Ankara’daki Yüksek Hızlı Trenin (YTH) kılavuz lokomotifiyle çarpışmasıyla ilgili üç TC Devlet Demiryolları (TCDD) çalışanı gözaltına alındı.
Resmi açıklamaya göre çarpışmada dokuz kişi öldü, 47 kişi yaralandı. Çarpışma Ankara Çiftlik mevkiinde Marşandiz istasyonu girişinde yaşandı. 206 yolcusu bulunan YTH, 6:30 hareket saatiyle Ankara’dan Konya’ya gidiyordu.
Yürütülen soruşturma kapsamında, kusurlu oldukları gerekçesiyle TCDD’de görevli hareket memuru S.Y, tren teşkil memuru (makasçı) O.Y. ve kontrolör E.E.E. hakkında gözaltı kararı verildi.
Üç TCDD çalışanı Yenimahalle İlçe Emniyet Müdürlüğüne götürüldü.
Çapışmayla ilgili çelişkili açıklamalar
Anadolu Ajansı ilk açıklama olarak trenin üst geçide çarptığını duyurdu.
Sosyal medyada bir trenin üst geçide nasıl çarpmış olabileceği tartışılırken, Ankara Valiliği’nden ilk açıklama geldi: “Tren üst geçide değil, banliyö trenine çarptı.”
Daha sonra Ulaştırma Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada trenin banliyö trenine değil, kılavuz trene çarptığı belirtildi.
Ardından Ankara Valisi Vasip Şahin, çarpışmadan yaklaşık iki saat sonra çarpışmanın kılavuz tren ile gerçekleştiğini açıkladı.
Çanakkale’nin tek içme ve sulama havzası Atikhisar’da altın madeni çalışması yürüten Kanadalı Alamos Gold Şirketi’ne bağlı Doğu Biga Madencilik şirketinin faaliyetlerini durdurduğu açıklandı. Şirketin faaliyetlerini, Maden İşleri Genel Müdürlüğü (MİGEM) tarafından madeni çıkartıp işlemek için kuracağı fabrikaya izin vermemesi nedeniyle durdurduğu belirtildi.
Çanakkale’nin tek içme ve sulama kaynağı Kirazlı köyü Balaban mevkiinde yer alan Atikhisar Su Havzası’nda bir süredir siyanürlü altın madeni işletmesi yapan Alamos Gold Şirketi’ne bağlı Doğu Biga Madencilik şirketinin faaliyetlerini durdurduğu açıklandı. Çanakkale’de büyük tepki toplayan ve protestolara neden olan şirkete geçtiğimiz aylarda Kirazlı Altın ve Gümüş Madeni Kapasite Artışı ve Zenginleştirme Tesisi Projesi` için Valilik tarafından Gayri Sıhhi Müessese Ruhsatı (GSMR) verilmişti. Geçtiğimiz günlerde birçok işçiyi çıkartan işletmenin madeni çıkartıp işlemek için kuracağı fabrikaya MİGEM’in izin vermediği, bunun üzerine küçülmeye giderek faaliyetlerini durdurduğu açıklandı. Şirket yetkililerinin konuyu doğrulayarak; “Çok hızlı ilerlemiyor. GSM’mizi aldık şimdi yer izni bekliyoruz. İzinleri aldıktan sonra işlere devam edeceğimiz için bir bekleme sürecine girdik, faaliyetleri durdurduk” açılamasında bulunduğu belirtildi.
Alamos Gold Şirketi’nin yerli ortağı Doğu Biga Madencilik tarafından Çanakkale’nin tek içme ve sulama suyu havzası Atikhisar’da yapılmak istenen altın madeni işletmesine Çanakkale halkı büyük tepki göstermişti. STK ve çevre örgütleri Danıştay’ın ‘ÇED onayına’ iptal kararı vermesine rağmen devam eden ağaç kesimlerini birçok defa alana giderek protesto etmişti. Çanakkale’nin tek içme ve su kaynağı Atikhisar’da yapılmak istenen Altın madeni işletmesi için Çanakkale Valiliği tarafından ‘GSMR’ verilmiş konu Belediye Meclis gündeminde birçok defa yer alırken, yine STK’lar tarafından protestolar yapılmıştı.
