Ana Sayfa Blog Sayfa 2694

Almanya’da Yeşil Dalga: Ortanın solu ile solun ortası arası hareketlilik ve ötesi – Orhan Esen

Avrupa’da Yeşil Dalga yükseliyor !” cümlesini sıkça işitir olduk. Peki ne anlamalıyız bundan ? Neye işaret ediyor ? Almanya özelinde yorumlamaya çalışacağım. Bavyera’da (referans şehrimiz: Münih) memleket seçimleri1 taze geçti, Hessen (Frankfurt) seçimleri bu Pazar. 16 federal memleketten oluşan Almanya’da herbirinin vadesi geldikçe ayrı ayrı yenilenen 16 memleket parlamentosu seçimlerinde ortaya çıkan eğilimler, siyasetin nabzını sürekli bir akış içinde tutmak açısından harika bir imkan sağlıyor.2

Güncel barometre, geleneksel merkez sağ (Hristiyan Demokratlar CDU/CSU) ve geleneksel merkez sol (Sosyal Demokratlar, SPD) için serbest düşüş eğilimi veriyor: Bavyera’da kardeş kardeş %10-11 kaybettiler, Hessen’de yine kardeş payı %10-12 aralığında kayıp bekliyorlar. İkisinden gayrı kim varsa yükselişte. Özgür Seçmenler (Bavyera’ya özgü merkez sağ yerel liste), Liberal Demokratlar, ve Sol’un herbiri %1 ila 3 arası oy arttırdı. Sol kılpayı %5 baraja takıldı, ama oyunu ikiye katladı. Asıl kazanan ekipler ise, Almanya için Alternatif AfD,yani faşizan popülist sağ, ile Yeşiller. Bavyera’da ilk kez seçimlere katılan AfD, %10 dan fazla aldı, Hessen’de kabaca %7-9 artış ile %11-13 bekliyor. Yeşiller: Bavyera’da %9 artış ile %17.5 a ulaştı, Hessen’de %10-12 artış ile %21-23 bandına yerleşmesi şaşırtmayacak. Buraya kadarı,“siyasette deprem!” tespitini yapmaya yeterli.

Oyların temel olarak sağ ve sol blokların kendi içinde kaydığı görülüyor. Sol cenah içi hareketliliğe bakınca oyların blok halinde sosyal demokratlardan Yeşillere; sağ cenahta ise, aynı oranda CDU/CSU’dan AfD’ye kaydığı görünüyor. Bunun görünür ilk okuması, geleneksel merkez erirken, toplumsal/siyasal polarizasyonun güçlendiği, Yeşiller ile AfD’nin karşılıklı kutuplara yerleştiği gibi bir şey. Bunu, yazının ikinci bölümünde irdeleyeceğim.

“Sandık sandık” analizler arkadan gelecektir, ama Yeşillerin merkez sağdan oy koparmış olma ihtimalleri kısıtlı: Yeşiller ve Sol’un toplam artışı, SPD’nin kaybından bir puan düşük. Tersine, muhtemelen AfD, SPD’den de oy kopardı. Bu geçişkenliğin gelişmesi ihtimali yabana atılır değil. Her yöne birden seçmen kaybedebilen SPD’nin “önlenemez” düşüşü belki de (dünya) siyaset sahnesinde bir devrin kapandığının tescili.

Sosyal Demokratlardan Yeşillere kitlesel oy kayması, ve bunun ötesinde Yeşillerin -muhtemelen kalıcı olarak- ikisi arasında daha büyük parti konumuna yerleşmesi, nasıl yorumlanmalı ? Son haftalarda öne çıkan Hambach Ormanı işgalcilerinin trajik tahliyesi, zamanlaması ile, kritik bir eşiğe işaret ediyor. 16 memleketin altısında koalisyon ortaklığı eden bu iki partinin pozisyonları Hambach tahliyesinde çok sert çelişti: Ormanın kesilerek linyit alanının genişletilmesini sendikal tabanın iş güvencesi kaygısı ile onaylayan sosyal demokrat çevreler, işgalciler için “Eko-çapulcular” tanımlamasını kullandı. Bu tonu, kömür lobisinin has temsilcisi geleneksel merkez sağ bile tutturamamıştı. “Tahliye”nin ucu can kaybına varınca, mahkeme acilen yürütmeyi durdurdu, koca ormandan onyıllardır dozerlene dozerlene geriye kalan cücük şimdilik kurtuldu; Sol içi dengelerdeki kırılma ise iyice görünür oldu. SPD’nin tarihsel ezberi istihdam, kömürcü-sendikalist politikalarda zerre esnekliğe izin vermiyor: Bu duruşu an itibari ile “kendini mezara yollamakta ısrar” diye de okuyabiliriz. İşgalcilere karşı bu kadar sert ve dıştalayıcı bir dil, tabanı AfDye kaptırmama can havline yorulabilir mi ? Trump’ın rust belt’deki oy tabanı düşünülürse, uzak ihtimal değil.

Özetle, Almanya’da merkez solun yeniden tanımlanması süreci başlamıştır, diyebiliriz. Bunun kalıcı bir eğilime mi işaret ettiğini anlamak için, sol içi değişen dengelere, ve genel resme bakmak gerekli. Kısa yanıt hem evet, hem hayır. Sıra ile gidelim.

Almanyada solu 3 parti 3 ayrı geleneksel damar üzerinden temsil ediyor: SPD, birinci dünya savaşı öncesinde ulusalcılığa yatan işçi sınıfı geleneğini aynı sosyal demokrasi markası altında kesintisiz sürdürmekte. Faşizm ve yolaçtığı büyük yıkım sonrası Federal Almanya’nın yeniden kuruluşu esnasında SPD devletin iki ana direğinden biri olmuştu: soğuksavaş boyunca ulusal Keynezyan konsensüs’ün sendikal kanadını taşıdı. Neoliberal devirde hayli gelgit ve çalkantı yaşadı; kendini sağlam bir makropolitik mecraya konumlandırmakta zorlandı.

Düşüş eğilimine rağmen halen 16 Federal Memleketin 11’inde koalisyon ortağı. Ya da, “Almanya Federasyonu’nda en çok devlet sorumluluğu taşıyan parti, hala SPD” demeli: Hristiyan demokratlar 10, Yeşiller 9, Liberaller ve Sol ise 3er memleketin yönetimine katılıyor. 3 Bu tablo Memleket Meclislerinin vadeleri gelip de sırayla yenilendikçe Yeşiller lehine değişecek gibi duruyor.

“Die Linke” ya da basitçe “Sol”,4 bir tür yeni harman. Baskın damar 1. dünya savaşı öncesinde ayrıştığı SPD ile tüm Weimar cumhuriyeti boyunca kanlı bıçaklı kalan KPD, ve onun geleneğini savaş sonrası reel sosyalist doğu Almanya’da devlet partisi olarak sürdüren Almanya Sosyalist Birlik Partisi. -İki parti Sovyet işgal bölgesinde tepeden inme birleştirilmiş, ancak SPD etkisi süreç içinde tasfiye edilmişti. Yeniden birleşme sonrası, Gysi ve Lafontaine gibi karizmatik ve parlak iki beynin de katkısı ile, kendi geçmiş bürokratik sosyalizm mirası ile araya mesafe koymayı; SPD’den neoliberalizmle flört etmeyi içi kaldırmayan bir miktar sol kanat koparmayı; ve batı kökenli bağımsız ve genç bir sol ile aynı potada erimeyi becerdi. Halihazırda merkeze hamle niyeti de yok, şansı da: Sistemin ‘bir tık’ içinde, yelpazenin en solunda yeralıyor. Sağ ile karşılıklı doku uyuşmazlığı nedeniyle yalnızca Yeşiller ve SPD ile soliçi koalisyon ortaklığı kurabiliyor; Berlin dahil, 3 memlekette hükümete ortaklar. Aktivist genç tabanının sosyal profili itibari ile Yeşillerle; ortayaş üstü seçmen kitlesinin profili, tarihi ideolojik genetiği ve devlet/bürokrasi yönetmişlik geleneğiyle ise SPD ile akrabalık ve geçişkenlik ilişkisi var.

Yeşil damar üçlünün içinde en genci. Sosyopolitik ve ideolojik kökleri 19 yy işçi hareketine değil, 1968’e, iyi eğitimli orta sınıfın kalkışmasına dayanıyor. 70lerin anti-nükleer radikalizmi içinden doğmakla birlikte, 90lardaki hükümet pratikleri içinde daha pragmatik ve gerçekçi bir çizgiye kaydı. 9 federal memlekette hükümet ortağı, ve iki sol partinin dışında Hristiyan Demokratlar ve Liberaller ile de koalisyon kurabilecek esnekliğe sahip. Sol içi dengeler açısından, güncel Yeşil dalgası, “Yeşil olmayanın sol olamayacağı” kanaatinin ana damar sol nezdinde tarihsel onay aldığına delalet eder görünüyor. Yeşiller bugün, 20 yıl önce geçirdikleri ve ‘realo’ kanadın üstünlüğü ile sonuçlanan idealizm/gerçekçilik tartışmasının siyasi meyvalarını merkez oyları biçiminde devşirmekte. Yeşillerin merkez seçmen tarafından sözü dinlenir hale gelmesinde iklim değişikliğinin ana akım medyanın gündemine artık iyice oturmuş olmasının kuşkusuz büyük payı var: İklim felaketi haberleri sıradan yurttaşın gözüne giderek daha çok batıyor. Ancak yeşil dalgayı sadece ‘felaket korkusu’na bağlamak yeterli değil.

Daha yapısal trend ve göstergelere de gözatmak işe yarayabilir: Yeşillerin “kırdan kente dönmesi”, “itirazcılıktan projeciliğe evril”erek “somut alternatifler üretme”ye odaklanması, toplumun tümüne hitap edebilir daha ufuk açıcı daha vizyoner bir alana kaymasına dikkat edilmeli. Ilk döneme damgasını vuran, ve hazzetmediği her şeyi arkada bırakmaya yeminli, “kırsala, küçüğe, güzele” sabitlenmis kafalar “kentli, büyük ve çirkin” şeylerin onlardan kaçmakla ortadan kalkmadığını algıladı artık, da denebilir. Kafalar, mevcut hakim realitesi ile nasıl başedilebileceğine yorulmaya başlandı. Klasik sol, o realiteyi (‘kapitalizm’) veri kabuledip, ya topyekun ortadan kaldırmak (‘devrimcilik’), ya da regüle etmekle, zararını asgariye indirmekle, gereğinde yönetmekle uğraşmıştı (‘sosyal demokrasi’). Yeşiller ana akım hayatı beliryleyen temel dinamikleri baştan farklı kurgulamak, ve kapitalizmi kendi içindeki dinamikleri aktif kullanarak dönüştürmek mümkün olabilir mi sorularını ciddiyetle soran ve bunun heyecanını geniş kesimlere de belli oranda geçirebilen bir harekete dönüştü. Bu eksendeki çabalar, özellikle kent merkezlerinde yoğunlaşan hemen her branş ve disiplinden eğitimli orta sınıflarla somut fikir ve iş üzerinden ilişki ve bağlaşıklık kurma kapasitelerini arttırdı. Seçim sonuçlarına da açıkça yansıyor: Bütün dinamik metropolitan alan merkezleri çoktandır ya yeşillendi, ya da yeşillerin nefesini artık ensesinde hissediyor.

