Hafta SonuManşet

[Yaşadım Diyebilmek] James Dean’in talihsiz maskı – Şahin Tekgündüz

0

Güzel sanatlara olan tutkum ve becerim zaman zaman hep değişik konularda kendini gösterdi. İlkokulda başlayan ve liseyi bitirmemde koltuk değneği görevi gören resim, yine o yıllarda başlayıp ortaokul sonuna kadar süren ve gençliğimde yeniden nükseden fotoğraf, öykü, roman, sinema, tiyatro ve çağdaş bir idolün kamçıladığı plastik sanatlar…

O çağdaş idol, bir yıl önce daha yirmi dört yaşında beklenmedik şekilde ölen efsane sinema oyuncusu James Dean’di. O gerçekten bir idoldü; sadece gençlerin mi, sinemayla ilgisi olan kim Cennetin Doğusu (East of Eden) filminin ‘Cal’ini, Asi Gençlik (Rebel Without a Cause) filminin ‘Jim Stark’ını ve Devlerin Aşkı (Giant) filminin ‘Bick Benedict’ini unutabilir ya da göz ardı edebilir ki? Filmlerinde yarattığı karakterler gibi çılgınca yaşıyor ve çılgın bir sürat sonucu Porsche’sinde hayattan kopuyor.

O günlerde her birimiz için için birer James Dean’iz. O güzel ve sevimli yüzü, masum ama kışkırtıcı gülüşü, beklenmedik tepkileri ve isyankâr tavrı… Hepimiz kendimizde ondan bir parça keşfediyoruz ve umulmadık ölçüde mutlu oluyor, aynı zamanda da gizli gizli kıskanıyoruz onu. Onun yokluğunu sadece biz değil, sinema severlerin hiçbiri sindiremiyor. Hollywood, yüzleri giderek eskiyen kasıntılı pek çok ünlü aktörün yerine bugünün ve geleceğin henüz yirmi dört yaşındaki cana yakın çocuğunu alkışlıyor, hemen peşinden de kaybediyor. Elia Kazan, Nicholas Ray, George Stevens ve daha nice ünlü yönetmenin onunla yeni filmler yapması beklenirken heyhat, o artık yok… 

Hummalı bir çalışma ve takdir

Aylarca gazeteler ve dergiler onunla ilgili yazılar ve resimlerle dolup taşıyor. Sinema ve tiyatro yazarları ondan sinemada bir dâhî diye söz ediyor, magazin sayfalarında özel hayatı ve aşk hikayeleri birbirini izliyor. Beni nereye götüreceğini düşünmeksizin, içgüdüsel bir davranışla bunların hepsini kesip bir araya getirmeye başlıyorum. Hele o dönemde yayımlanmaya başlayan Hayat Dergisi’nin tifdruk tekniğiyle basılmış pırıl pırıl sayfalarındaki fotoğraflarının üzerine titriyorum. Akşamları evde kitap okumaktan sıkılınca da bu gazete ve dergi kesiklerini önüme yayıp, kara kalemle onun portresini yapmaya çalışıyorum. Bunun anlamsız bir uğraş olduğunu düşünüp vazgeçiyorum.

Devlet Tiyatrosu’nda imalat ve ambar memuruyum. Odamın karşısındaki plastik sanatlar atölyesinde, sahnede kullanılmak üzere özel çamurdan biblolar, büstler, masklar ve heykelcikler yapan Mehmet Kalaycı’yı seyrederken kararımı veriyorum. James Dean’in büstünü ya da maskını yapacağım… Öylesine canı tez birisiyim ki, o gün Mehmet Kalaycı’dan kocaman bir parça çamur alıp, yağlı kağıtlara sararak eve götürüyorum. Birden akşamlarım hattâ gecelerim daha keyifli geçmeye başlıyor. Odamda ses etmeden gece yarılarına kadar çalışıyorum. Odam kâğıt kırıntıları, çamur parçaları ve bulaşıklarından rezil hale geliyor ama annem hiç sesini çıkarmadan temizliyor ben işte iken. Bir hafta on gün sonra James Dean’in maskı o muzip ve sevimli gülüşüyle yüzüme bakıyor, sonra birden kaşlarını çatıyor; sanki “Benim saçlarım öyle battaniye püskülü gibi mi, beceriksiz…” diyor. Gerçekten, beceremediğim tek şey, onun hepimizi baştan çıkaran kumral, dalgalı ve âsî saçları… Çamura o havayı bir türlü veremiyorum ve Mehmet Kalaycı geliyor aklıma.

