Ana Sayfa Blog Sayfa 3622

BM’den tarihi adım: Doğaya karşı işlenen suçlar, insan ve silah kaçakçılığıyla aynı kapsamda

Andy Coghlan tarafından New Scientist‘de yayınlanan yazıyı Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Özge Geyik‘in çevirisiyle sunuyoruz.

***

193 ülke arasında imzalanacak yeni bir anlaşma doğal hayata karşı işlenen suçlara aman vermemeye hazırlanıyor.

Geçtiğimiz sene yasadışı gergedan avı rekor sayıya ulaştı (Fotoğraf: Bobby Yip/Reuters)
Geçtiğimiz sene yasadışı gergedan avı rekor sayıya ulaştı (Fotoğraf: Bobby Yip/Reuters)

Geçtiğimiz hafta Birleşmiş Milletler’in aldığı kararla doğal hayata karşı işlenen suçlar insan ve silah kaçakçılığıyla eşdeğer tutuldu. Bu gelişmenin çevre sorunlarını niş konumundan çıkartıp tüm toplumların önceliği haline getirmesi beklenmekte.

Fildişi, gergedan boynuzu ve benzeri doğal yaşam ürünleri kaçakçılığını takip edip denetleyen uluslararası örgüt TRAFFIC’ten Sabri Zain, “Doğal yaşama karşı suç işlemek kimse için kolay lokma olmayacak artık.” diyor. “Bundan sonra doğal yaşam suçuyla da uyuşturucu, silah ve insan kaçakçılığıyla ilgilenen kurumlar tarafından mücadele edilecek.”

Hazırlanma aşaması üç yıl süren BM kararı geçtiğimiz sene Londra’da yayınlanan bildirgeye yapılan eklemelerle geliştirildi. Karar, hükümetleri doğal yaşam suçuyla mücadelede kaynaklarını genişletmeye ve tüm yasal organlarını kullanmaya davet ediyor.

Ciddi Yaptırımlar

Zain “Yaptırımı cüzi miktarlarda olan doğal yaşam suçu, karteller tarafından yıllardır yüksek kar getiren, düşük riskli bir aktivite olarak görülüyordu” diyor ve “Uyuşturucu ve silah kaçakçılığı yapan mafya ve karteller çoğunlukla doğal yaşam suçunu da işleyen gruplar. Hükümetler artık doğal yaşam suçuyla mücadele etmenin diğer yasadışı faaliyetlerle mücadelede de yardımcı olabileceğini fark ediyorlar” diye ekliyor.

Bu sebeple, alınan BM kararı organize suçlarla mücadele eden Interpol, BM Uyuşturucu ve Suç Örgütü ve Dünya Gümrük Örgütü gibi uluslararası kuruluşlara ek kaynak yaratılmasını talep ediyor.

Kartellerin dahil olmasıyla beraber gergedan ve fillerin yasadışı avlanmasında ve buna bağlı olarak orman korucularına karşı şiddette önemli ölçüde artış meydana geldi. 2007’de yirmiden az sayıda gergedan yasadışı olarak avlanırken bu sayı geçtiğimiz sene 1,215’e ulaştı.

BM Çevre Programı’ndan Achim Steiner “Karar, doğal yaşam suçunu ciddi bir suç olarak ele alarak hem ulusal hem de sınır-ötesi arenada yasadışı ticarete dahil olan organize suç örgütlerine yakın zamanda yolun sonuna gelecekleri sinyalini veriyor” diye belirtiyor.

Uluslararası Öncelik

Ülkesel ve bölgesel ölçekte doğal hayata karşı işlenen suçların cezasında artış bekleniyor. BM kararının önerdiği ilave yasalar ve kaynaklar da kara para aklama gibi doğal hayat ticaretiyle ilintili faaliyetlerle mücadelede etkili olabilir.

WWF (Doğal Yaşamı Koruma Vakfı) genel müdürü Marco Lambertini “Bu emsal karar doğal hayata karşı işlenen suçların yalnızca birkaç ülkeyle sınırlı alelade bir çevre sorunu olmadığını gösteriyor; bu sorun tüm toplumlar için bir öncelik haline geldi” diyor.

Şu an itibariyle hükümetler her sene gelişmeleri BM Genel Kurulu’na raporlamak zorundalar. Zain’e göre “Bu durum ihtiyaç duyulan mesuliyet duygusunu geliştirecek ve uluslararası topluma gelişmelerin nerede yapıldığına ve boşlukların nerede olduğuna dair bir fikir verecek.”
Yazının İngilizce Orijinali

Yazar: Andy Coghlan

Yeşil Gazete için Çeviren: Özge Geyik

 

(Yeşil Gazete, New Scientist)

Ormanları yok edecek kısır döngü: İklim değişir orman yanar, orman yanar iklim değişir

John Light tarafından Grist‘te yayınlanan yazıyı Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Mehmet Ender‘in çevirisiyle sunuyoruz.

***

Her sene olduğu gibi orman yangınlarının şiddetini arttırdığı bir sezon yaşıyoruz. Ancak bu yaz yangınlar açısından özellikle sert geçiyor: yalnızca Haziran ayı içerisinde Alaska’da 1,1 milyon dönüm arazi alevlere teslim oldu. The New York Times’ın Kaliforniya’daki yangınları konu alan sayısında aktardığına göre 11 Temmuz itibariyle eyalette itfayeciler 3.381 orman yangınına müdahale etti. Bu geçtiğimiz 5 senenin ortalamasından 1.000 fazla.

mehmet1

Bu, büyük ihtimalle bir tesadüften ibaret değil. Bu hafta Nature Communications’ta yayınlanan bir çalışma şiddetlenen orman yangınları sezonunu iklim değişikliğiyle ilişkilendiriyor ve iklim değişikliği devam ettiği sürece bu yangınlardaki artış eğiliminin de süreceğini öne sürüyor. Çalışmanın yazarına göre “Orman yangınları kuru hava, yeterli yakıt ve tutuşturma kaynağının bir araya gelmesiyle ortaya çıkıyor.” Bu faktörlerin en değişken olanı ise hava durumu.

Çalışma ayrıca orman yangınlarının da iklim değişikliğini körüklediğini ve böylece korkutucu bir döngünün ortaya çıktığını aktarıyor.

Çalışmanın yazarı, on yıllarca senelik veriyi inceledikten sonra, orman yangınları sezonunun 1973 ve 2013 seneleri arasında küresel bazda yüzde 18,7 uzadığına dikkat çekiyor. Elbette bu oran bazı bölgeler için çok daha kötü: Güney Amerika’nın bazı bölgelerinde yangın sezonu son 35 sene içerisinde kabaca yüzde 33 oranında artış gösterdi.