Sosyal demokratlar ise, özünde muhafazakar bir bürokrasi. Sorun şu ki, 90ların çılgın özelleştirme ve deregülasyon dalgasından sonra ortada sosyal devletten geriye muhafaza edilecek pek bir şey de kalmadı, böylece bu bürokrasinin tarihi misyonu da ortadan kalkmış oldu. 90lardaki koalisyon ortaklıkları esnasında neoliberal politikaların sorumluluğuna birinci elden ortak olmuşlardı. Hantal devletin yerine etkin yönetim, daha kaliteli servislerin daha makul fiyatlara elde edileceği masalının geniş toplum kesimlerine anlatılmasında baş rolü SPD oynamıştı. 20 yıl sonra masal pul pul dökülüyor, hiç bir inandırıcılığı kalmadı: sosyal demokratların inşasında başat rol oynadığı neoliberal rejim, en başta seçmenin iliklerine dokunan barınma hakkı konusunda rezil bir biçimde çöktü; enerji, telekomünikasyon, sağlık, emeklilik gibi alanlarda da durum vahim. Geçmişteki kazanımlar için silbaştan mücadele gerekecek, ve seçmen açısından bu mücadelenin hem suçlu hem idare-i maslahatçı sosyal demokratlar ile yapılamayacağı belli oldu. Kazanım diye bula bula kömürdeki istihdamı korumaya kalkışınca, siyaseti iyice yüzlerine gözlerine bulaştırdılar. On puan ceza yediler.

Yeşiller içi mücadelede azınlığa düşen, sosyal demokratlarda ise esamesi pek okunmayan idealist ve mücadele geleneğini ön planda tutan sol duruş giderek Sol tarafından temsil edilir hale geldi; bu parti de yükseliş trendinde. Bunda Partinin kurucu kanatlarından birinin “bir devlet kaybetmiş olma”yı avantaja çevirerek kendi bürokratik bagajını üstünden silkeleyebilmesinin, ve daha genç bir kuşak ile ilişki kurarak kendini yenileyebilmesinin payı büyük.

“Ortanın solu”nu Yeşillere, güncellenmiş dünya ahvali çerçevesinde yaratıcı ve dinamik mücadele işini ise Sol’a kaptıran SPD giderek 3 partili ‘solun ortası’na sıkışacak; sendikal gelenekten geriye ne kalmışsa onu, yani özünde sosyal bir çevre olarak kendisini muhafaza etmenin partisi olarak daha mütevazi bir mevziye çekilip silikleşecek gibi duruyor. Bir tür marjinalizmin partisine dönüşerek, Berlin, NRW gibi kemik seçmen sahibi oldukları geleneksel işçi memur eyaletleri dışında %15 in altına alışacaklar.

Sol içi denge ve duruşları anlamak için, Berlin’de süren hayli amansız kent hakkı mücadelesi ilginç bir örnek sunuyor. Enflasyonun %1 civarında seyrettiği ülkede, bu şehirde son bir yılda konuta uygun arsa fiyatı artışları %100leri, satılık konut fiyat artışları %20leri, kira artışları ise %35leri gördü. Sonuncunun yükü doğrudan hane bütçelerinin üstüne biniyor. Sadece yeni kiralamalarda değil, mevcut kiracıların da kira yüklerini izansızca arttıracak taktikler ayyuka çıktı, dar gelirliler kent merkezinden kitlesel olarak sürülüyor, çok ciddi bir soylulaşma süreci yaşanıyor. 5 Konut darlığı ve kira artışları meselesi ırkçılık sorunu ile birlikte son bir yılda büyük hızla siyasal gündemin en tepesindeki iki konudan biri haline geldi. “Kent kimindir ?” sorusu üzerinden kelimenin gerçek anlamı ile bir savaş yaşanıyor, sıcak savaş’a dönüşmesine ramak kaldı. Şehrin hemen her köşesinde pıtrak gibi muhalif hareketler, gruplar inisiyatifler belirdi. Daha geniş grup, semtler bazında kiracılık konumu çerçevesinde hak mücadelesini sürdürüyor. Sayıca daha küçük olan ikinci grup inisiyatif ise mevcut mevzuatı, siyasal ve sektörel teamülleri sorgulayarak, değişime zorlayarak, doğrudan toprak ve gayrı menkul mülkiyeti konularını gündeme getiriyor, bildiğimiz pazar mekanizması dışında yeni alternatif barınma ve yaşama modellerini hayata geçirmenin imkanlarını araştırıyor. Gerek mevcut konut stoğunu pazarın dışına çıkarmak, gerekse de barınma güvencesi sağlayacak pazar dışı yeni konut üretim politikaları oluşturmak için kafa patlatıyor.

Berlin şehirdevletinin başbakanı aynı zamanda belediye başkanlığı görevini yürütüyor. Burası, hali hazırda Sosyal Demokratlar önderliğinde, Sol ve Yeşiller’den oluşan üçlü sol koalisyon tarafından yönetiliyor.6 Şehirdevlette anahtar konumundaki iki güncel siyasi meseleden biri olan İmar ve Konut işleri koalisyon protokolü gereği ne Yeşillerin ne de SPD’nin, ama Sol’un elinde, nedeni de aşikar: Gayrımenkul karteli, çok güçlü şekilde örgütlü olduğu Berlin-SPD içinden de çalışıyor, lobicilik yapıyor, bir şekilde dizginlenmeleri konusunda en azından söz düzeyinde siyasal konsensüs oluştu. Öyle ise bu mesele kuzuyu kurda emanet eder gibi, SPD’ye delege edilemez. Yeşillerin handikapı da, aşağı kalır değil: Karbon emisyonlarını azaltma Yeşillerin ana temalarının önde geleni, ancak bu gerekçe ile yapılan bina modernizasyon işlerinde maliyetler, malsahipleri oligarşisi tarafından oldukça haksız bir şekilde ve oranda kiracıların üstüne yıkılıyor: Teşbihte hata olmaz: “Deprem riski”nin İstanbul’da kentsel dönüşümde oynadığı rolü Berlin’de iklim krizi oynuyor ve oyunun kaybedeni belli: Yerinden yurdundan edilen kiracılar. “Emisyon azaltma”nın ‘nasıl yapılmalı’sı konusunda ikna edemedekleri, iklim değişikliğine uyumun sosyal maliyetinin adil dağılımı konusunda akla yatar söylemler üretmedikleri sürece, Yeşiller de geniş seçmen tabanı tarafından en azından kurdun akıl vericisi olarak görülmekten kurtulamayacaklar. Berlin’in şehir hakkı ve konut sorunu çerçevesinde oluşan, siyasi yapılar ile yakın işbirliği içinde çalışan, geniş çaplı sivil hareketin kompleks parametreleri böyle.

Tabandaki semt hareketleri, yerel inisiyatifler doğrudan siyasi angajmanlara girmemek konusunda son derece hassas. Farklı siyasi renklerden bireyler bu hareketlerde çalışıyor, hatta inisiyatiflere önayak oluyor olsalar bile, taban hareketleri sorun ve çözüm temelli, siyaseten bağımsız duruşlarını koruyor. Ne kendileri herhangi bir siyaset tarafından araçsallaşıtırılmaya izin veriyor, ne de siyasier buna yelteniyor. Sorun temelli çalışmaların siyasi bayrak gösterme yeri olmadığı konusunda genel bir etik konsensüs var ve buna riayet ediliyor. Bu nedenle yukarda tanımlanan iki tür hareket (reel kira mücadelesi / uzun vadeli model geliştirme) çevresini siyasi partiler ile birebir ilişkilendirmek hatalı olur. Ancak ortam içinde yeralan ortalama profilleri gözlemleyip, söylemleri takip edince ilk grupta yeralan bireylerin daha ağırlıkla Sol’a, ikinci grupta yeralanların ise daha ağırlıkla Yeşillere eğilim gösterdiği belirli bir ihtiyat payını da bırakmak kaydı ile, pekala söylenebilir. Yeşil seçmen de kiracı ve evinden edilmemek için direniyor, Sol aktivist de “başka nasıl olabilir” in hayalini kuruyor. İşbazında yapıcı işbirliğinin ve dayanışmanın rekabetten çok daha ön planda olduğu bir siyasal kültürden sözediyoruz.

Bir sonraki Berlin şehirdevlet seçimlerinde (2021), mevcut trendler sürere ise, sol koalisyonun sürmesi, ve üç sol partinin oylarının birbirine çok yakın çıkması beklenebilir. Bu çerçevede Yeşillerin burun farkı ile birinci parti haline gelmesi, yani sandıktan başkente Yeşil bir başgan çıkması, artık konuşulabilir ihtimal menziline girdi. Sol koalisyonun mevcut dönemde Berlindeki olası başarısı, yani ırkçılık ve konut açığı konularında görünür yol katetmesi, bir sol koalisyonun gelecekte Federal Cumhuriyeti yönetecek olgunluğa gelip gelmediğinin de göstergesi olacak, bu nedenle yüksek stratejik öneme sahip. Ancak 30 yıllık neoliberal politikalarla çok bozulmuş olan adalet dengelerini yeniden rayına oturtmak hiç kolay değil. Yollar sert taşlarla döşeli,

Yeşillerin merkezde uzun vadede kalıcılaşması kendi klasik çekirdek konularından olmayan metropollerde derinleşen konut krizi ve ırkçılık ayrımcılık gibi konularda ikna edici alternatifler geliştirebilmelerine ya da bunları çekirdek konuları olan iklim ve enerji gibi konularla tutarlı bir biçimde bağdaştırabilmelerine, bir başke deyişle vadeler arası uyumu sağlayabilmelerine bağlı.

Yeşillerin populist sağla aynı anda yükselmesi meselesini bir sonraki bölümde ele alacağım.

1.    “Memleket”  terimini Almanca “Bundesland” veya Amerikanca “state” karşılığı öneriyor ve kullanıyorum. Tünrkçe’de federasyonları oluşturan siyasal yapılar için kullandığımız “eyalet” terimi, sorunlu. Kavramı Osmanlı’dan bakarak algılıyoruz, aklımız Osmanlı’nın merkezden yönetilen idari alt bölümlerine gidiyor. Bunların, Almanya gibi federatif cumhuriyetleri aşağıdan yukarıya oluşturan özerk siyasal yapılar hiç bir alakası yok: Federal Almanya 16 özerk siyasal birimden oluşur. Her birinin  kendi anayasası, bayrağı, meclisi, hükümeti, başbakanı, kendi kanunları, ve kendine özgü farklı idari örgütlenmeleri bulunur. Bu yapılara ”eyalet” demekle, federal bir cumhuriyette siyasetin nasıl oluştuğunu anlama imkanımızı kendi elimizden alıyoruz. Sanıyoruz ki Angela hanım, Bavyera “Eyaleti Valisi”ne esip gürleyebilir “filancanın kellesi tiz urula” türü talimatlar verebilir. Bu yapıları Amerikanca’ya yaslanıp “Federal Devletler” olarak adlandırmak da mümkün (ve özünde doğru), ancak bu sefer bütünü oluşturan Federasyon veya “Federal Devlet” ile  karıştırma riski var. Türkçe’de siyasal ya da idari yapı anlamında çağrışımı olmayan, boşta duran, “memleket” terimine siyasal yapı anlamını yüklemek ise mantıklı: Memleket Almanca ‘Land’ın karşılığı, bizim “memleket nere hemşerim” deki memleket’e tam denk geliyor; Sözcüğe siyasal birim anlamı, çeşitli “Reich” dönemlerini merkeziyetçi düzende geçiren Almanya, bu kez bir federasyon olarak yeniden kurgulanırken ilave olunmuş. Türkiye’ye özgü bir federalizm tartışması açılırken, kitaplarda kalmış eyalet’i hortlatmaktansa, dilde biilfiil kullandığımız memleket’in boyutunu genişletebiliriz: memleketlerimizin siyasal karar yapıları da olabileceği fikri cazip gelebilir, “memleket seçimleri” düzenleme, memleketlerimizi içinde siyasal kararlar aldığımız yapılara dönüştürme gibi bir olasılık Türkiye’ye özgü bir olası federalizm tartışmasını ilginç ve çekici kılabilir. 16 dan üçü, Bremen, Hamburg ve Berlin ise birer büyük şehirden oluşan “eyalet”ler. Bunları memleket yerine “şehirdevlet” olarak adlandırmak daha doğru.

