Ana Sayfa Blog Sayfa 3621

The Guardian yazarından yerinde soru: Türkiye’deki kömür atağını durdurmak için artık çok mu geç?

6 Ağustos’da The Guardian’da Damian Carrington imzası ile yayınlanan yazıyı Yeşil Gazete’den Ayşe Zeynep Pamuk‘un çevirisi ile paylaşıyoruz

* * *

Türkiye, çok yakında dünyanın en büyük Kömürlü Termik Santraline sahip olacak. Bu yapılması planlanan 80 yeni santralden sadece biri. Kömür piyasasındaki bu patlamaya karşılık büyüyen direnişte ise çözüm olarak göz ardı edilen büyük güneş enerjisi potansiyeline dikkat çekiliyor.

Afşin-Elbistan’daki uçsuz bucaksız açık kömür ocakları ve dünyanın en büyük kömürle işleyen santraline dönüştürülmesi planlanan devlete ait termik santraller. Fotoğraf: Sean Smith, The Guardian için
Afşin-Elbistan’daki uçsuz bucaksız açık kömür ocakları ve dünyanın en büyük kömürle işleyen santraline dönüştürülmesi planlanan devlete ait termik santraller. Fotoğraf: Sean Smith, The Guardian için

İngiliz The Guardian gazetesi 6 Ağustos tarihinde Damian Carrington imzasıyla Türkiye’deki Kömür Santralleri üzerine geniş bir dosyaya yer verdi. Dosyaya Türkiye’de kömür endüstrisi başlıklı bir foto galerisi de eşlik ediyor.

Fotoğraf Galerisinin Ayşe Zeynep Pamuk tarafından Türkçe’ye çevrilmiş versiyonuna buradan ulaşabilirsiniz

Türkiye, tamamı Büyük Britanya’daki toplam enerji sektörünün kapasitesine eşdeğer 80 yeni termik santral yapımını planlıyor. Afşin-Elbistan’da planlanan santral ise dünyanın en büyük kömürlü termik santrali olmaya aday. Kömür alanındaki bu büyük atağın ölçeği Çin ya da Hindistan gibi büyük ülkelerdekinden, hatta dünyadaki herhangi bir ülkedekinden çok daha büyük. Dünya milletlerinin iklim değişikliğine karşı önlemler almak üzere aralık ayında Paris’te gerçekleşecek Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi‘nde bir araya gelmeleri öncesinde, bilim insanları tarafından %80’nin yeraltında bırakılması gerektiği belirtilen kömür rezervlerine dair Türkiye’nin bu hücumu ise oldukça düşündürücü.

Türkiye, hızlı büyüyen ekonomisini sıcak tutmak ve Rusya’dan gelen doğalgaza olan bağımlılığından kurtulmak konusunda çaresiz görünüyor. Bu konuda kömür çare olabilir mi sorusuna karşılık ise muhalifler, kömürün Türkiye’de insan sağlığı üzerindeki şimdiden yıllık milyarlarca liraya mal olan ağır bedeline dikkat çekiyor. Kömürlü termik santrallerle oluşan hava kirliliği çevre halkının sağlığını çok ciddi şekilde tehdit ederken, artan solunum yolu hastalıkları ve kanser vakaları yüksek bütçelerde tıbbi tedaviye neden oluyor.

Kömür santrallerine karşın önerilen çözüm ise güneşli bir ülke olan Türkiye’nin büyük güneş ve rüzgar enerjisi potansiyeli. Elbistan yakınlarındaki bir devlet hastanesinin yöneticisi olan Hüseyin Alp Aslan, kömürün yarattığı sağlık tehlikesine karşılık rüzgar enerjisinin yerleşimden uzak alanlarda kurulan rüzgar türbinleriyle sağlanabileceğinin altını çiziyor.

Zonguldak yakınlarındaki termik santral. Fotoğraf: Sean Smith, The Guardian için
Zonguldak yakınlarındaki termik santral. Fotoğraf: Sean Smith, The Guardian için

Hükümet, kömür santralleri atağını yerli kaynakların kullanılmasıyla açıklarken, son 5 yılda santrallerin yapımında kullanılan yakıtların %95’i yurtdışından ithal edildi. Kömür ithaline hem maden işçileri hem de Zonguldak’ta yeni santral yapımını protesto eden yerli gruplar karşı çıkıyor.

Türkiye’nin 2023 için güneşten üretilecek elektrik hedefi sadece 5%

18

Türkiye’deki yeni kömürlü termik santraller
(grafik  – 250MW ve üstü enerji üreten santraller
turuncu: aktif mavi: yapım aşamasında beyaz: planlanan)

Yüksek potansiyeline rağmen güneş enerjisi Türkiye’de halen çok tercih edilmiyor. Neredeyse her çatıya konan güneş enerjili su ısıtma sistemlerine karşın elektrik üreten fotovoltaik paneller çok seyrek. Devlet güneş panellerine kısıtlı bir ölçekte izin veriyor. 10 katı fazla arza karşın Türkiye, 2023 için güneşten üreteceği elektrik hedefini %5 olarak belirlemiş durumda.

Ekonomi ve Dış Politika Araştırmalar Merkezi’nden (EDAM) ekonomist Pelin Yenigün Dilek, bu hedefin çok düşük olduğunu belirtiyor. “Hükümet kısa vadede ekonomiyi kömürle hızlı büyüteceğini düşünüyor. Fakat kısa vadeli bu refah çok hızlı tükenecek ve düşük bir yaşam standardına yol açacak. Güneş enerjisiyle yüksek değerli iş ve üretim olanakları yaratabilirken, neden kömüre ihtiyaç duymalıyız?” diye ekliyor.

Türkiye Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF) ‘nın yetkilendirmesiyle hazırlanan ve kısa süre önce yayınlanan Bloomberg yeni enerji finans raporuna göre rüzgar, güneş ve hidroelektrik Türkiye’nin enerji ihtiyacını kömür girişimleriyle aynı maliyetle karşılayabilirken, karbon emisyonu oranını da düşük tutabilir.

Eğer Türkiye’nin kömür atağı devam ederse yeni santraller Amasra gibi, 3000 yıllık tarihe sahip tarihi ve turistik yerleşim alanlarını tehdit edecek. Burada planlanan ve bölgede ilk olacak dört büyük santralin yapımına maden işçileri de dahil halktan büyük bir direniş söz konusu. Karadeniz’in en eski dağlarının ve 2400 senelik antik Tios şehrinin yakınlarındaki bu alanda halk, 7 km’lik bir zincir oluşturarak ve bölge nüfusunun 4’te birine denk gelen 42000 imzalık bir protesto mektubuyla santral projelerini protesto ediyor.

Yerel direnişin önde gelen isimlerinden biri olan Bartın Üniversitesi Orman Mühendisliği Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Atmış, aralık ayında bölge ormanlarında 36 km’lik bir şerit halinde gerçekleştirilen ağaç kesimini işaret ederek, Amasra’da kömürlü termik santral yapımı için emrivaki yapılmaya çalışıldığını öne sürüyor.

