Ana Sayfa Blog Sayfa 2649

[Yaşadım Diyebilmek] Beyaz Toros’a bindirilmek ve sonrası – Şahin Tekgündüz

İş yoğunluğu matbaanın kapasitesini zorluyor

Odamda gazetelere göz atıyorum. Bir yandan da kulağım alt kattan gelen ritmik seste. Maya kurulalı dört yılı geçiyor. Karaca Ofset’ten aldığımız makineler zaten bir hayli yaşlı. Son yıllarda iki,bazen üç vardiya çalışmaktan iyice yaşlandı, daha sık arızalanıyor ve üretimi aksatıyor. Ana baskı makinemiz Roland’ın sesi odama yansıyor. Zamanla bu ses bende bir takıntı oluşturuyor. Makine çalışırken, alüminyum baskı kalıplarının sarıldığı ‘kazan’ denilen büyük silindirdeki yaşlılık hasarı vuruntu dediğimiz ritmik bir ses oluşturuyor. Bu ses, makinenin hangi hızda çalıştığının da göstergesi. Kesildiğinde ise ya kalıp değiştiriliyor ya da kâğıt yükleniyordur. Biraz sonra o ritmik vuruntu yeniden başlayacaktır. Bu aralıklar uzayınca huzursuzlanıyorum. Makine arızalanmış ya da herhangi bir nedenle üretim durmuştur. Derhal aşağı inip durumu kolaçan ediyorum, arıza varsa ve giderilememişse kolları sıvayıp girişiyorum. Zira işler yoğun, yarattığımız kalite ve güveni riske sokmamalıyız.

Ankara’yı kirleten afişler!

Bir hafta önce de üç vardiya halinde Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği TÖBDER’in ve Türkiye Öğretmenler Sendikası TÖS’ün afişlerini,broşürlerini ve el ilanlarını basıp yorgun düşüyoruz. Bu kuruluşlar, TİP’in de desteğiyle Tandoğan Meydanı’nda büyük bir miting yapıyor, polisin ağır şekilde müdahale edip dağıtmaya çalıştığı mitingde iktidar yerden yere vuruluyor. Miting nedeniyle Ankara’nın ana caddeleri ve meydanları bizim bastığımız rengârenk afişlerle donatılıyor. Mitingin provokasyona uğraması üzerine düzenleyicilerden önemli bir bölümü gözaltına alınıp İskitler’deki Emniyet Genel Müdürlüğü nezarethanesine kapatılıyor. Gözaltına alma ve tutuklamalara tepki büyüyor ve üniversitelere yansıyor. ODTÜ her zaman olduğu gibi sokaklara dökülüp öğretmenleri destekleyen mitingler yürüyüşler düzenleyip polisle çatışıyor. Üst üste demeçler veren siyasilerin bir kısmı destekliyor bir kısmı kınıyor. Yanlış anımsamıyorsam o dönemin Ankara Valisi Vecdi Gönül, “Başkentin meydanlarını ve sokaklarını kirleten bu anarşist afişlerin sahipleri hesap verecektir” mealinde bir demeç veriyor büyük tepkiye neden oluyor.

Kulağım seste gözüm önümdeki gazetelerde iken bahçeye bir beyaz Toros girdiğini fark ediyorum. Üstelik kapısında da POLİS yazıyor. Tamam, beklenen an geldi, aslında geç bile kaldılar diye geçiriyorum içimden. İki genç polis iyi günler diyerek masamın önündeki koltuklara oturuyorlar. Durumu fark eden Özkan Taner’le Kenan Bulut da dalıyorlar odaya. Polislerden biri “Önemli bir şey yok,normal denetim, Derleme Defteri’nizi görebilir miyiz?” diyor. Kenan hemen camlı dolaptaki kalın, ciltli defteri çıkarıp önlerine koyuyor. Matbaalar için yıllardır devam eden bir uygulama var. Hâlâ devam ediyor mu bilmiyorum. Basılan her işten birer örnek en geç üç gün içinde aralarında Emniyet Müdürlüğü, İl Emniyet Amirliği, Basın Yayın Genel Müdürlüğü, basın savcılığı, İçişleri Bakanlığı, Milli Kütüphane’nin de bulunduğu ondan fazla devlet birimine imza karşılığında teslim ediliyor; aksatmanın önemli cezaları var. Biz TİP ve sol örgütlere de hizmet verdiğimiz için dağıtım ve Derleme Defteri konusunda çok titiz davranıyoruz. Dağıtım işinin sorumlusu Kenan Bulut; çocuğun oradan oraya koşuşturup imza toplamaktan canı çıkıyor, ama işini hiç aksatmıyor. Çaylarını yudumlayan polisler defteri dikkatle incelerken ben gerekli bilgileri ve bu konuda ne kadar titiz davrandığımızı anlatıyorum. TÖBDER ve TÖS afişlerini soruyorlar; Kenan anında gösteriyor defterdeki imzaları. Biz Doğrucu Davut’uz ya, Kenan kitaplıktaki büyük ve kalın iki kitabı önlerine koyup sayfalarını açarak, polis ağzıyla “Amirim bir tek ikinci baskı olan bu teknik kitapları dağıtıma sokmadık, içinde çizimlerle resimler var sadece” diyor. Polislerin gözü parlıyor. Biri suç delili bulmanın büyük mutluluğu içinde “Bunları ve derleme defterini alıyoruz Şahin Bey, endişelenmeyin iade edeceğiz” diyor ve ayrılıyorlar. Götürdükleri kitaplar Devlet Güzel Sanatlar Akademisi öğretim üyesi Profesör Utarit İzgi’nin, kalın ve lüks kağıda basılmış PENCERE adlı teknik kitaplarının ikinci basımları. Çok pahalıya mal oldukları için sadece bir takı kendi arşivimiz için alıkoymuştum. Kenan’a gösterdiği saflık nedeniyle bir şey söyleyemiyorum ve bu netameli günde iyi sınav verdik galiba diyerek derin bir nefes alıyorum. Ama aklım giden kitaplarda kalıyor ve saf saf, bu kitapları herhalde ne kadar titiz davrandığımızı âmirlerine kanıtlamak için aldıklarını düşünmek istiyorum.

Türk polisi kül yutmaz

Günlerden Cuma, herkes hafta sonunu planlarken ben mahzunum, çünkü iş yoğunluğu nedeniyle cumartesi pazarı da büyük ölçüde matbaada geçireceğim. Meğer beterin beteri varmış da farkında değilmişim. Akşama doğru alt katta basılan işleri kontrol ederken çaycımız Nusret ürkek ürkek yanıma yaklaşıyor, iki polisin yukarıda beni beklediğini söylüyor. Herhalde derleme defteriyle aldıkları kitapları getirdiler saflığı ile çıkıyorum yukarıya. Polisler ayakta bekliyor. “Şahin Bey, müdüriyete kadar gideceğiz sizinle” diyorlar. Bu davet, durumun boka sardığını göstermeye yetiyor ama yine de moralimi bozmadan nedenini soruyorum. Bilemeyiz deyip geçiştiriyorlar. Bir anda herkes binanın önünde toplanıp polisleri soru yağmuruna tutuyorlar ama onlarda tıs yok. Bu sırada Özkan yanıma yaklaşıp, “Sakın moralini bozma, şimdi gereken yerlerle görüşmeye başlıyoruz” deyip cebime elli lira sıkıştırıyor. Neyse ki ellerimi kelepçelemiyorlar. Yol boyunca herhangi bir açıklamada bulunmuyorlar.

