektir.

* Çernobil’in 29. yıldönümü için 25 Nisan Cumartesi gübü Sinop’ta nükleer karşıtı miting var. Yürüyüş Saat: 12:00’de Sinop Eski Otogarı-Diyojen Heykeli önünde toplanarak başlayacak ve miting Uğur Mumcu Meydanı’nda yapılacak.

Ümit Şahin – Yeşil Gazete

Seçimler ve Şiddet – Evren Balta

Tavşan deliğinin ne kadar derine gittiğini görmek ister misiniz?” Sanırım Türkiye siyasetinin son günlerde aldığı hali tanımlayacak en iyi sorulardan biri bu olurdu.

Hükümet ve HDP karşılıklı olarak çözüm sürecinin tıkanması konusunda birbirlerini kıyasıya eleştirirken ve sanki çözüm süreci bir başka bahara kalmış gibi bir hava ülke siyasetine hâkim olmuşken her şey 28 Şubat 2015’de değişiverdi. Türkiye’nin en kritik kararlarının alındığı Dolmabahçe’de Cumhurbaşkanına yakınlığı ile bilinen İçişleri Bakanı Efkan Ala ve Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ile İmralı heyeti Abdullah Öcalan’ın çağrısını okumak için bir araya geldi. Hem de seçimlerden hemen önce bütün taraflar için riskli bir karar alarak.

Çağrı hem PKK’ye hem de hükümete yönelikti. Öcalan PKK’yi “asgari müştereğin sağlandığı ilkelerde silahlı mücadeleyi bırakma temelinde stratejik ve tarihi karar vermek için” bahar aylarında olağanüstü kongreyi toplamaya davet ediyordu. Yalçın Akdoğan açıklama sonrasında “silahların devre dışı kalması demokratik gelişime hız katacaktır” diyordu. Recep Tayyip Erdoğan açıklamaya “eleştirel” desteğini veriyor, “silahların bırakılması çağrısı çözüm süreciyle devam eden ve noktalayalım diye hasretle beklediğimiz bir çağrıdır” diyordu.

Hiç kimsenin beklemediği bir sırada tavşan deliğinden ümit çıkıyordu. Ümit vardı ama tavşan deliğinin içinde ne oluyordu bilmiyorduk.

***

Aradan daha iki ay bile geçmeden tavşan deliği yine fokurdamaya başladı. Bu sefer o tavşan deliğinin ucu Ağrı’da bir dağın tepesine açılıyordu.

Hükümet ile PKK’nin (karşılıklı olarak) devre dışı bırakacaklarını açıkladıkları silahlar o dağın tepesinde yeniden devreye girdi.

Biz o tavşan deliğinin içinde ne oluyordu yine bilmiyorduk. Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, Ağrı’da yaşanan tarzda olayların seçim yaklaştıkça daha da artacağını söylüyordu. Ona göre hedef “çözüm süreci iyi gitmiyor algısını vererek Ak Parti’nin oylarını” aşağı çekmekti . Selahattin Demirtaş ise “Ağrı’da bir çatışma değil, sahnesi önceden planlanmış, önceden provası yapılmış, sahte bir kurgu operasyonu” olduğunu söylüyordu. Ona göre 8’i yaralı 15 askerin çatışma bölgesinde terk edilmesinin hedefi o askerlerin yaşamını yitirmesi ve ülkede AKP’nin oylarının tavan yapmasıydı .

Mesele AKP’nin oyları mıydı? Ya da çözüm süreci miydi hedef alınan? Belki de her ikisi? Karar alıcı, operasyon yetkisine sahip vali gibi yerel aktörler miydi yoksa merkezi hükümet mi? Belki de her ikisi? Karşılıklı çatışmasızlık durumundan ilk geri adımı atan askerler miydi, yoksa PKK mi?

Dibini göremediğiniz (görmemizin de pek istenmediği) tavşan deliğinin içinde ne olduğuna dair pek çok yorum yapabilirsiniz. Bu operasyon AKP’nin oyları artsın diye yapıldı diyebilirsiniz. Barışı bozmak isteyenlerin kim olabileceğini, bu işin kime yarayacağını tartışabilirsiniz. Komplolardan, provokasyonlardan, siyasete şiddeti katarak çıkarlarını arttırmak isteyen “karanlık odaklardan” bahsedebilirsiniz. O tavşan deliğinin içinde ne olduğuna dair farklı bir yorumunuz olabilir.

Olsun. Olsun, çünkü geçtiğimiz Pazar günü gerçek artık o deliğin içinde fokurdayanlar değildi, o deliğin başında birbirine yardım etmeye çalışanlardı.

O dağın başında mahsur kalan 8 tanesi yaralı askerleri kurtarmaya giden köylüler artık kimin ne zaman açtığını bilmediğimiz, içinde neyi fokurdattığından haberimizin olmadığı, o korkunç deliği “Sen de bizim çocuğumuzsun, o da bizim çocuğumuz. Bakın ondan çok size yardıma gelmişiz” diyerek kapattılar.