Ankara-Konya seferini yapan Yüksek Hızlı Tren (YHT) Yenimahalle ilçesine bağlı Marşandiz istasyonunda yol kontrolünden dönen kılavuz tren ile çarpışmış, çarpışmanın etkisiyle istasyonda bulunan üst geçit de vagonların üstüne yıkılmıştı.
Ankara
9 kişinin öldüğü, 47 kişinin de yaralandığı kazaya ilişkin Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) ile Birleşik Taşımacılık Sendikası (BTS) ortak bir basın toplantısı düzenledi.
Yapılan açıklamada dün (13 Aralık) meydana gelen tren kazasında siyasi ve idari sorumluluğa dikkat çekilerek, demiryolu hattında bulunması gereken sinyalizasyon sistemlerinin devrede olmaması nedeniyle trafiğin manuel haberleşme yoluyla yapılmasının faciaya davet çıkardığı şu sözlerle belirtildi.
“Çorlu’da yaşanan ve hepimizin yüreklerindeki acısı hala tazeliğini koruyan tren faciasının 5 ay sonrasında yeni bir faciayla yüz yüze gelmek, bu olayların ‘kazayla’, ‘dikkatsizlikle’ ya da ‘ihmalle’ açıklanamayacak sistematik nedenleri olduğunu göstermektedir.
“Söz konusu sinyalizasyonun devrede olmaması faciaya davetiye çıkarmıştır”
Bugün yaşanan faciayı yerinde inceleyebilmek ve tespitlerde bulunmak üzere arkadaşlarımız sabahın erken saatlerinde olay yerine gitmiş, fakat henüz emniyetin ve savcılığın olay yeri incelemesi tamamlanmadığı için nitelikli bir değerlendirme yapılamamıştır. Bununla birlikte olay yerinden ilk gözlemlerimiz ve kazanın yaşandığı hatta ilişkin bilgilerimiz, facianın demiryolu hattında bulunması gereken sinyalizasyon sistemlerinin hazır durumda bulunmamasından kaynaklandığını göstermektedir. Söz konusu sinyalizasyonun devrede olmaması, hatlar üzerindeki trafiğin manuel haberleşme yoluyla yönlendirilmesini zorunlu kılması faciaya davetiye çıkarmıştır.
“Zorunlu altyapı sistemleri hazır olmadan hızlı trenin çalıştırılmasına göz yuman anlayışın sorunu”
Bir kez daha altını çizmek isteriz ki buradaki temel sorun insan hatası değildir, sorun insan hatalarını bertaraf edecek ve tren işletilmeye alınmadan önce tamamlanması zorunlu altyapı sistemleri hazır olmadan hızlı trenin çalıştırılmasına göz yuman anlayışın sorunudur. Bunun sorumlusu da 16 yıldır ülkeyi idare eden AKP, bu anlayışın sahibidir. Bu anlayış “hızlandırılmış tren şovu” uğruna Pamukova’da 41 yurttaşımızın hayatını kaybetmesine neden olmuştur. Bu anlayış gerekli bakım ve altyapı çalışmalarını yapmadığı için Çorlu’da 24 yurttaşımızın hayatını kaybetmesine neden olmuştur. Bu anlayış bugün de Ankara’da sinyalizasyon sistemleri devrede olmadığı halde Yüksek Hızlı Tren çalıştırıldığı için 9 yurttaşımızın hayatını kaybetmesine neden olmuştur.”
Çözüm ne olmalı?
TCDD’nin parçalanarak işlevsizleştirilmesine, liyakatsiz siyasi kadro atamalarına ve her düzeydeki uzman kadro eksikliğine dikkat çekilen açıklamada; demiryolu ulaşımı politikalarının kamusal bir anlayışla yeniden yapılandırılması, ulaşım güvenliğinin sağlanabilmesi için bütün hatların ciddi ve bütünlüklü bir tarzda onarılması, elektrifikasyon ve sinyalizasyon gereksinimlerinin karşılanması, teknik gereklilikleri tamamlanmadan hatların trafiğe açılmaması gerektiği belirtildi.
Fransa’nın önde gelen siyaset bilimcilerinden Jean-Françoıs Bayart’ın 7 Aralık 2018’de mediapart’ta çıkan yazısınıHaldun Bayrı çevirdi.
Emmanuel Macron, geçen yaz hesap vermesini isteyenlere, “Hele bir gelsinler de görelim!” demişti. “Geldik işte! Başkan!” diye karşılık veriyor Sarı Yelekliler. Seleflerinin başlatmış olduğu, onun da seleflerini çekingenlikle itham ederek hızlandırmaya giriştiği, Fransız sosyal modelinin neo-liberal yıkım girişimini sürdürmesini zorlaştırıyorlar.