Emniyet Müdürlüğü’nün İskitler semtindeki sekiz katlı çirkin binasına giriyoruz. Beni biraz bekletip loş, soğuk ve sigara dumanı dalga dalga dolaşan bir odaya alıyorlar. Ortada büyükçe bir masa ve etrafına altı yedi polis. Beni tepeden tırnağa süzdükten sonra masanın ucundaki boş sandalyeyi gösterip oturmamı söylüyorlar. Polislerden biri kapıda bekleyen polise “Hamza bize sekiz çay!..” diye sesleniyor. Derleme defterimiz ve Pencere kitapları masanın başında oturan orta yaşlı polisin önünde. Ona baktığımı görünce laubali ve alaycı bir ifadeyle, “Ne yapmışsın sen böyle yav, memleketi ayağa kaldırdın! Meydanı boş mu sandın?”diyor. Hafifçe tebessüm etmem üzerine “Aklı başında gibi görünüyorsun, bir de gazeteciymişsin galiba, ama yemedik halt da bırakmamışsın. Ayıp değil mi, yakışıyor mu sana yasak şeyleri kaçak kaçak basıp da meydanları anarşistlere, komünistlere bırakmak, ayıp ayıp…” diyor. Bir şeyler söylemem lazım. Son derece ölçülü bir sesle “Efendim hiç kaçak bir şey basmıyoruz, bastıklarımızın hepsini de size ve ilgili mercilere imza mukabili teslim ediyoruz… Derleme defterimizi gördünüz…” diyorum. Bu sözlerim üzerine o sakince konuşan adam birden celalleniyor, derleme defterini masanın ortasına fırlatıyor ve kükrüyor. “Sahte imzalarla mı? Bu defterdeki bütün imzalar sahte, sen kimi kandırmaya çalışıyorsun!” diye bağırıyor. Efendice davranmanın işe yaramadığını kestiriyorum ve kendimden beklemediğim bir cesaret, belki de öfkeyle ayağa kalkarak “Memur Bey, bu defterde on beşe yakın resmî mercideki yetkilinin imzaları var, siz nasıl bunların hepsinin sahte olduğunu iddia ediyorsunuz?.. Biz Ankara’nın merkezinde beş yıldır açık açık faaliyet gösteren ve bütün yükümlülüklerini yerine getiren bir matbaayız, bizi böyle suçlayamazsınız!” diyerek yerime oturuyorum. Bu sözlerim birkaç saniyelik bir sessizliğe neden oluyor. Sözlerime tepki çok farklı ve çok sert oluyor. “Muharrem anlaşılan konuşacak bir şey yok, atın bunu nezarete de kafa tutmanın ne demek olduğunu öğrensin!” diye bağırıyor. Yanımdaki iki polis kollarımdan tutup odadan çıkarıyor beni.

Nezarette misafir olmak

Her tarafından gacır gucur sesler gelen büyük bir asansörle yavaş yavaş çıkıyoruz Emniyet Müdürlüğü’nün hücreleri, işkenceleri ve intihar olaylarıyla ünlü altıncı katına. Asansörde birlikte çıktığımız Muharrem adlı polis memuru son derece saygılı davranıyor. Kata girince koridorun sağında peş peşe sıralanmış,dikiz pencereli küçük kapılar görüyorum. Merakımı fark eden Muharrem bunların geçici hücre kapıları olduğunu söylüyor, sırtımdan aşağı soğuk bir ter iniyor. Çift kanatlı bir kapıdan genişçe bir yere giriyoruz. Karşıdaki pencerelerden karanlık basmış şehir görünüyor. Pencerenin önünde büyükçe bir masanın başında telefonla konuşan iri kıyım bir polis oturuyor. Önünde yıpranmış iki koltuk. Muharrem “Rüstem Şahin Bey bu gece senin misafirin, gazeteci matbaacıdır kendileri” diyor. Bu gazeteci matbaacı tanımlamasında bir uyarı gizli gibi geliyor bana. Belki bu nedenle bana kötü muamele yapmazlar diye düşünüyorum. Polis Rüstem telefonu kapatıyor, elimi sıkıp hoş geldiniz diyor ve Muharrem’in elindeki tek sayfalık tutanağımsı belgeyi alıp önündeki kütük defteri gibi büyük deftere işliyor; sorduğu birkaç soruya cevap veriyorum. Biraz sonra sol taraftaki büyük kapıyı açıyor ve beni içeri alıyor.Uzunlamasına büyük bir salon ve sıra sıra ahşap kanepelerle dolu. Geceyi bu kanepelerde geçireceğimi söylüyor. Benden başka kimse yok. Kanepenin birisine oturup olacakları beklemeye başlıyorum.

Akşam ilerlemiş saat yediye yaklaşıyor. Rüstem kapıyı aralayıp, Karadeniz şivesiyle kendisine etli pide getirteceğini, istersem benim için de isteyebileceğini söylüyor. Biraz sonra onun masasında üzeri yumurtalı etli pidelerimizi sohbet ederek yiyoruz. Rüstem Giresunlu. İki yıl önce askerliğini Polatlı’da yapmış ve orada tanıdığı bir hemşehrisinin kızıyla evlenmiş, askerlikten sonra da polis olmuş. Cüssesiyle bağdaşmayan, sempatik ve hoşsohbet bir delikanlı. Nezarete çok fazla öğrenci getirildiğini ve hep tek kişilik hücrelerde tutulduklarını,daha sonra binanın bodrum katlarında bulunan asıl hücrelere aktarıldıklarını anlatıyor ve “Abi onların hepsine bacım kardeşim gibi yardım ederim, ihtiyaçlarını karşılamaya, bizim uşaklar kötü davranışlarını engellemeye çalışırım” diyor. Onun bu sözleri beni duygulandırıyor. O sırada benim niçin getirildiği merak ediyor ve anlatıyorum. Aramızda sıcak bir ilişki, âdetâ dostluk oluşuyor. Hiç ihtimal vermediği halde telefon edip edemeyeceğimi soruyorum, masasındaki telefonun santrala bağlı olduğunu ve dışarıyla konuşmanın mümkün olmadığını söylüyor. Saat ona yaklaşırken, “Abi bugün seni yormuştur bizimkiler. İçeri de şansından boş bu gece, sana bir yer ayarlayalım da dinlen biraz, nasıl olsa pazartesiye kadar bizim misafirimizsin” diyor. Sonra iki kanepeyi birleştiriyoruz, içerideki dolaptan üç battaniye getiriyor, birisini yatak gibi kanepelerin üzerine yatak gibi yayıyoruz, iki battaniyeyi de üzerimi örtmem için veriyor. Geceyi birkaç bağırış çağırış ve gürültü patırtı dışında rahat geçiriyorum.

Bürokrat yalakalığı midemi bulandırıyor

Sabah erken uyanıyorum. Saat sekize geliyor, ortalık sessiz. Ben uyurken salona iki kişi daha alınmış, biri horlayarak uyuyor. Sessizce dışarı çıkıyorum. Rüstem simitle çay içiyor. Beni görünce “Günaydın abi, uyuyabildin mi?” diye soruyor ve yanındaki etajerden bir tabak üzerinde iki simit çıkarıp koyuyor önüme. Biraz sonra çay da geliyor. Teşekkür edip simidimi yerken Rüstem’in telefonu çalıyor, “Baş üstüne amirim, hazırlanmasını söylerim, emriniz olur âmirim…” deyip bana dönüyor ve “Abi Birinci Şube Müdürü İbrahim Bey geliyormuş, o buraya pek gelmez, senin için geliyor olmasın? Hem de bugün cumartesi” diyor. Bu gelişme beni de şaşırtıyor. Simidimi ve çayımı bitirip salona geçiyorum. Asansör gürültüsünün peşinden “Burada gazeteci bir misafirimiz varmış, iyi ağırladınız mı beyefendiyi evladım…”diyen birisinin sesi geliyor dışarıdan. Bu sözler bir iltifatı mı, yoksa alayı mı ifade ediyor kestiremiyorum. Biraz sonra salonun kapısı açılıyor ve arkasında iki polisle, orta yaşlarda, uzun boylu, zayıf, gri elbiseli biri giriyor içeriye. Ayağa kalkıyorum. Salonun arkalarında birkaç kişi daha var,onlar da kalkıyor. Bana doğru yaklaşıp elini uzatıyor ve “Gazeteci Şahin Bey sizsiniz değil mi, ne kadar endişe etmişsiniz beyefendi, hizmette bir kusur mu edildi? Neredeyse Ankara’yı ayağa kaldırmışsınız, sakin olun efendim sakin olun…” diyor. Söyleyecek söz bulamayıp elini sıkıyorum. Sonra yanındaki polislere bir şeyler söylüyor, birisi emredersiniz müdürüm diye fırlıyor. “Şimdi burada sizin kısa bir ifadenize başvuracağız ve mesai başladığında da nöbetçi basın savcısına göndereceğiz. Buyurun oturun, rahatsız olmayın…” diye devam ediyor iltifatlarına. Kırk yıllık ahbapmışız gibi işlerin nasıl gittiğiyle, özel hayatımla, çoluk çocukla dolu düzmece bir sohbet saldırısına mâruz kalıyorum. Biraz sonra küçük bir masa, Remington bir daktilo makinesi ve ufak tefek bir polis giriyor içeri ve hemen tezgah kuruluyor. Bilinen her şeyi bir kez daha tekrarlıyorum, işimizi ve sorumluluklarımızı ne denli önemseyerek çalıştığımızı anlatıyorum. Daktilodan çıkan tutanağı imzalıyorum. İbrahim Bey, “Bir saat kadar sonra arkadaşlar sizi basın savcısına götürecek, geçmiş olsun, inşallah bir daha misafir etmek zorunda kalmayız sizi” diye gizli bir tehdit savuruyor ve elimi sıkarak ayrılıyor. O gittikten sonra Rüstem yanıma gelip, “Abi arkan baya kuvvetliymiş, hadi geçmiş olsun” diyor.