Ertesi gün maskı özenle kâğıtlara sarıp tiyatroya götürüyorum. Mehmet Kalaycı’dan bana yardımcı olmasını istiyorum. Kalaycı maskı görünce şaşırıyor, benim yaptığıma inanmıyor, ince ince sorguluyor. Yanımda getirdiğim bir zarf dolusu fotoğrafı önüne koyup, maskı bunlara bakarak yaptığımı anlatmaya çalışıyorum. “Neden en kolay olanı yapamadın anlayamadım, yoksa eserini bana göstermek için saçlarını bahane mi ettin” diyor. Bu “eser” sözcüğünde hafif bir alay hissediyorum ama ses çıkarmıyorum. Sonra bir parça çamur alıp, benim beceremediğim James Dean’in o havalı saçlarını oluşturuveriyor maskın üzerinde. Mask birdenbire tam James Dean oluveriyor. Maskı eline alıp “Hadi!..” diyor ve dekoratörlerin çalıştığı büyük atölyeye götürüyor beni. “Oda komşumun eserini görün!..” diyor ve maskı herkesin önüne götürerek yakından gösteriyor. Ben, mahcubiyetten başım önümde bekliyorum. Ünlü ressam Turgut Zâim’in, dekoratör Hâle ve Refik Eren’in, karikatürist ve dekoratör Hüseyin Mumcu’nun övgülü sözleri çalınıyor kulaklarıma ve yüzüm kızarıyor. Turgut Zaim o babacan ve muzip tavrıyla “Gözlerinden, bakışından belli keratanın, ben bu çocuğu tanıdığım gün keşfetmiştim ama kâtipliğine zarar gelir diye belli etmedim; buraya girdiği zaman duvarlardaki tablolardan eli ayağı birbirine dolanıyordu…” diyor, gülüşüyoruz. O gün eve, mutluluktan uçarak gidiyorum.

Annemin sabrı yüzümü kızartıyor 

O günlerde Atatürk Bulvarı’nda Orduevi’nin karşısında, Ertürk Kırtasiye adında küçük bir dükkân var. Tahsin Ertürk adında orta yaşlı, gri pantolon ve lacivert blazer ceketiyle şık mı şık birisi işletiyor. Dükkanda Atatürk maskları ve büstleri, minyatür heykeller, masa bayrakları, kurşun askerler, biblolar, krepon kağıtları ve bu kâğıtlardan yapılmış süsler vb satılıyor. Arkadaşlarım, özellikle de Ayhan Gökalp, ısrarla maskı çoğaltmamı ve satılması için Tahsin Ertürk’e götürmemi istiyor. Hiç inanmadığım halde sonunda beni ikna ediyorlar ve büstü çoğaltmaya karar veriyorum.

Birkaç ay önce, aynı mahallede Mamak Caddesi üzerindeki Bilge Apartmanı’nın giriş katına taşınmıştık. İki oda bir salon salamanjeden (o yıllarda iki bölümden oluşan ve bir bölümü yemek masası için ayrılan genişçe salonlara, Fransızca yemek salonu anlamına gelen ‘salle a mangèr’ denirdi) oluşan yeni evimiz bize küçük bir saray gibi geliyor. Burada, önceki evimizdeki gibi ne kirli hamam kokusu ne hamam böcekleri ne de fareler var. Üstelik caddeye bakan kocaman pencerelerinden de bol bol güneş alıyor. Özellikle annem çok mutlu. Borç harç bir de Arçelik buzdolabı ile merdaneli çamaşır makinesi alıyoruz ve Ankaralı yaşama yavaş yavaş uyum sağlıyoruz.

Ne var ki, James Dean maskı uğruna, annemin mutluluğuna gölge düşürmekte gecikmiyorum, üzerine titrediği yeni ve pırıl pırıl fayans döşeli mutfağının canına okumaya başlıyorum. Mehmet Kalaycı’dan öğrendiğim kalıp çıkarma işine girişiyorum. Alçı, zeytinyağı ve kıtık denilen lifleri toparlayıp mutfağa el koyuyorum. Kalıp çıkarmak öyle kolay iş değil. Alçıyı maskın yüzünü kaplayacak genişlikte bir kapta suyla karıyorsun, tam kıvamında iken içine ayıklayıp temizlediğin kıtıkları yerleştiriyorsun. Bu arada maskı, akıp damlamayacak kadar zeytinyağıyla kaplıyorsun ve biraz kıvamlı hâle gelen alçının içine, yüzü aşağı gelecek şekilde dikkatle yerleştiriyorsun. Alçı donunca maskı dikkatlice çıkarıyorsun. Bu kirli, etrafı birbirine katan ama olabildiğince hassas işi annemle kız kardeşim de seslerini çıkarmadan merakla ve dikkatle izliyorlar.