Bu bölgede, 2012 yılındaki mahkeme kararıyla santral yapımı engellenmişti. Fakat dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın gerektiği gibi yasal kararı onaylamaması sonucunda santral tehdidi halen devam etmekte ve yerli halk olası hava kirliliğinin etkilerinden endişe etmekte.

Türkiye’nin farklı yerlerinde birçok başka santral projesi ise ilerlemeye devam ediyor. The Guardian dosyasında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve ilgili bir çok kuruluşla görüşme taleplerinin reddedildiğini belirtiyor.

Kömür santrali girişimleri zengin devlet yardımları alırken özel sektördeki yeni projeler finansmana ihtiyaç duyuyor. Garanti Bankası, Türkiye’deki yeni kömürlü termik santralleri projelerinin en büyük destekçilerinden. Garanti Bankası Proje Finansmanı Genel Müdür Yardımdıcı Ebru Dildar Edin, bu tip projelere düşük kömür maliyetlerinden dolayı cazip krediler sunulduğunu belirtirken, kömürün getirdiği kirlilik ve iklim değişikliği endişelerini de kabul ediyor. Kredi başvurularına daha sıkı çevresel ve sosyal koşullar uyguladıklarını belirten Edin, bu koşulları kabul etmeyen kurumların kredi taleplerini geri çevirdiklerini söylüyor. Bu durum ne yazık ki, geri çevrilen projelerin başka bankalar tarafından finanse edilmesini engelleyemiyor. Edin ayrıca, verdikleri enerji kredilerinin yarısının rüzgar ve hidroelektrik projelerinin finansmanına gittiğinin altını çiziyor. Türkiye 3.5GW rüzgar enerjisi üretiyor, bu rakam Büyük Britanya’nın 13GW’lık üretiminin neredeyse sadece dörtte biri.

Uluslararası kamuoyunun ilgisi Kasım ayında, Paris İklim Zirvesi’nden sadece birkaç hafta önce gerçekleşecek olan G20 zirvesi ile Türkiye’ye çevrilecek. Ele alınacak önemli maddelerden biri, Edin’in yabancı finansmana ihtiyacı olduklarının altını çizdiği ithal yakıta bağımlı büyük kömür projeleri olabilir. Edin, bu projelere, Türk bankalarının büyük ilgi göstereceğini düşünmüyor. Bu durum, Afşin-Elbistan kompleksi için verilen 12 milyar dolarlık tekliflere ise bir engel teşkil etmiyor.

 

Yazının İngilizce Orijinali

Yazar: Damian Carrington

Yeşil Gazete için çeviren: Ayşe Zeynep Pamuk

(Yeşil Gazete, The Guardian)

Guardian’dan Türkiye’nin Kömür Politikası Fotoğraf Galerisi

Guardian’da 6 Ağustos’ta Damian Carrington‘un yazısı ile bilkte yer verilen Türkiye’nin Kömür Politikası fotoğraf albümünü de Yeşil Gazete’den Ayşe Zeynep Pamuk‘un çevirisi ile paylaşıyoruz.

Damian Carrington’un yazısının Türkçe versiyonunu buradan okuyabilirsiniz.

* * *

İngiliz The Guardian gazetesi 6 Ağustos tarihinde Damian Carrington imzasıyla Türkiye’deki Kömür Santralleri üzerine geniş bir dosyaya yer verdi. Dosyaya Türkiye’de kömür endüstrisi başlıklı bir foto galerisi de eşlik ediyor.

1

Afşin-Elbistan’ın uçsuz bucaksız açık maden ocakları ve dünyanın en büyük kömürlü termik santraline dönüştürülmesi planlanan termik santraller. Fotoğraf: Sean Smith, The Guardian için
Fotoğraf: Sean Smith, The Guardian için

Afşin-Elbistan’ın uçsuz bucaksız açık maden ocakları ve dünyanın en büyük kömürlü termik santraline dönüştürülmesi planlanan termik santraller.

2

8
Fotoğraf: Sean Smith, The Guardian için

Dev makineler, kömürü maden damarlarından koparıyor. Yerel bir hastanenin yöneticisi olan, Hüseyin Alp Aslan: “Kendimi cehennemde gibi hissediyorum. Bu zarar görmüş bir bölgenin manzarası”. 

3

Fotoğraf: Sean Smith, The Guardian için
Fotoğraf: Sean Smith, The Guardian için

Afșin-Elbistan, Türkiye’nin en büyük linyit kömürü rezervine sahip. Linyit, düşük kaliteli ve yüksek derecede kirlilik üreten bir kömür

4

Fotoğraf: Sean Smith, The Guardian için
Fotoğraf: Sean Smith, The Guardian için

Türkiye’nin kömür atağının bir nedeni Rusya’ya olan doğalgaz bağımlılığını en aza indirmek. Ama eleştiriler, ülkedeki fotovoltaik güneş panellerinin eksikliğine dikkat çekiyor.

5

11
Fotoğraf: Sean Smith, The Guardian için

Yeni bir kömür santrali Zonguldak’ta da yapılıyor. Fakat santralin işletilebilmesi için ithal kömüre ihtiyacı olacak.

6

12
Fotoğraf: Sean Smith, The Guardian için

Zonguldak’ta kendi maden ocağının sahibi olan Musa Demir: “ Oğullarımın maden ocağında çalışmalarını istemiyorum. Kardeşimi bir maden kazasında kaybettim. Oğullarımın başına böyle bir şey gelmesini istemiyorum.”

7

13
Fotoğraf: Sean Smith, The Guardian için

Maden işçisi Murat Sahin (sağda): “İşimi seviyorum – İnsanların evlerini ısıtmak ve elektrik üretmek bir nevi ayrıcalık” ve kömürün kendi sağlığı üzerine olası etkilerini gülerek geçiştiriyor: “Bu işimizin bir avantajı – maden işçileri yaşlanmıyor”.

8

14
Fotoğraf: Sean Smith, The Guardian için

Eskiden maden işçisi olan Hüseyin Akbaba şimdi bronşit rahatsızlığı çekiyor ve Zonguldak’ın kömür santrallerinden gelen küllerin toplandığı çukura yakın bir yerde yaşıyor: “Her sabah kalktığımda, kömürün kokusunu alıyorum”.

9

15
Fotoğraf: Sean Smith, The Guardian için

Hatice Erfidan, başka bir kömür santrali teklifi verilen bölgeye yakın Tarlaağzı’nda yaşıyor: “Burası bizim memleketimiz. Burada güneş enerjisi santralleri kurmalılar. 40 yıl boyunca Almanya’da Saarbrücken’da yaşadım ve her yerde güneş panelleri ve rüzgar enerjisi vardı.