Baş Yazar W. Matt Jolly’nin Climate Wire’a belirttiğine göre “Orman yangınları konusunda yeni bir döneme giriyor olabiliriz ve eğer bu eğilim değişmezse çok daha fazla yangın ve yanmış alanla karşılaşabiliriz.”

Aşağıdaki harita 1979’dan beri yangın sezonu süresinde artış olan bölgelere vurgu yapıyor. Kırmızı bölgeler en fazla artışla karşılaşanlar.

Grafik:  Nature Communications
Grafik: Nature Dergisi

Uzayan yangın sezonları ağır bir ekonomik hasara yol açıyor. Çalışmaya göre:

Geçtiğimiz 10 senelik süre boyunca, yangınları kontrol altına almanın yıllık maliyeti Birleşik Devletler için 1,7 milyar Amerikan dolarını, Kanada içinse 1 milyar Amerikan dolarını aşmış durumda. Bu maliyetleri oluşturan yangınlara hazırlık, yangınların bastırılması ve ekonomik kayıplar gibi tüm bileşenler hesaba katıldığında, toplam maliyetler verilen değerlerin çok daha üzerine çıkıyor. Avusturalya’da 2005 senesinde yangınların toplam maliyeti yaklaşık olarak 9,4 milyar Amerikan dolarına ulaştı. Bu rakam gayri safi yurtiçi hasılanın yaklaşık yüzde 1,3’üne tekabül ediyor.

İklim değişikliği nedeniyle artış gösteren yangınlar atmosfere püskürttüğü karbon dolayısıyla iklim değişikliğine ivme kazandırdı. Yangınlar nedeniyle atmosfere salınan karbon miktarı insanların fosil yakıtları yakarak ürettiği karbon miktarının neredeyse yarısından daha fazla.

Tüm bunlar bizi yazıda dikkat çekilen en korkutucu teoriye götürüyor: İklim değişikliğinin boyutu arttıkça dünya ormanları atmosferden daha az karbondioksit yakalayabiliyor. Çünkü iklim değişikliğinin körüklediği yangınlar ormanları yok ediyor. Buna göre orman yangınları iklim bilimcilerin pozitif geri besleme mekanizması olarak adlandırdığı şekilde işlev görüyor. Orman yangınları küresel ısınmayla artarken bir yandan da yarattığı ısıyla küresel ısınmayı besliyor. Bu belki de kırmak için çok geç kalınmış bir döngü olabilir.

Yazının İngilizce Orijinali

Yazar: John Light

Yeşil Gazete için Çeviren: Mehmet Ender

 

(Yeşil Gazete, Grist)

Almanya, “Güneş, Rüzgar bize yeter” dedi ve nükleeri altetti

Almanya’nın enerji dönüşümü hedefi konusunda geçen ay tarihi bir başarıya ulaştığı açıklandı.

Alman Fraunhofer Enstitüsü tarafından derlenen verilere göre ülkedeki rüzgar ve güneş enerjisi santralleri toplamda 11,7 Teravat-saatlik elektrik üretimi gerçekleştirdi.

38

Bu üretimin 5,183 Teravat-saatlik bölümü güneş elektriği sistemleri ile sağlanırken, nükleer enerji santrallerinde üretilen elektrik ise 5,181 Teravat-saat seviyesinde kaldı.

Bununla birlikte bu sonuçta ülkedeki Grafenrheinfeld nükleer enerji santralinin kapatılması ve Grundremmingen-C, Isar II ve Philippsburg-2 santrallerinin yıllık bakıma girmesi de etkili oldu.

(Güneş Elektriği.com)

Ses ve İklim Değişikliği: Türkiye’de Akustik Ekoloji – Can Kazaz

Akustik ekoloji kavramıyla ilk kez tanışacaklar için çok sıkıcı olmadan kısaca bahsetmekte fayda var. Akustik ekoloji kavramı ilk olarak müzisyen R. Murray Schafer tarafından, ses kirliliği bağlamında ses çevremize dikkat çekme amacıyla ortaya atılan bir kavram. 60’larda Simon Fraser Üniversitesi’nde ilk çalışmaları gerçekleştirilen bu alan 70’lerden sonra küresel ölçekte dikkat çekiyor ve önemseniyor. Konuyla ilgili temel düşüncelerini ve kavramları Schafer, 1973 yılında “The Music of the Environment” (Çevrenin Müziği) isimli geniş makalesinde ele alıyor. Schafer’in çağrısına yanıt veren genç besteciler ve öğrenciler “The World Soundscape Project” (WSP)  isimli eğitim-araştırma grubunu oluşturuyorlar. (kaynak: http://www.sfu.ca/~truax/wsp.html)

Simon Frazer Üni.'de WSP üyeleri, soldan sağa R. M. Schafer, Bruce Davis, Peter Huse, Barry Truax, Howard Broomfield
Simon Frazer Üni.’de WSP üyeleri, soldan sağa R. M. Schafer, Bruce Davis, Peter Huse, Barry Truax, Howard Broomfield

Çok kabaca, bir ekosistemin bulunduğu ve bu ekosistemin çıkardığı sesin kayda alınabildiği her durum, akustik ekolojinin çalışma alanına giriyor diyebiliriz. Bu çalışma alanı yalnızca bilimsel olmak, ölçülmek veya hesaplanmak durumunda değil. Tüm bu ses kayıtları sanatsal amaçla da kullanılabiliyor. Daha önce yaptığım sunumlarda “Ses Manzaraları” diye Türkçe’ye çevirmeyi tercih etiğim, “Ses Peyzajı” olarak da çevrilebilen ve yine de daha iyi bir çeviriye ihtiyaç duyan, İngilizcesi “Soundscape” olan bu kelime, akustik ekolojinin bir parçası olarak çevremizde duyduğumuz seslerin bir müzik kompozisyonu olarak dinlenebileceğini ifade eder. Dolayısıyla yapılan ses kayıtlarının, müzik başta olmak üzere bir çok disiplinle iç içe olduğuna dikkat çekmem gerekir.

Akustik ekoloji alanında yapılan çalışmalar, uluslararası kuruluşlar tarafından da önemseniyor. Bugün iklim değişikliği sorunuyla mücadelede kullanılan önemli farkındalık yaratma araçlarından biri olan soundscape kayıtları, aynı zamanda kaydedildiği ekosistemin biyoçeşitliliğini de ölçmeye yarayabiliyor. Bunun dışında belirli periyotlarla yapılan ses kayıtları arasındaki kıyaslama sayesinde, ekosistemdeki değişim de ses yoluyla ölçülebiliyor. Bunlar dışında yapılan çok fazla yaratıcı ve bilimsel örnek bulmak da mümkün.