Sarı Yelekliler seferberliğini Mayıs 68’le karşılaştırmak akıl bulandırabilir, hatta sarsıcı olabilir. İlk bakışta, ideolojik kapsamı ya da talepleri başta olmak üzere her şey bu iki olayı karşı karşıya konumlandırıyor gibi. Ama bence bu farklılıkla yetinmek, iki bakımdan yanlış bir yoruma hapsolmak demek.
Bir yandan, eskilerde kalmış olması, 1968’deki sarsıntıya karakterini veren özlemlerin ve aktörlerin heterojenliğini ve kafa karışıklığını unutturuyor. Sempatik ve özgürlük âşığı tek sıra öğrencilerden hiç ibaret olmayan hareket, toplumsal bünyenin bütününü ele geçirmişti; tekeli poliste kalmayan şiddeti ve çapulculukları da katarsak, karanlık bir taraf da barındırıyordu. Ayrıca bir üniversitede herhangi bir “genel meclis”e katılmış olmak, bu hareketin ille de demokratik olmadığını bilmeye yeter. Bu bakımdan Sarı Yelekliler aktivizminin goşistlerin aktivizmi (ya da Grenelle Anlaşması’nın sunağında öğrencileri kurban eden CGT’nin “demokratik merkeziyetçiliği”) nazarında pek kompleks duymasını gerektirecek bir durum yok.
Diğer yandan, iki dönem arasındaki tarihsel ve ekonomik bağlam farkı, her iki karşı çıkış hareketinin yönelimleri arasındaki farkı da açıklıyor. 1968’de Fransa, Şanlı Otuz Yıl’ın doruğundaydı ve savaşın –İkinci Dünya Savaşı’nın, Hindiçini Savaşı’nın, Cezayir Savaşı’nın– rehininden kısa süre önce kurtulmuştu; yeni alışkanlıkların ve yeni özgürlüklerin filiz vermesiiçin elverişli bir andı bu. Bugün Fransa, kitlesel ve uzun süreli işsizliğin, eşitsizliklerin büyümesinin, güvencesizliğin umumîleşmesinin, insanların kendileri için olmasa bile en azından çocukları için daha iyi bir gelecek bekleyemeyişinin yerleştiğine tanık olunan Lânetli Elli Yıl’dan çıkmayı beceremiyor. Git gide daha çok sayıda Fransız, tuzağa düşürüldüklerini, fare gibi kapana kısılmış olduklarını hissediyorlar ve fare ne yaparsa onu yapıyorlar: Isırıyorlar.
Bunun haricinde, Mayıs 68 ile Sarı Yelekliler arasında hayli çarpıcı yakınlıklar var. İki durumda da, toplumun anonimliğinden çıkan, olağanüstü etkili ve yaratıcı seferberlik tarzları benimseyen, sınıf ya da statü ayrımlarını aşan ve ara bünyelerin etrafından dolanan hareketin gelişini hiç kimse görmedi. Bu bakımdan, sarı yeleğin birleşme simgesi olarak seçilmesi ve eylem yeri olarak döner-kavşakların tercih edilmesi, halktaki dikkat çekici bir siyasî zekânın göstergesi. Buna burun kıvırmak yerine sevinmemiz gerekirdi; çünkü “halk” ne terbiyelidir ne de sevimlidir — terbiyeli, sevimli… Jacqueries isyanlarına (1358) katılan köylüler, 1789 Devrimi’ndeki Sans-culottes/Donsuzlar, 1871’deki Komüncüler pek öyle değillerdi.