10

16
Fotoğraf: Sean Smith, The Guardian için

Afşin-Elbistan santrali yakınında yaşayan cafe sahibi Yıldırım Biçici: “Sigara paketlerinin üzerinde sigara içmeyin uyarıları bulunurken bizim tercih şansımız yok. Biz dumanı teneffüs etmek zorundayız”.

Fotoğraf Galerisinin İngilizce Orjinali

Fotoğraflar: Sean Smith

Yeşil Gazete için çeviren: Ayşe Zeynep Pamuk

(Yeşil Gazete, Guardian)

 

[Canlı Yayın] Sinop’ta Çevre için Medya ve İletişim Ağı çalıştayı

Dünya Kitle İletişimi ve Araştırma Vakfı, Avrupa Birliği, Avrupa Bakanlığı desteği ve Sivil Toplum Diyaloğu kapsamında Karadeniz’de yürütülen Çevre için Medya ve İletişim Ağı projesi bugün (8 Ağustos Cumartesi) Sinop Öğretmen Evi Toplantı Salonu’nda gerçekleştirilen çalıştay ile devam ediyor. Yeşil Gazete İklim ve Enerji Haberleri editörü Pınar Demircan‘ın da katılımcıları arasında bulunduğu ve saat 11:00’de başlayan çalıştay 16:00’ya kadar devam edecek.

Foto: Pınar Demircan
Foto: Pınar Demircan

Çalıştay katılımcıları arasında Fukşima, Nükleersiz.org ve Yeşil Gazete hakkında bilgi verecek olan Yeşil Gazete’den Pınar Demircan’ın yanısıra, Ankara Çevre Mühendisleri Odası’ndan Baran Bozoğlu, Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nden Prof. Dr. Yusuf Demir, İstanbul’dan gazeteci belgeselci Nazım Alpman, İzmir’den gazeteci Özer Akdemir, Sinop Nükleer Karşıtı Platform’dan Zeki Karataş, Ankara’dan bilgisayar uzmanı İlker Bekarslan ve avukat Özgürel Başaran ile Merzifon Çevre Platformu’ndan Eylem Oktay bulunuyor.

5

saat 11:00’de başlayan çalıştay ile gazetemize anlık bilgi geçen Pınar Demircan’ın gelişmeleri şu şekilde aktardı.

“Su küresel ticaret konusu yapılamaz” diyerek sözlerine başlayan 19 Mayıs Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nden Prof. Dr. Yusuf Demir, Ülkelerarası savaşı değil barış konusunu gçclendirmeliyiz konusunu vurgulayarak, “Su toplumsal bir degerdir. Gekin suyumuza sahip çıkalım. Çukurova tarım alanıydı endüstri bölgesi oldu. Tarım alanlarımızı kaybediyoruz” şeklinde konuştu.

Çalıştay şu anda (12:45) Özer Akdemir‘in konuşması ile devam ediyor.

Muhabirimiz Pınar Demircan’dan bilgi geldikçe sizinle paylaşmaya devam edeceğiz.

 

Haber: Alper Tolga Akkuş

(Yeşil Gazete)

Silopi’de devlet terörü: 3 ölü

Şırnak’ın Silopi ilçesindeki Başak, Barbaros ve Zap mahallelerinde hendek kapatma çalışmaları sırasında güvenlik güçleriyle, hendeğin kapatılmasına engel olmak isteyenler arasında çatışma çıktı. Çıkan olaylarda 3 kişi hayatını kaybetti.  Silopi Belediyesi Eşbaşkanı Seyfettin Aydemir, çatışmada üç kişinin öldüğünü, 10’a yakın kişinin yaralandığını söyledi. DİHA, hayatını kaybeden vatandaşlardan ikisinin 58 yaşındaki Hamdin Ulaş ile 17 yaşındaki Mehmet Hıdır Tanboğa  olduğunu yazdı.

53

Evrensel Gazetesi’nden Faruk Ayyıldız‘ın haberine göre konuşan Aydemir, “İtfaiye araçlarını yolladık ama engel oldular, itfaiye araçlarına da ateş açıldı” dedi.

3 kişinin yaşamını yitirdiğini ifade eden Aydemir, ambulansların çatışma alanına sokulmadığını söyledi.  Aydemir, “Keskin nişancılar var, dışarı çıkana ateş açılıyor. Vekiller ile birlikte çatışmaların olduğu mahallelere girmeye çalışıyoruz ama ulaşamadık, çatışmaların olduğu mahallelere yakın bir yerde bekliyoruz” diye konuştu.

Çatışma bölgesinde  bulunan HDP Şırnak Milletvekili Faysal Sarıyıldız, şunları kaydetti: “Mahalle polis kuşatmasındadır. Polis ablukası kaldırılmalıdır. Halk sokaklarda, biz de yanlarındayız. Sivil katliam göze alınarak yapılıyor. Valilikle görüştük. Sivil insanların yaşamını yitirdiğini ve yaralıların olduğunu söyledik. Yaralıların alınması için polis şiddetinin ve ablukasının kaldırılması gerekiyor. Şuan mahallenin bir sokağındayız. Tüm sokaklarına gidilemiyor. Başka yaralıların da olduğu ve polis ablukasından kaynaklı kendilerine ulaşılmadığı haberlerini alıyoruz. Yaralanları halk kendi imkanlarıyla hastaneye kaldırıyor. Hastanede bile polis şiddeti durmuyor. Yaralıları taşıyan araçlar da polis tarafından taranıyor. Şuan olanlar yeni bir konseptin parçasıdır. 90’lıları aşan konseptır. Halka yönelik bir vahşettir.”

 

(Evrensel, DİHA, T24)

5 GDO’lu ürünün Türkiye’ye girişine izin

Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO) Adana Şube Başkanı Semih Karademir, Biyogüvenlik Kurulu’nun 26 Mart 2012’de zararlı olduğu gerekçesiyle ülkeye girişini kabul etmediği GDO’lu 5 tarımsal ürüne, 16 Temmuz’da ithalat izni verdiğini söyledi.

52

Zaman Gazetesi’nin haberine göre İthal izni verilen ürünler arasında 3 mısır, 2 soya cinsinin olduğuna dikkat çeken ZMO Şube Başkanı Karademir, Türkiye’nin ithal edilen bu yemlerle beslenen hayvanların ürünlerine mahkûm edilmemesi gerektiğini belirtti. GDO’suz soya ve mısırların ülkede üretilmesi gerektiğini belirtenKarademir ülkemizde yetiştirilsin, çiftçimiz kazansın. İnsanlarımıza istihdam olanağı sağlansın, paramız ülkemiz insanlarının refahına kullanılsın. Ancak verilen bu son kararla genleriyle oynanmış ürünleri Türkiye’ye sokmak doğru bir karar değildir.” dedi.

