Cumuhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Esenler’deki toplu açılış töreninde yaptığı konuşmada, CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu tehdit etti.
Kılıçdaroğlu’nu, Fox Tv Ana Haber Sunucusu Fatih Portakal üzerinden tehdit eden Erdoğan, şunları söyledi:
“Her fırsatta milleti sokağa çıkarmaya çalışıyorlar. Bak sana bir şey söyleyeyim. Edep fukarasının bir tanesi çıkmış sokağa davet ediyor, ahlaksıza bak, yargı gereken cevabı verecektir. Burası Paris değil. Sen eğer Gezi olaylarındaki gibi bir şeyler yapmaya kalkarsan, o televizyon ekranında haddini bilmez birilerinin sokağa davet etmesiyle iş yapacağını zannediyorsan, bilesin ki bu millet 15 Temmuz’da FETÖ’cülere ve uşaklarına meydanları nasıl dar ettiyse, yine dar ederiz. Bunu böyle bilesin.
Sen 15 Temmuz’da tankların arasından kaçıp Bakırköy Belediyesi’ne gitmiş olabilirsin. Bu defa kaçmaya fırsat bile bulamazsın. Onu bil. Bu milletin evlatlarını sokağa davet ederek bir şey elde edemezsin. Buna fırsat vermeyiz. Gereğini de yaparız. “
Polonya’nın Katowice kentinde yapılan COP24 İklim Zirvesi, anlaşma sağlanamaması nedeniyle yaşanan uzatmaların ardından Cumartesi günü sona erdi.
COP24 başkanlığını da yürüten Polonya Enerji Bakanlığı Sekreteri Michał Kurtyka, kapanışı ‘iklim değişikliğine karşı dev bir adım atıldı’ iddiası ile masanın üzerinden atlayarak kutladı!
Zirve sonucunda ülkeler, küresel iklim eylemini daha şeffaf ve detaylı bir biçimde incelemeyi olanaklı kılan ortak kurallarda mutabık kaldı. Böylece Paris Anlaşması’nın nasıl uygulanacağına dair Kural Kitabı‘nın ortaya çıkmasıyla anlaşma işlerlik kazandı. Ülkeler aynı zamanda 2020 yılına kadar mevcut iklim hedeflerini içeren Ulusal Niyet Katkı Beyanı belgelerini yenilemek konusunda da anlaştılar. Taraflar yenilenmiş hedefleri sunmak için Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin 2019 yılında iklim konusunda düzenleyeceği özel zirvede bir araya gelecekler.
Konferansta Kural Kitabı kabul edilse de, ulusal katkıların (NDC) geliştirilmesi için somut bir adım atılmaması önemli bir eksik olarak değerlendiriliyor. Bilimsel araştırmalar, sera gazı emisyonlarının tekrardan artışa geçtiğini gösterirken, IPCC raporuna göre küresel ısınmanın Paris Anlaşması hedeflerine uygun olarak 1,5 C derecede sınırlandırılması için sadece 12 yıl kaldı.
Christiana Figueres
Kural Kitabı’nın kabul edilmesi konusunda UNFCC eski Genel Sekreteri Christiana Figueres, “Anlaşmanın temelini oluşturan kurallar ve dayanaklar artık daha güçlü. 2019 yılı ise çok önemli bir yıl olacak. 2019 BM Genel Sekreteri’nin düzenleyeceği zirve, ülkeler için yaptıklarını raporlamak konusunda önemli fırsatlar sunacak. Latin Amerika’da Şili ve Kosta Rika ortaklığı ile düzenlenecek olan COP25 ise, mücadeleye yeni bir soluk getirecek. Şili ve Kosta Rika, küresel temiz enerji liderleri olarak ön planda olacaklar. Bu ülkelerin göstereceği liderliği sabırsızlıkla bekliyorum,” diye konuştu.
Laurance Tubiana
Paris Anlaşması’nın mimarları arasında yer alan ve bu anlaşmanın kabul edildiği 2015 yılında Fransa İklim Değişikliği Özel Temsilcisi görevini yürüten Avrupa İklim Vakfı Genel Müdürü Laurance Tubiana ise, “Küresel politik durumun getirdiği karşı rüzgara rağmen, Paris Anlaşması, COP24’te yolundan şaşmadı ve ne kadar dayanıklı bir anlaşma olduğunu gösterdi,” dedi.
Paris Anlaşması Kural Kitabı hakkında Katowice’de alınan kararların, güven tazelemek ve küresel düzeyde dönüşümü hızlandırmak için önemli bir temel dayanak oluşturacağını da vurgulayan Tubiana, “İnsanların iklim değişikliğine dair endişeleri geçen yıl büyük ölçüde arttı. Bunda, giderek artan aşırı hava olaylarının ve IPCC 1,5 C derece raporunun da payı var. Tüm Avrupa’da iklim yürüşleri düzenleniyor, çocuklar COP24’te iklim eylemini arttırmak için eylemler yapıyor. Avrupa’nın Geleceği Zirvesi Mayıs’ta yapılacak ve bu Avrupa liderleri için ikim eylemini arttırmak ve Avrupa Birliği’ni karbonsuzlaştırmak için inanılmaz bir fırsat,” şeklinde konuştu.
Ancak konferansta alınan kararların Paris Anlaşması’ndaki kararları güçlendirmemesi, dünyanın mevcut taahhütlerle 3-3,5 derece ısınması anlamına geliyor. İklim değişikliğinin ekonomik etkileriyle ilgili en önemli raporun yazarı ekonomist Nicholas Stern, “karşı karşıya olduğumuz tehlikenin büyüklüğü ve aciliyeti göz önüne alındığında elde edilen ilerleme çok yetersiz, zira karbon dioksit emisyonları hala artıyor,” dedi.
Türkiye’nin talebi reddedildi
Türkiye’nin taleplerinde bu sene de bir somut sonuç alınamadı. Birleşmiş Milletler Çerçeve Sözleşmesi’ne göre Türkiye EK-1 ülkesi olarak, kalkınmış ülke olarak sınıflandırılıyor. Türkiye, Paris Anlaşması kapsamında “kalkınmakta olan ülke” olarak sınıflandırılmayı talep ediyordu.
Türkiye, COP24’e EK-1’den çıkma talebi ile gelmiş, bu talebe karşı Başkanlık, Avrupa Birliği adına Fransız Büyükelçi Bridgette Collet’i ikili görüşmeler ile sorunu çözüme kavuşturmak için görevlendirmişti. Collet, konuşmasında Türkiye’nin sorunu çözmek için gösterdiği iyi niyete ve çabalara dikkat çekerken, tarafların uzlaşamadığını aktardı. Bu talebe özellikle kalkınmakta olan ülkelerden itiraz geldiği belirtiliyor. Collet konuşmasında, Türkiye’nin uzlaşmacı ve yapıcı tavrına dikkat çekerken, konsensüs ve uzlaşma için yeterli zamanın olmadığını ifade etti.
Bunun dışında Katowice İklim Zirvesi, Türkiye’nin ilk defa kamuoyu önünde 1,5 C derece raporuna atıfta bulunduğu zirve olarak da tarihe geçti. COP24’te konuşma yapan Türkiye Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum “IPPC’nin 1,5 C derece raporu, iklim değişikliği eyleminin aciliyetini ortaya koyuyor” dedi.