Kadıköy Akustik projesi sunumu, Oğuz Öner. Kaynak: facebook.com/kadikoyakustik
Kadıköy Akustik projesi sunumu, Oğuz Öner. Kaynak: facebook.com/kadikoyakustik

Türkiye’de bireysel olarak yapılan müzik kompozisyon çalışmalarının haricinde yürütülen çok az sayıda çalışma var. Bu çalışmalardan biri, Soho İstanbul’da vermiş olduğum “Sessizlik, Gürültü ve Soundscape” sunumu esnasında tanışma fırsatı yakaladığım Oğuz Öner öncülüğünde gerçekleştiriliyor. Kadıköy’de ses yürüyüşleri gerçekleştiren ve işitsel peyzajı alanında veritabanı oluşturmayı amaçlayan Kadıköy Akustik ismi verilen bu proje, hem orta hem de uzun vadede yerel yönetimlerin önemsemesi gereken bir girişim olarak dikkat çekiyor. Projenin detaylarını Oğuz Öner’in kendisinden dinlemek için daha önce katıldığı Açık Radyo yayınına bu linkten ulaşabilirsiniz:

Sonospheria Logosu
Sonospheria Logosu

Disiplinlerarası bir çok çalışmaya gebe olan bu alanda, İstanbul Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü bünyesinde kurulan bir girişim olan Sonospheria da çalışmalar yapmaya başladı. Ekolojik mücadeleye bir müzisyen ve ses araştırmacısı olarak nasıl katkıda bulunabileceğimi düşünürken bu konuda bireysel çalışmaların belli bir limiti aşamadığını ve akademik düzleme taşınıp kurumsallaştıkça değerinin daha iyi vurgulandığını gördüm. Dolayısıyla üniversitede verdiğim ve bu konuya dikkat çektiğim bir dersten sonra bu alanda çalışma yapmak veya öğrenmek isteyen öğrencilere bir çağrıda bulundum. Çağrıma yanıt veren öğrenciler ve akademisyenlerle 2015 Nisan ayında yaptığımız ilk toplantıdan sonra Sonospheria isimli akustik ekoloji ve biyoakustik çalışma grubumuzu oluşturmuş olduk. Şu anda planlama ve ön araştırma safhasında olan iki projemiz bulunuyor. Bunlardan birini Anadolu Meraları‘nın bütüncül yönetim uygulama arazilerinde başlattık. Yanısıra İstanbul’da Adalar üzerinde yapmayı planladığımız bir çalışma da mevcut. Fikir aşamasında olan diğer projelerimizi de olgunlaştıkça paylaşacağız.

Ön araştırma yürüttüğümüz Anadolu Meraları uygulama arazisinden bir görünüm. Fotoğraf: Can Kazaz
Ön araştırma yürüttüğümüz Anadolu Meraları uygulama arazisinden bir görünüm. Fotoğraf: Can Kazaz

Sonospheria, “sono” (ses) ve “spheria” (elektron-küreler) kelimelerinin birleşmesiyle türettiğimiz bir isim. Sonospheria, Dünya’yı ekosistemlerden meydana gelen bütüncül bir ses küresi olarak ele alır ve çalışmalarını bu bakış açısıyla sürdürür. Müzik başta olmak üzere; akademik, bilimsel ve sanatsal bir çok alana, disiplinlerarası çalışmalar yaparak katkıda bulunmayı hedefler. Sonospheria olarak, bu konuyla ilgilenen paylaşımda ve katkıda bulunmak isteyen hatta Sonospheria’nın aktif üyesi olmak isteyen tüm birey ve kuruluşlara açık olduğumuzu da belirtmek isterim. Şu anda benim dışımda Sonospheria’da aktif olarak çalışma gösteren katılımcılar; Doç. Dr. Tolga Özdemir, Ar. Gör. Ateş Erkoç, müzik bölümü öğrencileri Can Bora Genç, Hazal Döleneken, Eda Er, Ege Selçuk ve Kumsal Delibalta. Bu duyuruyla beraber, uluslararası akustik ekoloji oluşumlarıyla dirsek temasına geçtiğimizi de müjdelemek isterim.

Küresel ekolojik krizin geldiği noktada disiplinlerarası işbirliğinin artması şart olarak gözüküyor. Bu kriz bağlamında yapılan her yaratıcı girişim, lider kuruluşlar ve devletler tarafından önemseniyor ve çoğu zaman da destekleniyor. Müzik gibi yaratıcı alanlarda yapılan çalışmalar da farkındalığa yönelik oldukça etkili olabiliyor. Bu yazıyla, her alanda harekete geçme çağrımı yinelemek isterim. İklim değişikliğiyle mücadele, çalıştığınız ve geçiminizi sağladığınız alandan sandığınız kadar uzak ve bağımsız olarak sürdürülemez olmayabilir. Her konuda olduğu gibi en önemlisi, bu kararı verebilmek.

 

Kadıköy Akustik projesinin Facebook sayfası:

facebook.com/kadikoyakustik

Sonospheria’yı takip edebileceğiniz ve ulaşabileceğiniz mecralar:

twitter.com/sonospheria

facebook.com/sonospheria

instagram.com/sonospheria

e-posta: [email protected]

37.Can Kazaz

 

Can Kazaz

 

Hiroşima’nın anısına “Dulların Köyü”nden ağıt

6 Ağustos 2015 , 70 yıl önce bugün saat 08:15’te , Amerika Birleşik Devletleri (ABD ),  saldırı amaçlı ilk atom bombasını Japonya’nın Hiroşima kentine attı . Bombanın adı Küçük Oğlan (Little Boy)’dı. Bombanın atılması için şehrin uyanması beklendi: ocaklar yanmalıydı ki “Küçük Oğlan” daha fazla yaramazlık yapabilsin  . Bombanın isminden yaratılması arzulanmış olan kıyametin büyüklüğü tahmin edilebiliyor. Nitekim izleyen günlerde bombanın etkileri Hiroşima’ya akın eden Amerikalı bilim insanı ve araştırmacılar tarafından şöyle kayıtlara geçecekti: Bombanın düştüğü yerden 3 kilometre çaplı bir daire içerisinde oluşan yüksek ısı, parlak ışık, alev rüzgarı …Hiroşima’nın nüfusu bomba atılmadan saniyeler öncesinde 340 bindi , bombanın atılmasından 10 saniye sonra ise nüfus 140 bin azaldı. Hiroşima’da yaşananlar tecrübe edenler tarafından “Bana cehennemi sorarsanız , biz o gün onu yaşadık” şeklinde tarif ediliyor . Parlak ışık aşırı sıcak insanların derilerini giysilerine yapıştırır , her birini balmumundan yapılmışçasına eritir. Bir tanık, gözünü elinde taşıyan bir adam gördüğünü söyler , insanlar bilinçsizce sadece yürüyordur . Hiroşima o an bir hortlaklar kenti gibidir.