Soya ve mısırın büyükbaş ve kanatlı hayvan sektörünün yem ihtiyacı için çok önemli olduğunu belirten Karademir, “Endüstriyel ölçekte yapılan gerek büyükbaş hayvancılık gerekse kanatlı sektörünün yem ihtiyacının karşılanmasında soya ve mısır önemli bir yer tutmaktadır. Her iki üründe de ülkemiz kendine yeterliliği sağlayamamaktadır. Türkiye 2014 yılında yurtdışından aldığı 2 milyon ton soya için 1,1 milyar dolar (2,4 milyar TL), 1,4 milyon ton mısır için de 360 milyon dolar (788 milyon TL) ödeme yapmıştır. Hayvancılık ve yem sektör toplantılarının her birinde bir grup akademisyen derhal GDO’lu mısır ve soyayı ön plana çıkarmakta, bunların ithal edilmesinin ne kadar büyük bir önem ve gereklilik taşıdığını vurgulamaktadır. Durum gerçekten öyle midir? Türkiye, GDO’lu mısır ve soyaya mahkûm mudur?” diye konuştu.

 

(Zaman)

HDP Zergelê Heyeti’nin raporu: Kamp değil sivil yerleşim olan bir köy

Halkların Demokratik Partisi (HDP) heyeti, TSK’nın Kandil’de Zergele köyünü bombalamasının ardından bölgeye giderek hazırladığı raporu açıkladı. “Zergele, PKK kampı değil, sivil bir yerleşim. Açıklananın aksine Türkiye, Kürdistan Bölgesel Yönetimini bombardımanın ardından bilgilendirdi.”

Zergelê Köyü’nün Kandil Bölgesinde vadi içerisinde ana karayolunun ve oradan geçen çayın ikiye böldüğü, onlarca yıldır yaşamın devam ettiği sivil bir yerleşim birimi olduğunu belirten heyet, köyün kamp olarak lanse edilmesinden duyulan rahatsızlığın bölgedeki herkes tarafından gündeme getirildiğini ifade etti.

51

Bianet’in haberine göre raporda, köyün en az 37 betonarme ev, cami, belediye binası, okul, onlarca ahırdan oluşan sivil bir yerleşim birimi olduğunun teyit edildiği de ifade edildi. Ayrıca Türkiye kamuoyuna PKK kampı olarak lanse edilen Kandil’in de içerisinde yüze yakın sivil yerleşim birimi olan köy ve mezra bulunduran bir coğrafya olduğu belirtildi.

Raporun tam metnine bianet üzerinden erişim mümkün.

Öldürülenlerin tümünün sivil ve silahsız insanlar olduğunun belirtildiği rapordan satırbaşları şöyle:

* Hava saldırısından sağ kurtulan yaralıların tümünün Zergelê Köyü sakinleri olduğu, yaşadıkları topraklarda tarım, hayvancılık ve ticaretle uğraşan sivil vatandaş oldukları tespit edildi.

* Bombardıman sırasında yedi evin, iki aracın ve bir ahırın tamamen yerle bir edildiği görüldü.

* Sağ kurtulan yerleşik halkın tanıklıklarına göre, saldırı gününden bir iki gün öncesinde insansız hava araçlarıyla kapsamlı keşifler yapıldığı aktarıldı.

* Yerel halk, saat 04:00’te ilk saldırının başladığı, 06:00’ya kadar belirli aralıklarla en az üç kez bombardıman yapıldığı ve bu esnada insansız hava araçlarının da keşifler yoluyla saldırıyı yönlendirdiklerini anlattı.

* 70 yaşındaki Ayşe Ahmed Mustafa, ilk bombardımanda yerle bir olan evinde hayatını kaybetti.

* İkinci saldırıda, enkaz altında kalan Ayşe Ahmed Mustafa’yı kurtarma çabasında olan Heybet Resul Muhammed Emin (60), Karox Muhammed Emin Hıdır, Abdulkadir Ebubekir Ali ve Necip Abdullah da yaşamını yitirdi.

* İkinci saldırı sonrası oluşan enkazın altındaki insanları kurtarma çabasını sürdürürken gerçekleşen üçüncü bombardıman da ise Sema Rustem, Xabat isimli kişi ve köye kız kardeşini kurtarmak için giden Bukriskan muhtarı Salih Resul Mehmed Emin hayatını kaybetti.

 

(Bianet)

Kenyalı Kadınlar tarımda sessizce devrim yapıyor

Joseph Erbentraut tarafından The Huffington Post‘ta yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Ayşe Zeynep Pamuk‘un çevirisiyle sunuyoruz.

***

Yakın zamana kadar tarıma elverişsiz koşulları nedeniyle Kenya, geçimlerini doğadan sağlamaya çalışan halk için birçok zorluk teşkil ediyordu. Fakat şimdi kendini yenilikçi tarım tekniklerini yaymaya adamış bir organizasyonun çabalarıyla bu durum değişmek üzere ve bu sessiz devrimde kadınlar ön saflarda yer alıyor.

GROOTS Kenya üyeleri çuval tarımını tanıtırken | GROOTS Kenya/Facebook
GROOTS Kenya üyeleri çuval tarımını tanıtırken | GROOTS Kenya/Facebook

Thomson Reuters Vakfı’nın geçen ay yayınlanan haberine göre Uluslararası Kadın Grupları Ağı GROOTS’un (Grassroots Organisations Operating Together in Sisterhood) Kenya ayağı, kadınları çuvalda tarıma teşvik ederek, onların yetiştirilen ürünlerle hem ailelerini beslemelerine hem de geçimlerini sağlamalarına yardımcı oluyor.

Çuvalda tarımda toprak, gübre ve çakıl taşı ile doldurulan çuvalların üst ve yan kısımlarındaki deliklerden bitkiler büyüyebiliyor. Bu yöntem az toprak ve su ihtiyacı nedeniyle zaten bu kaynakları kıt olan bölgede diğer geleneksel tarım yöntemlerine tercih ediliyor. Bu şekilde ıspanak ya da pancar gibi sebzeler bölgenin düzensiz koşullarına rağmen yetiştirilebiliyor.

GROOTS’un Facebook sayfasındaki bir habere göre bölgedeki çabalar Kenya hükümetinin de ilgisini çekmiş durumda ve yetkililer bölgeyi ziyaret ederek çalışmaları inceliyorlar. “Çuvalda tarım” yöntemi GROOTS üyelerinin verdiği eğitimlerle iş olanağı da sağlıyor. İtalyan Uluslararası Dayanışma Organizasyonu (Cooperazione Internazionale – COOPI)’nin projesiyle çalışmalar Nairobi’nin yoksul mahallelerine de taşınmış.