İnsanın bireysel ve endüstriyel tercihleriyle gerçekleştirdiği faaliyetlerinin dünyadaki yaşamın sonunu getirdiğine dair uyarılar artık çığlık şeklini almakta. Bu çığlıklar yerini otomatik sirene bırakmadan “biz ne yapıyoruz” sorusu üzerine içtenlikle kafa yorma zamanı. Risk teorisyeni Ulrich Beck, bu eşiğin siyasal ve bilimsel dönüşlülükler üzerinden yükselecek bir düşünümsellikle aşılabileceğine işaret ediyor. Bir şekilde bilimsel hatalardan, yanlış yönlendirmelerden dönülecek, dönülmek zorunda…Bir tarafta yüz akademisyen ortak deklarasyonla iklim değişikliğini durdurmak için adım atılmazsa kıyametin yakın olduğuna dair acil eylem çağrısı yapıyor, diğer tarafta Greta “Bir geleceğimiz yoksa neden okula gidiyoruz?”diye soruyor. Birçok şeyi sırf almak için aldığımızdan mı yoksa ümit etmek ve çaba göstermek arasında bir bağlantı olduğunu unuttuğumuzdan mı bilinmez Greta’nın şu sözleri yüzümüze tokat gibi çarpıyor: “Umuttan önce eylem gelir!”
Sorun şu ki, ortak yol haritası oluşturulup hemen eyleme geçilmezse, istemek ve umut etmek için de artık çok geç olacak… Zira İklim Değişikliği Performans Raporu’nun (2019) sonuçları üç yıl aynı kalan karbondioksit emisyonlarının yeniden tırmanışa geçtiğini gösteriyor. Maalesef küresel ısınmanın bırakın 1,5 dereceyi 2 derecenin altında tutulması için bile dünya genelinde gösterilen çaba düşük. New Climate Enstitüsü’nden Profesör Niklas Höhne’ye göre 3 derecenin üstünde bir ısınma ise felaket demek! İlginç olan, dünya genelinde rüzgar ve güneş enerjisiyle üretilen enerji fiyatları üçte bir oranında düşmüşken dahi iklim tartışmalarına fosil yakıt sahibi ülkelerin delegasyonlarının damga vuruyor oluşu. Fosil yakıtlarına sımsıkı sarılan devletlerin hükümetleri ve şirketleri karar süreçlerindeki uyumlaşmayı zorlaştırırken, dünyanın suyu gerçekten ısınıyor…
Türkiye’nin son yıllarda karbondioksit emisyonlarındaki bu artışa katkısı büyük. Aksi halde Germanwatch’un hazırladığı İklim Değişikliği Endeksi’nde incelenen 57 ülke içinde güneş ve rüzgar kapasitesiyle açık ara şanslı bir ülkeyken başka nasıl 47. sırada olunabilinir? Anlaşılan o ki, Türkiye bu konuda çaba göstermeyi Avrupa Birliği iklim fonlarından yararlandırılmasına bağlamış… Fakat onaylı projelerle birlikte toplam 56 termik santralin sahibi olarak termik santral, hatta nükleer santral planlarına kucak açıp sermaye kaynaklarını da bu projelere akıtmanın neresindedir iklim için işbirliği niyeti ve gayreti?
Türkiye’nin adının fosil yakıt ve termik santralle anılmasına bir diğer vesile ise geçen hafta Japonya’nın Sinop Nükleer Santrali Projesi’nden çekilmesi haberi oldu. Japonya’nın ileri gelen ekonomi gazetesi Nikkei, Türkiye ve Japonya arasında 2013 yılında imzalanmış olan hükümetlerarası anlaşmayla inşa edilmesine karar verilen nükleer santral projesinin durabileceğini duyurdu. Zira projenin gerçekleştirilmesi için görevlendirilen Mitsubishi, Fukuşima sonrası güvenlik standartları gereğince 22 milyar dolarlık projenin maliyetini 2 katına çıkarıp 44 milyar dolar yapmak zorundaydı ve Türkiye tarafıyla anlaşılamıyordu… Bu nedenle nükleer santral yerine ne kadar ekmek o kadar mercimek köftesi mantığıyla düşük karbon emisyonlu termik santral kurmayı öneriyordu. Ne de olsa bunca zaman dünya kamuoyu her türlü felakete, atık problemine, yaşattığı endişelere rağmen nükleerin temiz, güvenli, ucuz olduğuna inandırılabilmişti… Yeni teknolojilerle kömürlü termik santrallerin emisyonlarının düşürüleceğine, yani kömürün temiz olabileceğine neden inanılmasındı? Ak kömür! Kömür beyazı…
Burda film bitti gibi görünüyor değil mi?
Maalesef bitmedi. Çünkü Türkiye’de hükümet Mitsubishi Şirketi’nden üst düzey yetkilinin bu beyanına istinaden, haberin üstünden 1 hafta geçmesine rağmen nükleer santralin akıbetine dair hiçbir açıklama yapmadı, hatta konuya hiç değinmedi! Mitsubishi de Nikkei gazetesine yaptırdığı haberi internet sitesinde yalanladı. Mitsubishi’nin şirketinin hisse değerlerini koruma çabası içinde olup haberi yalanlaması bir ihtimal olmakla birlikte burada esas soru işareti uyandıran Türkiye hükümetinin tavrı. Esasen Mitsubishi’nin Sinop Nükleer Santral Projesi’nin devam etmesi için satır arasında kalan bir de önerisi olmuştu: Maliyet farkını elektrik üretimine başlayınca faturaya yansıtmak! Güya Türkiye tarafı sıcak bakmamıştı bu öneriye… Öyle ya! Böyle bir haberin yayılması mart ayında yapılacak yerel seçim öncesinde kabul edilebilir şey değildi…
WWF (Doğal Hayatı Koruma Vakfı), Düzce’nin Yığılca ilçesinde gerçekleştirilecek örnek uygulama için “Ihlamur Vadisi Projesi Proje Alan Sorumlusu” arıyor.
Yargıtay, Ankara’da bir kadına tecavüz eden otobüs şoförüne verilen 34 yıl 8 aylık cezayı “Bir kadın gece veya gündüz, istediği saatte, istediği gibi dışarı çıkar. Hakları güvence altındadır” diyerek onadı.
Ankara’da 2017’de kullandığı halk otobüsüne gece 23.00’da binen kadını alıkoyan, tecavüz eden, parmağındaki yüzüğü zorla alan ve çıplak fotoğraflarını çekerek tehdit eden şoför İbrahim Tuncay’a verilen 34 yıl 8 aylık hapis cezası istinaf mahkemesinin ardından Yargıtay tarafından da onandı.
Yargıtay, Tuncay’ın mahkemedeki savunmasında daha önceki yargı kararlarını göstererek “O saatte orada ne işi vardı?” savunması yapmasına karşın savcının “Bir kadın gece veya gündüz, istediği saatte, istediği gibi dışarı çıkar. Hakları devletin güvencesi altındadır” yorumunu esas aldı ve hapis cezasında bu gerekçeyle indirim vermedi.
Avukat Hüsniye Şimşek, “Olumlu ama eksik karar. Bu nedenle ceza almalıydı. Bir de Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun davanın tarafı olması reddedildi. Kadınlar bu davalarda bu tavır nedeniyle yalnız kalıyor” diye konuştu.
İrlanda parlamentosu, kürtaj yasağına ilişkin yıllar süren tartışmaların ardından, 12 haftaya kadar kürtaja izin veren yasa tasarısını Perşembe günü onayladı. Yasa, Cumhurbaşkanı Michael D Higgins tarafından imzalanmasının ardından, Ocak ayında yürürlüğe girecek.
Ülkede Mayıs ayında yapılan referandum, kürtajı yasaklayan yasal düzenlemede değişiklik yapılmasının önü açmıştı. Referandumda kürtaj yasağının kaldırılmasını isteyenler oyların yüzde 66,4’ünü almış, yüzde 33,6’lık bir kesim ise kürtaj yasağının sürmesi yönünde oy kullanmıştı.
Cumhurbaşkanı Michael D. Higgins yayımladığı yazılı açıklamada, “35 yıl boyunca bir ulusu değiştirmeye çalışan, kalpleri ve akılları değiştirmeye çalışan kampanyacılara teşekkür etmek istiyorum” dedi. Higgins, “Çoğunluk için umursamamak daha kolayken, burada mücadeleyi yürüten azınlığa teşekkür etmek istiyorum” ifadelerini de kullandı.