Üstelik Fransız siyasal söyleminde öyle bir şizofreni biçimi var ki; bir kamu yapısının (Bastille) kanlı biçimde ele geçirilmesini (14 Temmuz) özgürlüğün kurucu eylemi olarak yüceltirken –mesela Kurucu Meclis’te feodallerin ayrıcalık ve haklarının kaldırıldığı 4 Ağustos Gecesi yerine– ve en gözde aletleri kargı ve giyotin olmuş olan kahramanlara seve seve atıfta bulunurken, çağımızdaki kalabalık ortalığı kırıp döktüğünde ve ateşe verdiğinde ürküntüye kapılmış bâkire havalarına giriyor — 5. Cumhuriyet’te, saldırabilecekleri valilik binaları için hep bir kota tanınmış olan köylüler ve balıkçılar söz konusu değilse tabii. Aynı selefleri gibi Emmanel Macron’un ulusal romanı da çok seçmeci oldu. Onu idrak ettiği hususunda bize teminat verdiği ve bizi kurtarmayı kafasına koyduğu monarşinin sessiz ve derinden nostaljisi de kökenini zaten kralın öldürülmesinde bulur; bu yüzden pişmanlık duyduğumuzu ve teselli bulmak istediğimizi söylemesi biraz kolay. Teşbihte hata olmazsa, işte oraya geldik. En azından simgesel düzeyde, Puy-en-Velay civarındaki 88 no.lu karayolunun Lachamp kavşağındaki göstericilerin temsilî giyotinle yaptığı gibi…
Asıl sorun Sarı Yelekliler’in aşırı sağcı mı yoksa aşırı solcu mu olduğunda değildir. Bilindiği kadarıyla, bu iki hareketliliğin her birinden katılanlar var; seçimlerde oy kullanmayanlarla aynı zamanda hükümet partilerinin ılımlı tabanından da kuşkusuz. İkisinin de kampanya temaları dikkate alındığında, Marine Le Pen’in ya da Jean-Luc Mélenchon’un bu hareketi kafakola almaya çabalamaları anlaşılır; fakat bizatihi Sarı Yelekliler’in halihazırdaki ya da müstakbel yönelimleri üzerine hiçbir şey söylemiyor bu bize. Büyük ihtimalle kendileri de fazla bilmiyorlar bunu; çünkü zaten tam olarak da, içlerinden çoğu uzun zamandır sandığa gitmiyor, siyasetten el çekmiş durumda. Fakat tâbire uygun biçimde, yağmurdan kaçarken doluya tutulmuşlar.
(…)
Öyleyse Sarı Yelekliler neyin adı? Gramsci’nin sözünü ettiği “organik aydınlar” tarafından öfkesi siyasî olarak dile getirilmeden önceki astlığın adı. Önce haysiyet istiyorlar. Satın alma güçlerinin, ya da güvencesizliklerinin, ya da işsizliklerinin, onları aileleri, bilhassa çocukları ve de yakın çevreleri gözünde sinsice yoksun bıraktığı haysiyetlerini… Gayri maddileşmiş, fakat git gide daha çok ahtapotlaşan ve vaktiyle bedava olan çok sayıda zorunlu ya da lüzumlu hizmeti onlara alelacele ödeten, meşru fakat teknik zorluğu yüzünden saydam olmayan katkıların tahsilatında her zamankinden daha acımasız, sonu gelmeyen ve daima daha karmaşıklaşan formaliteler dayatan bir bürokratik dünyada, onları bilgisayarlarının karşısında çaresiz bırakan “idarî basitleştirme” tarafından her gün ayaklar altına alınan haysiyetlerini…
(…)
Elbette Sarı Yelekliler kendilerine de kızsalar iyi olur. Sandığa gitmediler, ya da ekonomi politikaları onları şimdi bulundukları yere getiren sağ ya da sol partilere oy verdiler. Kamu hizmetlerini yok ederek onları arabaya ve kilometrelerce yol yapmaya mahkûm eden kamu harcamalarında kısıntıya gidilmesinden yana sürüyle birlikte, devlet memurlarına karşı melediler. Verginin onlara donatım olarak getirdiklerini görmek istemeden ve eleştirilerini vergi adaletsizliğine yöneltmeden, vergi ilkesini damgaladılar. Ve çekinmeden söyleyelim; onları duvara toslatan neo-liberal politikanın bütün temel ilkelerini 1980’lerden beri kabul ederek büyük bir sivil aptallık örneği verdiler: vilayetlerde günlük tek bir rejime ayak uydurarak, yerel ya da ulusal sorunlar üzerine karşıt her tartışmaya gönülsüz kalarak, her biri haber mefhumuna ve hatta Fransız diline ayrı bir hakaret olan televizyon kanallarını izlemeyi kabullenerek, sosyal medyadaki komplocu zırvalarda teselli bularak ve kendilerini söğüşleyen süpermarketleri ve kent dışındaki büyük alışveriş merkezlerini bedava zannederek…
Ama Sarı Yelekliler’in siyasî tutarsızlıkları tarafından kıstırıldıklarındaki azaplarına bir “Oh olsun!” dedikten sonra, onları ne yapalım? Önce, onları dinlesek iyi olur; döner-kavşaklarda onca farklı ufuktan ve inançtan kimselerin, üç hafta önce birbiriyle konuşmayanların, her halükârda siyaset konuşmayanların arasında konuşulanlara, inşa edilenlere, hayallenenlere kulak vererek. Şu anda mangalların etrafında yeni bir yurttaşlık tecrübesi şekilleniyor; en iyiyle de zenginleşebilir, en beteri de olabilir.