Çuvalda tarımın etkileri, Kenya sınırlarını aşarak Zambiya ve Zimbabve’ye de yayıldı. GROOTS’un Kenya’daki çalışmaları ise sadece bu girişimle sınırlı kalmıyor. Organizasyonun diğer girişimleri arasında HIV/AIDS üzerine bilgilendirme çalışmaları, mülk sahipliği ve miras konusunda kadınları bilinçlendirmeye ve kadınların farklı alanlarda lider konumlarda varlıklarını arttırmaya yönelik eğitimler yer alıyor. Kadınların karar süreçlerinde doğrudan yer alarak kendi kaderlerini belirlemelerini amaçlayan organizasyon, katılımcıların düşüncelerini, sorunlarını ve deneyimlerini paylaşabileceği ve diğer kadınlarla bir araya gelebileceği bir platform sunuyor.

Haberin İngilizce Orijinali

Haber: Joseph Erbentraut

Yeşil Gazete için Çeviren: Ayşe Zeynep Pamuk

 

(Yeşil Gazete,  The Huffington Post)

Sıcak, Çok Sıcak Günler! II – Ömer Madra

Temmuz ayı bültenimize şöyle başlamıştık hatırlayacaksınız: “Kelimenin hem reel, hem de metaforik anlamında sıcak günler geçiriyoruz! Çok sıcak rüzgârları arkamıza almış, pupa yelken gidiyoruz… ama rotamız belli değil” demiştik.

45

Ve endişe içinde şöyle devam etmiştik: “Eski bir deyişle 32 kısım tekmili birden ‘tefrika halinde’ sürüp giden bir Dünya Savaşı’ndan söz edilebilir. Ya da, daha yenilikçiyseniz,  bir Dünya Savaşı “Mini Dizisi”nden….”

Yazının sonunu da şöyle bağlamaya çalışmıştık: “Savaş sıcağından Gezegen sıcağına: Son raporlara baktığımızda görüyoruz ki gezegenimizin ısınmasında durum, aklı zorlayan noktalara geliyor…”

Akıllar Zorlanıyor

Şimdi, Ağustos. Görüyoruz ki, hem savaşın, hem de küresel ısınmanın ateşi daha da harlanmış, ortalığı kasıp kavurmada: Evet, akıllar zorlanıyor.

Ağustos bülteninde bu sefer reel ısınmaya odaklanalım isterseniz: Yeryüzünün neredeyse bütünü yanıp kavruluyor şu sıralarda desek abartmış olmayız. Geçen ay dört kıtada sıcaklık rekorları birbiri peşi sıra kırıldı: Asya’da, Avrupa’da, Ortadoğu’da, Kuzey ve Güney Amerika’da…

Mesela, Hindistan’da dünya tarihinin gördüğü en öldürücü sıcak dalgalarından biri yaşandı, resmen yollar eridi ve 2,500’den fazla insan oracıkta hayatını kaybetti. Onun hemen ardından Pakistan 1,400’den fazla vatandaşının ruhunu sıcaklara teslim ettiğine şahit olurken, morglarda yer kalmadı ve ceset fazlalığından soğutma sistemlerinin arızalandığı belirtildi! Güneydoğu Asya ülkesi Tayland’da normalde ılıman olan Kamalasi kenti, tarihinde ilk kez 41 derece sıcaklık gördü ve şaşakaldı.

Azgın sıcak dalgaları Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde binden fazla insanın ölümüne yol açtı! Kuzeyin normalde serin Hollandası’nda Maastricht kenti 38 dereceyi gördü ve tüm Hollanda rekorunu yerle bir etti. Gene normalde serin ve yağışlı Londra’nın Heathrow hava alanında gölgede 36.7 C sıcaklık ölçüldü ki, bu, tüm Birleşik Krallık için tarihî bir rekordu.

Hararet Avrupa’dan sonra Ortadoğu’ya kaydı: İran’da kaderin garip bir oyunu ile karşı karşıya kaldık: Mahşer İskelesi (Bandar Mahshahr) adlı şehirde nemle birlikte hissedilen sıcaklık 70 dereceye ulaşmış, İran tarihinde görülmüş en yüksek sıcaklık rekoru kırılmıştı. (Bölgede bundan daha büyük sıcaklık sadece bir kere, o da kısa süre önce 2003 yılında Suudi Arabistan’ın Dahran kentinde görülmüş, 81.1 derece olarak ölçülmüştü!)

Antalya, Adana ve Mersin gibi güney illerinde de rekor kırıldı mı bilinmez, ama gazetelerin 60 derece hissedilen sıcaklık bildirdikleri birçok yer vardı. Bu yerlerde kendilerini suya atıveren insanlardan en az 18’inin boğularak öldüğü bildiriliyordu gazetelerde.

Öte yandan, Türkiye’nin güneydoğusunda orman yangınlarının ve de paradoksların “bini bir para” idi. Yangınların biri bitmeden diğeri başlıyor, merkez ve kırsal alandaki yangınlara devlet müdahale etmiyor, köylüler de “güvenlik nedeniyle” müdahale edemiyordu. (Gazeteler)

Sıcak dalgası Ortadoğu’yu sarınca binlerce Iraklı gerek Bağdad’ın Tahrir meydanında, gerese Basra, Kerbela ve Babil gibi diğer önemli şehirlerinin sokaklarına döküldü: temiz su, düzenli elektrik istiyorlardı ama eşitlik, adalet ve demokrasi de vardı taleplerinin arasında… Mülteci kamplarında ise çifte trajedi hüküm sürmekteydi: 3.5 milyon mültecinin 1,5 milyonu çocuktu ve sadece “birkaç hafta” içinde bu çocuklardan 62’si aşırı sıcaklardan hayatını kaybediverdi.

Yeni Normaller Zamanı

Öte yandan ABD’nin kavurucu kuraklığın pençesinden kurtulamayan Batı yakasında Kaliforniya’dan Batı Kanada’ya, oradan Alaska’ya her yerde orman yangınları hüküm sürüyor, dile orman (yangını) kaçakları, yangın mültecileri, tahliyeciler gibi yeni terimler ekleniyordu: Ve mesela Washington eyaletinin Olimpik Ulusal Parkı gibi yanması en son düşünülecek çok nemli ortamlarda “yağmur ormanları” sağanak yağmur altında cayır cayır yanıyor, buna Yanan Cennet adı veriliyor ve o bildik, tanıdık dünyamız birdenbire tepetaklak oluyor, tamamen tanınmaz hale geliyordu. Şimdi “yeni normaller” zamanıydı.

ABD’de müthiş sıcak hava dalgalarının yanı sıra tuhaflıklar da eksik değildi: Mesela, bir bölgede fırtına aşırı sıcağın etkisini azaltıyordu azaltmasına, ama burada da yeni terminoloji yaratılmasına ihtiyaç duyuluyordu. Artık olayın müthişliğini anlatmak için “ceviz büyüklüğünde” değil “beyzbol topu büyüklüğünde” doludan bahsediyordu yöre sakinleri.