Referandumda kürtaj yasağının kalkması çağrılarına destek veren Başbakan Leo Varadkar ise, İrlandalı kadınları için bunun tarihi bir gün olduğunu söyledi. Varadkar, “İrlandalı kadınlar için tarihi bir gün. Destek veren herkese teşekkürler” dedi.
Yasa 12 haftaya kadar kürtaja izin vermesinin yanı sıra ileriki dönemlerde annenin sağlığına tehlike oluşturması durumunda da hamileliğin sonlandırılmasının yolunu açıyor. İrlanda Anayasası’na göre, kürtaj yasağını ihlâl edenlere 14 yıla kadar hapis cezası verilebiliyordu. Bu nedenle kamuoyunda, yıllardır kürtaj konusunda derin bir ayrışma söz konusuydu.
Ülkede kürtaj yasağının kaldırılmasını isteyenler son 35 yıldır bu yönde kampanyalar yürütüyordu. 1980’den beri 170 bin İrlandalı kadın kürtaj olmak için komşu İngiltere’ye yolculuk yaptı.
Bu değişimle, Avrupa Birliği ülkeleri arasında kürtajı tamamen yasaklayan tek ülke olarak sadece Malta kaldı.
Halk hareketlerini bir giysi ile simgelemenin eski bir tarihi vardır.Kırmızı boneliler, külotsuzlar, kara gömlekler, kıravatsızlar, parkalılar vb.Bu kez de Fransa’da “Sarı Yelekliler” sokaklara döküldüler ve 17 Kasım’dabaşlayan ayaklanma belli ki tarihe bu adla geçecek.
Peki, etkileri itibariyle Fransa sınırlarını aşmaya aday görünen “Sarı
Yelekliler” ne gibi özellikler taşıyorlar? Hareket, bünyesinde hangi potansiyel
eğilimleri barındırıyor? “Sarı Yelekliler” zamanla devrimci bir çizgiye mi
evirilecekler, yoksa renklerine uygun, tutucu bir bataklığa mı saplanacaklar?
Ya da, üçüncü bir olasılıkla, ufak tefek iktisadi kazanımlarla yetinip,
kabuklarına mı çekilecekler? Bu konulardaki değerlendirme ve tartışmalar, yer
yer eylemle de bütünleşerek, daha uzun süre devam edeceğe benziyor.
•••
Aslında hareket 10 Ekim 2018’de bir kamyon şoförünün, Facebook’ta,
arkadaşlarını akaryakıtta artırılan vergiyi kınamaya davet eden çağrısıyla
başladı. İzleyen günlerde bunu başka çağrılar izledi ve hareket çığ gibi
büyüdü. Vergi karşıtı küçük bir girişimcinin kaleme aldığı dilekçeyi kısa
sürede bir milyondan fazla insan imzalamıştı ve bu arada hareketin gövdesini
besleyen damarlar da, yine Facebook’ta kurulan gruplarla oluşuyordu. Böylece,
kısa sürede, 3 milyon kadar üyeyi bir araya getiren 250’den fazla gurup
kuruldu. Bunlar kendi aralarında canlı temas kuruyor ve eylem hazırlıkları
yapıyorlardı. Bu hummalı iletişim dalgasında her “hesap”tan bir ses yükseliyor,
her türlü talep dile getiriliyordu. Hızla artan inter-aktif iletişim sayısı,
hareketin başladığı 17 Kasım günü 1,3 milyonu bulmuştu. İzleyen hafta sonunda
ise bu rakam 5 milyonu geçti. (Le Monde, 11 Aralık 2018).
•••
Önerilen eylem biçimleri çeşitliydi; fakat üzerinde en çok anlaşma sağlanan
eylem büyük yolları kesme ve böylece ulaşımı baltalama fikri oldu. Yolları
keserken de, eylemciler, daha iyi görünmelerini sağlayacak “sarı yelek”ler
giyeceklerdi. Zaten 2008 yılından beri her taşıt sürücüsü bagajında böyle bir
sarı yelek bulundurmakla yükümlüydü. Ona sahip olmayanlar da pazardan kolayca
temin edebilirlerdi.
Artık her şey tamamdı; hareket bu koşullarda başladı.
Sarı Yelekler hareketi sosyal medya sayesinde oluşmuştu; fakat onu kısa sürede
büyük bir güç haline getiren nedenler farklıydı. Bunlar kısmen mali, kısmen de
siyasi nedenlerdi ve sonunda da “Macron” ismi bu iki kategoriyi hızla
birleştiren simge haline geldi.
•••
Emmanuel Macron, 2017 Başkanlık seçimlerini aşırı sağın adayı Marine Le Pen’e
karşı, görünüşte açık farkla (% 66,1) kazanmıştı. Oysa asıl oylarını teşkil
eden ilk tur oy oranı sadece yüzde 24 idi. İkinci turda da -seçime
katılmayanlar ve rekor derecede boş oylar nedeniyle- kayıtlı seçmenlerin ancak
yüzde 43’ünün oyunu alabilmişti. Aslında bu rakamlar kendisini mütevazi olmaya,
“çoğunluğun” eğilimlerini de dikkate almaya zorluyordu. Oysa o, daha adayken
Fransızların “Jüpiter tipi” bir başkan arzu ettiklerini söylemiş ve başkan
seçilince de bu havalarla işe başlamıştı. Üstelik parlamento seçimlerine de
tamamen kendi oluşturduğu bir liste ile girdi ve çoğunluğu elde etti. Alain
Badiou’nun işaret ettiği gibi, yeni Meclis “bir plebisitin ürünü” idi ve
Fransa, III. Napolyon’dan beri, ilk kez, “adayların bir partiye değil, bir
adayın bir partiye sahip olduğu” bir döneme giriyordu. (Eloge de la Politique,
2017).
Macron’un kibirli söz ve tavırları, kendisi daha adayken hakkında sevimsiz bir
imaj yaratmıştı. Seçildikten sonra da bu devam etti ve “Jüpiter” teşbihinin
yanlış anlaşıldığını söylemesi kuşkuları dağıtmadı. Kaldı ki icraatı da
otoriter kişiliğinin ve sınıfsal tercihlerinin damgasını taşımaya devam
ediyordu.
•••
Macron emekçi sınıflara karşı empatiden yoksun bir siyasetçi izlenimi
yaratmıştı. Stanford’da Fransız kültürü ve edebiyatı dersleri veren Cécile
Alduy’a göre, “emekçi (laborieuses) sınıflar” derken, 19. yüzyılda bu sınıfları
“tehlikeli sınıflar” olarak gören varsılların diliyle konuşuyordu. Kendisi
“ilerleme”den yanaydı; fakat “ilerleme”yi sağlayacak olanlar, sevdiği deyimle,
“halatın ucundakiler” (premiers de cordée) idiler. Bunlar yüksek burjuvalardan
oluşuyordu ve arkadakiler de dağa onlar sayesinde tırmanacaklardı. İşte “Sarı
Yelekliler” hareketini anlamak için, en az katılımcıların iktisadi talepleri
kadar, Fransız halkının içinde bulunduğu bu psikolojiyi de anlamak gerekiyor.
Eğer bütün kırıp dökücü vandallıklara rağmen hareket kamuoyunda yüzde 70’lere
varan bir sempati uyandırdıysa, kuşkusuz bu yüzdendir.