2. Federal Memleketler 4 ya da  5 yıllığına, kendi anayasalarının belirlediği periyodlarla kendi meclislerini seçer. Memleket hükümetleri, meclislerin içinden parlamenter yöntem ile oluşturulur. Geçen haftaya kadar Bavyera hariç diğer 15 memleket birer koalisyon hükümeti tarafından yönetilmekte idi. Son sonuçlar uyarınca, artık Bavyera da bir koalisyon ile yönetilecek. 70 yıllık tek parti iktidarı sona erdi.

3. Memleket hükümetleri, parlamentonun ikinci kanadı olan Federal Konsey’e – ‘Bundesrat’, türkçede yanlış yerleşmiş adı ile Eyaletler meclisi-  nüfusları oranında 3 ila 6 arası sayıda bakanlarını temsilci gönderir. Federal Konseyin memleketler ve partiler bazında üye dağılımını ve oturum düzenini gösteren grafik  https://www.bundesrat.de/DE/bundesrat/verteilung/verteilung-node.html  herbir memleketteki birbirinden farklı güç dengelerini ve bunlara uyarlı koalisyon modellerini gözler önüne seriyor.

4. Partinin adı basitçe ve sadece “Die Linke” yani,“Sol”, ilaveten “Parti” lafzını içermiyor. “Yeşiller”in isimden başlayarak parti olmayan parti olma çabası, Almanyada giderek siyasal kültür oluşturdu denebilir. Yeşillerle başlayan, fikirsel hısımlık müştereğini formel örgütsel aidiyetin önüne geçiren bu tavır, parti disiplini kavramı yerine aynı akım içinde farklı yan duruşların da varolabileceğini ima eden giderek bunların varlık alanını savunan bir duruş. Siyasal arenayı renklendiren, heterojenleştiren ve demokratikleştiren, bu tavrın genç kuşak ile ilişki kurmakta ciddi bir avantaj sağladığı söylenmeli. Aynı zamanda da ideolojik/fikri bazda oluşmuş kitle partilerinden oluşan bir siyasal arenanın netliğini sağlayan bu kültür, siyasal çeperden merkeze hamlelerde de avantaj sağlıyor. Son örneği, yeni bir yüz edinmeye çalışan popülist sağ: Kendini Almanya için Alternatif (AfD) olarak adlandırdı.

5. Kentsel neoliberal dönüşüm Almanya’da Anglosakson dünyadan farklı yaşandı. 2. dünya savaşı sonrasında oluşan sosyal kira düzeni hane bazında değil, topluca özelleştirildi, kamunun elindeki devasa kiralık sosyal konut stoku, önce hedgefonlara aktarıldı. İkinci aşamada Vonovia, Deutsche Wohnen gibi yeni kuşak borsaya kote peşindeki kiralık gayrimenkul devleri ortaya çıktı. Berlin’de kiracı oranı hala %80 ve bunun 4te üçü, herbirinin portföyleri 5 ya da 6 haneli sayıda konut barındırdan bir avuç şirketin oluşturduğu kira kartelinin eline bakıyor. Ortaklarına karşı kar maksimizasyonu taahhüdü bulunan kartel spekülasyonu destekliyor, yeni konut üretimini engelliyor, modernizasyon uygulamalarını bahane ederek oransız ve kanunsuz kira artışlarını zorluyor, sonuçta hızla göç alan şehirdeki kira maliyetlerinin resmen makul kabul edilen “hane toplam gelirinin %30’u” sınırının hayli ötesine geçmesini sağlıyor. Bu, Nisan 2018 de 50 bin kişilik bir yürüyüşe yolaçan çok ciddi bir mücadele alanı. Malsahibi şirketlerin ya da ellerindeki konut stoğunun yeniden kamulaştırılması dahil talepler gündemde.

6. 18 Eylül 2016 da yapılan son seçimlere göre Sosyal Demokratlar %21,6 Hristiyan demokratlar %17,6 Sol %15,6 Yeşiller %15,2 AfD%14,2 Liberaller %6,7 aldı.

 

 

Orhan Esen

 

 

“İklim değişikliği nedeniyle kentlerin aşırı hava olaylarına dayanıklı hale getirilmesi gerek”

Dünya Kaynakları Enstitüsü (WRI) Türkiye Sürdürülebilir Şehirler tarafından 6. Yaşanabilir Şehirler Sempozyumu İTÜ Ayazağa Kampüsü’ndeki Süleyman Demirel Kültür Merkezi’nde düzenlendi.

Türkiye’den ve dünyadan alanında uzman konuşmacıların katıldığı sempozyumda tüm dünyada büyük bir ivme kazanan şehirleşme konusu tüm yönleriyle masaya yatırıldı.

Dört oturumda gerçekleşen etkinlikte konuşmacılar; kentlerin gelişimi, yol güvenliği, karbon emisyonunun azaltılması ve hareketlilik konularını kapsayan iyi uygulama örneklerini sunarken, bu uygulamaların etkisinin ve ölçeğinin nasıl büyütüleceğine dair görüşlerini de paylaştı.

Oturumlarda şehirlerin geleceği ve çocuklardan yaşlılara kentlerde yaşam kalitesini artıran çözümler konunun uzmanlarınca ele alındı.

“İklim değişikliğinin yıkıcı etkilerini sınırlandırmak için artık son yıllarımız”

Sempozyumun açılışında konuşan WRI Türkiye Sürdürülebilir Şehirler Direktörü Dr. Güneş Cansız da Paris İklim Anlaşması’na imza koyan hükümetlerin tüm taahhütlerini yerine getirmesi durumunda bile yüzyılın sonunda sıcaklık artışının 2 dereceyi aşabileceğinin altını çizerek “Artık iklim değişikliğinin yıkıcı etkilerini sınırlandırabilecek son yıllar içerisindeyiz. 2030 yılına kadar karbon salım düzeylerinin çok hızlı bir şekilde gerilemesini sağlamamız gerekiyor” uyarısında bulundu. Kentleşme sonucu özel araç sahipliğinin sürekli arttığını belirten Dr. Güneş Cansız, bunun sonucu olarak hem fosil yakıt kullanımının hem de yol güvenliği sorununun büyük bir hızla arttığına dikkat çekti. Giderek artan trafik sıkışıklığı ve çarpışmaları nedeniyle ortaya çıkan maliyetlerin artık olağanüstü derecelere geldiğini anlatan Dr. Cansız “Dünyada yollarda her gün 3000’den fazla kişi hayatını kaybediyor ve bunun ne yazık ki 500’ü çocuk” diye konuştu. Cansız, yalnızca geçtiğimiz yıl Türkiye’de trafikte 1,2 milyon çarpışma meydana geldiğini ve 7 binden fazla kişinin bu nedenle hayatını kaybettiğini hatırlattı.

Etkinlikte açılış konuşmacılarından Hollanda Başkonsolosu Bart Van Bolhuis, dinleyicilere Hollanda’nın sürdürülebilir şehir çalışmalarını aktardı.

“İklim değişikliği nedeniyle kentlerin aşırı hava olaylarına dayanıklı hale getirilmesi gerek”

Rotterdam kentinde gerçekleşen projelerden bahseden Van Bolhuis, kentlerde yatırıma değer projelerin gerçekleştirilmesi ve yaşanabilir şehirlere doğru dönüşüm yaşarken entegre çözümler üretilmesi gerektiğine dikkat çekti. Projelerde çok işlevli çözümlerin yer alması gerektiğini söyleyen Hollanda Başkonsolosu, “Özellikle araba park alanlarıyla çok savaştık. Bu dönüşüm sürecinde mutlaka yayalara da yer ayırmanız gerekiyor. Biz hem sağlıklı ve güvenli bir yaşam alanı oluşturabiliriz sorusunu çok yanıt aradık. Güvenli bir yol oluşturmazsanız yaşlıların sağlığını da tehdit etmiş olursunuz” dedi.

İklim değişikliği nedeniyle kentlerin aşırı hava olaylarına dayanıklı hale getirilmesi gerektiğini ifade eden Bart Van Bolhuis, “İklim değişikliğine uyumu mükemmel hale getirmek için Amsterdam’da da birçok ortakla birlikte bir “Mükemmeliyet Merkezi” oluşturduk. Bizim aynı zamanda bir de “Hollanda Bisiklet Elçiliği” var. Burada özel sektör ve kamu bilgi alışverişinde bulunuyorlar.” dedi.

Shura Enerji Dönüşüm Merkezi Direktörü Dr. Değer Saygın‘ın moderatörlüğünü yaptığı “Evet, Karbon Emisyonlarını Düşürebiliriz” başlıklı oturumda ise Türkiye’de iklim değişikliği ile mücadele ve adaptasyon konusunda ne tür uygulamalar yapıldığı ve dikkat edilmesi gereken noktaların neler olduğu sorularına yanıt arandı.

İTÜ’den Prof. Dr. Gülgün Kayakutlu, Küresel Denge Derneği Başkanı Dr. Nuran Talu ve İSPARK Heliport ve Akıllı Bisiklet İşletmeleri Şefi Ahmet Savaş’ın konuşmacı olarak katıldığı oturumda sıcaklık artış hızı, dünyada en çok ısınacak bölgelerden birinin Akdeniz olması itibariyle Türkiye’nin kritik durumu, kalkınmanın daha yeşil nasıl yapılabileceği, elektrik, ısıtma ve soğutma gibi sektörlerde teknolojinin geliştirilmesi gerektiği, enerji verimliliği, yenilenebilir enerji, paylaşım ekonomisi, ekoloji ve ekosistemlerin korunması konuları konuşuldu.

“Eski araçların şehirlerdeki hava kalitesine çok büyük etkisi var”

Sempozyumda “planlama” farklı katılımcılar tarafından, farklı çalışma alanlarında sıklıkla vurgulanan başlıklardan biri oldu.