Kendilerini kurtarmaya gelen köylülere “Kardeş bizi suçlu görebilirsiniz ama biz görev icabı buradayız. Bu işi kim yapmışsa git ona sor” diyen erler o deliği kapattılar.

***

Seçimler, çatışma sonrası toplumlarda her seferinde yeni çatışmalar yaratabilecek kritik dönemeçlerden biri. Sadece Türkiye’de değil çatışma sonrası bütün toplumlarda seçimlerin öncesi ve sonrası toplumsal kırılganlığın ve çatışma potansiyelinin en yüksek olduğu dönemler.

Örneğin Steven Wilkinson, Hindistan’da siyasal elitlerin seçim sonuçlarını etkilemek için seçim öncesi halk ayaklanmalarını kışkırttıklarını  yazar . Paul Brass’a göre isyanlar seçimler öncesi yerel, bölgesel ve ulusal düzeyde var olan gruplaşmaları sağlamlaştırmak için kullanılan siyasi araçlardır. Hindistan’da da seçim arifesinde şiddet seçimler gibi kurumsallaşmıştır, hatta öyle ki Brass buna “kurumsallaşmış isyan sistemi” adını verir .

William Reno’ya göre pek çok Afrika devletinde siyasal iktidarlar iktidarda kalma arzuları ile demokratikleşme yönünde uluslararası aktörlerden gelen baskı arasında kalırlar. Bu baskıyı dengelemek için kullandıkları temel mekanizma ise seçim zamanları arttırdıkları şiddettir .

Scott Straus ve Charlie Taylor 1990-2008 arasında Afrika’da yapılan seçimlerin sadece %42’sinin şiddetsiz bir ortamda gerçekleştiğini yazar. Strauss ve Taylor’a göre şiddetin temel aktörü mevcut siyasal iktidarlardır ve şiddetin yoğunluğu genellikle seçim öncesi dönemde artar ve seçimlerden sonra giderek azalan bir seyir izler. Timothy Sisk, Sudan ve Nijerya’da seçim arifesinde devlet bağlantılı şiddet aktörlerinin yerel siyasal elitlerle sonuçları manipüle etmek için işbirliği yaptığını anlatır .

Şiddet genellikle çekişmeli seçimlerde, seçimi kaybedebileceğini ya da seçimlerle birlikte ciddi bir güç kaybına uğrayacağını düşünen siyasal aktörler tarafından kullanılır. Bir diğer deyişle şiddet seçim yoluyla hegemonyalarının sarsılacağının farkına varan aktörlerin kendi varlıklarını sağlamlaştırabileceği stratejik bir araçtır.

Özellikle de çatışmanın daha yeni sönümlendiği (dolayısıyla silahın ve silahlı aktörlerin hâlen rutin siyasetin bir parçası olduğu) toplumlarda seçim öncesi dönemler şiddeti bir araç olarak yeniden siyaset sahnesine sokarak, çatışmayı yeniden alevlendirebilme potansiyeline sahiptir her zaman.

***

Peki seçim arifesinde şiddetin siyaseti gölgelemesi, çatışmanın yeniden alevlenmesi nasıl engellenir?

Demokratik kurumların sağlamlaştırılması, şiddet olaylarının ciddi bir biçimde soruşturulması ve sorumluların açığa çıkarılması, seçim süreçlerine yönelik şeffaflık, bu süreçleri takip edecek bağımsız seçim izleme komisyonlarının oluşturulması…

Bütün bunlar uluslararası örgütlerin seçim şiddetini önlemek/azaltmak için önerdikleri.

Ama belki de en önemlisi şiddete karşı, şiddetin bir manipülasyon aracı olduğunun farkında olan bir kamuoyunun oluşması.

Tam da bu yüzden barışın bu topraklara gelmesi tavşan deliğinin dibini göremeyen bizim gibilerin birbirine uzattıkları elde gizli. Ağrı’da sivillerin askerlere uzattıkları elde gizli.

Yüksek (ve kirli) siyaset o tavşan deliğinin dibinde fokurdamaya devam etse de…

Evren Balta – www. birikimdergisi.com

Hepiniz Sinop’ta bir ağaç etmezsiniz! – Leyla Alp

Dünya anadil günü nedeniyle İmc tv için hazırlanan bir videoda Mehmet Bekaroğlu “Herkesin anadili güzeldir ama en güzeli benim anadilimdir” diyordu. Yüzündeki ifadeyi, sesindeki içtenliği hiç unutamam.

Babam ve Oğlum filminde herkesin unutamadığı bir sahne vardır. Ben defalarca izlediğim için benim unutamadığım sahne birden bir hayli fazla. En çok etkilendiklerimden biri  “İnsanın dönebileceği bir evinin olmaması ne demek biliyor musun baba?” diye başlayıp “Ona bir oda ver baba. Bir evi olsun. Ama zaman zaman çıkıp gidebileceği bir evi…  “ biten bölümüdür.