6 Ağustos günü 08:15 itibariyle Hiroşima
6 Ağustos günü 08:15 itibariyle Hiroşima

Hiroşima’yı anlatan çizgifilmler, belgeseller bu konuda hayal gücümüzü zorlamayı gerektirmiyor . Japon Ressam ve Barış Aktivisti Ikuo Hirayama Hiroşima’ya atom bombası atıldığı zaman 6 yaşındaydı . Öğretmeni ondan sabah ilk derse gelmeyip bir depoda çalışmasını istediği için okulda değil yerin altında görece korumalı bir yerdeydi . Bomba atıldıktan sonra ne olduğunu anlamak için dışarı çıktığında her yerin yandığını gördü. Japonya’da temel mimari malzeme ahşap olduğu için şehir kağıt gibi yanıyordu . Ikuo Hirayama bombadan önce de resim yapardı , doğa resimleri , hayvan resimleri , kuş, böcek resimleri… Bomba atıldıktan sonra aylar süren ateşli hastalığını yenip ayağa kalkınca sadece çöl resimleri yapabilmekteydi…Hiroşima’dan sonra kendini barışa adadı.

Kaynaklar ABD’nin atom bombasını atmak üzere 3 şehir üstünde tartıştığını , Kyoto’dan vazgeçerek Hiroşima ve Nagazaki’de karar kılındığını söyler. Amerika Birleşik Devletleri’nin Hiroşima’ya atom bombasını atması bir “savunma” biçiminden ziyade atom bombasının etkilerini araştırmayı amaçlayan bir deneydir . Zira 4 ay öncesinde Hiroşima ve Nagazaki’deki nüfusun kaçırılmaması, şehirden uzaklaşmaması için şehrin saldırı hava sahasından çıkarılmış olmasını başka şekilde izah etmek mümkün değil . ABD 3 gün sonra , Japonya ile Pasifik’teki savaşın etmesini bahane göstererek bu kez geliştirdiği ikinci atom bombasını atar . Yeni bombanın adı Şişman Adam (Fat man)’dır , bu da “Küçük Oğlan” a göre daha yok edici bir silah geliştirildiğini gösteriyor . 9 Ağustosta bomba atılmadan önce şehirdeki 240 bin olan nüfus o yılın sonunda 80 bin azalır . Fakat bu hikayenin maalesef öncesi de var . Her üretimin nihai kullanıcıya sunulmadan önce malzeme tedariki ve pilot çalışma veya testler süreçlerini geçirdiği gibi atom bombasının saldırı amaçlı atılmasının da gerisinde uzun bir çalışma yatıyor .

ABD'nin 9 Ağustos günü Nagasaki'ye attığı Şişman Adam
ABD’nin 9 Ağustos günü Nagazaki’ye attığı Şişman Adam

 

O çalışmanın adı Manhattan Projesi . Hitler’in nükleer silahlanma projesi yürüttüğü kaygılarıyla bilim insanlarının uranyum bombası yapmak için uğraş verdiği 1930’lardan bahsediyoruz. ABD Başkanı Truman’ın önderliğinde başlatılan çalışmada “Şişman Adam” için yapılması gereken test Los Alamos’ta New Meksiko Çölünde gerçekleştirilir. Tularosa köyü Trinity adındaki denemenin yapıldığı noktadan sadece 30 kilometre mesafededir , tarih 16 Temmuz 1945, saat sabah 05:30’dur. Köyde deprem oldu sanılır parlak ışık görenler olmuştur . Önceden uyarı almadıkları gibi sonradan da hiç bir yetkili uyarıda bulunmaz . Köydekiler bombanın atıldığı yere eskisi gibi pikniğe gitmektedir , bilmeden oradaki taşı , kumu , hatta radyoaktif atıkları toplamışlardır. Yıllar içersinde kanser vakaları, ölümler baş gösterir , her ailede acıyla tecrübe edilmektedir. Bugün Los Alamos da hükümetinden hakkını , geri getiremeyecekleri olsa da acısının tanınmasını istiyor.

ABD'nin 6 Ağustos günü Hiroşima'ya attığı Küçük Oğlan
ABD’nin 6 Ağustos günü Hiroşima’ya attığı Küçük Oğlan

 

Keşke bu kadarla kalsaydı . Yazı uzuyor ama sözkonusu nükleer olunca konunun dallanıp budaklanmaması mümkün değil . 17 yıl önce Hiroşima’ya Kuzey Kutbuna yakın bir noktadan , Kanada’nın kuzeyinden Deline Köyü’nde yaşayan Kanada yerlileri gelir ve atom bombası mağdurlarını ziyaret eder . Neden mi ? Atom bombasının diğer bir ifadeyle uranyum bombasının yapılmasında bilmeden katkıda bulunmuşlardır , özür dilemek isterler . “Biz kötü insanlar değiliz, çalıştığımız maden ocağından çıkarılan uranyumun Hiroşima’da yüzbinlerce insanı öldüreceğini bilmiyorduk” der, ağıtlar yakarlar. Çünkü ABD’nin Hiroşima’ya attığı Uranyum bombasının ham maddesi , hatta bir de radyum, 1942-1960 yılları arasında Deline Köyü yakınındaki Great Bear Gölü kıyısındaki Eldorado’da Port Radyum maden ocağından bizzat kendileri , akrabaları ya da komşuları eliyle çıkartılmıştır. İronik olmakla beraber yatırımcılar açısından radyum kanser tedavisinde kullanıldığı için çok kıymetlidir , “altından değerli”olarak tanımlanır .   Deline köylüleri ise ne çıkardıklarını bile bilmeden ve hiç bir güvenlik , koruyucu   ekipmanı kullandırılmadan, sırasında sırtlarında uranyum çuvalını taşımak suretiyle çalışmışlardır . Deline kabilesinden Kızılderili Sahtular arasında kanser sonucu ölümler baş göstererek Deline köyünün bütün yetişkin erkekleri ölmüş ve köyün adı “Dullar Köyü” (village of widows) olarak anılmaya başlanmıştır . Maden ocağı ancak 1982 ‘de köylülerin hükümete şikayet ve bildirimleri neticesinde etrafa daha fazla zarar vermemesi için kapatılmıştır. Belgesele de adını veren 1999 yapımı “Dulların Köyü” filmini buradan izleyebilirsiniz . https://www.youtube.com/watch?v=GSReqj1JX-c