Hem sonra, bunun stratejik hazzına neden sırt çevirilsin? Demiryolcuların aksine, Sarı Yelekliler Emmanuel Macron’a şah mat dediler ve sahtekârlığını açığa çıkardılar. Zira o, yeni zamanlar üzerine Evanjelist söyleminin ardında, düpedüz eski dünyadandır. Maliye bakanı olarak, bankacı olarak, François Hollande’ın önce danışmanı sonra bakanı olarak, Cumhurbaşkanı neo-liberalizme kefil olmuş ve bunu esinlemiştir; daha da beteri, bunun dölüdür, Ronald Reagan ile Margaret Thatcher’ın gramerini kullanmadan düşünmekten âcizdir.
2017’de, onun mesihçilik iddiası, Jacques Chirac’ın “toplumsal kırılma”yı kınaması, ya da Sarkozy’nin “kopuş” istenci kadar muteber olabilir. Bugün kral çıplak; tıpkı 1995 büyük grevlerinden sonraki Jacques Chirac gibi. Zor kullanarak bastırma eğilimi elenmiştir. Yerden yere vurduğu, etrafından dolandığı, içlerini boşalttığı ara bünyeleri imdada çağırmaya mecbur olduğunu görüyor. Kansız bıraktığı bölgelere şimdi cansimidi gibi sarılıyor. Günümüzdeki kriz, Emmanuel Macron’un kafasındaki şahsî iktidar kavrayışının iflasıdır.
Daha önce, kimilerinin inanmak istediğinin aksine münferit bir vaka olmayıp kurumsallık-karşıtı bir uygulama alışkanlığını açığa vuran Benalla Vakası’nın (Macron’un yakın korumalarından Benalla 1 Mayıs 2018 günü Contrescarpe Meydanı’nda göstericileri döverek dağıtmaya girişmişti, Ç.N.) başlatmış olduğu bir iflas. “Hele bir gelsinler de görelim!” diye çıkışmıştı hesap vermesini isteyenlere. “Geldik işte, Başkan!” diye karşılık veriyor Sarı Yelekliler. Macron’un seleflerinin başlatmış olduğu, onun da seleflerini çekingenlikle itham ederek hızlandırmaya giriştiği, Fransız sosyal modelinin neo-liberal yıkım teşebbüsünü sürdürmesini zorlaştırıyorlar.
İşin daha da temelinde yatan, Sarı Yelekliler hareketinin 1980’li yıllardan beri ağır basan “kimlik yanılsaması”nı dağıtıp oyunun merkezine tekrar toplumsal sorunu getirip koymasıdır. Seferberliğin ölçeğine vurulduğunda ufacık kalan tek tük birkaç vaka dışında, şu son günlerde göçmen işçilerden bahseden olmamıştır; hiç kimse mazot zammının sorumluluğunu onların üzerine atmayı aklından geçirmemiştir; fakat eşitsizlik konuşulmuştur. Ve bu hareketin protestosu, Donald Trump’ın seçmenleri gibi iklim değişikliğinden kuşku duymuyor; fakat ilke olarak hiç kimsenin karşı çıkmadığı bir enerji geçişinin getirdiği vergi yükünün adaletsiz paylaştırılmasına yükleniyor. Bu hareketin söylemi muazzam bir çıfıt çarşısı; orada yok yok. Bununla birlikte, hayli uzun zamandır ilk kez, toplumun kaydadeğer bir bölümü ayağa kalkıyor ve “Kapa çeneni! Soytarı!” diye haykırıyor.
Henüz Çorlu’da yaşanan facianın acısı dinmeden Ankara-Konya seferini yapan Yüksek Hızlı Tren (YHT) kazası gözleri bir kez daha tren kazalarına çevirdi.