Evet herkesin memleketi, dili güzeldir. Ama insana en çok kendi dili, kendi memleketi güzel gelir.  Dil konusunda tam anlamıyla beceriksizlik örneğiyim. Anadilim dahil hiçbir dili doğru dürüst kullanamıyorum ki Türkçeyi de zaman zaman nasıl kötü kullandığımı görüyorsunuz.  Çok fazla memleket gezdiğim de söylenemez. Şimdilik sadece bana yetecek kadar yer gördüm daha da göresim var.  Hep bir yerlere gitmek, hiçbir yerde uzun süre kalmak istememe rağmen dönebileceğim bir yerin olmama ihtimali bana hep korkunç gelmiştir.  İnsanın dönebileceği bir evi olmalı. Çünkü orası hatıralarıdır…  Çocukluğu, sığınağı, çoğulluğu ve yalnızlığıdır…

Evet herkesin memleketi güzeldir… Bu ülkede, bu dünyada henüz gitmemiş, görmemiş olsak da çok güzel yerler olduğunu biliyoruz ama yine de evet yine de herkesin anadili gibi kendi memleketi güzeldir…  Benim için de en güzel yer Sinop’tur. Ve gerçekten şahane bir yerdir…

31 Mart 2015 neredeyse bütün gün elektrik kesintisinin yaşandığı bir gün olarak tarihe geçti. Kesintinin neden olduğu hala muamma ve bu muammaya dair bir açıklama yerine Cumhurbaşkanı “Enerji ihtiyacı var, 3. nükleer lazım” dedi. Komplo teorisi yapmayı bu işin ustalarına bırakıyorum ama Japonya tarafından Sinop’ta nükleer santral yapımını öngören uluslararası anlaşma, aynı gün sabaha karşı TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi. Buna kaderin cilvesi demek mümkün değil olsa olsa muktedir olanın sillesi denebilir. Ve Sinoplular için 1 Nisan’dan beri artık gün de gece de yeterince aydınlık değil…

Erdoğan ısrar ve inatla “nükleer santral” yaptıracağı Sinop’u ne kadar bilir bilmiyorum. Ama ben iyi bilirim. Hem de çok iyi. Orada doğdum ben. Orada emekledim. Şimdi yok etmeyi planladıkları çimenlerinde ilk adımlarımı attım, koştum, yakar top oynadım. Şimdi kurutacakları ağaçlara tırmandım, düştüm, yuvarlandım. Şimdi kirletecekleri denizinde, tam da Akliman’da yüzmeyi öğrendim.

Rüzgârında üşüdüm, yağmurunda ıslandım, o yağmurları içtim… Orada kızdım, ağladım, sevindim, üzüldüm… İlk ne varsa insan hayatına dair ilk ne varsa orada öğrendim.

O topraklara dokunup, o topraklarda büyüdüm… O topraklarda yaşayan sevdiklerimiz var bizim…

O toprakların altında ölülerimiz…

Cumhurbaşkanı Sinop’ta yapılması planlanan Nükleer Santral için yıllar önce “her şeyin bir bedeli var” demişti.  Arda arda yaşanan elektrik kesintilerinden anlıyoruz ki karanlıkta kalmak istemiyorsak bunun bir ‘bedeli’ var.

Enerji Bakanlığı’nın sitesinde Sinop’ta yapılacak Nükleer Santral’in işletme ömrü 60 yıl olarak belirtiliyor. Yani tüm dünyanın vazgeçtiği 60 yıllık bir sistem için yüzyıllık ağaçları, denizi, yeşili, ormanı, insanları yani hayatı zehirleyecekler. Projenin maliyeti ise 20 milyar dolarmış. Peki hayatın değeri? Bizim anılarımıza kim fiyat biçebilir?  Benim salıncak kurduğum ağaçların değeri? İlk kulaçlarımı attığım denizin mesela?

Koyu bir yeşillik içinden çıkarak denizin mavisiyle göğün kucaklaştığı yerdir Akliman. Orada yüzmeyi düşünebilirsiniz, balık avlamayı, dinlenmeyi, bir ağaca sırtınızı yaslayıp uyumayı, hayal kurmayı… Koyu bir çay sohbetini… Bir ağaca salıncak kurup gökyüzüne havalanmayı… Ama yok etmeyi düşünen bir akıl karşısında Gargamel bile sevimli kalır. Böyle güzellikte bir yere Nükleer Santral yapmayı planlamak için gerçekten koyu bir kötülüğe sahip olmanız gerekir.

Bugün başka bir güzellik olan Akkuyu’da yapılacak Nükleer Santralin de inşaatı başlayacak…  Ülke karanlıkta kalmasın diye. Sinop ve Akkuyu için Nükleer Santral düşünen insanlar varken gecenin karanlığına hacet yok…

Sinop’ta bir Nükleer Santral 20 milyar dolar…  Büyük para…  Peki Sinop ya da Akkuyu gibi bir yere Nükleeer Santral yapmayı planlayan insan ne kadar eder? Herkesin memleketi güzeldir… Bana göre Sinop en güzeldir… Sinop için Nükleer Santral planlayanlar kendileri ve sevdikleri için ve ne kadar değer ifade ediyorlar bilmiyorum ama topu bir araya gelse Sinop’taki bir ağaç kadar etmez.

Leyla Alp – www.t24.com.tr