Antropojenik (yani insan kaynaklı) iklim bozulması üzerine son yıllarda en çok kalem oynatanlardan Amerikalı gazeteci Dahr Jamail de bu durumu “yeni normal, artık ‘normal’ diye birşey olmaması demek” diye tarif ediyor zaten. Ve konunun kapsama alanını şöyle daraltıyor: “İklim bozulması konusundaki yeni normale gelince, bu da gezegen için bugünün yarından daha iyi olması demek oluyor.” 1

Bu durumun mükemmel bir örneği, James Hansen ile dünyanın önde gelen 16 iklimbilimci meslekdaşının online yayınladıkları müthiş araştırma: Antarktika ve Grönland buz örtülerindeki küresel ısınma yüzünden meydana gelen erimenin artık durdurulamaz hale geldiğini söylüyor Hansen ve arkadaşları.

Önümüzdeki 35 yıl içinde küresel deniz seviyelerinin 3 metre yükselmesine yol açacak bu gelişme, dünyadaki belli başlı bütün sahil şehirlerini denizlerin basması anlamına geliyor. Dahası, içine girdiğimiz jeolojik çağa artık anthropocene (yeni insan çağı) dahi denemeyeceğini söylüyorlar, ve eyvah – yeni normal haldeki çağımızı “Hiper-Anthropocene” olarak vaftiz ediyorlar!2 İyi mi?

“Hiper-Antroposen” Çağı

Hiper-Anthropocene: Grekçeden türetilmiş “hiper yeni insan” gibi alengirli bir isim takılan bu çağda neler olacağını merak etmiyor musunuz? Hansen ve arkadaşlarının metninden küçük bir paragraf alıntılamak, merakımızı gidermeye yetebilir: “Denizlerde böylesine büyük bir seviye yükselmesinin yol açacağı toplumsal çöküş ve ekonomik sonuçlar tam bir yıkım anlamına gelebilir. Mecburî göçler ve ekonomik çöküş yüzünden ortaya çıkacak çatışmaların gezegende hayatı yönetilemez kılacağını ve medeniyetin dokusunu çözecek bir tehdit oluşturacağını düşünmek zor değil.” 3

Bunlar geceyi uykusuz geçirmemize yeter de artar derken, karşımıza kâbus gibi bir yeni araştırma çıkıverdi: Buna göre, dünya çapında tüm buzulların sadece 21. yüzyılın ilk 10 yılındaki erime hızı, 20. yüzyıl ortalamasının en az 3 katı idi! İşin kötüsü, küresel ısınmanın yol açtığı buzul dengesizliği kendine özgü bir momentum kazanmıştı. Yani, iklim değişikliği istikrara kavuşturulsa bile buzullar daha büyük buz kayıplarına uğramaya devam edecekti. 4

Bizim Türkiye’de küresel ısınma vardı! NASA’nın Ege Üniversitesi ile ortak çalışmasında ortaya çıkan buz gibi gerçek şuydu: 1970’lerin ortasından bugüne ülkenin dağlarındaki buz örtüsünün yarısından fazlası eriyip gitmişti!. Ülkenin dağlık bölgelerinden 5’inde buzulların tamamı gitmiş, üçünde de ¾’ü kaybolmuştu! Haritada baktık, Süphan dağı mesela, tamamen buzsuzdu. 5

Bunun anlamı şuydu: yeni insan, yaklaşık 12 bin yıldır orada duran buz tabakasını sadece 40 (yazıyla kırk) yıl içinde eritmeyi başarmıştı! Medeniyetin tek dişi kalmış bir canavar olduğu apaçıktı.

Kapitalizmle Doğa arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi belki de bütün dünyada en veciz şekilde ortaya koyanlardan biri – ne mutlu bize ki – Türkiye’den çıkacaktı. İstanbul 3. Havalimanı projesini yürüten Şirketin CEO’su, verdiği bir mülakatta aynen şöyle diyecekti: “Dünyanın neresinde iş yaparsanız yapın, maalesef uygarlık ile doğanın çelişkisi var. Bunun önüne geçilemez.” 6

Yaşasın Kalkınma!

Bu sıcak günlerin kavurucu haberlerini arıların, kuşların, kutup ayılarının, deniz kaplumbağalarının, pembe somonların, somonların, mercan resiflerinin, deniz canlılarının, planktonların, insan sağlığının hızlıca yokoluşa gitmekte olduğunu gösteren araştırmalarla “zenginleştirmek” düşünülebilirdi ve fakat belki de gereksiz olur gerekçesiyle bu “ara sıcaklar”dan vazgeçtik.

Sadece iki yeni araştırmaya birer cümleyle değinerek bülteni kapatırsak: Anglia Ruskin Üniversitesi, küresel ısınma ve iklim değişikliği –ve bunlara karşı hiç tedbir alınmaması– sebebiyle, gıda çöküşü ve kıtlık felaketlerinin ortaya çıkacağını, bunun da insan toplumlarını çökerteceğini ortaya koyan ürkütücü bir model geliştirdi. Medeniyetin çöküş tarihini mi sordunuz?

  1. Yani 30 (yazıyla otuz) yıl içinde! 7

Gıda demişken, iki tanınmış bilimci, Stanford’dan Paul Ehrlich ve UC-Berkeley’den John Harte, iklim değişikliği ve azgın tüketim ekonomisi şartlarında insanlığın tarihte benzeri görülmemiş bir toplumsal kaosa koşturduğunu ortaya koyan bir araştırma yayınladılar. Onlara göre, gezegeni beslemek, gıda meselesinin çok ötesine gitmekte. 8Milyarlarca insanın çöken gezegende yiyeceğe nasıl ulaşacağını mı sordunuz?

Devrim yaparak tabii!

Bunca zamandır izlediğimiz ve katıldığımız sayısız iklim eyleminde taşıdığımız en anlamlı pankartların üstünde yazılı olan şu basit cümleydi:  “İklimi değil, Sistemi Değiştir!”

Cehennem sıcaklarından kurtulmanın tek yolu bu işte! Ve, bizim bunu yapacak gücümüz var!

 

***

[1] Dahr Jamail, “The New Climate ‘Normal’…, http://www.truth-out.org/news/item/32131-the-new-climate-normal-abrupt-sea-level-rise-and-predictions-of-civilization-collapse

[2] Joe Romm, “James Hansen Spells Out Climate Danger Of The ‘Hyper-Anthropocene’ Age”, http://thinkprogress.org/climate/2015/07/27/3684564/james-hansen-climate-danger-hyper-anthropocene/

[3] Ibid.