Ölümcül kazalarda denetimsizlik, teknik altyapı eksikliği, ihmalkarlık ön plana çıktı.
Ankara
13 Aralık 2018, Ankara
Ankara-Konya seferini yapan Yüksek Hızlı Tren (YHT) Yenimahalle ilçesine bağlı Marşandiz istasyonunda yol kontrolünden dönen lokomotif ile çarpıştı.
Meydana gelen kazada üç makinist ve altı yolcu hayatını kaybetti, 3’ü ağır 47 kişi yaralandı.
Kazanın sinyalizasyon nedeniyle olup olmadığı henüz bilinmiyor.
Çorlu
8 Temmuz 2018, Çorlu
Edirne Uzunköprü-İstanbul Halkalı seferini yapan, içinde 362 yolcu ve 6 personelin bulunduğu yolcu treninin 5 vagonu, Çorlu’da raydan çıkarak devrildi. Kazada 24 kişi yaşamını yitirdi, 341 kişi yaralandı.
Hazırlanan bilirkişi raporunda “TCDD’nin diğer devlet kurumlarıyla (örneğin Meteoroloji Genel Müdürlüğü gibi) koordineli çalışmaları henüz beklenen düzeye getirememiştir. Örneğin henüz TCDD Altyapı ve TCDD Taşımacılık A.Ş.’de kadrolu meteoroloji mühendisleri yoktur. Hava koşullarını anlık değerlendiren bir teknik birim mevcut değildir” tespiti yapıldı.
4 kişi asli kusurlu sayıldı
TCDD 1. Bölge Müdürlüğü Halkalı 14. Demiryolu Bakım Müdürlüğü’nde demiryolu bakım müdürü olarak görev yapan Turgut Kurt’un, TCDD 1.Bölge Müdürlüğü Halkalı 14. Demiryolu Bakım Müdürlüğü Çerkezköy 143 Yol Bakım Şefliği’nde yol bakım onarım şefi olarak görev yapan Özkan Polat’ın, TCDD bünyesinde çalışan ve Mayıs 2018 tarihli senelik umumi muayene raporunda imzası bulunan Köprüler Şefi olarak görev yapan Çetin Yıldırım’ın, Hat Bakım ve Onarım memuru olarak görev yapan Celaleddin Çabuk’un kazanın meydana gelmesinde asli kusurlu olduğu ifade edildi.
Dilovası
3 Temmuz 2014, Dilovası
İstanbul-Eskişehir arası yapımı devam eden ve kısa süre içinde kullanıma açılacak olan Yüksek Hızlı Tren (YHT), Ankara’dan İstanbul istikametine test sürüşü yaptığı sırada, Dilovası Diliskelesi mevkii tünel girişinde, ray vidalaması yapan araca çarptı.
Piri Reis isimli trende, çarpmanın etkisiyle bir vagon raydan çıkarken, kaza sonucu ölen ya da yaralanan olmadı.
Eskişehir
13 Kasım 2009, Eskişehir
Ankara-Eskişehir seferini yapan 91003 sefer sayılı Yüksek Hızlı Tren’in (YHT) iki vagonu, Hasanbey mevkiinde makas değiştirirken raydan çıktı. Olayda ölen ya da yaralanan olmadı.
Dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, kazanın ardından yaptığı açıklamada Eskişehir’deki istasyonun yanında yer altı geçişi yapıldığını belirterek, “Orada geçici bir hat çektiler. O yeraltı geçişinin yanında hızlı hattan normal hata geçerken, 1-2 vagon raydan çıktı. Herhangi bir şey yok. Ciddi bir konu değil” ifadelerini kullanmıştı.
TCDD’den, yapılan açıklamada ise kazanın konvansiyonel hatta meydana geldiği belirtilmişti.
Pamukova
22 Temmuz 2004, Pamukova-Sakarya
İstanbul-Ankara seferini yapan Yakup Kadri Karaosmanoğlu adlı hızlandırılmış tren, Sakarya’nın Pamukova ilçesi yakınlarında Mekece köyü mevkiinde raydan çıkarak devrildi.
Kazada 41 kişi yaşamını yitirdi, 89 kişi yaralandı. Kazayla ilgili bilirkişi raporunda 80 km hızla gidilmesi gerekirken trenin hızının 130 km olduğu tespit edilmişti.