•••
Macron’un parlamento seçimlerine tamamen kendi oluşturduğu bir liste ile
girmesi ve çoğunluğu elde etmesi -hiç olmazsa başlangıçta- işini kolaylaştırmış
görünüyordu. Ne var ki işler Macron’un umduğu gibi yürümedi. Daha François
Hollande dönemindeki ekonomi bakanlığı, onun tercihlerinin hep varlıklı
sınıflardan yana olduğunu ortaya koymuştu. Bu konuda tutarlı oldu ve daha
başkanlığının beşinci ayında, belki de “halatı” koparacak ve kendisini “dağdan”
düşürecek olan kararı aldı. F. Mitterand zamanında konmuş olan servet vergisi,
Meclis’te 20 Ekim 2017’de kabul edilen bir kanunla kaldırılıyor ve bu işlem
kamuoyunda “en zenginlere hediye” damgası yiyordu. Bu kanunla, hesaba göre, en
zengin 100 Fransızın her biri 1,5 milyon Euro kazanıyordu. (L’Humanité, 6
Aralık 2018). Bu miktar ortalama bir “Sarı Yelekli”nin 73 yıllık aylığına
tekabül ediyordu. Sanki, Yahya Kemal’in diliyle, “bir tel kopmuş, ahenk
ebediyyen bozulmuştu.” O tarihte komünist milletvekili Fabien Roussel, “Bu
karar derilerine yapışacak!” derken, adeta bugünleri haber verir gibiydi. 17
Kasım’da sokaklara dökülüp, yolları kesenler bu duyguyla harekete geçmişlerdi.
•••
Peki kimdi bu militanlar? Neler söylüyor, neler düşünüyorlardı?
Sayıları 300 bine ulaşan bu kavgacıların aslında ne partileri, ne de sözcüleri
vardı. “Biz halkız!” diyorlar ve siyaset dışı olduklarını iddia ediyorlardı. Ne
sağcı ne solcu idiler ve Fransa tarihinde, ilk kez, hem radikal solun hem de
radikal sağın alkışladığı bir hareket haline gelmişlerdi. Aralarında bol
miktarda Le Pen’ci militanın olması bir kısım solcuları ürkütmüş, hareketten
uzaklaştırmıştı. Oysa toplu halde siyaset dışı olduklarını söylemelerine
rağmen, elbette ki her katılımcının bir siyasi eğilimi vardı ve siyaset
bilimci, sosyolog ve coğrafyacılardan oluşan 70 üniversite üyesinin yaptıkları
bir araştırma ortaya ilginç bir tablo çıkardı.
•••
Bu tabloya göre harekete katılanların yüzde 33,3’ü hizmetlilerden, yüzde 14,4’üişçilerden, yüzde 10,5’u esnaftan, yüzde 5,2’si orta-üst kadrolardan, yüzde1,3’ü köylülerden ve kalan yüzde 25,5’i da işsizlerden oluşuyordu. (Le Monde,12 Aralık 2018). Siyasi tavırlar konusunda ise, Sarı Yeleklilerin yüzde 31’itarafsız olduğunu söylemiş, yüzde 5,4’ü sessiz kalmış, kalan yüzde 61.5’de-araştırıcıların oluşturdukları radikal soldan radikal sağa uzanan 7 dilimiçinde- duruşlarını sırasıyla şu yüzdelerle ifade etmişti: yüzde 14,9; yüzde16,9; yüzde 10,8; yüzde 6,1; yüzde 6,1; yüzde 2 ve yüzde 4,7.
Görüldüğü gibi bu tabloda radikal sağın (faşistlerin) oranı (% 4,7) korkulduğuölçüde değildi. Yine de bunların bir kısmı “tarafsızlık” kisvesi altında siyasikimliklerini gizlemiş olabilirdi.
Araştırmada hareketin fizyonomisini ortaya koyan diğer bilgiler de şunlardı:Katılımcıların yüzde 45’i kadındı; yaş ortalamaları 45 (Fransa ortalaması 41,4)olup, bunların yüzde 20’si yüksek tahsilliydi; aylık ortalama gelirleri 1700Euro (Fransa ortalamasının yüzde 30 altında) olup, katılımcıların yüzde 10’u da800 Euro’dan az kazanmaktaydı.
•••
Bu tablo ne gibi bir anlam ifade ediyor?
Aslında yorumlar çeşitli ve Sarı Yelekliler’le, 1950’lerde vergi haksızlığınabaş kaldıran Poujadist hareket, Mayıs-68 devrimci atılımı, İtalya’da Beş Yıldızpopülizmi ve ABD’de Trump’ı hazırlayan Tea Party gibi hareketler arasındabenzer noktalar aranıyor. Kimileri de Emmanuel Macron ile 2014-2016 yıllarıarasında İtalya’da başbakanlık yapan Matteo Renzi arasında paralellik kuruyorve bunun sonuçlarını irdeliyor. Önce bu son benzetmeden başlayalım.
Gerçekten de hem Macron hem de Renzi, başlangıçta yetenekli, hırslı vekarizmatik bir lider imajı yarattılar. Geleneksel sistemlerin çöktüğü birortamda hızla yükseldiler ve biri İtalya’da, öbürü de Fransa’da ülkelerinin engenç başbakanı oldu. Oysa İtalyan yorumcu Victoire Maurel “hayır!” diyor; ikisiyasetçi arasındaki asıl benzerlik hızla yükselişlerinde değil, aynı hızlaçöküşlerinde aranmalı. Ona göre “2016’da Renzi’ye karşı muhalefet için kurulanmekanizmaların aynısı bugünlerde Macron için kotarıldı.” İki ülkede de “akıldışı ve ölçüsüz bir kin”, kısa sürede iki lideri “ülkenin her kötülüğündensorumlu halk düşmanı” haline getirdi. Muhalefet de giderek şiddete dönüştü vepopülistler göçmenlere saldırmaya başladılar. Sonuç olarak, İtalya’da, Luigi diMaio’nun Beş Yıldız’ıyla, Salvini’nin Liga’sı gibi “ekonomik programlarıbirbirine tamamen zıt” iki popülist hareket ortak bir hükümet kurabildiler.Şimdi de, V. Maurel, Fransa’daki kırıcılığa işaret ederek, “Roma’danbakılınca”, diyor, “Sarı Yelekliler’in şiddeti bir deja vu tadı veriyor”. (Le Monde13 Aralık 2016). Kısaca İtalyan yorumcu, neredeyse “Fransa’da da birMélenchon-Le Pen anlaşması neden olmasın?” der gibi bir havada..
•••
Gerçekten de olabilir mi?
Gelişmelerin bu aşamasında, bir sürü nedenle, Fransa’da buna ihtimal verenlerinfazla olduğunu sanmıyorum ve bu ülkeyi tanıdığım kadarıyla böyle bir şeye bende inanmıyorum.
Buna karşılık radikal solun ağır bastığı bu hareket devrimci bir mecrayagirebilir mi?
Bunun da kolay olabileceğini herhalde kimse söyleyemez. Başta gelen neden de kuşkusuz“Sarı Yelekliler”in örgütsüz, programsız ve lidersiz olmalarıdır. SosyologEdgar Morin’in dediği gibi “başlangıçta hareketin başarısını sağlayan buunsurlar, sonunda onu yenilgiye sürükleme riski taşımaktadır”. Morin’in haklıolarak altını çizdiği gibi, krizin Fransa’ya özgü nedenleri olsa da, asılnedeni “zincirlerini kırmış bir küreselleşme” olgusunda yatıyor ve Fransa’daçözüme en büyük engel de “Başkan’ın ve Hükümet’in iktidarında değil, bunlarıkolonize eden kârın çok yüzlü iktidarında” aranmalı. (Le Monde, 5 Aralık 2018).
•••
Mélenchon’un “Boyun Eğmeyen Fransa” hareketinin ilham perilerinden ChantalMouffe ise Macron iktidarının “neo-liberal politikanın son aşaması” olduğunusöylüyor ve bu nedenle de muhalefetin “ancak sokakta oluşabileceğini” ilerisürüyor. Ona göre durum kuşkusuz “popülist” bir durum; fakat bu popülizm,“aşağıdakiler” (halk) ile “yukardakiler” (kast) arasında bir sınır çizmiş,ezilenleri “görünür” kılmıştır. Otuz yıllık neo-liberalizm hegemonyasındansonra Avrupa’da bir “dip dalgası” oluştu ve bunu da “oyumuz var, fakat sesimizyok” sloganıyla, en iyi şekilde İspanyolların İndignatos hareketi ifade etti.İtalya’da benzer özellikler gösteren Beş Yıldız popülizmi sağa kaydı; Fransa’dada aynı risk mevcut. (Libération, 1 Aralık 2018).