GIZ Turkey Enerji ve İklim Direktörü Alexander Haack, “Ankara’da yaşıyorum. İstanbul güzel ama çok kalabalık ve trafik var. Bu durum şehirlerin zorluklarına bir örnek. Mesela Hindistan’da çeşitli projelerimiz var. Büyük bir tankta evsel atıkları topluyoruz. Biyogaz enerjiye dönüşüyor. Çok karmaşık bir çalışma değil ama atığı ilk aşamada önlemek için iyi bir yöntem. İnsanlar plastik torbaları ücretli alıyor ama tamamen yasaklansa bile uygulama lazım. Bu konuda çalışmak isteyen birçok belediye var. Diyelim Türkiye’deki bir şehir hava kirliliği sorunuyla uğraşıyor. Burada elektrik araçları için destek verilebilir. Toplu ulaşım geliştirilebilir. Türkiye’de eski araç kullanan çok insan var. Bu araçların şehirlerdeki hava kalitesine çok büyük etkisi var. Sürdürülebilir yakıtlar kullanılabilir. Şehir planlamasında bir vizyon olmalı ve ne istediğinizi biliyor olmanız lazım.” dedi.

“Trafik kazalarının yüzde 50’si kent içinde gerçekleşiyor”

İzmir’de pilot uygulaması yapılan “Okul Bölgelerinde Yol Güvenliği ve Erişilebilirlik” çalışmasına dair rapor ve trafikte sıfır can kaybı için bir vizyon ortaya koymayı hedefleyen “Sürdürülebilir ve Güvenli” kılavuzu da 6. Yaşanabilir Şehirler Sempozyumu’nda kamuoyuyla paylaşıldı. Türkiye’de yerel yönetimler için yol gösterici olmayı amaçlayan “Okul Bölgelerinde Yol Güvenliği ve Erişilebilirlik” raporu, sadece çocuklar özelinde değil, aileler, öğretmenler ve okul bölgelerini kullanan tüm kent sakinleri için yaşam kalitesini artırıcı bir yol izlemek amacıyla hazırlandı. WRI Türkiye Ulaşım ve Yol Güvenliği Yöneticisi Tolga İmamoğlu “Herkes için Hareketlilik” adlı oturumda her yıl 1,25 milyon insanın ölümüne yol açan trafik kazalarının sanıldığı gibi karayolları veya çevre yolunda değil %50 oranında kent içinde gerçekleştiğine dikkat çekti.

“İstanbul’da 2023’te 1.050 km uzunluğunda bisiklet yolu olacak”

Sempozyumda konuşan İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Kurumsal Gelişim ve Yönetim Sistemleri Daire Başkanı Ramazan Özcan Yıldırım, atık tesislerinin İstanbul’daki yeni havalimanının enerji ihtiyacının yüzde 40’ını, ısınma ihtiyacının ise tamamını karşılayacağını belirtti.

Yıldırım, şehrin 15 milyonu aşan mevcut nüfusunun 2023’te 16 milyon 310 bin olmasının beklendiğini söyleyerek “Bu artış şehir içi hareketlilik talebini de üç kat artıracak. İBB olarak şehrin karbon emisyon düzeyini 2030’da yüzde 32 düşürmeyi hedefliyoruz. Bu doğrultuda mevcut 355,45 km’lik metro hattını 2019 sonrasında 1.100 km’ye, 120 km’lik bisiklet yolunu da 2023’te 1.050 km’ye ulaştırmış olacağız” dedi.

“Döngüsel ekonomilerde hedefleri bireyselleştiremezsiniz”

RoyalHaskoningDHV’den Edgar Kiviet ise çalışmaya başlamadan katılımcılara bu etkinliğe gelirken rahat yolculuk yapıp yapmadıklarını sordu. Kitlelerin artık toplu taşımayla şehir dışına da taşınabildiğini söyleyen Kiviet, “Hollanda’da özellikle döngüsel ekonomi ve çözümlere odaklanıyoruz. Büyük şehirlerde ekosistem yaratıyoruz. Döngüsel ekonomilerde hedefleri bireyselleştiremezsiniz. Biz artık sanayi dönemimde değiliz, şu an her şey akışkan ilerliyor. İnsanlar aktarma yapmadan bile ulaşım sağlayabiliyorlar bu kentlere değer kattı. Toplu taşımayı iyileştirip diğer tüm ulaşım tipleriyle birleştirmeye çalışıyoruz” açıklamasında bulundu.

Bernard van Leer Vakfı Türkiye Temsilcisi Yiğit Aksakoğlu ise kentlerin 3 yaşındaki bir çocuk için tasarlandığı takdirde herkes için verimli bir şehrin tasarlanmış olacağını söyledi. Aksakoğlu, şehirlerin orta yaş aralığında, erkek ve engelsiz bireyler tarafından benzerlerine göre tasarlandığının altını çizdi.

 

Haber: Merve Damcı

(Yeşil Gazete)

Yurdaer Okur: Tiyatronun dönüştürücü gücü ihmal edilmesin!

Entropi Sahne yeni yaşam alanlarımdan biri, yeni bir yazı hazırlamak için bilgisayar başına geçtiğimde zihnimde Entropi’nin programı dolanıyordu hala, ben de Entropi üzerine bir şeyler yapmaya karar verdim ve Etropi Sahne’nin kurucusu oyuncu Yurdaer Okur ile  son dönemin en yoğun oyunu “RAN” üzerine konuştuk.

***

Ergi İşbilen: Öncelikle RAN fikri nasıl ortaya çıktı onu anlatır mısın?

Yurdaer Okur: Nazım Hikmet’i bugün okuduğumuzda 70 yıl önce yazdıklarıyla bugünümüzü anlattığını, değişen pek bir şeyin olmadığını hatta daha da kötüye gitmekte olduğunu düşündüm ve Nazım’ın dizelerine bir nefes, bir ses olma ihtiyacı hissettim. Onun çocuk, doğa ve yaşama sevgisiyle mücadeleyi sürdüren umudu bize her dönem bugün de olduğu gibi rehberlik etmiştir. Nazım Hikmet bizim topraklarımızdan çıkıp dünya şairi olabilmiş ender insanlardan biri. Yazdıkları ve söyledikleriyle zor zamanlarımıza umut olmayı başarıyor.

Nâzım Hikmet okumak, her seferinde beni yeniden yaşadığım gerçeklerle yüz yüze getiriyor. Nâzım’ın 1940-50’lerde yazdığı şiirleri okuduğumda çok bir şeyin değişmediğini görüyorum. Hatta sorunların daha da arttığını… Nâzım’ı yeniden yorumlamak, kendi ağzından Nâzım olmak, Nâzım’ın ruhuyla kitlelere bir şey aktarmak, ‘’RAN’’ fikri böyle ortaya çıktı.

Ergi İşbilen: Bir röportajında şiir ile olan ilişkim tiyatrodan daha eski diyorsun, nasıl başladı?

Yurdaer Okur: Tiyatroya şiir sayesinde başladım diyebilirim. Sahneye ilk çıkışım 90’lı yıllarda üniversitede kurduğumuz bir şiir grubunun dinletileriyle oldu.

Şiiri özümsemeyi, anlamayı ve onu aktarmayı herhangi bir metni oynamaktan çok zorlayıcı ve değerli buluyorum. Tıpkı klasik Shakespeare metinlerini oynamak gibi başka bir tadı var.

Şiirle bütün bir tiyatro metninin anlatmak istediği dünyayı tek bir dizeye sığdırabilirsiniz ve bunu performansınızla seyirciyle buluşturmanın özel bir meziyet olduğuna inanıyorum.

 

Ergi İşbilen: Günümüz insanıyla Nazım arasında bir bağ kuruyor oyun. Onu zaaflarıyla, korkularıyla, kaygılarıyla, umuduyla, öfkesiyle kısacası tüm insani özellikleriyle aktarıyorsun sahneye. Karamsar olarak eleştirildiği de oluyor oyunun, sen ne düşünüyorsun seyirci ve RAN ilişkisi ile ilgili?

Yurdaer Okur: Nazım bize inadına yaşamanın, inadına mücadele etmenin çok önemli olduğunu söylüyor. Umut her zaman vardır ve olmalıdır, başka türlü bir yaşama biçimi düşünemeyiz. Bazı şeyler sönmüş, küllenmiş olabilir ama küllerin arasından yeniden doğabilir. Ben oyunun umutsuz olduğunu düşünmüyorum. Nazım’ı günümüz insanına yaklaştırarak bir öngörüde bulunmaya çalışıyorum. Kimi zaman sert olması bilinçli bir tercih. Sanat bazı şeyleri insanların yüzüne vurur, vurmalıdır.

Bazı dizeleri adeta bir kahin gibi olabilecekleri önceden sezerek insanlığa bir uyarı niteliği taşıyor. İzleyenlerin kendiyle yüzleşmesini sağlıyor. Henüz vakit varken çok geç olmadan ağaçlar için, balıklar için, güneşli sokaklar için, çocuklarımız için, geleceğimiz için bir şeyler yapmamız gerektiğini yüzümüze yüzümüze vuruyor. 

Ergi İşbilen: Oyun açılışını Londra’da yaptı sonrasında hem Avrupa’da farklı şehirlerde oynadı hem de Türkiye turnesiyle epey dolaştı, nerelere gittiniz?

Yurdaer Okur: Belli bir kronolojiyle sayamayacağım ve unuttuklarım varsa üzgünüm; Viyana, Lefkoşa, Girne, Magosa, İzmir, Ankara, Bursa, Batman, Mardin, Diyarbakır, Antalya, Samsun, Giresun, Trabzon, Mersin, Van ve son olarak Bartın. Bartın’da çok keyifli bir seyirci vardı, oyundan önce de belediye başkanının misafiri olduk. Turnelerde tanıştığım yeni insanlar ve mekanlar bana enerji veriyor. 

Ergi İşbilen: Sırada nereler var?

Yurdaer: Nurnberg, Tekirdağ, Adana, Eskişehir, Konya… Şimdilik aklıma gelenler bu kadar.

Ergi İşbilen: Tiyatroya dönecek olursak; Entropi Sahne’yi bağımsız bir sanat platformu olarak kurdun, günümüzde sanat kurumları işletmek gitgide zorlaşıyor. Sen bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Yurdaer Okur: Nasıl ki Grotowski yoksul tiyatrodan yola çıkıp kendi oyunculuk biçimini ortaya çıkardıysa, nasıl ki İran Sineması varsa ve Nazım Hikmet de en iyi eserlerini en zor zamanlarında verdiyse aynı şekilde Karagöz’le Hacivat da farklı yollardan anlatma ihtiyacıyla doğduysa sanat her şeye rağmen var olacaktır. Bir sanatçının mücadeleyi bırakması yenik düşmesi yok olması anlamına gelir ve bu bir toplum için en büyük tehlikelerden biridir.

Entropi Sahne her türlü performans sanatının yaratımı ve sunumu süreçlerini destekleyen çok disiplinli bir sahne ve alan. Önünde küçük bir kafe de bulunuyor. Amacımız Entropi’nin farklı dalları ağırlayan bir sahne ve sanatçılarla seyircileri buluşturan bir merkez olması. Zorlukları var tabii ki, bir kere bir sanat kurumunda ticari kar bekleyemezsiniz kesinlikle. Bizim beklentimiz de Entropi’nin oyunlarla, konserlerle, performanslarla bir buluşma noktası olması.