 

Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombalarının atılmasının yanısıra dünyada bir çok ülke tarafından 2061 defa nükleer deneme yapıldı . 1954 yılında Barış için Atom Girişimi kapsamında nükleer santrallerin kurulmasının önü açılarak uranyum ham maddesinin çıkarılması ve kullanılması meşrulaştırıldı . Bu gün dünyada Fukuşima nükleer faciasından sonra Japonya’daki 54 nükleer santralin kapatılmasıyla şimdilik sadece 390 santral faaliyet gösterir durumda . Her ne kadar Avrupa’da sessiz sedasız bir nükleerden çıkış yaşanıyorsa da dünyada 500 000 adet atom bombası yetecek kadar uranyum işletiliyor ve kullanılıyor , dahası nükleer santrallerin atıkları da yeniden işleme tesislerinde işlenmek suretiyle atom bombasının ham maddesi haline getirilebiliyor. Savaş ekonomisinden vazgeçilmeyen dünyada bu yok edici silahlar için pazar hazırlanıyor. Bugün Nükleer santrallerin yol açabileceği kazalardan , ham maddesinden ve atıklarından kurtulmanın tek yolu nükleer santralleri topyekün reddetmektir. Yenilenebilir enerjilerin daha ekonomik bile olduğu bir devirde eğer nükleer santrallere başvuruluyorsa tek motivasyon kaynağı enerji değil nükleer silahlanmadır.

 

Pınar Demircan

(Yeşil Gazete)

 

 

 

 

 

Nükleer enerjinin ve fosil yakıtların kullanılmadığı bir gelecek mümkün!

Almanya’nın 2022 yılına kadar nükleer enerji üretimine dolayısıyla kullanımına son vereceğini tüm dünyaya ilan etmesinden  sonra Erik Gawel ve Sebastian Strunz , Londra İktisadi Bilim Akademisi (London School of Economics)’ den , iki bilim insanı Almanya’nın gelecek enerji uygulamalarının diğer Avrupa ülkeleri için model olup olamayacağını araştırdılar . Bu araştırma, hedef son derece zorlayıcı olsa da uzun vadede tüm fosil yakıtlardan ve nükleer enerjiden kurtulmanın mümkün olduğunu söylüyor.

SONY DSC

İklim değişikliğine ve konvansiyonel enerji kullanımının (petrol kuyuları, radyoaktif atıklar, kömür madenleri ) olumsuz etkileri oldukça çok ve çeşitli. İngiltere karbon salımına yol açmaması için nükleer enerjiyi desteklerken örneğin Almanya çok farklı bir yoldan ilerliyor ve fosil yakıtlarla beraber nükleer enerjiden de çıkış yollarını planlıyor. Peki Almanya’nın nükleer enerjide çıkış kararının arkasında ne var ve ekonomik açıdan hassasiyetle yeniden değerlendirmeyi gerektiriyor mu?

Bu soruyu tam cevaplayabilmek için bir kaç nokta aydınlığa kavuşturulmalı . Öncelikle nükleerden çıkışın Fukuşima vakasının yarattığı bir tepki olmadığı iyi anlaşılmalı. Almanya’da kökü 1970’lere dayanan çok güçlü bir antinükleer hareket var ki bu hareket 1983’te Meclise giren 1998’de de Sosyal demokratlarla koalisyon kuran Yeşil Parti’yi doğurdu . 2000 yılında merkez sol koalisyonu ilk defa nükleerden çıkışı kanun maddesi olarak koydu. Dolayısıyla nükleersiz bir yaşam için zaten 2020’lerin başı hedeflenen tarihti. Kanun maddelerinde sonradan yapılan değişikliklerle son nükleer tesisin de kapatılacağı tarih orjinal hedeften fazla uzaklaşmadan 2022 olarak tayin edildi. Bununla beraber zaten nükleerden çıkış projesi her zaman uzun vadede adım adım gerçekleştirilebilecek bir süreç olarak değerlendirilegelmiştir.

İkinci olarak Fukuşima felaketi muhafazakar kesimin savunduğu nükleer teknoloji kullanılmadan yenilenebilir enerjiye geçilmez masalını öldürdü . Fukuşima aslında bu masalla yaşayanların duruşunu değiştirdi. Angela Merkel’in en önemli dönüşümü 2011’de ülkedeki 7 nükleer santrali birden kapattırması oldu . Kapasite fazlalığı neticesinde bu düşüş ne enerji kısıntısına yol açtı ne arz azaldı diye fiyatı yükseltti ne de nükleer enerji ithalini gerektirdi. Aslında Almanya hala bir enerji ihracatçısı.

Üçüncüsü, Almanya nükleer enerjiden çıkarken yalnız da değil . Tablo 1’de göreceğiniz gibi , Avrupa’da enerjisi nükleer enerjiye baağlı olmayan hatta nükleer enerji üretiminin durdurulması eğilimini taşıdıklarını açıklayan bir kaç ülke var. Bu ülkelerin çoğu hiç bir zaman nükleer enerjiye başvurmamış küçük Avrupa ülkeleriyken G7’ nin önemli bir üyesi olan endüstrileşmiş İtalya aralarında dikkat çekiyor. Avrupa’da nükleer enerjinin ülkeden ülkeye kullanım oranı da çeşitlilik gösteriyor mesela Polonya nükleer endüstriye girmeye çalışan bir ülke .

 Tablo1 :Avrupa’da Nükleer Enerjinin Dağılımı (Ülkelere göre reaktör sayısı ve elektrik tedarikinde nükleerin payı, gelecekte reaktör planları)

Tablo 1: Avrupa’da Nükleer Enerji
Tablo 1: Avrupa’da Nükleer Enerji

 

Bu tablo karşısında Almanya’nın Energiewende (Enerji geçişi) meselesi sadece nükleerden değil karbondan da çıkışı işaret ediyor . 2000 yılında Almanya 577 TWh elektrik enerjisi üretti ki bu miktarın %90’ı fosil yakıt enerjiden temin edildi. Enerji geçişi hedefi doğrultusunda Almanya 2025’te fosil ve nükleerin payını %55-60  oranında 2050’de ilave %20 daha düşürmeyi planlıyor.