Yine bir beyaz Toros’tayım. Üç polisle birlikte Anafartalar Caddesi’ndeki Adliye Binası’na gidiyoruz. Polislerin üçü de bana geçmiş olsun diyor, yanıt vermiyorum. Tarihi Adliye binasının ikinci katındayız. Kürsüde genç bir savcı oturuyor. Kimlik tespitinden sonra önündeki ifade tutanağını okuyor. Polislerden, tutanaklarda adı geçen derleme defterini ve Profesör Utarit İzgi’nin derlemeye sokulmayan PENCERE kitabını istiyor. Derleme defterini kısaca inceledikten sonra kitabı karıştırıyor, bazı sayfalarına dikkatle bakıyor. Sonra bana Pencere kitabını niçin dağıtıma sokmadığımızı soruyor. İlk baskısını defterde de görüldüğü gibi, ilgili kurumların hepsine imza karşılığında teslim ettiğimizi, hem baştan sona teknik bir kitap olduğu ve de çok pahalıya mal olduğu için ikinci baskıyı dağıtıma sokma gereği duymadığımızı anlatıyorum. Parmağını sallayarak “Olmadı bu” diyor ve devam ediyor.

Beyefendi kanun kanundur, yönetmelik de kanun hükmünde bir belgedir, onları kendi keyfimize göre yorumlayamayız. Yönetmelik basılan her şey şu noktalara imza mukabili teslim edilecek diyorsa gereğini yerine getirmekle yükümlüyüz, anlatabildim mi?.. Yoksa şu cumartesi günü üç polis sizi apar topar karşıma dikiverir, bir daha tekerrür etmesin, size on beş lira ceza yazıyorum. Sakın bunu da altı üstü on beş lira ne önemi var deyip ödememezlik etmeyin, bu defa sizi hapisle tecziye etmek zorunda kalırım”diyor. Savcı bu hukuk dersinden sonra polislere dönüyor ve bir ders de onlara veriyor:

Size ne demeli bilemiyorum, insan utanır biraz. Sadece şu masum kitabı dağıtıma göndermedi diye matbaanın sahibini içeri almalısınız. Şu Ankara baştan sona merdiven altı matbaayla dolu, yedikleri haltın haddi hesabı yok. Ticanilerin risâlelerinden tutun da dolandırıcıların el ilanları, kitapları, broşürleri, anarşistlerin bildirileri afişleri ortalıkta dolaşıyor, yüz kızartıcı müstehcen yayınları hiç saymıyorum bile, durum böyle iken siz onların peşine düşmüyor, benim karşıma bir beyefendiyi çıkarıyorsunuz. Şimdi Şahin Bey’i arabanıza bindirip, aldığınız yere kadar götüreceksiniz tamam mı?” Bu sözleri dinlerken içim buz gibi oluyor.

Yarım saat kadar sonra koltuğumun altında derleme defteri ve Pencere kitabının iki cildi, savaş kazanmış bir komutan gibi matbaanın önünde buluyorum kendimi. Bir anda çevrem iş arkadaşlarım ve birçok yakın dostumla sarılıveriyor. Karıma haber verdikleri için o da aralarında. Sarılıp kucaklaşıp geçmiş olsun dileklerini dinledikten sonra üst kata çıkıyoruz ve beni nasıl kurtardıklarını anlatıyorlar. Geç saatlere kadar Emniyet’in akla gelen bütün birimleri benim gözaltına alındığımı doğrulamıyor ve kayıtlarımızda böyle birisi yok diyor. O günlerde ülkücü tosuncukların ya da derin devlet militanlarının polis kisvesi altında kaçırdıklarının nasıl kayıplara karıştığı bilindiği için büyük panik yaşanıyor. Bunun üzerine tanıdık gazeteciler aranıyor. İlhami Soysal, Mustafa Ekmekçi, Teoman Erel, Uluç Gürkan, Mehmet Arif Demirer ve daha birçokları…

Asıl önemli olan ve hafta başı beklenmeden salıverilmemi sağlayan hiç aklımın köşesinden geçirmediğim birisi, dönemin İçişleri Bakanı Oğuzhan Asiltürk. Asiltürk, ortağım Özkan Taner’in eşi Sönmez’in babası Mustafa Akçalı ve amcası Cevdet Akçalı’nın yakın dostu. Durum ona aktarılıyor ve ilgilenmesi isteniyor. Saat on ikiye doğru da sabah serbest bırakılacağım haberi geliyor. Herkes derin bir nefes alıyor. Sonuçta Birinci Şube Müdürü’nün söylediği gibi, İçişleri Bakanı dâhil Ankara’yı ayağa kaldırıyoruz.

Şahin Tekgündüz 

[email protected]

[Kırsal Günlükleri] Bir römork gübre için arazisini yerle bir eden ben değilim! – Melih Aşanlı

Bağırsam, ya da tüfekle havaya ateş açsam, hatta top patlatsam. Belki top ile duyurabilirim sesimi. Gece karanlığında işaret fişeğinin ışığı ile haberleşebilirim komşularımla. İlk komşum 1.5 km. uzakta. Şu ormanın içinde yaşamak bir bağımlılık meselesi. Alıştık artık diyemiyorum, çünkü alışma süreci hiç yaşamadım. Elbette ki ellerimdeki nasırlar, bedenimin soğuk ya da sıcak karşısındaki tepkisi zamanla daha iyi bir hale geldi. Ama dereden su taşımak, yürürken çamura bulanmak, sürekli soba nöbeti tutmaya alışmak için hiç çaba göstermedim.

Doğayı da ilk geldiğim yıllardan daha fazla tanımıyorum. Okunacaklar şehirde çoktan bitmişti. Şimdi daha fazla anlıyorum sadece. Meselenin kişisel değil bütünsel bir konu olduğunu idrak ettim bunca yıl içine. Yoksa tohumu ekmek, toprağı işlemek, bir keser ile çivi çakmak, elbet hepimizin kolaylıkla yapabileceği birkaç basit işten öte uğraşılar değil. Hele ki şehirde yaşamayı başarabilmişler için. Buralar çok daha barışçıl.

Kırsalda geçirdiğimiz gün sayısı evimizde geçirdiğimiz gün sayısından fazla olmaya başlamıştı bundan tam 8 yıl önce. Bence doğaya, doğanın içinde alışılmaz da, tanışılmaz da. Böyle bir ihtimale pek fazla inanamıyorum. Bir yandan tanışıp diğer yandan üstesinden gelinmesi gereken birçok sorun muhtemelen fazlası ile zorlayıcı olacaktır.