•••
Ne var ki bu risk, aslında Macron iktidarını da tarihin çöplüğüne silkeleyecekbir risktir ve bu nedenle de, uzun ve kaygılı bir sessizlikten sonra, Macronhalkın karşısına çok düşük bir profille çıktı. Sanki Jupiter gitmiş, yerineCanossa’ya, Papa’nın huzurunda diz çökmeye giden Kral Henry gelmişti. Bupsikoloji içinde Sarı Yeleklilere hiç de gönlünden geçmeyen her şeyi vaat etti.Artan vergiler kalktığı gibi, asgari ücret artacak, çalışanlar yıl sonunda primalacak, fazla mesailer vergiye tabi olmayacak ve sosyal yardımlar da artacaktı.
Oysa ok yaydan çıkmıştı; Sarı Yelekliler yine de teskin olmadılar. Üstelikortaya özgül taleplerle liseliler de çıktı. Artık sorun bir takım mali ödünleriaşan genel bir krize dönüşmüş görünüyor ve denizler dalgalanmadan dadurulmayacağa benziyor.
Başlık,1967 yılında çekilen politik bir filmin ismi. 1964 Yılında Brezilya’da solcu başkan Joao Goulart’ın ABD destekli bir askeri darbe ile devrilmesi ve sonrasında olanlara ilişkin, toplumun kabullenişi, halkın kolayca aldatılabilmesi üstüne yapılmış. Bu sorgulama hiç şüphe yok ki şimdi çok daha anlamlı. Nedeni ise açık, uzun zamandır toplumların bu şekilde yönlendirilişine tanık oluyoruz. Etrafınıza bir bakın, her yerde “garip” değişimler olmaya başladı. Başta Trump ve onun gibilerin seçilebilmesi, pek çok gelişmiş ülkede faşizan renkleri olan sağ hareketlerin yükselişi ve en önemlisi buna karşın hiçbir program ve hareketin paralel bir gelişme göstermeyişi. Bizde de öyle. En tipik olanı, yaşanan ekonomik krize karşı tepki, daha doğrusu tepkisizlik. Daha önce 2001 krizinde üstelik öyle kitlesel hareketler falan olmadan hükümet deviren, partileri baraj altında bırakan kolektif davranış yerini suskunluğa bıraktı. Şimdi 2001 krizinden daha ağır bir krize girildi ama kimsede tık yok. Bütün bunları açıklamak için evet, ekonomik, sosyal koşullar, siyasi durum,psikolojik etkenler vb. pek çok şey sayılabilir. Doğrudur da. Ama bu, toplumsal davranış tercihinin neden böylesi bir suskunluk olduğunu açıklamaya yetmiyor. Transagirmiş gibiyiz sanki.
Trans ve şok
Trans hali özel bir zihinsel durumdur ve zihnin büyük oranda içe dönük yoğunlaşması halidir. Bu durumda insanın algı filtreleri çalışmaz, motor hareketlilik asgari düzeye iner. Dış uyaranlar doğrudan beyine ulaşır ve değerlendirip filtre edecek bilinçli faaliyet durduğu için de beyin telkinlere açıktır. Günlük yaşamda herkes sık sık trans halini deneyimler fakat farkında değildir. Örneğin göz dalması ya da bir yolculukta düşüncelere dalıp zamanı fark etmemek gibi.
Çevresel koşullarda ani ve büyük değişikliklerin neden olduğu şok hali de transal bir durumdur.
Genelde trans ya da hipnoz gibiolaylar kişiye özel, biraz da mahrem kabul edilir. Fakat artık uygun şekilde adapte edilerek bundan toplum yönetiminde, hem de son derece etkin bir şekilde yararlanılıyor. Bu şaşırtıcı gelebilir. Ama bir yandan bilimsel olarak bu konudaki ilerlemeler, diğer yandan toplum ölçeğinde yararlanma imkanı veren maddi şartların gelişmesi ile bu artık mümkün oldu.
Engellenemeyen telkinler
Hipnoterapistler transı kendileri yaratarak ve daha da derinleştirerek yararlanırlar. Geleneksel hipnoz yaklaşımında terapistler doğrudan yönlendirici davranış ve sözler ile işe başlardı. Elindeki bir objeye odaklanılmasını istemekten, “şimdi rahatla” türü komutlar ile kişiyi yönlendirici bu yaklaşımda, iki tarafta işlemin farkında olurdu. Yani bu seansı kabul eden ne olacağını, nasıl olacağını önceden bilir ve davranışları da aslında önceden manipüle edilmiş olurdu. Eğer işler böyle kalsaydı elbette bundan toplumsal ölçekte yararlanmak çok daha sınırlı kalabilirdi. Ama öyle olmadı. Beyin ve beynin nasıl çalıştığına dair bilgiler arttıkça yeni yöntemler gelişti. Örneğin, Amerika’da kendisine “bay hipnoz”gibi unvanlar verilen ve modern hipnoterapinin gelmiş geçmiş en büyük temsilcilerinden biri sayılan Dr.Milton Erickson, bilinçaltına kişi farketmeden ve direnç göstermesine fırsat vermeden, bir anlamda arka kapıdan ulaşan bir yöntem geliştirerek bu farkındalığı ortadan kaldırdı. Erickson, danışanı ile sadece konuşarak hissettirmeden ve gözleri açıkken onları hipnotik bir hale sokabiliyordu. Hatta çok sayıda danışanı hipnotize edildiğini yıllar sonra öğreniyordu. Üstelik bunu gruplar halinde, toplu da yapabiliyordu. Peki neydi bu işin sırrı? İnsanın aklına hemen dolanıveren bu vb. soruların cevabı ise oldukça basit. Kuşkusuz doğaüstü bir olay yoktu ortada. Çünkü O’nun yöntemi aslında gücünü tek bir şeyden, kullandığı dil kalıplarından, yani dilinden alıyordu. Kelimeler beynimizin kodları gibi işler ve Erickson bu konuda son derece ustaydı. Ama ne yazık ki hırsızlara yol gösterdiğini bilmiyordu.
Bu yaklaşım, yani insanların farkındalığına yakalanmadan gizli telkinler vermek ya da yönlendirmek, zamanla tıptan çıkıp farklı uygulama alanları buldu. Her dalda orijinal gereksinmeler ve araçlar ile gelişerek önce ticari ve daha sonra kitle yönetiminin temeli oldu. Trans ya da hipnoz insanlar için nasıl çalışıyorsa, aynı mekanizmadan kitlelerin yönlendirilmesi ve yönetilmesinde yararlanılıyordu artık.
Dr. Milton Erickson
Toplumu transal bir duruma sokmak, gerekirse şoka uğratacak işler becermek, artık günümüzde bir istisna değil. N.Klein“şok doktrini” çalışmasında, CIA el kitabında sorgu tekniği olarak da yer alan bu gibi yöntemlerden toplum düzeyinde nasıl yararlanıldığını etraflıca anlatır. Darbe, terörist bombalama eylemleri ya da şehirleri yerle bir eden kasırgalar gibi bir felaket gerçekleştiğinde toplumun kolektif bir şok durumuna girmesini egemenlerin nasıl bir fırsata çevirdiğine ilişkin pek çok örnek verir. Ama şimdi böyle bir felaket gerçekleşmesini beklemeden de trans ya da şokun sağladığı sonuçlara ulaşabiliyorlar.