Kalıbı bir gün dinlendirip iyice sertleşmesini bekliyorum. Eve geldiğimde annemin hiçbir şeye zarar vermeden mutfağı tertemiz ettiğini ve bir de yemek yaptığını görüyorum ve yüzüm kızarıyor. Baştan beri biraz mesafeli duran babam, maskları satmak için çoğaltacağımı öğrenince yanıma gelip bana yardım ediyor. Geç saate kadar süren dikkatli bir çalışmayla yedi sekiz mask üretip, donmaları için odama serdiğim gazetelerin üzerine yayıyorum; mutfağı da anneme teslim ediyorum. Sıra bu bembeyaz maskları bronzlaştırmada. Maskları önce toprak boyayla siyahla acı yeşil arası bir renge boyuyor, sonra altın rengi toz boyaya batırılmış fırça darbeleriyle yüksek ve sivri yerlerini yaldızlıyor ve gerçek bronz görüntüsüne dönüştürüyorum. Canım annem beni mutlu gördükçe, verdiğim o kadar eziyete rağmen, küçük birkaç serzenişten öte hiçbir söylemiyor.

Ağır milliyetçi bir fırça ve düş kırıklığı

Ayhan bronz maskları görünce heyecanlanıyor ve bir tanesine el koyup, “Tahsin Bey bunlara bayılacak, hadi nihayet para kazanacak bir iş yaptın” diyor. Ben de aynı görüşteyim ve çok ümitliyim. Sonuçta karton kutular içine yerleştirdiğimiz iki maskı koltuğumuzun altına alıp Tahsin Ertürk’ün karşısına dikiliyoruz. Büyük bir gururla kutularından çıkardığımız maskları Ertürk’ün cam tezgahının üzerine koyarken, büyük bir takdirle karşılaşacağımızı ve kutlanacağımızı düşünüyoruz. Tahsin Bey masklara alık alık baktıktan sonra kimin maskı olduğunu soruyor. Bütün hayallerimiz bir anda iğne batırılmış balon gibi sönüveriyor. Kırık bir ifadeyle ve dilimizin döndüğü kadar James Dean’i anlatmaya çalışıyoruz. Başlangıçta bizi merakla dinleyen adamcağızın ifadesi giderek değişiyor, yüzünde seğirmeler beliriyor. Sonra sözü bizden alıp nasihat edercesine öfkesini kusmaya başlıyor:

Çocuklar siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz Allah aşkına? Memlekete faydalı olmak için derslerinize çalışmak varken siz gidip elin gâvurunun suratına vakit harcıyorsunuz, sonra da benden bunları satmamı istiyorsunuz. Ayıp ayıp, yazıklar olsun size. Yanlış anlamayın, kabiliyetinizi takdir etmiyor değilim ama evladım Türk büyüklerinin masklarını yapsanıza, Atatürk’ün masklarını yapsanıza, kim ne yapsın Amerikalı artistin maskını?.. Bunu kim tanıyacak da para verip alacak?..” Onu dinlerken gözlerimin karardığını, o küçücük dükkânın tepeme yıkıldığını, tezgahtaki büstleri alıp yere çarparak paramparça etmemek için kendimi zor tuttuğumu anımsıyorum.

Sonra düşünüyorum da aslında Tahsin Bey’i sonuna kadar haklı buluyorum. Dönemin geçer akçe konusu, Cumhuriyet’in temel değerlerini korumak, görüldüğü yerde ezilmesi gereken komünizmle ve cümle gâvurlarla mücadele etmek.. Her dönemin idolü Atatürk’ü tablolaştırmak, büstleştirmek, masklaştırmak ve putlaştırmak… Sadece Atatürk’ün değil, belki de Alpaslan’ın ya da Yavuz Sultan Selim’in maskını koysaydım önüne o tepkiyle karşılaşmayacak, büyük olasılıkla da alkışlanacaktım.

O gün sıcağı sıcağına değil ama, birkaç hafta sonra Tahsin Ertürk’ün dükkanında yaşadıklarımı düşünerek, ayırdığım bir iki örnek dışında tüm büstleri paramparça kırıp çöpe atıyorum. O sakladığım bir örnek de yıllarca odamın bir duvarını, hattâ, yıllar sonra kurduğum reklam ajansındaki odamın duvarını süslüyor. Şimdi bu yazıyı yazarken onu niçin bugüne kadar koruyamadığımı düşünüp kahroluyorum.

 

 

Şahin Tekgündüz 

[email protected]

 

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.