Burada hayat bir izleyici için oldukça komik ve heyecanlı iken, yaşayan için sinir bozucu ve katlanılmaz çoğu zaman. Kendimi izlemeyi öğrendiğimden beri pek bir sıkıntım yok. Bir an sonra ne olur diye merak etmek, bir sonraki hamleyi planlamaktan çok daha zevkli ve güvenli. Buralarda öğrendiğim önemli konulardan biri de yaşama seyirci olmak. Oldukça faydasını gördüğümü söyleyebilirim.

Sabah kalktığımda başıma ne geleceğini ve o günün nasıl sonlanacağını uzun zamandır bilemiyorum. Hatta hiçbir fikrim olmuyor. Mesela yıllar evvel arazimizde planlama yaparken su hasadı yöntemini kullanmayı istedik. Bu günümüzden tam 4 sene önceydi. İlk yıl çevrenin düzenlenmesi, çitlerin çekilmesi ve ev yerinin belirlenmesi ile geçti. Biraz da ağaç diktik. İkinci yıl evin inşası, eğitim sahasının organizasyonu ve biraz daha ağaç dikmek ile ilgilendik.

Bu zaman zarfında 5 tonluk bir depoyu genel kullanım amacı ile temin ettik, 2 tonluk bir depoyu ev kullanımı için, 1 tonluk bir depoyu da dışarıda duş alanı için ayırdık. 200 metre mesafede akan kış deresinden geçici bir hat çektik ve 5.5 beygirlik bize yetecek bir su motoru satın aldık. Sistemi kurduk. Motor biraz nazlı çalışsa da suyumuzu bastı, depolarımızı doldurdu. Su motoru alırken pancar motorların fazla yakıt tüketmeleri sebebi ile tercih etmedik, Bilindik kaliteli bir marka su motoruna da 5 misli bir para ödemek istemedik. Sonuçta çatımızdan suyu hasat etmeye başladığımızda elimizde koca motorların atıl duruma düşmesi saçma olacaktı. Malzemelerimizi tedarik ettiğimiz firmadan, onların yıllardır sattığı ve bize garanti ettikleri bir motoru aldık. O yaz su sıkıntısı çekmedik. Sistem gayet güzel çalışıyordu.

Bir sonraki yıl elimizdeki motor arıza yaptı. Dere yatağında çalışmıyor, araziye getirdiğimde sıkıntısız çalışıyordu. İşlerin yoğunluğundan konu ile pek ilgilenemedim, sadece bir iki kez tamire götürdüm, motorda bir sorun bulamadılar. Bu arada tamir için 60km. yol gitmem gerekiyor her seferinde. Motoru çalıştırmayı başaramadım. Bir arkadaşımın yıllardır kullandığı ve 20 dönüm fidanlığı suladığı su motorunu aldım. Bizim motor kişisel bakımlarını yaptırırken o motoru kullandık. Fazla su tüketmediğimiz için depolarımızı bir kez doldurduğumuzda aylarca su sıkıntımız olmadığından durumu öyle idare edebildik. Bu yaz başında, iki motoru da bakıma götürdüm. Artık çalışma zamanıydı, tüm aletlerimin bakımını iş başlama mevsiminde mutlaka yaparım. Onlara bakar, severim. Yol arkadaşlarımın gönlünü hoş tutmak son derece önemlidir.

Bizim kocamanı (bu arada su motoru 30kg ağırlığında ve dere yatağına inmek için iyi bir mücadele gerekiyor ) yerine yerleştirdim, sevimli sözler ile gönlünü hoş ettim ve kan ter içinde kalıncaya kadar çalıştırmaya çalıştım.

Sonraki gün diğer motoru dere yatağına indirdim, sevimli sözler ile gönlünü hoş ettim ve yine kan ter içinde kalıncaya kadar çalıştırmaya çalıştım.

İki motor ile dere yatağında ki maceram yaz başından beri hala devam etmekte. Yanlış zamanda çalışıp beni sırılsıklam ettikleri oldu, sistemi söküp yukarıya taşırken kafalarına göre çalıştıkları da oldu. Çalışıp üç, beş dakika sonra durmak zaten en sevdikleri hareket. Bu süreç içinde 6 ayda 500lt. kadar su depolayabildim. İhtiyacımız olan suyu el ile taşımaya devam ediyorum. Bu hafta satıcı firma ve ben birlikte pes ettik. Bana yeni motor verdiler. Şimdi çok heyecanlıyım. Eksik malzemelerimi vermemiş olmaları ve şu an 5 tl.lik malzeme için 60km. yol gidecek olmam bile moralimi bozmuyor. Böyle durumlara bir zombi gibi tepkisiz kalmayı öğrendim zaten.

Boru hattımı gözden geçirdim, bu yıl arazide epey bir ağaç dikimi yaptık, artık hiç birisi susuz kalmayacaktı. Motoru eksik parçalar gelinceye kadar bir kenara koyup güzel sözlerle yalnız bıraktım. Bu meyanda don mevsimine girdiğimiz için dikilen fidanların malçlama işleri için hazırlık yaptım. Araziye gübre çekmeye başladım. Gübre ve odun talaşı ile birçok sorunumuzun hızlıca üstesinden gelebiliyoruz. Kompostu bırakalı birkaç yıl oluyor.

Son römork gübre araziye girecek, başka bir yer kalmadığı için hemen girişe damper ile gübreyi dökecek ve bu yılki gübre işimize son verecekti. Öyle de oldu, traktör gübre ile geldi araziye her zaman girdiği gibi girdi, girdi ama çıkamadı. Sanki günlerdir sel kıyamet varmış gibi toprağa oturdu.

Meğer geçen hafta yağan yoğun yağmurların suları doğu tarafımızdaki yamaçtan ancak bizim araziye gelebilmiş, oradan da muhtemelen dereye akmaya çalışıyorlardı. Akşamın karanlığına kadar gübreyi boşaltabilsek bile römorku killi balçıktan kurtaramadık. Arazide koca traktör tekerleklerinin açtığı 50cm. derinliğinde bir sürü kanalımız oldu. Alttan geçen suları izleyerek arazimle alakalı yeni bir şey daha öğreniyordum. Benimle beraber yıllardır o araziyi süren arkadaşımda hayretler içindeydi. Nasıl böyle battığını düşünen iki adam gecenin karanlığında, ayazın ortasında şaşkın birbirimize bakıyorduk.

Tepemizdeki köydeki yol çalışması mıydı bu suyun sebebi, ralli için ormanın ortasında açılan ve bize kadar uzanan yeni yol muydu bilemedik. Su arazimizi çevreleyen iki dereye akmak için bizim arazimizin giriş kısmını kullanmaya başlamıştı. Bizde yeni öğreniyorduk. Yerin üstünde şimdilik bir şey gözükmüyordu. Ama toprağın 50cm. altı su kanalına dönmüştü. Üstelik geçen yıl arazide kanal çalışması yaparken böyle bir şeye rastlamamıştım. Doğada bir şeyler yaparken nelere sebep olabileceğimizi kestirmek gerçekten zor. Bu suyun sebebi düşündüklerimizden daha başka çok alakasız bir şey de illaki olabilir.

Römork burada kaldı. Don olması için beklemeye başladık. Bu sabah bembeyaz bir güne uyandık. Arazideki her şey donmuştu. Beklediğimiz an gelmişti. Kahvaltı ederken hava daha yeni aydınlanmaya başlamıştı ki Sefer de traktörle geldi. Çalışmalar yine başladı. Bir zincir ve bir çelik kablo kopardık. Destek almak için köye gittik. Şansımız vardı ki bir kepçe (beko loder) yan köye gitmek için yola çıkmıştı. Sabahın köründe gerçekten şansımız vardı. Aracı da peşimize takıp araziye geldik. Öyle canavar bir aletin toprağa oturduğunu ilk kez gördüm. Arazide bir traktör, bir kepçe, bir römork, hepsi ayrı yönlere doğru yamulmuş duruyordu. Şimdi şaşkın 3 kişi vardı. Operatör tabi ki hazırlıksız yakalanmıştı. Kolaylıkla yolunu kendi yaptı, önce kepçeyi sonrada yardıma muhtaç ne varsa peşi sıra kurtardı. İki gündür mantar gibi kendiliğinden biten ve tüm zamanımızı alıp bizi soğuktan donduran bu iş sonunda bitmişti. Kepçe yoluna devam etti. Sefer ile ben arazide öylece kaldık. Arkamızdaki manzara hakkında konuşamıyorduk. Kübra olanları tahmin ettiğinden, dışarıya çıkıp bakmamıştı bile.