Modern yaşamda kafa karıştırmak ya da aşırı yüklemek
İnsanlar kafa karışıklığı yaşadıklarında ya da aşırı dış uyaran aldıklarında da kendi içine yoğunlaşıyor ve dış dünyaya olan ilgileri azalıyor. Bir çeşit trans hali gibi uyaranlara daha tepkisiz ve durgun kalıyorlar. Teşbihte hata olmaz ama tıpkı aşırı yüklenen bir bilgisayarın çalışma hızının ağırlaşması ya da donması gibi. Kentlerde yığılan insanlar için de günlük yaşam bile çok sayıda problem anlamına geliyor. Buna iktidarın propagandaları, toplumsal yaşamın haberleri, reklamlar vb. binlerce veri daha bindiğinde önce bir çeşit seçicilik ile baş etmeye çalışılıyor ama sınırları zorladığında az önce değindiğimiz ilgisiz ve tepkisizliğe geçiş kaçınılmaz oluyor. İktidarlar için bulunmaz bir avantaj olan bu halin artık onlar tarafından yapay gerçekleştirilebilir olması ise işin ürkütücü tarafı. Bunu da İletişim olanaklarının muazzam artışı ve onlara sahip olmanın avantajını, uygun dili kullanma becerisi ile birleştirerek başarıyorlar. Küçük çaplı, toplumsal yaşam içerisinde kendiliğinden gelişen olaylar bile bu anlamda kullanılıyor. Ülkemizden bu koşulların propaganda için ne kadar rahat ve telkin vermeye ne kadar uygun olduğunu gösteren bir örnek vermek istersek yakın zamanda RTE’nin yaptığı bir açıklamadan aktaracağımız şu alıntı güzel bir örnektir. Şöyle diyor:
“Bir İnsan Hakları Günü’nü daha maalesef Suriye’den Irak’a, Arakan’dan Filistin’e kadar gönül coğrafyamızın farklı bölgelerinde yaşam hakkı dahil en temel insan haklarının hiçe sayıldığı,Yemen’de yüz binlerce çocuğun menfaat çatışmasına kurban edildiği bir dönemde karşılıyoruz… Zalimin ve mazlumun kimliğine göre tavır belirleyen zihniyet, yüzmilyonlarca insanın nazarında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni de anlamsızlaştırmaktadır. Bu süreçte Türkiye, yurt dışında komşularından başlayarak küresel ölçekte adaletin tecellisi için mücadele ederken, yurtiçinde de demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla yerleşmesi için kapsamlı reformlara imza atmıştır.”
Burada Erdoğan, önce genel, herkesin kabul edeceği doğruları dillendirerek başlıyor. Bunları öyle bir söylüyor ki bu doğruları siz onaylarken aynı zamanda bilinçdışı bir şekilde kendinizi, yaşadığınız ülkeyi de bunlardan uzak, tersine haksızlıklara karşı çıkan bir ülke gibi algılıyorsunuz. Erickson tarzı bir telkin. Hemen arkasından da açık bir mesaj, “biz yurt içinde de demokrasinin…….” diye kendi iktidar algısı ile paralellik kuruveriyor. Biraz önce belirttiğim şekilde transal bir halde sessiz yığınlar bu mesajları bilinçli olarak değerlendirmeyecekleri için olduğu gibi zihinlerine yerleşecek, zaman içerisinde dönüp değerlendirmek istese bile orada olan “doğrular” toplam anlamı fark edilir olmaktan çıkaracaktır. İşte size çok basit ve aslında biraz sırıtan bir örnek. Bir de bunun çok daha ustaca yapılanlarını düşünün olayın anlaşılmasına yeter. Kimileri hayır ben böyle etkilenmedim diyebilir. Elbette, bu herkes için geçerli olmaz. Birincisi siz masaya gönüllü oturanlardan değilseniz ya da kafanız çok karışık duygusal olarak aşırı yüklü değilseniz bu konuşmaya gönüllü olmadığınız için algılarınız açık kalacaktır ve etkilenmeyeceksinizdir. Ama unutmayın, masaya konuşmak, anlamak için oturan milyonlar var. Ha, bir de mevcut koşulları, insanların nasıl kıstırılmış hissettiklerini dikkate alın
Kuşkusuz totaliter yönetimler bu anlamda çok daha uygun koşullara sahip. Ancak demokratik özgürlüklerin nispeten kullanılabilir olduğu ülkeler de bundan muaf değil. Toplum bu hale geldiğinde en açık, en temel problemler için bile herhangi bir şey yapmak son derece zor.
Transtan çıkmak!
Toplumun bu hipnotik etkiden biran önce kurtulması gerek. Bunun için hipnoterapistlerin yaptığı gibi parmaklarımızı şaklatarak uyandıracak etkiye sahip bir şey yok elimizde ama bu etkiyi sağlayan en önemli aracın dil olduğunu biliyoruz. Şu halde ona ulaşan bütün telkinleri dezenforme edecek yeni bir dilde düşünmeyi, konuşmayı ve yazmayı becererek, bu dilde sesimizi duyurarak bunu yapabiliriz. Topluma, bir bakıma aynı mekanizmayı tersine kullanarak bu duruma sokmak için yüklenen duygu ve telkinleri boşaltıp rahatlatacak mesajları ulaştırabiliriz. Korkmuş ve kafası karışık kitleleri bu yükten kurtaracak umudu canlandıracak, her şeyin mümkün ve basit olduğunu yani karışık olmadığını telkin eden somut, pratik yolları göstererek, söylemde ve eylemde, bu mesajları vererek yapabiliriz. Kısaca iktidarın topluma dönük her söylem ve icraatına kalkan olacak öyle bir dil kullanmalı ki onları etkisi altına alan bu zihinsel mesaj ağının yayınını etkisizleştirsin, telkin ve mesajlarının taşıdığı anlamı bozarak, gizli telkinlerini çıplak, görülür, dolayısı ile kolayca anlaşılır ve gerçekte kendisi için taşıdığı tehlikeyi fark edilir hale getirsin.
Bu noktada karamsarlığa yer yok. Sanıldığı kadar zor bir şeyden söz etmiyorum. İyi de bu nasıl bir dil diyorsanız eğer, daha sonra açıklamaya çalışacağız ama bir örnek vererek bu işin ne kadar zor ya da kolay olacağının takdirini size bırakayım. Mutlaka benzer bir şeyi yaşamışınızdır; yüksek sesle direktifler veren bir öğretmen, ebeveyn ya da resmi otoriteyi temsil eden birisi, siz ezilip büzülürken aniden bir dil sürçmesi ile ağzından saçma, yanlış bir söz çıkarsa ortamın aniden o ciddiyetten nasıl uzaklaştığını hatırlayın. Bütün o kasvet dağılıverir. Daha önce söylenen incitici bütün sözlerin etkisi de birden cam gibi kırılır, dağılıp yok olur. Eh, anlayacağınız gibi cama şekil vermek zor olabilir ama kırması hiç de zor değil. Mesele, üstünüzde beklenen etkiyi yapsın diye oluşturulan kalıbı kırmak. Bir kere kırıldı mı tekrar aynısını yapmak çok zordur.
İktidarlar bu vb. kendi planlarını bozan işleri her zaman çok büyük tehlike olarak görürler. Yakın zamanda bizde de bu korkusunu gösteren iyi bir örnek yaşandı; bir muhalefet lideri düzmece iddialar ile tutuklanıp hapse atıldı. S. Demirtaş’tan bahsediyorum. O, bu konuda doğal bir yeteneğe sahipti ve farkında olmadan iktidarın yaratmak istediği etkiyi kırıyordu. Onun kullandığı mizah ve umut yüklü dil, iktidarın buyurgan ve kibirli söylemlerinin içini boşaltıyordu. Zaten mizaha her otoriter rejim düşmandır bu yüzden. Bizde de iktidar bundan o kadar tedirgin oldu, korktu ki bir yolunu bulup onu hapse atmaktan başka çare bulamadı. Yoksa Demirtaş ne milyonları peşinden sürükleyen bir lider, ne kitleleri kıskıvrak avucunun içine alan bir hatipti.