Bu zorlayıcı bir hedef olsa da yakalanabilir : Çünkü Almanya’da 2000-2013 yılları arasında tüm enerji üretimi içerisinde yenilenebilir enerjinin payı aşağıda Tablo 2 de görüldüğü gibi %7’den %24’e çıktı . Dolayısıyla yenilenebilir enerjiden üretimin başlarda %35 iken 2020’lere gelindiğinde nükleer enerjiden çıkışla birlikte %45 olacağı öngörülüyor . Dahası 2050 için uzun dönem hedefleri sadece yenilenebilir enerjinin devreye sokulmasıyla değil aynı zamanda enerji tasarruflarıyla gerçekleştirilecek. (temel enerji tüketiminde %50 azalma ve brüt elektrik tüketiminde %25 azalma yaşanacaktır)

Tablo 2: Almanya’da yenilenebilir ( Renewables) enerjinin,fosil yakıtın(fossil fuels), Nükleer(Nuclear) ve diğer  (others) enerji üretimlerinin toplam üretim içindeki payı

tablo2

Not: 2000-2013 rakamları yuvarlanmıştır ve yüzdeler nihai yenilenebilir enerji verilerine dayanmaktadır)

Peki Almanya bir model veya lider olabilir mi?

Aşağıda Tablo 3’ e göre Avrupa 2020 hedefleri çerçevesinde Almanya’nın hedefleri daha aşağıda bile kalmaktadır . Bu durum aynı zamanda toplam enerji tüketimi içerisinde yenilenebilir enerjinin aldığı payı gösterdiği için Sonderweg (özel bir çıkış) yaptığı iddiası doğru olmaz. Tersine Almanya kısa vadede geride bile bulunuyor.

Yukarıda bahsedildiği gibi Almanya’nın toplam enerji üretimi içinde yenilenebilir enerji payı toplam tüketimin dörtte biri kadar: toplam tüketim içinde yenilenebilir enerjinin payının 2 katı kadar . Diğer bir ifadeyle Almanya’nın yapmaya çalıştığını elektrik sektörüne odaklanıldığı için Energiewende (Enerji geçişi) yerine elektrikte dönüşüm olarak adlandırmak doğru olur . Kısa vadede nükleerden çıkış elektrik üzerine bu yargıyı güçlendirecektir.

 

Tablo 3: 2020 için AB hedefleri ve nihai enerji tüketimi içerisindeki yenilenebilir enerjinin payı

 tablo3

 

Uzun vadede Almanya’nın Energiewende(Enerji geçişi) için hedefleri perspektifini konut ve ulaşım sektörlerinde kullanıma kaydıracağını göstermektedir . Bununla birlikte enerji tüketiminin planlandığı gibi azaltılması yenilenebilir enerjilerin kapasitesinin arttırılmasını destekleyerek karbon salımına yol açmama çabalarına katkı yapacaktır

AB açısından Almanya’nın 2050 için öngördüğü hırslı hedef dikkat çekici olasa da diğer ülkeler uzun vadeli hedeflerini henüz paylaşmadığı için karşılaştırma yapmaya da olanak yok. Yine de benzer uzun vadeli hedeflerin olmadığını söyleyemeyiz. AB 2050 Enerji yol haritasını baz alırsak Almanya’nın enerji dönüşüm hedeflerinin AB enerji hedefleriyle uyumlu olduğunu görürüz.

AB Enerji yol haritası : 2020’de AB seragazı emisyonlarını en az %20 düşürmeyi , toplam tüketim içerisinde yenilenebilir enerjilerin payını %20’ye çıkarmayı ve enerji tasarrufunu da %20 nin üzerine çıkarmayı hedefliyor Ayrıca tüm AB ülkelerinin ulaşımda %10luk bir oranda yenilenebilir enerji kullanması öngörülüyor. Bu hedeflere ulaşılması halinde AB ülkelerinin, iklim değişikliğinin ve hava kirliliğinin azaltılmasına büyük katkı yapacağı,fosil yakıtlara bağımlılığını azaltarak enerjisini daha çok tüketim ve iş sektörüne yönlendirebiceği belirtiliyor.

 

Nükleer enerji, gelecek enerji kaynağı çeşitliliği içinde yer almak zorunda mı?

Tüm veriler değerlendirildi . Nükleer enerji , enerji tedarikinde sıkıntı yaşamadan karbon salımını azaltma yolunda olmazsa olmaz bir enerji kaynağı mı? Almanların tecrübesi gösteriyor ki yenilenebilir enerji toplam ileri endüstrileşmiş bir ülke için bile enerji tedarikinde sorun yaratmayacak kadar kullanılmaya müsait, kaldı ki Almanya’da yenilenebilir enerji kaynağı için çok elverişli şartlar olmasa dahi uzun vadede hedeflenmesi halinde dingin bir politik hava da hakimse gerçekleşmesi için bir engel bulunmuyor.

Dahası uzun vadde risk teşkil edebilecek konu karbon salımına sebep olmadan sürdürülebilir kalkınmada ihtiyaç duyulan enerji ihtiyacı karşılanabilir mi? Fakat sürdürülübilir kavramı açısından ele alırsak bile ağır sanayinin ihtiyaç duyduğu enerji için nükleer enerji yenilenebilir enerjiden ucuz ollduğu için yeni nükleer santrallere ihtiyaç duyacağı iddiası bu şekilde çürümüş oluyor . Tersine bilimsel çalışmalar yeni rüzgar ve güneş teknolojisinin karbon salımına yol açmayan yeni nükleer teknolojilerine göre %50 daha ucuz olacağını söylüyor . Hatta birbirini yedekleyen rüzgar-güneş sisteminin bile yeni nükleer teknoloji maliyetinden %20 ucuz olacağı hesaplanıyor.

Şüphesiz Almanya enerji dönüşümünün yan etkilerini de yaşayacak ki bu da diğer gelişmelerle etkileşim içinde olacak . Fakat artık biliyoruz ki nükleer enerji karbon salımının azaltılmasının hedeflendiği bir ortamda ve dönemde başvurulması kaçınılmaz bir enerji kaynağı değil. Bugüne kadar Almanya’nın politik gidişatı çok belirleyici oldu , dönüşüm zor olsa da bu zorluk uzun vadede ekonomik fayda sağlanacak olmasının önüne geçmedi. Öyle görünüyor ki fosil yakıt ve nükleer enerjiden çıkarak sadece yenilenebilir enerjilerle yola devam etmek hem mantıklı hem de uygulanabilir. Böylece uzun ama üzerinde hassasiyetle düşünülmüş bir yol uzun dönem maliyet avantajı dahil nükleeere göre göreceli sürdürülebilir bir enerji tedariki sağlayabilir .

Editörün notu: Bu raporla hatta sizlerle daha önce de paylaştığımız benzer raporlarla, Türkiye’nin Polonya’nın ve Ürdün gibi gelişmekte olan ülkelerin nükleer enerjiyi, enerji politikalarında ve hedeflerinde kalkınmanın olmazsa olmaz olmaz aracı olarak göstermesinin, nükleer enerjiyi şart koşmasının, gerçek bir zorunluluktan çok o devletlerin politik motivasyonuyla ilgili olduğunun açıklığa kavuştuğunu umuyoruz.