Savaş alanına dönmüş en az 500m2 balçığın önünde yere çömeldik, ne soğuk ne römork. Arazi paintball sahasına dönmüştü. Tüm geçen zaman süresince başka şehirlerden getirdiğimiz fidanlarımız artık yoktu. Donma ve gübre sorunları ortadan kalkmıştı. Arazide yaptığımız su tahliye kanalları da bizleri terk etmişti. Toprağın üst tabakasına zarar vermemek için yıllardır sürmediğimiz alanın altı üstüne gelmişti. Büyük kayıp vermiş muzaffer komutanlar gibi gururlu ama mahzun bir şekilde Sefer ile vedalaştık. Eve yürürken bir şeyi daha fark ettim.

Su borularım ve sulama hattım. Fark etmemiş gibi yaptım. Kübra’ya da bahsetmedim. Şimdi güneş açtı, soba ısısı fazla bile geldi. Salonda penye ile oturmuş sanki bu olanlar hiç yaşanmamış gibi yapıyorum. Hava da öyle yapıyor. Sabah -7 olan o değilmiş gibi. Birbirimizi anlıyoruz demiştim. Anlıyorum. Bir römork gübre için, arazisini yerle bir edip, bir yıldır uğraştığı sulama sistemini parçalayan ve ağaçlarını toprağın derinliklerine gömen ben değilim. Hiç öyle hissetmiyorum.

Şimdi ısınmış bedenim, soba üstünde tıslayan çayım ve hiç susmayan kızım ile evde mutluyum. Son kalan 200lt. su, birkaç güne yağacak kar, açılacak yeni su tahliye kanalları ve yapılacak yeni yürüme yolu.

Amaaaan, arazide yaşamanın keyfi başka nasıl çıkarılacak ki.

SEVGİYLE KALIN

.

Melih Aşanlı

[Çocuklar İçin Türk Mitosları, Anadolu Efsaneleri] Orman iyeleri – Dilge Güney

Her toplumun mitolojisi o toplumun kültürel ve zihinsel yapısına ayna tutar.

Batılı ülkelerin çeşitli sanat kolları ile bize tanıtmış olduğu Zeus’u, Afrodit’i çok iyi biliriz ama Türk mitosları ve Anadolu efsaneleri pek bilinmez. Biz de her ayın ikinci haftası yayımlayacağımız Çocuklar İçin Türk Mitosları, Anadolu Efsaneleri dizisi ile çocuklarımızı unutulmaya yüz tutmuş bu öykülerle buluşturmak istiyoruz.

Yunanca kökenli bir kelime olan mitos (mythos) söz, öykü anlamına gelir. İlk insanlar mitoslar anlatarak evreni, tabiat olaylarını ve yaşamla ilgili sırrını çözemedikleri durumları açıklamaya çalışmışlar.

Mitoslar, tüm efsanelerin, destanların, masalların, hatta bugün okuduğumuz edebi türlerin de kökenlerini oluşturur. Bilinçaltı üzerine çalışan bilim insanları, mitosların evrensel geçerliliğe sahip yaşam kalıpları olduğunu ve her insan için anlamlı mesajlar taşıdığını söyler.

Bu ay, ormanın kalbinde dolaşacağız; ormanı koruyan iyeler ile tanışacağız.

***

10 -Orman İyeleri

Erlik Mangdeşire’ye yenildiğinden,
Hizmetkarları gökten yağmur gibi döküldüğünden,
Her bir damla iye olup düştüğü yeri sahiplendiğin beri
Ormanın da var iyeleri.

Kimi der, kocaman bir ayıdır orman iyesi, korur ormanı.
Kimi der, Yer Kulak adı, duyar her şeyi.
Kimi der, adı Ağaç Kadın, kuşlardan ordusu var ormanı korumak için.
Kimi der, Şürele adı, çağırır ormanın derinliklerine, gıdıklar insanları.
Kimi der, adı Yarımtık kendi de aklı da yarım.
Kimi der, yarı insan yarı maymundur orman iyesi, Ağaç Kişi adı.

Bir keresinde avcının biri Mölyöşkü ormanına girer.
Can sıkıntısından elindeki hançerle ağaç budaklarını keser.
Birdenbire Ağaç Kişi dikilir karşısına,
Tek gözünü belerterek sorar:
“Neden Mölyöşkü ormanını kırarsın,
Bak bakalım kırmak nasıl olurmuş?
Üç doğru söz söylemezsen seni bırakmam.”

Avcının korkudan ödü kopar, der ki:
“Hiç bu kadar korkmamıştım,
Hiç bu kadar çirkin bir varlık görmemiştim
Beni bırakırsan doğru evime giderim, bir daha ağacın yaprağına bile koparmam.”
Ağaç kişi avcının üç doğru şey söylediğini anlar;
Ona zarar vermeden evine yollar.

Peki ya sen?
Hiç kırdın mı bir ağacın dalını,
Kopardın mı yaprağını?
Tıpkı avcı gibi hem de, canın sıkılıyor diye.
Üç doğru söz söyle o zaman ve bir daha acıtma canlarını.

***

1 – Evrenin Oluşumu

2- İnsanın Yaradılışı ve Erlik’in Doğuşu

3 – Yaşam Tanrıçası – Umay Ana

4 – Dünya Tufanı, İkinci Yaratılış ve Ak Yayık

5 – Ece ile Doğanay

6 – Öküzün İki Boynuzu Arasında Bir Dünya

7 – Üç Güneş

8 – İyeler

9 – Rüzgar iyesi: Yel Baba

.

Yazan: Dilge Güney
Resimleyen: Berna Erözkan Akan

Küçük bir kemirgene bu kadar bağlanacağımı bilmiyordum…

Suyunu özenle değiştirip, müsli tabağını kafesten alıp yıkadım ve akşam uyandığında verebilmek için dolaptan meyve püresini çıkartıp oda sıcaklığına gelmesi için tezgâha koydum. Bunları yaparken, uyanmaması için çok sessiz olmaya çalıştım. Ve ardından karanlık yaratmak için kafesinin üzerine örtüsünü örttüm. Günlük rutinim bu.

Akşam ise kaşınma sesinden uyandığını anlayacak ve yanına gidip ismini söyleyeceğim. Sesime doğru koşarak elleriyle kafes demirine tutunup kocaman esneyecek. Sonraki bir saat boyunca kendini temizleyecek, tüylerini düzeltecek. Akşam 9-10 gibi kalkıp su içecek, kafesin en üst katına çıkarak önce biraz püre (veya muzlu yoğurt) yiyecek ve yan kaptaki yiyeceklere dokunmadan aşağıya inecek. Bir süre sonra gene yukarıya çıkarak peynir ya da fıstık alıp koşarak aşağıya inecek. Bir kısmını talaşın içine saklayıp bir kısmını da yiyecek. Gece boyunca 8-9 kez aynı şeyi yapacak. Sabah uyandığımızda o yeni yeni yatmaya hazırlanıyor olacak ve yatmadan önce yemesi için biraz yemek daha koyacağım. sabah 10 gibi vücudu yuvarlak bir şekil alarak uyumuş olacak. Onun rutini de bu.