Yani, yani, bu iş olabilir. Fakat asıl zorluk, toplumsal ölçekte tek tek yapılan işlerin buna yetmemesi. Bunun için hep birlikte ve uyumlu hareket etmek, organize olmak ve söylenecekleri her yerden duyulur yapmak gerek. O zaman bir fısıltı bile bunu sağlayacak kadar etkili olabilir. Yani, evet, siz ne demek istediğimi anladınız.
Bakanlık, “Kontrol lokomotifinin o rayda olmaması gerekiyordu”
dedi ya. Hayır, o lokomotif, adı üzerinde, kontrol yapmak üzere tam da
bulunması gereken raydaydı. Orada olmaması gereken Yüksek Hızlı Tren’di.
Tren o hatta yanlışlıkla girdi.
Makinistler
Kadir Ünal, Adem Yaşar ve Hulusi Böler bugün toprağa girmek yerine,
sabah kahvaltılarını edip erkenden mesailerine gidebilirlerdi. Kılavuz
lokomotifte bulunan ve ağır yaralanan Kenan Günay yoğun bakımda
olmayabilirdi.
En son karşılarında gördükleri ışıkla aynı rayda olduklarını
anladıklarında kim bilir nasıl bir çaresizlik ve korku yaşadılar? Büyük
ihtimalle düşünmeye bile fırsatları olmadı. Sonra her şey büyük bir
gürültüyle karanlığa gömüldü.
Böyle olmayabilirdi. Yolcular Yusuf Yetim, Tahsin Ertaş, Arif Kahan
Ertik, Berahitdin Albayrak, Kübra Yılmaz ve Ebru Erdem Ersan da şu
sırada akşam ne yapacaklarını planlıyor olabilirdi.
Proje bitti mi, bitmedi mi?
Resmi adıyla ‘Sincan-Ankara-Kayaş Hattı’nın Yeniden İnşa Edilme İşi‘ni uzun çabaların ardından Gülermak-Kolin ortaklığı almıştı. Proje Kolin’in sayfasında hala ‘Devam Eden Projeler’ kısmında.
Dolgu işi, güzergah kazısı, istasyon düzenlemesi, hat döşenmesi, üst ve
alt geçitler, menfezler dışında, elektrifikasyon işlerinin yanısıra,
sinyalizasyon ve telekomünikasyon da ihale kapsamında. Ama proje henüz
bitmeden ‘Geçici Kabul’ yöntemine başvurulmuş ve çalışma devam ederken seferler başlamış.
Trenlerin aynı hatta kafa kafaya gelmesine engel olan tek sistem
sinyalizasyon sistemi, günde 12 trenin sefer yaptığı bu hatta bir türlü
bitmemiş! Bu durum bazılarının dikkatinden kaçmamış. Sinyalizasyon ‘Ankara BaşkentRay Banliyö Tren Sistemi’ başlığıyla oluşturulan yüzlerce sayfalık forum yazışmasında son iki aydır en çok tartışılan konu. Bir kullanıcı 8 Ekim’de “Sinyalizasyonun
ne zaman biteceği konusunda bilgisi olan bizimle paylaşırsa
sevinirim. Burası çok işlevsel bir hat. Artık bitse iyi olur. Ayrıca YHT
seferlerinin de hızlanması sağlanmış olur böylece” demiş.
Bir başkası 21 Ekim’de “Tren hattına yakın mesafede
oturuyorum, sinyalizasyon adına bir çalışma da görmüyorum. Sinyalizasyon
ihalesi ayrı mı yürütülüyor acaba, mevcut işe dahil değil miydi?
Çalışma gerçekten var mı merak ediyorum” diye yazmış.
Bir başka kullanıcı da bu soruyu hemen ertesi gün CİMER’e yöneltmiş. CİMER’den 14 Kasım’da aldığı cevabı “Sinyalizasyonu sordum, gelen cevap bu oldu” diyerek aktarmış: “T.C.
Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi (CİMER)’ne 22.10.2018 tarihinde
yapmış olduğunuz xxxxxxxxxx sayılı başvurunuz 14.11.2018 tarihinde
DEMİRYOLU MODERNİZASYON DAİRESİ BAŞKANLIĞI tarafından cevaplanmıştır:
Başkentray işletmeciliğinde tüm emniyet ve güvenlik tedbirleri alınarak
makaslar kumandalı olmak üzere TMİ olarak işletmecilik yapılmaktadır.”
TMİ nedir?
Açılımı ‘Trafiğin Merkezden Telefonla İdaresi’. Bu sistem meslek yüksek okulu öğrencilerine Milli Eğitim Bakanlığı’nın verdiği bireysel öğrenme materyalinde “İnsan hatası yönünden olaylara açık olması, tren trafiğini olumsuz yönde etkilemektedir”
notuyla tanıtılıyor. Sayısız ihtimal için sayısız haberleşme yöntemi
var. Bu yolla merkezden istasyona telefonla, oradan da Ankara’da olduğu
gibi trene telsizle haber talimat veriliyor.
Mesela trafik kontrolörü, Ankara’da olduğu gibi muhtemelen gece 12’de
başladığı mesaiyi bitirmesine bir buçuk saat kala, Yüksek Hızlı Tren ve
Kılavuz Lokomotif’le ilgili durumu hareket memuruna söylüyor. Hareket
memuru ve tren teşkil memuru muhtemelen 12 ilâ 14 saatlik vardiyalarının
10 saatini geride bırakmışlar. Hareket memuru aldığı talimatı teşkil
memuruna aktarıyor. Tren teşkil memuru makasları ayarlıyor. Tren bu
şekilde yola devam ediyor ve yol kontrolü yapan Kılavuz Lokomotif’e
çarpıyor.
Sinyalizasyon olsa, böyle olmayacaktı. O zaman makinistin önünde o
yola girmemesi gerektiğini anlatan ışıklar olacaktı. Diyelim makinist
uyudu, kırmızı ışığı görmedi. O zaman trendeki mekanizma harekete
geçecek, tren kendiliğinden duracaktı.
Korkma oğlum, bas!
Pekiyi ihaledeki yükümlülüklerin en can alıcısı olan sinyalizasyon
tamamlanmadan, neden Yüksek Hızlı Trenler’i de kapsayacak şekilde sefer
sayıları artırıldı?
Cumhurbaşkanı 12 Nisan 2018’de Başkentray trenini makinist koltuğunda
düdük çalarak hareket ettirirken, yenilenen demiryolu hattının
sinyalizasyon çalışmasının bitmediğini bilmiyor muydu? Tüm ‘ilgililer’ bunu bilmiyor muydu? Buna neden göz yumuldu?
Bu cahillikle açıklanacak bir durum değil. Yarım yamalak bir projeyi bitmiş gibi halka gibi yutturmak söz konusu. ‘Halka hizmet etme’
iddiasında olup, halkın ölümüne sebebiyet vermenin bir karşılığı
olmalı. Ama bu hataların bedelini, uzun mesailer ve riskli yöntemlerle
çalıştırılanlar ödüyor.
Pamukova’da 22 Temmuz 2004’te 41 kişinin öldüğü hızlandırılan tren
kazasında iki makinistten biri 8‘de 1, diğeri 8’de 3 kusurlu
bulunmuştu. İkisi de hapis yatıp çıktı. Kazadan 8’de 4 sorumlu tutulan
TCDD’de ise ceza alan olmadı.