[4] http://www.commondreams.org/news/2015/08/04/global-glaciers-melting-three-times-rate-20th-century

[5] http://earthobservatory.nasa.gov/IOTD/view.php?id=86140&src=eoa-iotd

[6] Çiğdem Toker, “İş yapınca uygarlık ile doğa çelişiyor”, Cumhuriyet, 2 Ağustos 2015. (vurgular benim-ÖM)

[7] Bkz.: http://www.independent.co.uk/environment/climate-change/society-will-collapse-by-2040-due-to-catastrophic-food-shortages-says-study-10336406.html

[8] http://www.commondreams.org/news/2015/08/05/feeding-people-our-stressed-planet-will-require-revolution

Bu yazı acikradyo.com.tr/ den alınmıştır

46.Ömer Madra

 

Ömer Madra

Ölüler altın takmaz – Serdar Esen

Mitolojik çağlara ilişkin bir efsane var. Tanrı Dionysos, Frigya Kralı Midas’a çok istediği bir dileğini yerine getireceğini söyler. Kral Midas, Dionysos’tan dokunduğu her şeyin altın olmasını ister. Dionysos, Kral Midas’ın dileğini yerine getirir. Kral Midas bu  bir gücün verdiği zenginlikle her şeyi altına çevirmeye başlar. Bahçesindeki gülleri, yerdeki taşları altına çevirir. Artık en zengin olduğunu düşünse de bu mutluluğu acıktığı zaman sona erer. Yediği yemek, içtiği su, her şey altına dönmeye başlayınca Kral Midas yemek yiyemez ve açlıktan ölme noktasına gelir. Dionysos’a tekrar giderek kendisine verdiği bu özelliği geri almasını ister. Dionysos Kral Midas’a acır ve Midas’a Paktolos Nehrinde yıkanmasını söyler. Midas, Paktolos Nehrine giderek yıkanır ve bu eziyetten kurtulur.

Bu efsaneyi anlatmamın nedeni insanoğlunun doğa ile ilişkisinde geldiği noktadır. Ülkemizde AKP iktidarının ne pahasına olursa olsun, “sınırsız büyüme” inadı doğayı yok olma noktasına getirmiştir. Termik santraller, HES’ler, taş ve maden ocakları, çimento fabrikaları ve diğer kirli sanayi tesisleri, yapım aşamasına gelen nükleer santraller toprağımızı, havamızı, suyumuzu tehdit ederek yaşamı sürdürülemez bir noktaya doğru götürmektedir.

Son günlerde Karadeniz’de “Yeşil Yol” projesine karşı “Havva Ana”ların direnişi, Artvin’de Cerrattepe altın madenine karşı tüm Türkiye’de sürdürülen direniş yanında tüm ülkede yaşam mücadelesi sürüyor. Konya, Dersim, Çanakkale, Sinop, Mersin, Samsun, İzmir, Ordu, Rize, Artvin, Bursa çevre mücadelesinin sürdüğü, halkın doğayı, yaşamı savunduğu illerden sadece bazıları.

Bursa, doğaya en büyük darbelerin vurulduğu illerin arasında yer alıyor. Kentin ortasına DOSAB Termik Santrali yapılmak isteniyor. Halkın karşı çıkmasına karşın ÇED raporu onaylandı, ancak direniş sürecek. Kentte var olan Çimento Fabrikası yeterince sıkıntı yarattığı halde, bir yandan bu fabrikanın kapasitesini iki katına çıkaracak bir proje onay bekliyor, öte yandan İnegazi mahallesinde yeni bir çimento fabrikası kurulma çabasında. Tarım alanları sanayi bölgelerine dönüştürülürken, Uludağ yok ediliyor, sular ticarileştiriliyor, Uluabat ve İznik gölleri öldürülüyor.

Türkiye’de ilk altın madeni işletmesini Bergama’da başlatan “Koza Altın İşl. A.Ş.”, Orhaneli’de “altın ve gümüş madeni” için başvuruda bulundu
Türkiye’de ilk altın madeni işletmesini Bergama’da başlatan “Koza Altın İşl. A.Ş.”, Orhaneli’de “altın ve gümüş madeni” için başvuruda bulundu

Bunlar yetmezmiş gibi, şimdi de Bursa’nın dağ ilçelerinden Orhaneli yeni bir proje için adres gösterilmiş durumda. Türkiye’de ilk altın madeni işletmesini Bergama’da başlatan “Koza Altın İşl. A.Ş.”, Orhaneli’de “altın ve gümüş madeni” için başvuruda bulunmuş. Orhaneli ilçesinin iki ayrı bölgesinde 53 hektar ve 34 hektar büyüklüğünde iki arazide tesis kurmak için ÇED süreci başlatılmış. Proje sahasının tarım, orman ve hazine arazisi içinde kaldığı belirtiliyor.

Altın madeninin çıkartılması sırasında ağaçlar kesilmekte, toprağın yüzey tabakası kazınmakta, kayalar dinamitle patlatılmaktadır. Bu işlemler sonucu bölgenin topografyası ve ekolojik yapı bozulmakta, orman ve bitki örtüsü zarar görmektedir. Katı ve sıvı atıklar, hava emisyonları, gürültü, gaz ve toz emisyonları, yer altı ve yerüstü sularının kirlenmesi altın madenciliğinin en belirgin etkileridir.

Orhaneli bölgesi yıllardır termik santral, krom madeni ve diğer bazı tesislerden önemli ölçüde etkilenmektedir. Bu tesislerin yarattığı kirlilikten tarım ve hayvancılık büyük zararlar görmüştür. Geçtiğimiz günlerde basında yer alan bir habere göre Orhaneli ilçesindeki bir krom madeni işletmesinin krom atık ve kimyasallarını sulama kanalına bırakması bölgede tarım yapan köylüleri isyan ettirmiş. Sulanan ürünler kuruyor, verim düşüyor, kalite bozuluyor.

Orhaneli halkı mevcut tesislerin zararlarını görerek, yapılacak yeni bir tesisin de nelere mal olacağını tahmin etmektedir. Geçen hafta yapılan “halkın katılımı toplantısında” projeye karşı olduklarını açıkça ortaya koydular. Toplantıların birini ise yaptırmadılar. Ancak tehlike geçmiş değil, sermaye bu konuda ısrarını sürdürecektir.

Bizim yıkanacağımız bir Paktolos nehrimiz de yok. Yitirdiğimiz toprakları, doğamızı geri getirme şansımız olmayacak. Geleceğimiz için, çocuklarımız için toprağımıza, suyumuza, havamıza sahip çıkmak zorundayız. Yoksa yaşam şansımız kalmayacak.

Kabul edersiniz ki “ölüler altın takmaz”!