14 Temmuz’dan beri yani 6 aydır bizimle. Ömürleri 2-2,5 yıl. Geldiğinde kaç yaşındaydı bilmiyorum ama yetişkindi. Sürekli “Ne olur bari 2 yaşından küçük olsun geldiğinde” diye geçiriyorum içimden çünkü çok alıştım varlığına. Uyurken gidip karnı aşağı yukarı hareket ediyor mu diye kontrol ediyorum. Küçük kutunun içinde ilk defa kapıdan içeri girdiğinde hayretler içinde onu izledim dakikalarca. Bana o kadar yabancı bir canlıydı ki… ve hatta itiraf ediyorum korktuğum bir canlıydı. Asla zarar vermez, verilmesine de izin vermezdim elbette ama “uzaktan sevmeyi” tercih ederdim. Yaklaşamazdım bile.

Küçük kutudan çıkartıp kafese konulduğunda (tabii ki bunu ben yapamadım!) hareket alanı daha geniş olduğu için yürümeye, etrafı koklamaya başladı. Kafesin üst katına çıktı. El ve ayak parmaklarını farkettim. Şu an parmağımın ucuyla sevdiğim kuyruğu çok korkutucu geldi ama bir yandan da küçücük el ve ayak parmakları vardı: ya o kuyruk ya da o parmaklar o vücuda ait değil gibiydi. Ve gene hayatımda ilk defa görüp kafese monte ederken içimden “asla bu saçma şeyden su filan içemez” dediğim suluğa giderek su içmeye başladı. Aynı oturur gibi, arka ayakları üzerinde durdu ve haznenin altından çıkan aşağıya doğru meyilli metal ince borudan su içti. Laboratuvar hayvanları bakımı gibi bir derste öğrenmiştim yer altındaki bitki köklerinden sızan suları içtiklerini, bu davranışın her ortamda nesiller boyu devam ettiğini. Ama neden bilmiyorum suluğun içinden suyu içmesi gene de garip geldi. Oradan su içemeyeceğini düşünerek hemen yan tarafa yedek olarak koyduğum cam su kabını (o uzaktayken) çabucak kaldırdım. Sonra meyveli müsliye gitti ve yemeye başladı. İlk iletişimimiz buydu: koyduğum suyu içip yemeği de yemesi.

Günler geçtikçe alışmaya başladım kuyruğuna bile. İlk kez tutmayı denediğimde tiz bir çığlık atınca hemen bıraktım ve kaçtı. Hangimiz daha çok korktuk bilemiyorum. Bir süre sonra yaptığım planın neticesinde bir elimle yemeği uzatırken diğer elimle belli belirsiz sırtına dokunmaya başladım. Eskisi kadar tepki vermemeye ve hemen kaçmamaya başladı. Haftalarca devam ettirdim bunu çünkü onun korkması beni inanılmaz üzüyordu.

Çok sıkılıyor olabilir diye düşünüp 3-4 tane küçük top aldım bir gün. Plastiğe yakın bir malzemedendi ama çok sertti. İki tanesini kafesin içine doğru yuvarladım, koşarak geldi. Çok değil, 10 saniye sonra bir topun neredeyse yarısını yemişti. Bir şekilde iki topu da almayı başardım. Türlü türlü oyuncaklar denedim ama pek ilgi göstermedi. En sonunda kâğıt peçeteyi ona doğru sallama oyununu buldum.

Sonra sesimi tanımaya başladı. İsmini söyleyince olduğum yere doğru koşmaya. Koşup kafesin ince metallerini tutunca parmaklarını ve ucundaki minicik tırnakları seviyordum. Arada bir iki minik ısırık vakası oldu, kâğıt kesiğine benzeyen ama çok daha küçük ve sinir bozucu bir sızı veren ısırıklar. Görme kabiliyetleri çok az ama duyma ile koku alma had safhada gelişmiş. Sesten mi, kokudan mı emin değilim ama beni tanıdığını farkettim. Bana verdiği tepkileri, yabancı insanlara vermiyordu; çağırınca gelmiyor, uzatılan yiyeceği alıyor ama çok ortalarda yemiyor, biraz içine kapanıyordu. Resmen insan seçiyordu yani.

Biliyor musunuz, sıçanlar sürprizleri çok seviyor. Kafes altlığı olarak kullanılan çam talaşının içine saklanmış bir kaju ya da su dolu kabın içinde yüzen sürpriz bezelyeler onu çok mutlu ediyor. Aynen insan gibi yemek de seçiyor, çok sevdiği ve az sevdiği şeyler var. Muz ve elma varsa elma; fındık ve ceviz varsa ceviz; mısır ve nohut varsa mısır tercih ediyor. Beğendikleri ve beğenmediklerini de ayırıyor zaten, eliyle alarak kabın dışına fırlatıyor. En başta da bahsetmiştim, rutinleri var. Hep aynı yerde uyuyor, aynı sırayla yemek yiyor, yeni çam talaşı konulduğunda talaşları elleriyle ittirerek aynı köşeye yuvasını yapıyor. Ve belki de en şaşırtıcı özelliklerinden biri temizliğe çok düşkün olması. Aynı bir kedi gibi sürekli ellerini, tüylerini temizliyor. Bazen saatlerce…

Yazın ortasıydı sanırım, sabah çalıştığım yere gittiğimde beni bahçede küçük ölü bir beden karşıladı. Hala hayatta olup olmadığını kontrol ettim, maalesef değildi. Kediler öldürüp bırakmışlardı. Yakınlaşınca farkettim: aynı parmaklar. Aynı ağız, bana çok tanıdık gelen bir şey tutar gibi sıkılmış eller. Aynı tüyler, sadece rengi farklı. Aynı oval kulaklar. Görevli geldi “aa yazık kediler mi öldürmüş?” dedi evet dedim, “ölü mü acaba?” diye sordu, kontrol ettiğimi ve ölü olduğunu söyledim. Sonra sınıfa gidip oturdum ve kendimdeki değişimi farkettim. Altı ay önce değil yaklaşıp bakmak, yönümü değiştirmek isterdim. Korkup korkmadığımı düşündüm, hayır korkmamıştım. Hem de hiç. Çünkü ayağımın dibindeki canlıyı “tanıyordum”. Nasıl kedileri ya da köpekleri tanıyorsam, onları da tanıyordum. Ve evdeki minik elli kıza çok bağlanmıştım. aklıma hemen o geldi.

Bazıları diyor ki “insanları hayvanlar arasında ayrım yapmamaya ya da farelere-sıçanlara karşı da hassas olmaya davet edip durma. Onları asla sevmeyecek ve umursamayacaklar. Sadece kedi-köpek severler”. Onları seviyorlar mı cidden? İnsanın herhangi bir insandışı türü tutarlı şekilde sevebildiği konusunda bir takım şüphelerim var (hatta kendi türünden birini de). Dolayısıyla neyi sevip, neyi sevmeyeceğinden de emin olmak zor. Neticede kuzulara bayılan, çocuğunu kuzum diye seven, sevdiği munis kişileri “kuzu gibi” diye tarif eden ve kuzuları severek yiyen bir türden bahsediyoruz. Ya da evindeki balıklarına gözü gibi bakan ve balıkları severek yiyen bir türden. Aslanlara büyük bir hayranlık duyan aslan avcısının neyi sevip sevmediğini kestirebilmek çok zor bence. İnsan çok karmaşık bir canlı. Bir yerde okumuştum: “Hayvanlara duyulan hayranlığa, sıklıkla onlara karşı zalimlik eşlik eder”. İnsanın davranışlarının çok ciddi bir ahlaki değerlendirme sonucu şekillendiği konusunda şüpheci olan tek kişi olmadığımı biliyorum, aynı şüpheyi taşıyan kişilerin (ve hatta ruh bilimcilerin) sayısı hayli fazla.