Bir makinistin aktarımıyla, trenleri emniyet devre ayarlarını bozarak ‘hızlandıran’, teftiş ettiği makinistlere gecikmemeleri için “Korkma oğlum, bas!” diye baskı yapan, “Bu vagonlar bu hıza uygun değil”
diyen Atölyeler Dairesi başkanını görevden alan eski TCDD genel müdürü
Süleyman Karaman, bugün AKP Erzincan milletvekili. Kendi sayfasında,
isminin altında “Hükümetimizin 2003 yılından itibaren Demiryolu
Sektörünü devlet politikası olarak kabul etmesiyle birlikte Yüksek Hızlı
Tren projeleri başta olmak üzere 100’ü aşkın önemli demiryolu
projesinde rol oynayan ve başarıyla hayata geçirilmesinde önemli katkı
sağlayan isim oldu” diye yazıyor. Pamukova’dan bahis yok.
Tavşancıl’da sekiz kişinin ölümüyle sonuçlanan kazadan da. Kusurun 8’de
4’ünün kendi yönetimine yüklendiğinden de. O zaman istifa eden ya da
makinistler dışında görevden alınan kimse de olmamıştı. Dönemin
başbakanı Erdoğan’ın “Ulaştırma Bakanı istifa edecek mi” sorusunu soran gazeteciyi nasıl fırçaladığını da hatırlarsınız. Pamukova’da olduğu gibi Ankara’da da ceza yine ‘aşağıdakiler’ekesilecek.
Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası (BTS) Genel Başkanı
Makinist Hasan Bektaş’ın paylaştığı verilerine göre şu an Türkiye’deki
12 bin 534 kilometrelik hattın sadece 5 bin 534 kilometresi
sinyalizasyonlu. Gerisi TMİ yöntemiyle idare edilmekte.
BTS’nin Ankara Şube Başkanı İsmail Özdemir de yılların makinisti.
Aynı hatta daha iki gün önce aynı Kılavuz Lokomotifi kullanmış. Kazada
can veren makinistleri tanıyor, içi paramparça: “Bu sistemde
telefon, telsizle, kulaktan kulağa talimatla pür dikkat çalışmak
zorundayız. Hata yapmak çok kolay. Sinyalizasyonun ve otomasyon
sisteminin acilen tamamlanmasını, koşulların bir an önce
iyileştirilmesini istiyoruz”
Siz bu yazıyı okurken o raylarda başka trenler hareket ediyor.
İKSV Tiyatro Festivali’nin düzenlendiği Kasım ayında İstanbul’daydım ve epeyce bir gösteri izleme fırsatım oldu. Gördüklerimden dördü (biri festival kapsamında değildi) devasa salonlarda, ciddi miktarlarda para ödenerek izlenen Avrupa kaynaklı işlerdi. Bunlardan yalnızca birinin, Netherlands Dance Theater 1’in (NDT) gösterisinin görülmeye değer olduğunu düşündüm. Dans ve dans tiyatrosuyla uğraşan birçok kişinin de, bütçelerini aşan fiyatlara rağmen, bu gösteriyi izlemeyi başardığını sanıyorum.
Dans gösterilerinin ne amaçla sunulduğu ve izleyiciden neyi, nasıl izlemesinin beklendiği çok uzun zamandır tartışılır: Bir dans gösterisinde izleyicinin kalkıp gelmesine, parasını ve vaktini harcayarak izlemesine değer olan nedir? Bu soruya verilen yanıtlar burada özetlemeye bile gelmeyecek ölçüde çok ve karmaşık.
Yaygın kanılardan biri, dans gösterilerine eğitimli, sağlıklı ve yetenekli bedenlerin herkesin yapamayacağı, genelde “güzel” ve ilginç sayılan biçimler oluşturmasını ve bunu başarmak için harcadığı çabayı izlemek için gidildiğidir. Bu beklentiyle giden izleyicilerin aradıklarını NDT gösterisini oluşturan dört yapıttan üçünde kesinlikle bulmuş olduğunu düşünüyorum. Gerçekten de şu sıralarda NDT dansçılarından daha maharetlisi pek yok ve söz konusu üç dansın koreografisi yaygın güzellik şablonları gözetilerek kurgulanmıştı. Ben bu türden işlerde yeni denilebilecek bir nitelik ya da izlenebilir bir düşünsel çizgi arayan biriyim ve bu üç yapıtta onları bulamadım.
Dördüncü yapıt, NDT için koreograf Crystal Pite tarafından iki yıl önce hazırlanan The Statement, diğer işlerin çok ötesine geçen, üzerinde düşünmeyi gerektiren, son derece kayda değer bir işti. ti.
The Statement’ta dört dansçı sahne ortasında enlemesine duran uzunca bir masa çevresinde hareket ediyor. Gömlek, ceket, pantolondan oluşan giysiler şirket yada resmî kurumların toplantı salonlarını anımsatıyor. Dans hoparlörlerden duyulan, birkaç kişi arasında geçen heyecanlı konuşmalar ve tartışmalar eşliğinde başlıyor. Neden konuşulduğu net değil: yalnızca bir planın başarıya ulaşamadığı, acilen çözüm gerektiği, yukarlardakilerin durumdan hoşnut olmadığı, ciddi bir gerilim yaşandığı gibi sonuçlar çıkarabiliyoruz.
The Statement’ı Kurt Jooss’un iki dünya savaşı arasında, 1932’de yarattığı ve ilk dans tiyatrosu yapıtı sayılan The Green Table adlı işini anımsamadan izlemek olanaksız (Pite’ın bu referanstan söz ettiğini duymuş ya da okumuş değilim). Jooss’un işi de bir masa çevresinde yer alıyor: O yıllarda diplomatların sürdürdüğü uluslararası barış görüşmelerinin yapmacık bir oyun olduğunu, sonunda yine ölümün kazanacağını anlatan, bilardo masasını andıran bir masa. Yani, her iki yapıt da hiyerarşik yapılanmalardaki çekişmelerin,çıkar ilişkilerinin belirleyiciliğini vurguluyor, mevcut düzene son derece eleştirel ve karamsar bakıyor diyebilirim.
The Green Table’da Jooss’un temsilî masklar takılı dansçıları dramatik bir müzik eşliğinde, danslaştırılmış jestlerle bir anlatı sunuyor. Pite’ın dört dansçısı ise kayıttan duyulan konuşmaları müzik gibi kullanıyor, hareketleri sözlerin sesi ve anlamı tetikliyor ve biçimlendiriyor. Hareketler bu sözlere günlük hayatta eşlik eden jestlerin büyütülmüş, abartılmış, hatta bazen akrobatikleştirilmiş hallerinden oluşuyor. Sözün anlam iletmek yanı sıra ses(müzik) olma işlevi de üstlenmesi, hareketin soyut biçimler yaratmak yerine tanıdık jestlerden kaynaklanması, dansın zamanlamalarını sözün karmaşık,düzensiz temposunun belirlemesi bu yapıtın en kayda değer, ufuk açan nitelikteki yanları.
Ne var ki, ben yaklaşık yirmi dakikalık dansın birinci yarısındaki bir çuval incirin ikinci yarı tarafından berbat edildiğini düşünüyorum:
Dansın yaklaşık onuncu dakikasında (durup dururken) bir “gizemli atmosfer” müziği giriyor, sözler birbirine karışmaya başlıyor ve birtakım ışık oyunlarıyla birlikte dans kabusumsu bir havaya bürünüyor, giderek basmakalıp beden mahareti ve dramatik biçim gösterimine dönüşüyor. Sanki koreograf ortaya attığı bu yeni ve cüretkar fikirde ancak o kadar direnebilmiş, onuncu dakikadan sonra dayanamayıp geleneğe taviz vermiş gibi. Yapıtın giderek tekdüzeleşmesi sorunu vardıysa bunu kayıttaki metin düzeyinde gelişmelerle, değişimlerle çözebilirdi diye düşündüm.
Dans ve dans tiyatrosuyla uğraşanların bu “kilometre taşı” niteliğindeki iki yapıtı incelemesinde büyük yarar olduğunu düşünüyorum. Videoları internette mevcut.