Biz imkanlarımız el verdiği ölçüde tiyatro yapmaya ve sahneyi yaşatmaya devam edeceğiz. Tam da tiyatroya ihtiyacımız olan bir dönemdeyiz. Tiyatro insanları değiştirir, dönüştürür ve birleştirir. Oyuna gelen seyirciyle oyundan çıkan seyirci arasında bir fark olur. 

Ergi İşbilen: Son olarak eklemek istediğin bir şey var mı?

Yurdaer Okur: Tiyatronun bir yol gösterici olduğuna inanıyorum. Herkesin buradan öğreneceği, alacağı, duyumsayacağı bir şey mutlaka var… Tiyatronun dönüştürücü gücünün ihmal edilmemesini diliyorum.

 

Yurdaer Okur’un, Nazım Hikmet’in şiir ve mektuplarından derleme bir metinle sahneye uyarladığı tek kişilik oyunu ‘’RAN’’ 2018-2019 sezonunda Entropi Sahne’de sahnelenmeye, Türkiye ve dünya turnesine devam ediyor. Ayrıntılı bilgi için: www.entropisanhne.com

 

 

 

Röportaj: Ergi İşbilen

(Yeşil Gazete)

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Ekolojik Mahalle – Nur Akdemir

Amerikalı doğabilimci John Burroughs, “Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir,” diyor. Çocuklarımızı üzerinde yaşadığımız gezegene saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde doğa sevgisi verebilmek. Onların minik omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük ve korku bindirmeden, doğayla oyun arkadaşı olmalarını sağlamak, bu yolda atacağımız ilk adım. İkinci adım ise doğayla ve yaşadığımız çevreyle uyumlu, sürdürülebilir yaşam tarzı benimsemeleri için doğru rol modelleri sunan çocuk kitapları seçmek.

Yeşil Gazete, “Çocuklar için Yeşil Kitaplar” yazı dizisi illüstrasyonu için Gonca Mine Çelik’e teşekkür ederiz

Bu amaçla biz [Çocuklar için Yeşil Kitaplar] adını verdiğimiz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın mümkün olduğunu gösteren kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik.

***

Ekolojik Mahalle

Ekolojik Mahalle, Türkiye’de ekoloji ve yeşil politika alanında yayınlarıyla tartışmaları başlatan Yeni İnsan Yayınevi’nin çocuklar için başladığı Fide Serisi’nin ilk kitabı olma özelliğini taşıyor.

Çocuklara verilen genel geçer çevre eğitiminde iklim değişikliği, seller, küresel ısınma gibi birçok anlatıda kötü senaryolar çiziliyor ve bu kötü senaryolar çocuğu, bunu değiştirme gücünden ziyade umutsuzluğa ve duyarsızlığa yöneltiyor. Ekolojik Mahalle kitabı, tüm bu olumsuz anlatıların tersine çocukların kendilerinden başlayarak arkadaşları ve çevresiyle birlikte neler yapabileceklerine dair bir çağrıda bulunuyor. Çocukları bilirsiniz, zaman zaman bir sürü farklı ve yaratıcı fikirle gelirler; bu fikirler bazen uygulanabilir, bazen imkansızdır. Ama burada önemli olan başarsa da başaramasa da kendisinin deneyimlemesidir. Çocukların okul öncesi dönemde ve ilkokulun ilk sınıflarında çevre algısının yaşadıkları ev, mahalle olduğu yaşlarda onlara çok uzaklarda yaşanan ve gözlemleyemedikleri değişimleri anlatmaktansa yakın çevrelerinde yaşayabilecekleri deneyimlerin aktarılması çok önemli.

Ekolojik Mahalle başlarken mahalleden dört arkadaşın bir hedefi var, bir kafe inşa etmek. Bu kafe, topluluk bahçesinin içinde olacak ve kafeyi inşa etmek için ihtiyaç duydukları parayı hep beraber toplamaları gerekiyor. Kitap kahramanlarımızdan Lily, bize mahalleyi gezdirir gibi anlatmaya devam ediyor ve işe garaj satışı ile başlıyorlar. Tek kullanımlık ürünlerin bu kadar hayatımıza hükmettiği ve bu ürünlere gerçekten ihtiyacımız olup olmadığını düşünmediğimiz bir noktada, giderek yaygınlaşmaya başlayan garaj satışları farklı bir sorgulama başlatıyor. Lily, arkadaşlarıyla beraber yaptıklarını anlatırken duruyor ve soruyor: ‘’Sence gerekli parayı toplamak için başka neler yapabiliriz?’’ Kitap böyle etkileşimli bir şekilde devam ediyor.

Kitapta dikkatimi çeken başka bir başlık da Kompost. Ambalaj atıklarının yanı sıra organik atıklarımızdan da söz edilmesi ve bu konuda da çocuklarda bir ‘’Acaba nasıl olur?’’ sorusu yaratması ihtimali bile heyecan verici.

Sonrasında Lily, ‘’Topluluğumuzda kimler var?’’ başlığı altında anlatmaya devam ederken işe kendi bakış açılarını da katıyor, ‘’Bizim için ekolojik topluluk, mahallemizde yaşayan her canlı demek’’. Kitabın en başında çocukların zihinlerinde oluşan ‘’Ekoloji, ekolojik, topluluk nedir?’’ gibi sorular da kitap akışında cevaplanıyor.

Kitap devam ederken onlar da yaptıkları Ev Yapımı Limonata, Zehirsiz Ev, Ekşi Mayalı Ekmek gibi işlerle kafeyi inşa etmek için ihtiyaç duydukları parayı toplamaya devam ediyorlar. Lily ve arkadaşları, ekolojinin hayatımız ile temas ettiği noktaları didaktik olmayan bir dille çocuklara anlatıyor.

Çocuklar kendi ekolojik mahallelerini emekleriyle kuruyorlar, peki ya sonra ne olacak? Kitap zihnimizde birçok soru işareti yaratırken, bu soru işaretlerinin cevaplanması ve harekete geçilmesi için çocuklara destek olmak, onların potansiyellerini ortaya çıkarmak yetişkinler olarak bizim elimizde. Kitap kendi hikayesiyle çocuklara bir kapı aralıyor ve bir de mail adresi paylaşıyor.

Çevremizdeki kötü örneklere alışmışken ve kendimizi büyük şehirlerin kaosuna bu denli kaptırmışken, hayal ettiğimiz dönüşümü çocuklarla beraber inşa edebilme inancıyla…

Yazan: Ralph Weder  

Resimleyen: Virginia Patrone

Çeviren: Çisel Cengiz

Yayınevi: Yeni İnsan Yayınevi

Yayın Yılı: 2017

Sayfa Sayısı: 32

Yaş Grubu: 7+ Yaş

 

 

Nur Akdemir

[İki Teker] Yol bisikleti sporunun emekçileri – Süleyman Erçalışkan

Bisiklet sporuna hayatını adayan sporcular emek, sabır ve fedakarlığın ne demek olduğunu iyi bilir.

Üç haftalık büyük turlar, haftalık yarışlar, zorlu klasikler ve muhtemelen yılda 10,000 kilometreden fazla mesafe katedilen yarışlar. En zoru olduğunu iddia edemesek bile profesyonel bisiklet, şüphesiz en zorlu sporlar arasında yer alıyor. Bu sporun fiziksel dayanıklılığa bağlı acı çekmekle özdeş bir yapısı var. Yıllar boyu yarışmayı sürdürebilmek geçmişte yaşanan zorlukların üstesinden gelmeyi iyi bilmekle alakalı olabilir. Bu yazıda pelotonda bulunan farklı geçmişe sahip bisikletçilere bakacağız.

 Genel bisikletçi profiline baktığımızda toplumun dar gelirli emekçi ailelerinin çocuklarını  görüyoruz. Yılın 300 günü yarışlarda boy gösteriyor ve en az ikişer saatlik canlı yayınlarda tüm dünyanın gözü önünde yer alıyorlar. Yaşam tarzları ise sıradan diyebileceğimiz insanların hayatlarıyla çok benziyor. Mütevazı yaşamları tercih ediyorlar.

Örnek vermem gerekirse dünyanın en prestijli yarışlarından Fransa Bisiklet Turu’nda 11 etap galibiyeti almış Andre Greipel ailesiyle tatil için Alanya’yı tercih edebiliyor.

Andre Greipel ve ailesi

Profesyonel yaşam zamanına gelinceye kadar acı ve fedakarlığı çocukluklarında deneyimleyen bu gençler bisiklet sporunun ileriki safhalarında da parıltıdan ve gösterişten uzak duruyor.

Spor locasında Sarper Günsal’ın bu konudaki cümleleri konuyu çok iyi özetliyor:

Bisiklet sporu, ağır bir spor olması nedeniyle tarih boyunca hep  şanssız, ayrıcalıksız, gelir açısından çok kısıtlı, başka fırsatları önünde göremeyen fakir ailelerin çocuklarını bulup çıkarmış; yıldızlarını ve büyük şampiyonlarını ezici bir çoğunlukla sosyal skalanın altından derlemiş bir spordur. Fransa Turu’nu ilk kazanan Maurice Garin göçmen bir baca temizleyicisi, Fausto Coppi kasap çırağı, Gino Bartali çiftçi çocuğu, Lance Armstrong babasız büyümüş bir sekreterin oğluydular.

Son dönem büyük turlarda favori olarak gösterilen Kolombiyalı bisikletçilerin, Avrupa’da profesyonel yaşamlarına başlamadan önceki hikayeleri ise çok çarpıcı.

Bu Kolombiyalılar arasında 2017 Fransa Bisiklet turu 2.si Rigorberto Uran Uran da var. Rigorberto’nun çocukluk dönemi büyük felaketlerle dolu. Kolombiyanın muhafazakar paramiliter gruplarının etkin faaliyet gösterdiği Medellin bölgesinde büyümüş. Babası, Rigorberto 14 yaşındayken bu gruplar tarafından öldürülmüş. Avrupa’ya ilk geldiğinde büyük zorluklar yaşayan Rigorbeto bir ev kiralayarak ülkesinden gelen genç sporcuların o evde kalmasına ve Avrupa’da bisiklet kültürüne alışmalarına yardımcı da olmaya çalışıyor. Kolombiyalı bisikletçiler arasında Rigorberto’nun yeri farklıdır.

Rigorberto Uran Uran

Yine farklı bir Kolombiyalı şampiyon Nairo Qiuntana’nın hikayesi de cok çarpıcı. Küçük yaşlarında Ant Dağları üzerinde bisikletiyle okula gidip gelen, okul sonrası köy köy gezip sebze ve meyve satan bir genç Nairo. 16 yaşına geldiğinde babasının taksisinde çalışmaya başlıyor. Bir trafik kazası sonrasında ise depresyona giriyor. Babası yaklaşık 100 sterline bir bisiklet alıyor ve böylece bisiklet öyküsü başlayan Nairo Qiuntana şu an pelotondaki en iyi yokuşcular arasında.

Nairo Qiuntana

Gençlik yıllarında yaşanan bir başka sıkıntılı durum da herhangi bir spor dalında “tamam oldum ben galiba” dediğiniz an yaşadığınız sakatlıklar olabilir.