Renewables ,Yeşil Gazete

Pınar Demircan

 

 

Kadın Özgürlük Meclisi’nden sınırda bekletilen cenazeler için çağrı

Kadın Özgürlük Meclisi, 33 YPG/YPJ ve HPG’linin cenazelerinin 10 gündür ailelerine teslim edilmemesine ilişkin açıklama yaptı. “Aileler 10 gündür niye bekletiliyor? Zaten ölmüş olan gençler niye kapılarda çürütülüyor?” ifadelerine yer verilen açıklamada, 6 Ağustos Perşembe günü saat 10.00’da, Habur Sınır Kapısı’nda toplanma çağrısı yapıldı.

22

“Türkiye’nin Habur sınır kapısında 13, Derîk’te 9, Mürşitpınar’da 11 YPG/ YPJ’li cenazesi tam 10 gündür bekletiliyor ve ailelerine verilmiyor. 33 cenaze canımızı tenimizi yakan bir sıcakta çürütülüyor. Tam 10 gündür 33 beden sevdiklerine kavuşamıyor. Tam 10 gündür sevenlerin yas hakkı, ölenlerin toprakla buluşma hakkı gasp ediliyor” denen açıklamada, “Kürt halkı devletin cenazeler üzerinden kendisini terbiye etme çabasını iyi bilir. Kürt halkının tarihi, gömülmeye izin verilmeyen cenazeler, kaybedilen, toplu mezarlarda teşhis bekleyen yakınlar, çocuklarının kemikleri bile kendine çok görülen analar, bombalanan mezarlar, katıldıkları cenazelerde yaşanan infazlarla doludur. Kürt halkının mücadelesi ölüsünü onurlu bir biçimde gömme mücadelesi de olmuştur aynı zamanda” ifadelerine yer verildi.

“Aileler 10 gündür niye bekletiliyor? Zaten ölmüş olan gençler niye kapılarda çürütülüyor? Zaten yasta olan ailelere cenaze törenlerinde onurluca akıtılacak bir göz yaşı niye çok görülüyor” sorularının yöneltildiği açıklama şöyle devam etti:

“Bu gençler Suriye’de komşularının, arkadaşlarının, Kürt halkının canını ve vatanını IŞİD’den korumaya gittiler. Şimdi cenazeleri geldi. Bu cenazelerle, bizle alıp veremediğiniz nedir?

“Biz kadınlar size sesleniyoruz; sevgiden büyük yasa yoktur, emekten büyük yasa yoktur. Biz ki bu gençleri sevdik ve onlara emek verdik. Onları bize vereceksiniz, onları yıkayacağız, sıcaktan çürümüş de olsalar son kez yüzlerine bakacağız, kıyafetlerinden tanıyacağız belki, belki boylarından, poslarından, başlarına nöbet tutacağız, omuz verip kaldıracağız ve toprağa kavuşturacağız.

“Bize kimse neden isyan ediyorsunuz, diye sormasın. Dünya tarihi eğer gömme hakkını gasp eden zalimlerle doluysa aynı zamanda buna isyan eden hakikat savunucularıyla da doludur.”

Kadın Özgürlük Meclisi, herkesi 6 Ağustos 2015’de saat 10.00’da Habur Sınır Kapısı’na cenazeleri almaya çağırdı.

(T24)

Gazeteciler ve gazeteci örgütlerinden devlet sansürüne karşı ortak açıklama

Gazeteciler ve gazeteci örgütleri, aralarında DİHA, ETHA, sendika.org, JİNHA, Evrensel ve Özgür Gündem gibi haber sitelerinin de olduğu 90 internet sitesi ve adresine uygulanan sansüre karşı bir araya geldi.

Bianet’den Sonya Bayık ve Gurbet Ay’ın haberine göre Türkiye Gazeteciler Cemiyeti lokalinde Dicle Haber Ajansı (DİHA), Etkin Haber Ajansı (ETHA), sendika.org, Jin Haber Ajansı (JİNHA), Özgür Gündem ve Evrensel temsilcileri, Başbakanlık talimatıyla Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) tarafından sansürlenmelerine ve basına yönelik baskılara karşı tepki göstermek amacıyla basın toplantısı düzenlendi.

21

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti başkanı Turgay Olcayto gazeteciler üzerindeki yoğun sansüre dikkat çekerken, TGS’den Sevgim DenizaltıAKP’nin koltuk ve oy için ülkeyi savaşa sürüklediğini ifade etti.

DİSK Basın İş Sendikası Genel Sekreteri Özge Yurttaş da sansüre karşı mücadelenin barış mücadelesinin bir parçası olduğunu söyledi.

Uğradıkları sansürü protesto eden yayın kuruluşlarının hazırladığı açıklamayı Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Polat okudu.

“Türkiye’yi her yönüyle savaşa sürükleyen geçici AKP hükümeti aynı zamanda demokratik kurum ve kuruluşlara yönelik baskıları yeniden başlattı” diyerek sözlerine başlayan Fatih Polat şunları söyledi,

“Geçici hükümetin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın basında sansürün kaldırılmasın 107. yıldönümü olan 24 Temmuz 2015 günü Özgür Gündem ve Evrensel Gazetelerinin ‘Suç Makinesi’ ifadeleri ile hedef göstererek basına dönük yapmış olduğu tehditler haber sitelerine sansür uygulamalarıyla devam etti.

“Yaptığı bu açıklamadan sonra TİB tarafından alınan ve mahkemece onaylanan kararla DİHA, ETHA, Özgür Gündem, sendika.org başta olmak üzere 90’ın üzerinde internet sitesi ve adresine erişim engellenmiştir.

“Basın kuruluşlarına dönük bu baskı, hakaret ve tehditlerin fiziki saldırılara dönüşmesi halinde failin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ve hükümet olacağını buradan ilan ediyoruz.

“Ayrıca cumhurbaşkanı ve geçici hükümetin yaratmak istediği tek sesli medya düzenine karşı birlikte mücadele etmeye çağırıyoruz.”

 

(Bianet)

Nükleerde deprem duyarlılığı fay hattında – Pelin Cengiz

Temmuz ortalarında Akkuyu nükleer santral sahası yakınlarındaki yangın paniğinin ardından Mersin, geçen hafta da 5.2 büyüklüğünde depremle sallandı. Öteden beri Akkuyu’da nükleer santral yapılacak bölgenin deprem kuşağında olduğu biliniyor. Peki, neden özellikle burada yapımında ısrar ediliyor. Orası tam bir muamma ya da bile bile lades.