Hangi çaba nafile, hangisi değil çok net bilemiyoruz. Ben empatinin de; kabullenme ve benimsemenin de görsel temelli olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla da insanlar bu canlılara onları sık sık görerek-tanıyarak alışabilir. Sevsinler ve okşasınlardan ziyade görünce bedenin üzerine kocaman bir süpürge indirmemesi, onun açlığını kullanıp tuzak yaparak kapan kurmaması ya da o korkunç yapışkanlı tuzaklara yeltenmemesi yeterli. Tüm liminal hayvanlar gibi onlar da bizlerle birlikte yaşıyorlar ve zaman zaman “bizde” bile yaşayabiliyorlar. Ultrasonik kovucular var mesela. Aynı yeri paylaşmak istemiyorsak bu bir çözüm yöntemi. İnanın, aynı bizler gibi acı çekiyorlar. Sıçanlar acıdan çığlık atar mı? Evet atar. Kritik soru: sıçanlar insanları sevebilir mi? Bence severler. Sevgimiz karşılıklı…

.

Yağmur Özgür Güven

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Canım Ağacım – Tuğba Gürbüz

Amerikalı doğabilimci John Burroughs, “Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir,” diyor. Çocuklarımızı üzerinde yaşadığımız gezegene saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde doğa sevgisi verebilmek. Onların minik omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük ve korku bindirmeden, doğayla oyun arkadaşı olmalarını sağlamak, bu yolda atacağımız ilk adım. İkinci adım ise doğayla ve yaşadığımız çevreyle uyumlu, sürdürülebilir yaşam tarzı benimsemeleri için doğru rol modelleri sunan çocuk kitapları seçmek.

Yeşil Gazete, “Çocuklar için Yeşil Kitaplar” yazı dizisi illüstrasyonu için Gonca Mine Çelik’e teşekkür ederiz

Bu amaçla biz [Çocuklar için Yeşil Kitaplar] adını verdiğimiz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın mümkün olduğunu gösteren kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik.

***

Canım Ağacım Kanadalı yazar ve illustratör Jacques Goldstyn’in Türkçeye çevrilen ilk eseri. Jacques Goldstyn’in yazıp resimlediği Can Sanat Yayınları’ndan yayımlanan kitabın çevirisi Mehmet Erkurt’a ait.


Jacques Goldstyn

Kitap pek çok yönüyle Cömert Ağaç kitabını çağrıştırıyor. Her iki kitap da ismi bilinmeyen bir çocuk ve ağacın dostluğunu ele alıyor, kısa ve yalın bir hikâye anlatıyor, anlatıya sade çizgiler eşlik ediyor ve her iki hikâye de ağacın ölümüyle bitiyor.

Cömert Ağaç’ta çocuk ve ağacın bir ömür boyu süren arkadaşlığı ele alınırken Canım Ağacım kısa bir zaman diliminde geçiyor ve çocuğun Bertolt adını verdiği ağacın son kışının ardından hikâye nihayetleniyor. Cömert Ağaç’ta ağacın ölümü bizzat çocuğun elinden (maddi hırslarını gidermek için) gelirken, Canım Ağacım’da çocuk, ölümünün ardından yakın arkadaşı Bertolt’u onurlandırıyor.

Cömert Ağaç’taki çocuğun aksine onu asla terk etmiyor çünkü o bir münzevi, farklılıklarıyla yaşadığı toplumda göze battığının, insanların onunla alay ettiğinin farkında ama bu onu hiç de rahatsız etmiyor. Yalnızlığından memnun, ilgi alanları var.

Ağaca tırmanmak en sevdiği şeylerin başında geliyor. Elbette Bertolt’a ve elbette ilkbaharda. Çünkü bahar gelince, tepeden tırnağa yeşile keser Bertolt. Harika bir gizlenme yerine döner. Gizlenme yeri yeterli değil onu tarif etmeye. Bertolt, bu koca meşe, bir ev, sığınak, labirent, hatta bir kale, bir çocuğa, sincap ailesine, bir kargaya, puhu kuşuna, ağustos böceklerine, sıvacık kuşlarına ve diğerlerine… Bir 500 yılı var ki ayakta, dimdik ve de dilsiz. O sustukça dile gelir çocuk, bir bir anlatır yaşadıklarını, baharda, yazda, sonbaharda ve de kışta.

İlkbaharda, yaprakların arasına saklanmak gibisi yoktur. Kimselere görünmeden, tepeden görür kasabanın tüm gizli saklısını, kilometrelerce öteyi, hatta yer yuvarlağını… Fırtınanın koptuğu günlerse bir masal gibidir! Dante’nin şiirleri gibi. Rüzgâr sizi önüne katıp götürmesin diye sımsıkı tutunmanız gerekir. Dalı budağı, tıpkı fırtınaya yakalanmış bir kalyonun direkleri gibi gıcırdasa ve çatlasa da Bertolt güvenli bir sığınak gibidir. Ona sığınanları yarı yolda bırakmaz ama asıl cümbüş baharda, onun da eli kulağında.

İlkbaharın gelişi ilk kez neşelendirmez çocuğu. Tüm ağaçları çiçekler, tomurcuklar, yapraklar basar, Bertolt hariç. Günler, haftalar geçer, ümitle bekler çocuk ama bir gün gerçeği kabullenir. Bertolt ölmüştür.

Şöyle dillendirir içinden geçenleri:

Bir kedi öldüğünde, bunu hemen anlarız.

Aynı şey bir kuş için de geçerli.

Ama bir ağaca baktığınızda,

bunu hemen anlamazsınız.

Karşınızda hareketsiz,

dev bir sırık gibi dikilir.

Nefesini tutuyormuş gibi…

Bize bir oyun oynuyormuş gibi…

Oysa oyun oynamıyordur Bertolt. Yalnızca yeryüzündeki zamanı bitmiştir. Ölen bir kediye, kuşa veda etmek gibi değildir ayakta ölmüş bir ağaca veda etmek ama bir mobilyaya ya da yakılacak oduna dönüşmeden önce sevgili dostunu onurlandırmanın bir yolunu bulacaktır çocuk.

***

Canım Ağacım

Yazan ve resimleyen Jacques Goldstyn

Çeviren Mehmet Erkurt

Can Çocuk

+8

.

Tuğba Gürbüz

2020 yılı iklim zirvesi ev sahipliği için Türkiye’ye bir rakip çıktı

Katowice’deki Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi’nin sonuna yaklaşılıyor. 2020 yılı’nda gerçekleştirilecek COP26 iklim zirvesi için tek aday Türkiye iken bugün İngiltere’den de ev sahipliği yapmak için resmi yazıyı ilettiğini belirten bir açıklama geldi.

İngiltere İş Dünyası, Enerji ve Sanayi İlişkileri Bakanı Claire Perry, “2020 tarihi Paris Anlaşması için çok kritik bir öneme sahip. Bu yüzden kesinlikle başarılı bir Taraflar Konferansı sürecine ihtiyacımız var. Biz de bu başarının parçası olmak istiyoruz. Bu yüzden İngiltere’nin 2020 COP26’ya ev sahiplik yapmak isteğine dair resmi yazıyı ilettik” diyerek ülkenin adaylığını açıkladı.

Türkiye ise Paris Anlaşması’nın kabul edildiği 2015 yılından beri 2020’deki Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi’ne ev sahipliği yapmak istiyor. Türkiye İklim Değişikliği Başmüzakerecisi Prof. Dr. Mehmet Emin Bırpınar İklim Haber’e verdiği röportajda da bu konudan bahsetmiş ve “Biz o kadar duyarlıyız ki 2020’deki Taraflar Toplantısına 2015’te aday olduk. Sayın Cumhurbaşkanımız Erdoğan yazın dedi ve Türkiye resmi olarak başvurusunu gönderdi.” demişti.

COP26’yı kimin yapacağına dair resmi karar gelecek sene düzenlenecek İklim Zirvesi sırasında kararlaştırılacak.

.