43.Serdar Esen

 

Serdar Esen

Avrupa’da çiftçi eylemleri… – Ali Ekber Yıldırım

Avrupalı çiftçiler hemen her gün sokakta. Fransa’da başlayan çiftçi eylemleri Bulgaristan, Belçika, Yunanistan ve daha bir çok ülkeye yayıldı.Eylemler günlük yaşamı etkilediği gibi Avrupa Birliği ülkeleri arasında da zaman zaman gerginliğe ve sorunlara yol açıyor.
Özellikle Fransa’da çok güçlü sendika ve kooperatifler çatısı altında örgütlenen çiftçiler, ithalata karşı, hükümetin getirmek istediği vergilere ve son olarak tarım ürünleri fiyatlarının düşmesine karşı eylemler yapıyor.
Çiftçi eylemlerinin perde arkası ve Türkiye’ye muhtemel yansımalarını şöyle özetleyebiliriz:
1- Avrupa Birliği’nin 1950’li yıllardan bu yana uyguladığı Ortak Tarım Politikası’nın sağladığı avantajlardan yararlanan başta Fransa olmak üzere tarımı güçlü ülkeler son yıllarda yapılan reformlar sonucu desteklerin azaltılması ile bazı avantajlarını yitirdi. Bu nedenle sürekli eylem yaparak seslerini duyurmak ve haklarını korumak istiyorlar.
2- Avrupa Birliği’nin Rusya politikası karşılıklı ambargoyu gündeme getirdi. Rusya’nın bir yıldan daha uzun bir süredir Avrupa Birliği ülkelerine yönelik uyguladığı “gıda ürünü almama” ambargosu ihracatı durdurdu. Önemli bir pazar olan Rusya’nın bu tutumu Avrupa’da tarım ve gıda fiyatlarını düşürdü.
3- Rusya ambargosu tek neden değil ama genel olarak ta, dünyada ve Avrupa’da tarım ürünlerinin ve buna bağlı olarak gıda fiyatları düşüyor. Oysa maliyetlerde aynı oranda düşüş yok. Fiyatlardaki düşüş nedeniyle çiftçiler zarara uğruyor. Bu zararın desteklerle veya ek bütçelerle karşılanması gerekirken destekler kısmi de olsa azaltılıyor. Bu da çiftçilerin isyan etmesine neden oluyor.
4- Ortak Tarım Politikası gereği üye ülkelerin uyması gereken bir çok kural var. Ancak ülkelerin kendi uygulamaları da var. Bazı ülkelerde özellikle Fransa’da çiftçilerin ödedikleri vergiler daha yüksek. Daha düşük vergi ödeyenler rekabette avantajlı konuma geliyor. Nitekim, Fransa’daki son eylemlerde en çok dile getirilen konulardan birisi bu oldu. Euronews’in haberine göre Genç Çiftçiler Sendikası Genel Sekreteri Guillaume Darrouy eylemlerinin nedenini, İspanya ve diğer komşu ülkelerle Fransa arasındaki kuralların aynı olmamasına bağladı. Darrouy, diğer ülkelerde üretim maliyetlerinin ağır vergilerin ödendiği Fransa’ya nazaran daha düşük olduğunu belirtti.
5- Çiftçi eylemleri kendi hükümetlerinin dışında, başka ülkeleri hedef almaya başladı. Fransız çiftçiler sadece Fransa Hükümeti’ni hedef alarak eylem yapmıyor. Aynı zamanda İspanya’dan,Almanya’dan gelen ve tarım ürünleri taşıyan Tır’ları ülkelerine sokmayarak o ülkeleri de hedef alıyor. Bu, ülkeler arasında da gerginliğe neden olabilir. Yapılan son eylemlerde ithalat yapan firmalar da hedef alındı.
6- Eylemleri gerçekleştiren çiftçilerin büyük bölümü yaş sebze ve meyve üreticisi veya et ve süt üreticileri.Bu iki alanda daha yoğun rekabet var. Ayrıca fiyat düşüşü bu ürünlerde daha çok yaşanıyor. Belçikalı çiftçiler süt fiyatının ortalama 30 Avro sent olduğunu, bu fiyatın maliyetleri kurtarmadığını ve en az 40 sent olması gerektiğini savunuyor.
7- Çiftçiler daha korumacı politikalar istiyor.Yerli üretimin daha çok desteklenmesini ithalatın sınırlanmasını,hatta yapılmamasını, ödedikleri vergilerin azaltılmasını talep ediyor. Bütün bu talepler aslında Ortak Tarım Politikası’nın ruhuna, serbest piyasa ekonomisi kurallarına daha doğrusu Avrupa Birliği’nin tek pazar ilkelerine aykırı. Birlik üyesi ülkeler ulusal etiket sistemine geçmeye başladı.Belçika, yerli süt ürünlerinin tüketimini artırmak ve tüketicileri yerli ürünlere yönlendirmek için ulusal etiketleme sistemine geçen ülkelerden. Ancak, Belçika’da üretilen sütün sadece yüzde 1’i bu ülkede tüketiliyor. Genel olarak bakıldığında, Avrupa Birliği’nin süt kotlarını kaldırması, üretim artarken tüketimin aynı oranda artmaması ve ihracatın artmaması ciddi sorunlar yaratıyor. Fransa Hükümeti, bir süre önce et tüketiminin azalması nedeniyle “yerli et tüketin” kampanyası başlattı. Çiftçiler bu kampanyayı destekliyor ancak yetersiz buluyor. Marketlere fiyat artışı için müdahale edilmesini istiyor.
8-Eylemlere karşı hükümetlerin tavrına bakıldığında Fransa,Belçika ve diğer ülkelerde hep bir diyalog arayışı var. Cumhurbaşkanından Tarım Bakanına her yetkili çiftçi eylemlerini haklı buluyor ve önlem paketleri devreye sokuluyor. Çiftçilerin örgütlenmeden gelen gücü hükümetler üzerinde baskı kuruyor. Hükümet yetkilileri hemen görüşmeyi ve ek paketler uygulamaya koymaya zorlanıyor. Yani biber gazı veya jop kullanılmıyor. Fransa’da acil önlem paketi kapsamında 500 milyon Avro’luk vergi indirimi olmak üzere 1.1 milyar Avro destek sağlandı.Fransız Hükümeti,gıda işletmelerinden ve perakendecilerden çiftçiye ödedikleri fiyatlarda artırıma gitmesi için girişimlerde bulundu fakat bu konuda sonuç alamadı. Fransa’da Tarım Bakanlığı’nın açıklamasına göre çiftçilerin yüzde 10’u iflasın eşiğinde.
Özetlersek, dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Avrupa’da da çiftçiler zor durumda. Yeni tarım düzeni yüksek girdi maliyeti ile üretim yapan küçük çiftçilerin para kazanmasını engelliyor ve onları sistemin dışına itiyor. Örgütlü çiftçiler buna direnerek eylem yapıyor. Türkiye’de bu sorun çok daha ağır biçimde yaşanıyor. Ancak çiftçiler örgütlü olmadıkları için direnemiyor ve tarımdan çekiliyor. Avrupalı çiftçilerin eylemleri, talepleri Türkiye’yi de etkileyecek. Avrupa Birliği’ne yaş meyve ve sebze, gıda ürünleri ihraç eden Türkiye, bu ülkelerdeki “yerli ürün tüket” kampanyaları karşısında pazar kaybedebilir. İhracatın azalması yurt içinde fiyatların düşmesine ve çiftçilerin üretim yapmasını güçleştirebilir. Türkiye’nin geleceği görerek buna uygun politika geliştirmesi gerekiyor.

Ali Ekber Yıldırım – Tarimdunyasi.net