Son dönem bisiklet sporu gençlik yıllarında farklı branşlarda şampiyonluk yaşamış fakat ciddi sakatlıklar yaşamalarının ardından bisiklete başlamış başarılı sporcularla da tanışıyor. Buna en güzel örnek Sloven bisikletçi Primoj Rogliç. Primoj 2007 yılı gençler kayakla atlama dünya şampiyonu. Kariyerinde 183 metrelik atlayışları var lakin çok vahim bir kazayla bu kariyeri son buluyor. Kendisi şu an zirveyi zorlayacak bisikletçiler arasında yer alıyor.

Primoj Rogliç

Bir başka branştan sakatlık dolayısıyla bisiklete geçen isimde Michael Woods.

Michael, 2005 Pan Amerikan Atletizm Şampiyonası’nda 1500 metrede altın madalya sahibi. Sol ayağındaki stres kırıklarından ötürü atletizmi bırakan Woods günümüzde ise pelotonun iddialı isimlerinden.

Michael Woods

Bisiklet sporunun aktörleri inanç, tutku, fedakarlık ve yaşam biçimleriyle örnek alınabilecek niteliklere sahipler. Onları takip edip tanıdıkça bisiklet sporunun halk sporu olduğunu ve toplumun birçok kesimine yakın olduğunu görüyoruz.

Kapanışı genç bisikletçilerin gelişimi ile yakından ilgilenen, değerli büyüğüm Ferhat Köse’nin bir cümlesiyle bitirmek istiyorum. “Kışın karda, yazın kavurucu sıcakta, baharda  ve sağanak yağmurda varlıklı ailelerin çocuğu antrenmana gelmez.

 

 

Süleyman Erçalışkan

Bozulan doğanın dengesine örnek: Ani arı ölümleri! – Birim Mor

Doğaya hayranım! Üretkenliğine, kendini iyileştirme gücüne, içindeki iş bölümüne, büyülü dengesine… Kutsal bir amaca; hayatın devam etmesine hizmet eden bu büyük sistem hayranlıktan başka ne uyandırabilir ki!

Bence hayata karşı umutsuz olduğumuzda doğadan ilham almalıyız.

Öte yandan, itiraf etmek gerekirse bazen insanlığın doğa karşısındaki çaresizliği de çok ürkütücü… Tek amacı hayatı sürdürmek olan doğa neden bu kadar yıkıcı olabiliyor?

Cevap yine biz insanlarda saklı. Ne ekersen onu biçersin demişler. Aynen o hesap aslında.

Maalesef medeniyetten anladığımız, doğadan uzaklaşmak ve doğayı umursamamak. Tüm doğal kaynakların bitmez tükenmez olduğu algımız ise en yanlış inanışlarımızın başında yer alıyor. Oysa bilim bizi her gün bu konuda yalanlıyor.

Dünya Limit Aşım Günü

1970’lerden beri her yıl küresel olarak hesaplanan Dünya Limit Aşım Günü (Earth Overshoot Dayhesaplarına göre, 2018 yılında gezegenimizin bize ihtiyaçlarımız için bir yıl süresince sunabileceği kaynakların tamamını 1 Ağustos 2018 tarihinde tükettik!

2 Ağustos’tan itibaren 2019 kaynaklarından tüketmeye başladık. Bu durum pratikte şu anlama geliyor; doğal kaynaklar üzerinde artan bir baskı mevcut! Kendisini yenilemesine, bize sunduklarını kendi içinde tekrar oluşturmasına izin vermeden, yine istemek hatta daha çok istemek! Yani tam bir vurdumduymaz açgözlülük hali…

Dünya Limit Aşım Günü, her yıl tüm ülkelerdeki tüketim alışkanlıkları ve buna bağlı olarak ortaya çıkan ekolojik ayak izi analizleri yapılarak Global Footprint Network tarafından ilan ediliyor. 2018 yılında insanlığın doğayla ilgili bütün taleplerinin ancak 1,7 tane dünya kaynağı ile karşılanabileceği hesaplandığı için bu yıl Dünya Limiti Aşım Günü 1 Ağustos’a denk geliyor. 1970’lerden bu yana ilk defa bu kadar erken bir tarihte gezegenimizin limitlerini aştığımızı da vurgulamak lazım.

Aslında, tam bir boomerang etkisi doğayla ilişkimiz. Bizler umursamaz oldukça, bozulan doğal dengeler, en başta bizlerin varlığını tehdit ediyor. 

Bal gibi bir örnek

Çoğunlukla sadece bal deyince aklımıza gelen ama doğal dengenin devamlılığını sağlamak gibi çok daha önemli rolleri olan arıların sayısının hızla azalması, bu boomerang etkisine tam anlamıyla bir örnek.

En önemli polen taşıyıcılar olarak bitkilerin döllenmesini sağlayan, gıda üretiminin esas aktörleri, mucizevi varlıklar arıların, yaklaşık 30.000 farklı türü var. Açık alanlardaki tarımsal üretimin devamlılığını sağlamalarının yanı sıra, seralarda bile bombus arıları kullanılıyor. Sera ortamında bitkilerin döllenmesini sağlayan arılar sayesinde hormon olarak bilenen kimyasallar gıda üretiminde kullanılmamış oluyor.

Endişelendiren ani arı ölümleri

Ancak ülkemizden ve dünyanın çeşitli yerlerinden gelen haberlere göre, arı popülasyonu hızlı şekilde azalıyor. 2018 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde, arıcılar kolonilerinin yaklaşık yüzde 40’ını kaybettiklerini bildirdiler. Dünya çapında ise geçtiğimiz üç yılda 10 milyon koloninin yok olduğu tahmin ediliyor. Öte yandan vahşi arıların akıbetini bilmiyoruz.

Arıların, ani ve çok sayıdaki ölümleri, azalan bitki örtüsü -betonlaşma-, iklim değişikliği nedeniyle artan sıcaklık, aşırı hava olayları ve tarımsal ilaç kullanımı ile ilişkilendiriliyor. Sonuçta nektar bulabileceği alanların daralması ve artan sıcaklığın tetiklediği elverişsiz yaşam koşulları ile üreme aşamalarındaki sorunlar arıların sayısını azaltıyor. Ayrıca, yine artan sıcaklık ve aşırı hava olayları, arıları pek çok hastalıklı hale karşı savunmasız bırakıyor.

Neonikotinoid’i hiç duydunuz mu?

Dünya genelinde en çok kullanılan zirai ilaçlar Neonikotinoid grubu tarım ilaçlarıdır. Tarımsal üretimde kullanılan ve tüm canlılar için hayati risk yaratan bu zararlı kimyasalların kullanılması arılar üzerinde de ölümcül etki yaratıyor.

Bilim dünyasına göre, bu ilaçlarla artan arı ölümleri arasında ciddi bir bağlantı var. Yine yapılan araştırmalar gösteriyor ki, dünya çapında üretilen balların yüzde 75’inde bu zirai ilaçların kalıntısı mevcut.

Bu nedenlerden dolayı, 2013 yılında Avrupa Birliği’nde kısmen yasaklanan bu gruba giren üç zirai ilaç, bu sene yaklaşık 5 milyon vatandaşın imzaladığı bir kampanya sayesinde tamamen yasaklandı.

Arılar için harekete geçin!

Aldığınız nefeste, yediğiniz yemekte emekleri olan bu minik gizemli canlıları korumak için:

  • Ülkemizde Neonikotinoid grubu üç zirai ilacın yasaklanması için Greenpeace’in başlattığı kampanyaya katılın. Kampanyanın linkine ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz,
  • Doğaya olumsuz pek çok etkisi olan iklim değişikliğine dair bilinçlenin ve bireysel mücadelenizi yapın,
  • Gıda israfı yapmayın, çünkü çöpe giden her şey aslında üretim üzerinde daha fazla talep yaratıyor. Bu da daha fazla tarımsal ilaç kullanımı demek, doğal kaynaklar üzerinde artan baskı demek,
  • Arılar genel olarak tehdit algılamadıklarında zararsız canlılardır, size yaklaşmaları halinde panik yapmayın ve lütfen onları öldürmeyin,
  • Yerde hareketsiz bir arı görürseniz öldüğüne emin olmadan önce biraz şekerli su bırakın yanına, belki sadece yorulmuştur.

 

 

 

Birim Mor

Sabancı Vakfı: Programın onuncu sezonunda ilk ‘Fark Yaratan’ Engelsiz Filmler Festivali!

Sabancı Vakfı Fark Yaratanlar programının onuncu sezonunun ilk Fark Yaratan’ı, engelli bireylerin kültürel hayata eşit katılımı için çalışan ve Yeşil Gazete’nin de medya sponsorları arasında yer aldığı  Engelsiz Filmler Festivali oldu.

Türkiye’de yaşayan 8.5 milyon engelli birey kültürel hayata eşit katılımda sorunlar yaşıyor. Bu sorunları ortadan kaldırmak için bir grup arkadaş 2013 yılından bu yana Engelsiz Filmler Festivali’ni hayata geçiriyor.

 

Festivalde gösterilen tüm filmler görme engelli bireyler için sesli betimleme, işitme engelli bireyler için işaret dili ve ayrıntılı altyazılar eklenerek gösterime hazır hale getiriliyor. Bunun yanında otizm dostu ek gösterimler gerçekleştiriliyor. Festivalin yapılacağı mekanlar da ortopedik engelli bireylerin erişebileceği mekanlar arasından seçiliyor. Engelli erişimine uygun hale gelen filmler, gösterimlerden sonra Engelsiz Filmler Kütüphanesi’nde derleniyor ve engelsiz bir sinema arşivi oluşturuluyor. Festival kapsamında film gösterimlerinin yanı sıra atölyelerden seminerlere kadar birçok farklı etkinlik düzenleniyor.

 

Engelsiz Filmler Festivali’nde tüm etkinlikler izleyicilere ücretsiz olarak sunuluyor. Festival’de 2013 yılından bugüne kadar 300’ün üzerinde film gösterimi yapıldı ve engelli engelsiz 20 binin üzerinde kişiye ulaşıldı. Festival, engelli bireylerin sadece kültürel hayata katılımı sağlamıyor aynı zamanda onların sosyalleşmesi için de bir alan yaratıyor.

Engelsiz Filmler Festivali, bir grup sinema sevdalısı arkadaşın hayallerinden ortaya çıktı. Herkesin kültürel hayata eşit şartlarda erişmesi için çalışmalar yaptı. Binlerce engelli bireyin hayatına dokundu. Farklı engellere sahip bireylerin bir araya gelmesini sağlarken, engelli ve engelsiz bireylerin aynı festivale katılmasını mümkün kıldı. Hem ülkenin kültürel hayatında hem de engelli bireylerin yaşamlarında kocaman bir fark yarattı.