(İklim Haber)

ÖSO’dan, ‘Türkiye’nin Fırat’ın doğusundaki operasyonu için 15 bin savaşçı hazır’ açıklaması

Türkiye, Suriye topraklarına üçüncü askeri harekatını yapmaya hazırlanıyor. Fırat Kalkanı ve Afrin’e yönelik Zeytin Dalı operasyonlarının ardından Türkiye, ABD’nin “kırmızı çizgisi” olarak görülen ve YPG silahlı gücünün bulunduğu Fırat’ın doğusuna hava destekli kara harekatı için gün sayıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uzun süredir “bir gece ansızın gelebiliriz” dediği harekat, Cumhurbaşkanı’nın kendi ağzından dün ilan edildi. Erdoğan, “Hedefimiz asla Amreikan askerleri değildir, bölgede faaliyet gösteren terör örgütü mensuplarıdır” açıklamasını yaptı.

ÖSO’yu da içeren Suriye Ulusal Ordusu, Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna yönelik olası bir operasyonuna 15 bin savaşçıyla destek vermeye hazır olduklarını açıkladı. Operasyon açıklamasına Pentagon ve YPG’den tepki gelmişti.

Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna operasyon başlatacağını açıklamasının ardından Türkiye’nin desteğiyle kurulan muhalif Suriye Ulusal Ordusu’ndan Türkiye’ye destek açıklaması geldi. Reuters’ın haberine göre ordu sözcüsü binbaşı Yusuf Hamud operasyon için henüz kesinleşen bir tarih olmadığını, ancak 15 bin Suriyeli savaşçının operasyona katılmaya hazır durumda olduğunu belirtti.

Hamud operasyonun “Türk ve Suriye topraklarından simultane bir şekilde” başlatılacağını belirterek cepheleri Menbiç, Tel Abyad ve Resülayn olarak sıraladı. Hamud Türkiye topraklarından operasyonun Suriye’dekinden birkaç gün önce başlayabileceğini de kaydetti. Türkiye destekli Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) bir yeniden yapılanma sürecinden geçerek Suriye Ulusal Ordusu olmuştu.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan dün yaptığı açıklamada Fırat’ın doğusuna operasyon konusunda hazırlıkların tamamlandığını belirterek operasyonun birkaç gün içerisinde başlayacağını söylemişti. Erdoğan, operasyonda hedeflerinin “Amerikan askerleri değil, bölgede faaliyet gösteren terör örgütü mensupları” olduğunu vurgulamıştı.

Türkiye, 2016’da Fırat Kalkanı ve 2018’de Zeytin Dalı operasyonlarını TSK destekli ÖSO ile birlikte yapmıştı.

.

(DW Türkçe)

Amerikan Senatosu oybirliğiyle Kaşıkçı cinayetinden veliaht prensi sorumlu tuttu

Amerikalı senatörler gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın cinayetinden Suudi veliaht prens Muhammed bin Selman’ı sorumlu tutan önergeyi oy birliğiyle kabul etti

ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Bob Corker tarafından sunulan ve gazeteci Cemal Kaşıkçı cinayetinden Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ı sorumlu tutan ortak karar tasarısı, ABD Senatosunda kabul edildi.

2 Ekim’de Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğunda öldürülen Suudi gazeteci Kaşıkçı konusunda Muhammed bin Selman’ın sorumlu tutulmasını öngören tasarı, bugün Senatoya sunulduktan sonra sesli oylamada kabul edildi.

Tasarıda, Senatonun Kaşıkçı cinayetinin Veliaht Prens Selman tarafından emredildiğine inandığı belirtilirken, Riyad yönetimine de “Kaşıkçı cinayetine dahli bulunan herkesten hesap sorması” çağrısında bulunuldu.

Suudi Arabistan’da tutuklu bulunan insan hakları savunucuları Rawaf ve Samar Bedevi’nin serbest bırakılması çağrısının da yer aldığı tasarıda, Riyad’ın Çin ve Rusya’dan silah alımının ABD ile ilişkilerini zora soktuğu da belirtildi.

Tasarıda ayrıca, ABD’nin Yemen’deki insani krizin devam etmesinde rolü olan Suudi Arabistan öncülüğündeki koalisyonun askeri eylemlerine verdiği desteğin de derhal kesilmesi talep edildi.

Bu tasarıyla ABD Senatosu, Muhammed bin Selman’ı Cemal Kaşıkçı cinayetinden resmi olarak sorumlu tutmuş oldu.

.

(Euronews)

‘Sarı yelekliler’den Fransız hükümetine yanıt: Eylemler ülke genelinde sürecek

Fransa’da ‘sarı yeleklilerin’ önemli isimlerinden biri olarak gösterilen Maxime Nicolle, hükümetin iptal çağrılarına rağmen cumartesi günü ülke genelinde gösteri düzenleyeceklerini açıkladı.

Nicolle ve “sarı yeleklilerin” sözcülerinden Priscillia Ludosky, Versay Sarayı’nın yakınında bulunan ve 1789 Fransız ihtilalinin sembollerinden Jeu de Paume Caddesi’nde basın toplantısı düzenledi.

Hükümetin iptal çağrılarına rağmen cumartesi günü ülke genelinde gösteri yapacaklarını belirten Nicolle, insanların gösteriler için daha fazla kenetlendiğini ve Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un pazartesi akşamı yaptığı konuşmadan sonra gösterilere katılmayanların da cumartesi günkü eylem için sokaklara çıkacağını söyledi.

Sarı yelek hareketinin tüm Fransızlara hitap ettiğini belirten Ludosky, Macron’a hitaben öfkeli olduklarını ve öfkelerini ancak bu şekilde dile getirebildiklerini kaydetti.

Ludosky, vatandaşların üzerlerine yüklenen vergileri artık kaldıramadığını ve adaletsizliğin had safhada olduğunu ifade etti.

Fransızların artık bu durumu kabul etmediğini vurgulayan Ludosky, halkın daha insani koşullarda yaşayabilmesi için vergilerin ciddi manada düşürülmesi gerektiğini belirtti.

Öte yandan Fransa’nın Strasbourg kentinde düzenlenen terör saldırısının ardından Fransız hükümeti, hafta sonu sokağa çıkmaya hazırlanan Sarı Yeleklilere çağrıda bulundu. Hükümet sözcüsü Benjamin Griveaux, göstericilere bu hafta sonu gösteri düzenlememe çağrısında bulundu.

.

(Evrensel, DW Türkçe)

Gazetecileri Koruma Komitesi: En fazla tutuklu gazeteci Türkiye’de

Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ) adlı kuruluşun bugün açıkladığı rapora göre 1 Aralık tarihi itibariyle mesleklerini icra ettikleri için hapiste olan gazeteci sayısı 251. Bu gazetecilerin yarısından fazlası, muhabirlerin hükümet aleyhtarı faaliyet göstermekle suçlandığı Türkiye, Çin ve Mısır’da. 

CPJ raporuna göre bu sıralama son üç yıldır değişmedi. Raporun yazarı Elena Beiser bir söyleşide, “Galiba yeni trend bu. Artık yeni normal oldu” dedi. 

ABD merkezli bir kuruluş olan CPJ’in raporuna göre “sahte haber” suçlamasıyla hapse giren gazeteci sayısı geçen yıl 21, 2016’da dokuz iken, bu yıl 28’e yükseldi. 

CPJ, basın özgürlüğü açısından en kötü sayının en az 68 gazetecinin devlet aleyhinde faaliyet gösterdiği suçlamasıyla hapiste olduğu Türkiye’de görüldüğünü söyledi. Mısır’da en az 25 gazeteci hapiste bulunuyor. 

Olumsuz medya haberlerini sıklıkla “sahte haber” olarak niteleyen ABD Başkanı Donald Trump’ın eleştirildiği raporda, aynı ifadenin Filipinler ve Türkiye gibi ülkelerde de kullanıldığı belirtildi. 

Hapisteki gazeteci sayısı geçen yıl rekor düzeyde 272 olmuştu. Bu sayıda 2018’de yüzde 8 düşüş görüldüğü belirtildi. Ancak açıklanan toplam sayı, kayıp ya da devlet dışı grupların elinde olan gazetecileri kapsamıyor. 

CPJ, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da kayıp ya da kaçırılan onlarca gazeteci olduğunu ve bunlar arasında Yemen’deki Husi militanlarının elinde bulunan habercilerin de olduğunu bildirdi. 

.

(Agos)