20Akkuyu nükleer santralinin 25-30 kilometre yakınından Ecemiş Fay Hattı geçiyor, şu anda aktif ve yüksek enerji birikimli bir hat olarak tehlikeli grupta yer aldığı belirtiliyor. Bilindiği gibi, 1976’da alınan yer lisansına göre, Akkuyu’ya nükleer santral kurulması isteniyor. 35 yıl önce Ecemiş Fay Hattı, ölü fay olarak nitelendiriliyor ve bu durum hiçbir güncellemeye tabi tutulmadan Akkuyu’ya lisans veriliyor. Uzmanlar, neredeyse 40 yıl önce bu lisans verilirken, fay hattına ilişkin bilgilerin kayıtlı olmadığına da dikkat çekiyor.

Kentin aktif tek bir değil birkaç faya yakın olduğunu da belirtmek gerek. Üstelik, Rusların deprem riski yüksek bir bölgede nükleer santral kurma tecrübesi olmaması da meselenin bonusu.

Jeoloji Mühendisleri Odası’nın dört yıl önce yaptığı uyarılar, bugün de aynı güncelliğini koruyor. Öncelikle santralin yeriyle ilgili bilimsel (jeolojik, jeoteknik, jeofizik) verilerin nükleer reaktör kurulmasına elverecek olumluluk ve netlikte olmadığı ifade edilerek, şöyle devam edilmiş: “Santralin kurulacağı yerin yakınından geçen Ecemiş Fayı’nın sismik karakteri konusunda ciddi kaygılar yaratacak bilimsel araştırmalar var. Ecemiş Fayı, 300 kilometre uzunluğunda olup, Akkuyu’nun 20-25 kilometre yakınından geçerek denizde devam ediyor. Yılda 3 mm. sol yönlü doğrultu atımlı harekete sahip, aktif bir fay. 500 yıldır 6-7 büyüklüğünde bir depremin olmaması bu fay boyunca tehlikeli bir enerji birikiminin olduğuna işaret ediyor.

Hattâ 35 yıl önce Akkuyu’ya yer lisansı veren üç kişilik ekipte yer alan Prof. Dr. Tolga Yarman bile, “O zamanki kriterlerle bugünküler bir değil” diyerek, Akkuyu’nun lisansının geçersiz olduğunu söylemişti.

Akkuyu nükleer santralinin ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) raporu, çok kritik önemde eksikliklere rağmen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından kabul edildi. Bu yılın başlarında Greenpeace, ÇED olumlu kararına karşı yürütmeyi durdurma talebiyle hukuki süreç başlattı.

Greenpeace’in itirazlarından biri de, “Santralin kurulması planlanan alana yakın bir fay hattı var ancak ÇED raporunda, deprem olması durumundaki kaza riskleri değerlendirilmemiş” şeklindeydi.

Hükümetin “devletin güvenliğini” gerekçe göstererek mahkemeden bile gizlediği, Akkuyu nükleer santraline ilişkin Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın hazırladığı raporda Türkiye Hükümeti’ne verilen 24 tavsiye ve 15 öneride uluslararası standartlar, güvenlik, emniyet ve sorumluluk konularında yapılan vurguların boşa olmadığı görülüyor.

Enerji Birliğinden Sorumlu Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Maros Sefcovic de, Akkuyu için yüksek derecede güvenlik önlemlerini sağlayacak yasal çerçevenin geliştirilmesinin gerekli olduğunu kaydederek, santralle ilgili sismik değerlendirme ve çevre raporlarının da dikkatle izlendiğini söyledi.

Türkiye raportörü ve Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komisyonu üyesi Parlamenter Kati Piri tarafından kaleme alınan ve 2014 yılında Türkiye’deki gelişmelerin değerlendirildiği raporda da çevre ve enerji alanına ilişkin en önemli vurgu Akkuyu nükleer santraline ilişkin olmuştu. Raporda, “Türkiye Hükümeti Akkuyu nükleer santrali inşa planını durdurmalıdır. Santralin yapılması öngörülen bölgenin deprem bölgesi olması nedeniyle buraya nükleer santral inşa edilmesi hem Türkiye hem Akdeniz bölgesi için tehdit içermektedir” ifadeleri yer almıştı.

Tüm bu örneklerden de görüleceği üzere, AKP iktidarı bize yine inşaatlarda, madenlerde, altyapı ve enerji projelerinde vaat ettiği ölümü vaat ediyor. Nükleer santral meselesindeki en hassas konular fay hattında ilerliyor.

Bu yazı taraf.com.tr/ den alınmıştır

19.Pelin Cengiz

 

Pelin Cengiz

[email protected]

Erkekler, Temmuz ayında 19 Kadını Öldürdü

Erkekler 2015’in Temmuz’- ayında basına yansıyan haberlerden yapılan derlemeye göre 19 kadını öldürdü. 2015’in ilk yedi ayında erkekler 160 kadın öldürdü, 70 kadına tecavüz etti, 122 kadını fuhşa zorladı.

18

Bianet’den Çiçek Tahaoğlu’nunn haberine göre erkekler Temmuz’da erkekler 19 kadını öldürdü; 12 kadın ve kız çocuğuna tecavüz etti; bir kadını fuhşa zorladı; 36 kadını yaraladı; 10 kadın ve kız çocuğunu taciz etti.

2015’in ilk yedi ayında erkekler 160 kadın öldürdü, 70 kadına tecavüz etti, 122 kadını fuhşa zorladı, 229 kadını yaraladı, 155 kadını taciz etti.

bianet’in yerel ve ulusal gazetelerden, haber sitelerinden ve ajanslardan derlediği haberlere göre Cinayetlerin ardından dört erkek intihar etti, ikisi kolluk kuvvetlerine teslim oldu.

Temmuz ayında kadın katillerinin yaşları 17 ila 67, öldürülen kadın ve kız çocuklarının yaşları 14 ila 67 arasında değişti.

Kadın katlinin yaşandığı iller Afyon, Aksaray (3), Ankara, Bilecik, Giresun (2), İstanbul, İzmir (3), Kocaeli, Konya, Manisa, Mersin, Samsun, Tekirdağ ve Tokat.

Temmuz ayında toplam 78 erkek şiddeti, cinayet, cinayete teşebbüs, taciz, cinsel şiddet, tecavüz ve yaralama vakası basına yansıdı.

Erkek şiddeti vakalarının yüzde 24’ü Karadeniz, yüzde 20,5’i Marmara, yüzde 20,5’i Akdeniz, yüzde 18’i İç Anadolu, yüzde 10’u Ege, yüzde 4’ü Doğu Anadolu, yüzde 2,5’i Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşandı.

 

(Bianet)