 

(Yeşil Gazete)

[Yaşadım Diyebilmek] James Dean’in talihsiz maskı – Şahin Tekgündüz

Güzel sanatlara olan tutkum ve becerim zaman zaman hep değişik konularda kendini gösterdi. İlkokulda başlayan ve liseyi bitirmemde koltuk değneği görevi gören resim, yine o yıllarda başlayıp ortaokul sonuna kadar süren ve gençliğimde yeniden nükseden fotoğraf, öykü, roman, sinema, tiyatro ve çağdaş bir idolün kamçıladığı plastik sanatlar…

O çağdaş idol, bir yıl önce daha yirmi dört yaşında beklenmedik şekilde ölen efsane sinema oyuncusu James Dean’di. O gerçekten bir idoldü; sadece gençlerin mi, sinemayla ilgisi olan kim Cennetin Doğusu (East of Eden) filminin ‘Cal’ini, Asi Gençlik (Rebel Without a Cause) filminin ‘Jim Stark’ını ve Devlerin Aşkı (Giant) filminin ‘Bick Benedict’ini unutabilir ya da göz ardı edebilir ki? Filmlerinde yarattığı karakterler gibi çılgınca yaşıyor ve çılgın bir sürat sonucu Porsche’sinde hayattan kopuyor.

O günlerde her birimiz için için birer James Dean’iz. O güzel ve sevimli yüzü, masum ama kışkırtıcı gülüşü, beklenmedik tepkileri ve isyankâr tavrı… Hepimiz kendimizde ondan bir parça keşfediyoruz ve umulmadık ölçüde mutlu oluyor, aynı zamanda da gizli gizli kıskanıyoruz onu. Onun yokluğunu sadece biz değil, sinema severlerin hiçbiri sindiremiyor. Hollywood, yüzleri giderek eskiyen kasıntılı pek çok ünlü aktörün yerine bugünün ve geleceğin henüz yirmi dört yaşındaki cana yakın çocuğunu alkışlıyor, hemen peşinden de kaybediyor. Elia Kazan, Nicholas Ray, George Stevens ve daha nice ünlü yönetmenin onunla yeni filmler yapması beklenirken heyhat, o artık yok… 

Hummalı bir çalışma ve takdir

Aylarca gazeteler ve dergiler onunla ilgili yazılar ve resimlerle dolup taşıyor. Sinema ve tiyatro yazarları ondan sinemada bir dâhî diye söz ediyor, magazin sayfalarında özel hayatı ve aşk hikayeleri birbirini izliyor. Beni nereye götüreceğini düşünmeksizin, içgüdüsel bir davranışla bunların hepsini kesip bir araya getirmeye başlıyorum. Hele o dönemde yayımlanmaya başlayan Hayat Dergisi’nin tifdruk tekniğiyle basılmış pırıl pırıl sayfalarındaki fotoğraflarının üzerine titriyorum. Akşamları evde kitap okumaktan sıkılınca da bu gazete ve dergi kesiklerini önüme yayıp, kara kalemle onun portresini yapmaya çalışıyorum. Bunun anlamsız bir uğraş olduğunu düşünüp vazgeçiyorum.

Devlet Tiyatrosu’nda imalat ve ambar memuruyum. Odamın karşısındaki plastik sanatlar atölyesinde, sahnede kullanılmak üzere özel çamurdan biblolar, büstler, masklar ve heykelcikler yapan Mehmet Kalaycı’yı seyrederken kararımı veriyorum. James Dean’in büstünü ya da maskını yapacağım… Öylesine canı tez birisiyim ki, o gün Mehmet Kalaycı’dan kocaman bir parça çamur alıp, yağlı kağıtlara sararak eve götürüyorum. Birden akşamlarım hattâ gecelerim daha keyifli geçmeye başlıyor. Odamda ses etmeden gece yarılarına kadar çalışıyorum. Odam kâğıt kırıntıları, çamur parçaları ve bulaşıklarından rezil hale geliyor ama annem hiç sesini çıkarmadan temizliyor ben işte iken. Bir hafta on gün sonra James Dean’in maskı o muzip ve sevimli gülüşüyle yüzüme bakıyor, sonra birden kaşlarını çatıyor; sanki “Benim saçlarım öyle battaniye püskülü gibi mi, beceriksiz…” diyor. Gerçekten, beceremediğim tek şey, onun hepimizi baştan çıkaran kumral, dalgalı ve âsî saçları… Çamura o havayı bir türlü veremiyorum ve Mehmet Kalaycı geliyor aklıma.

Ertesi gün maskı özenle kâğıtlara sarıp tiyatroya götürüyorum. Mehmet Kalaycı’dan bana yardımcı olmasını istiyorum. Kalaycı maskı görünce şaşırıyor, benim yaptığıma inanmıyor, ince ince sorguluyor. Yanımda getirdiğim bir zarf dolusu fotoğrafı önüne koyup, maskı bunlara bakarak yaptığımı anlatmaya çalışıyorum. “Neden en kolay olanı yapamadın anlayamadım, yoksa eserini bana göstermek için saçlarını bahane mi ettin” diyor. Bu “eser” sözcüğünde hafif bir alay hissediyorum ama ses çıkarmıyorum. Sonra bir parça çamur alıp, benim beceremediğim James Dean’in o havalı saçlarını oluşturuveriyor maskın üzerinde. Mask birdenbire tam James Dean oluveriyor. Maskı eline alıp “Hadi!..” diyor ve dekoratörlerin çalıştığı büyük atölyeye götürüyor beni. “Oda komşumun eserini görün!..” diyor ve maskı herkesin önüne götürerek yakından gösteriyor. Ben, mahcubiyetten başım önümde bekliyorum. Ünlü ressam Turgut Zâim’in, dekoratör Hâle ve Refik Eren’in, karikatürist ve dekoratör Hüseyin Mumcu’nun övgülü sözleri çalınıyor kulaklarıma ve yüzüm kızarıyor. Turgut Zaim o babacan ve muzip tavrıyla “Gözlerinden, bakışından belli keratanın, ben bu çocuğu tanıdığım gün keşfetmiştim ama kâtipliğine zarar gelir diye belli etmedim; buraya girdiği zaman duvarlardaki tablolardan eli ayağı birbirine dolanıyordu…” diyor, gülüşüyoruz. O gün eve, mutluluktan uçarak gidiyorum.

Annemin sabrı yüzümü kızartıyor 

O günlerde Atatürk Bulvarı’nda Orduevi’nin karşısında, Ertürk Kırtasiye adında küçük bir dükkân var. Tahsin Ertürk adında orta yaşlı, gri pantolon ve lacivert blazer ceketiyle şık mı şık birisi işletiyor. Dükkanda Atatürk maskları ve büstleri, minyatür heykeller, masa bayrakları, kurşun askerler, biblolar, krepon kağıtları ve bu kâğıtlardan yapılmış süsler vb satılıyor. Arkadaşlarım, özellikle de Ayhan Gökalp, ısrarla maskı çoğaltmamı ve satılması için Tahsin Ertürk’e götürmemi istiyor. Hiç inanmadığım halde sonunda beni ikna ediyorlar ve büstü çoğaltmaya karar veriyorum.

Birkaç ay önce, aynı mahallede Mamak Caddesi üzerindeki Bilge Apartmanı’nın giriş katına taşınmıştık. İki oda bir salon salamanjeden (o yıllarda iki bölümden oluşan ve bir bölümü yemek masası için ayrılan genişçe salonlara, Fransızca yemek salonu anlamına gelen ‘salle a mangèr’ denirdi) oluşan yeni evimiz bize küçük bir saray gibi geliyor. Burada, önceki evimizdeki gibi ne kirli hamam kokusu ne hamam böcekleri ne de fareler var. Üstelik caddeye bakan kocaman pencerelerinden de bol bol güneş alıyor. Özellikle annem çok mutlu. Borç harç bir de Arçelik buzdolabı ile merdaneli çamaşır makinesi alıyoruz ve Ankaralı yaşama yavaş yavaş uyum sağlıyoruz.

Ne var ki, James Dean maskı uğruna, annemin mutluluğuna gölge düşürmekte gecikmiyorum, üzerine titrediği yeni ve pırıl pırıl fayans döşeli mutfağının canına okumaya başlıyorum. Mehmet Kalaycı’dan öğrendiğim kalıp çıkarma işine girişiyorum. Alçı, zeytinyağı ve kıtık denilen lifleri toparlayıp mutfağa el koyuyorum. Kalıp çıkarmak öyle kolay iş değil. Alçıyı maskın yüzünü kaplayacak genişlikte bir kapta suyla karıyorsun, tam kıvamında iken içine ayıklayıp temizlediğin kıtıkları yerleştiriyorsun. Bu arada maskı, akıp damlamayacak kadar zeytinyağıyla kaplıyorsun ve biraz kıvamlı hâle gelen alçının içine, yüzü aşağı gelecek şekilde dikkatle yerleştiriyorsun. Alçı donunca maskı dikkatlice çıkarıyorsun. Bu kirli, etrafı birbirine katan ama olabildiğince hassas işi annemle kız kardeşim de seslerini çıkarmadan merakla ve dikkatle izliyorlar.

Kalıbı bir gün dinlendirip iyice sertleşmesini bekliyorum. Eve geldiğimde annemin hiçbir şeye zarar vermeden mutfağı tertemiz ettiğini ve bir de yemek yaptığını görüyorum ve yüzüm kızarıyor. Baştan beri biraz mesafeli duran babam, maskları satmak için çoğaltacağımı öğrenince yanıma gelip bana yardım ediyor. Geç saate kadar süren dikkatli bir çalışmayla yedi sekiz mask üretip, donmaları için odama serdiğim gazetelerin üzerine yayıyorum; mutfağı da anneme teslim ediyorum. Sıra bu bembeyaz maskları bronzlaştırmada. Maskları önce toprak boyayla siyahla acı yeşil arası bir renge boyuyor, sonra altın rengi toz boyaya batırılmış fırça darbeleriyle yüksek ve sivri yerlerini yaldızlıyor ve gerçek bronz görüntüsüne dönüştürüyorum. Canım annem beni mutlu gördükçe, verdiğim o kadar eziyete rağmen, küçük birkaç serzenişten öte hiçbir söylemiyor.

Ağır milliyetçi bir fırça ve düş kırıklığı

Ayhan bronz maskları görünce heyecanlanıyor ve bir tanesine el koyup, “Tahsin Bey bunlara bayılacak, hadi nihayet para kazanacak bir iş yaptın” diyor. Ben de aynı görüşteyim ve çok ümitliyim. Sonuçta karton kutular içine yerleştirdiğimiz iki maskı koltuğumuzun altına alıp Tahsin Ertürk’ün karşısına dikiliyoruz. Büyük bir gururla kutularından çıkardığımız maskları Ertürk’ün cam tezgahının üzerine koyarken, büyük bir takdirle karşılaşacağımızı ve kutlanacağımızı düşünüyoruz. Tahsin Bey masklara alık alık baktıktan sonra kimin maskı olduğunu soruyor. Bütün hayallerimiz bir anda iğne batırılmış balon gibi sönüveriyor. Kırık bir ifadeyle ve dilimizin döndüğü kadar James Dean’i anlatmaya çalışıyoruz. Başlangıçta bizi merakla dinleyen adamcağızın ifadesi giderek değişiyor, yüzünde seğirmeler beliriyor. Sonra sözü bizden alıp nasihat edercesine öfkesini kusmaya başlıyor:

Çocuklar siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz Allah aşkına? Memlekete faydalı olmak için derslerinize çalışmak varken siz gidip elin gâvurunun suratına vakit harcıyorsunuz, sonra da benden bunları satmamı istiyorsunuz. Ayıp ayıp, yazıklar olsun size. Yanlış anlamayın, kabiliyetinizi takdir etmiyor değilim ama evladım Türk büyüklerinin masklarını yapsanıza, Atatürk’ün masklarını yapsanıza, kim ne yapsın Amerikalı artistin maskını?.. Bunu kim tanıyacak da para verip alacak?..” Onu dinlerken gözlerimin karardığını, o küçücük dükkânın tepeme yıkıldığını, tezgahtaki büstleri alıp yere çarparak paramparça etmemek için kendimi zor tuttuğumu anımsıyorum.

Sonra düşünüyorum da aslında Tahsin Bey’i sonuna kadar haklı buluyorum. Dönemin geçer akçe konusu, Cumhuriyet’in temel değerlerini korumak, görüldüğü yerde ezilmesi gereken komünizmle ve cümle gâvurlarla mücadele etmek.. Her dönemin idolü Atatürk’ü tablolaştırmak, büstleştirmek, masklaştırmak ve putlaştırmak… Sadece Atatürk’ün değil, belki de Alpaslan’ın ya da Yavuz Sultan Selim’in maskını koysaydım önüne o tepkiyle karşılaşmayacak, büyük olasılıkla da alkışlanacaktım.

O gün sıcağı sıcağına değil ama, birkaç hafta sonra Tahsin Ertürk’ün dükkanında yaşadıklarımı düşünerek, ayırdığım bir iki örnek dışında tüm büstleri paramparça kırıp çöpe atıyorum. O sakladığım bir örnek de yıllarca odamın bir duvarını, hattâ, yıllar sonra kurduğum reklam ajansındaki odamın duvarını süslüyor. Şimdi bu yazıyı yazarken onu niçin bugüne kadar koruyamadığımı düşünüp kahroluyorum.

 

 

Şahin Tekgündüz 

[email protected]

 

 

Hatay’ın Erzin ilçesinde iklim felaketi: Görülmemiş şiddette dolu hasat bekleyen narenciyenin yarısını vurdu!

İklim değişikliğinin yıkıcı etkisi bu kez Hatay’ı vurdu.

Hatay’ın Erzin ilçesinde geçen akşam etkili olan şiddetli yağış ve dolu narenciye bahçelerinde büyük hasara yol açtı. Çiftçiler daha önce bu kadar büyük ve sert dolu yağışı görmediklerini belirtiyorlar.

En şiddetli kısmı yarım saat süren ceviz büyüklüğündeki dolu yağışının yaklaşık 40 bim dekarlık alanda ekili ve hasat edilmeyi bekleyen ağaçlardaki mandalinanın %60’ını tahrip ettiği belirtiliyor.

Yağışın ardından hasar tespit çalışması başlatılırken, ürünlerini doluda kaybeden çiftçiler ise zararlarını nasıl karşılayacaklarını düşünüyor.

“Ya tefeciye düşeceğiz ya da bahçemizi satıp borcumuzu ödeyeceğiz”

Geçimini çiftçilikten sağlayan, Dörtyol’a bağlı olan Atatürk Çiftliği mevkiinde narenciye bahçeleri bulunan Akgün Güçlü Özsoy, hayatında ilk kez böyle bir afetle karşı karşıya kaldığını söylüyor.

400 tonluk mahsulünün tamamını dolu yağışında kaybeden Özsoy, “Ya tefeciye düşüp para alıp geri vereceğiz ya da bahçemizi satıp borcumuzu ödeyeceğiz” diyor. Özsoy, Yeşil Gazete’ye yaşanan felaketi şöyle anlattı:

“Geçtiğimiz akşam 20.30 ile 21.00 arasında dolu yağışı oldu. İlk kez böyle bir dolu yağışı yaşandı. Ceviz büyüklüğündeydi. 3-5 yıl önce de bu bölgede dolu yağışı oldu, ama bu derece sert ve büyük değildi. Mahsule bu kadar zarar vermemişti. Son dolu yağışı mahsule yüzde 20 zarar verdi. Amcamla beraber 160 dönüme yakın yerimiz var. Şu an 400 ton ürünüm gitmiş durumda, hepsi delik deşik oldu.”

“Şu an ağaçta dal bile yok!”

“Devlet elini uzatırsa uzatacak, uzatmazsa yerlerimizi satışa çıkaracağız. En az 20-30 dönüm yer satacağız. Ya tefeciye düşüp para alıp geri vereceğiz ya da satıp ödeme yapacağız. Her tarafa borç var. Ziraat Bankası’na, ilaççıya borç var. Gözümüz gibi baktığımız ürünlerdi bunlar. Satsuma mandalinanın tam kesim zamanıydı. Üç, beş gün sonra kesimi bitecekti. Daha başlanmamıştı. Şu an ağaçta dal bile yok. Yağış tropik bir fırtınayla birlikte geldi. Fırtına 10 dakika sürdü, sonra doluya çevirdi. Dolu çok büyük olunca deniz kenarında belli bir bölgedeki 40 bin dönüm araziyi götürdü. Tahminen Erzin’in yaklaşık yüzde 20’si gitti.

Bizim bahçelerin olduğu yer hiç bu kadar dolu alan bir yer değildi. Erzin’in en sıcak yeri, deniz kenarı. Herkes sıcak olduğu için buraya rağbet eder, kış aylarında pek soğuk vurmaz. Şu ana kadar herhangi bir yetkili ziyaret etmedi. Fakat çok zarar giren arkadaşlar var. Değerli büyüklerimiz var 200-300 dönümü olan, 300-500 ton mahsül alan arkadaşlarımız var. Hepsi Facebook’tan paylaşıyorlar.”

“45 yaşındayım, hayatımda bu mevsimde böyle bir tropikal fırtına, yağmur, dolu görmedim”

“Ben 45 yaşındayım, hayatımda bu mevsimde böyle bir tropikal fırtına, yağmur, dolu görmedim. Şu an bahçemizin içi komple su. 80’li yıllarda burada aşırı bir soğuk olayı olmuştu, bahçeleri kurutmuştu. O günden beri böyle bir afet görülmedi. Şu an yapılacak hiçbir şey yok. Olayın olduğu sabah babamla bahçelere gittik. Babam görmesin diye aşağıya indirmedim. Satsumaların o halini görünce babam olduğu yere çöktü, kaldı. Ürünlerimizi birisi sanki kurşunlamış gibiydi. Normalde bunların kesim ayları Aralık-Ocak gibidir. Ama yeni bir tür gelişti. Bu türler en geç Ekim ayına kadar kesiliyor. Biz bu türe Erkenci Washington diyoruz.”

“Şu an Erzin kan ağlıyor”

“Biz ürünlerimizi yaklaşık 10 yıldan beri aynı kişiye veriyoruz. Bu sabah yaptığımız görüşmede de onlardan 160 bin TL’ye yakın bir para almıştık. Peşinat almıştık. Bankaya borcumuzu ödemiştik. Mahsul bitince de bütün paramızı alacaktık. Borcumuzu ödemek zorundayız, nasıl yapacağız bilmiyoruz. Devletten yardım istiyoruz. Bir doğal afet ilân edilebilir. En azından tarım sigortasından faydalanma gibi bir imkânımız var. Bu tür şeylerle önümüzü açarlarsa kurtuluruz. Bu sadece benim için geçerli değil. 40 bin dönüm arazisi olanlar da geçinebilmek için meyveye bakıyor. Çoluğunun çocuğunun rızkı o. Eğer olmazsa o kişiyi bir sene geri atacak ya da bahçesini elinden çıkaracak. Şu an Erzin kan ağlıyor.”

“Erzin Tarım İlçe Müdürlüğü tarafından hasar tespit çalışmaları yapılıyor”

Yeşil Gazete’ye konuşan Erzin Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Muhteşem Vural, Erzin Tarım İlçe Müdürlüğü tarafından hasar tespit çalışmalarına başlandığını söyledi.

Zarar gören çiftçilerimizin tarım sigortaları varsa bunun üzerinden tahsil etme yoluna gidebileceklerini belirten Vural, Erzin’in en büyük gelir kaynağı narenciyenin yaşanan afette tahminen yüzde 60’ını kaybettiklerini ifade etti.

“Dolu bölgemizde ilk defa yaşanmıyor ama bu kadar şiddetlisi ile ilk kez karşılaştık. Belli aralıklarla yaklaşık 2 gün sürdü. Erzin Tarım İlçe Müdürlüğü tarafından hasar tespit çalışmaları yapılıyor. Ama dolunun mahsulün yüzde 60’ını vurduğu tahmin ediliyor. Ürünler henüz hasat edilmediği için zarar da çok büyük oldu. Çiftçilerimizin tamamı etkilendi.

Zarar gören çiftçilerimizin tarım sigortaları varsa bunun üzerinden tahsil etme yoluna gidecekler. Yoksa yapacakları herhangi bir şey yok. Sadece devletimiz bize şöyle bir imkân tanıdı: Eğer toplam hasar yüzde 30’un üzerindeyse, bu da Erzin Tarım İlçe Müdürlüğü tarafından tespit edilirse çiftçilerin Ziraat Bankası’na ve Kredi Kooperatifi’ne kredi borçlarının bir sene ertelenmesi imkânı var.”

“Türkiye’nin ihracatının neredeyse dörtte birini Erzin ilçesi karşılıyor”

“İlçenin en büyük ana gelir kaynağı narenciye. Dolayısıyla çok büyük bir sıkıntı olacak. Türkiye’nin ihracatının neredeyse dörtte birini Erzin ilçesi karşılıyor. Yaklaşık olarak toplam üretimimiz 400-500 bin ton arasında. Maalesef bunun çok büyük bir çoğunluğunu doluda kaybettik. Bizde bütün çeşitler yetişiyor ama doluda en çok zarar gören ürün tam hasat dönemi olduğu için mandalina oldu. Geçmişte bölgede dolu zararları yaşandı ama belli bir bölgedeydi. Ama bu Erzin’in tamamını etkiledi.”

Fosil yakıtların kullanımı, arazi kullanımı değişiklikleri, ormansızlaştırma ve sanayi süreçleri gibi insan etkileriyle atmosfere salınan sera gazı birikimlerindeki hızlı artışın sera etkisini kuvvetlendirmesi sonucunda yerkürenin ortalama yüzey sıcaklıklarındaki artışı iklim değişikliğine yol açıyor.

 

Haber: Merve Damcı

Fotoğraf: Yunus Muluk

(Yeşil Gazete)

Şahika Ercümen’den Salda Gölü’nde dünya rekoru!

Dünya dalış rekortmeni Şahika Ercümen, hava şartları nedeniyle planlanan günden bir gün sonra, 26 Ekim Cuma günü (bugün), Salda Gölü’nde 65 metreye inerek yeni bir dünya rekoruna imza attı!

Sporcunun Dünya Sualtı Sporları Konfederasyonu uluslararası hakemleri tarafından tescillenen dünya rekoru, 1 dakika 58 saniye sürdü.

Tarihe geçti

Ercümen, gölde “Kadınlar Paletsiz Değişken Ağırlık Kategorisi”nde 55 metre sınırını aşan ilk kadın olarak da tarihe geçti.

Ercümen, amacının doğa harikası, el değmemiş Salda Gölü’nün korunarak tanıtılmasına ve burada su sporlarının yaygınlaştırılmasına katkı sağlamak olduğunu da belirtti.

 

(Yeşil Gazete)