Kazada hayatını kaybeden Fevziye Yarlıgan’ın yakınları Burcu ve Yücel Demirkaya’nın başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi (AYM) Pamukova tren kazası için “yaşam hakkı ihlali” dedi ve ölenlerin yakınlarına 30 bin TL tazminat ödenmesine hükmetti. Demiryolu taşımacılığının kişilerin yaşamı ve vücut bütünlüğü bakımından bir takım riskler içerdiğini belirten AYM, kamu makamlarının gerekli güvenlik tedbirlerini alması gerektiğini bildirdi.
Yargılama süreci yılan hikâyesine döndü
Kazadan hemen sonra Başsavcılık tarafından birinci makinist F.K, ikinci makinist R.S. ve tren şefi K.C. hakkında Sakarya 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı. Yargılama sonucunda K.C’nin beraat ederken F.K. 2 yıl 6 ay hapis ve bin lira adli para cezası, R.S. ise 1 yıl 3 ay hapis ile 733 lira adli para cezasına çarptırıldı.
Kararının temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 2. Ceza Dairesi, 12 Temmuz 2010’da K.C. hakkındaki davayı zaman aşımı süresinin dolması nedeniyle düşürülürken diğer sanıklar hakkında verilen mahkumiyet kararlarını bozdu. İlk derece mahkeme yeniden yapılan yargılamada dava zaman aşımı süresinin dolduğu gerekçesiyle sanıklar hakkında açılan davaların düşürülmesine hükmetti. Bu karar da kazada hayatını kaybedenlerin bazılarının aileleri tarafından temyize götürüldü.
Yargıtay 12. Ceza Dairesi yine sanıklar hakkındaki hükmün bozulmasına karar verdi. Bozma sonrası yapılan yargılamada mahkeme, sanıklardan R.S’nin 1 yıl 15 gün hapis ve 50 lira adli para cezası, F.K’nin ise 3 yıl 1 ay 15 gün hapis ve 152 lira adli para cezasına çarptırılmasını kararlaştırdı. Bu karar da temyiz edildi, temyiz incelemesi ise henüz sonuçlanmadı.
Dünya genelinde olduğu gibi, Türkiye’de de önemli oranda arı ölümleri yaşanıyor. Vakit kaybetmeden gerekli adımlar atılmazsa sadece arılar değil; yaşamın benzersiz çeşitliliği içinde birlikte yaşayan tüm canlılar ve gıdamız da tehlike altına girecek.
“Arılar yaşasın diye hepimiz aynı kovandayız” şiarı ile yola çıkan 11 sivil toplum kuruluşu yaşanan toplu arı ölümlerinin önüne geçilmesi için ortak bir metin kaleme aldı ve arıların ölümüne neden olan neonikotinoidlerin yeni ölümler yaşanmadan yasaklanmasını talep etti.
Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği, Çevre ve Arı Koruma Derneği (ÇARIK), Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma ve Tanıtma Vakfı (ÇEKÜL), Doğa Derneği, Doğa Koruma Merkezi (DKM), Greenpeace, Kuzey Ormanları Savunması (KOS), Türkiye Arı Yetiştiricileri Merkez Birliği (TAB), WWF-Türkiye, Yeryüzü Derneği ve Yeşil Düşünce Derneği tarafından altına imza atılan metinde, “Arılar sadece bal üretmiyor, yediğimiz gıdaların 3’te 1’i de onların sayesinde sofralarımıza geliyor.” bilgisi de paylaşılıyor.
Uludağ Üniversitesi Arıcılık Geliştirme-Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin araştırmasında yıllardır senelik %20 civarında seyreden arı ölüm oranının bazı bölgelerde %70’lere kadar çıktığının ve genel olarak arı ölümlerinin arttığının da belirtildiği ortak metni paylaşıyoruz:
“Arıları kurtaralım!
Dünya genelinde olduğu gibi, Türkiye’de de önemli oranda arı ölümleri yaşanıyor. Vakit kaybetmeden gerekli adımlar atılmazsa sadece arılar değil; yaşamın benzersiz çeşitliliği içinde birlikte yaşayan tüm canlılar ve gıdamız da tehlike altına girecek.
Bees sitting on blossoms.
Bienen auf Blueten im Botanischen Garten Hamburg Wandsbek.
Arılar sadece bal üretmiyor, yediğimiz gıdaların 3’te 1’i onların sayesinde sofralarımıza geliyor. Zira arılar, çiçekler arasında dolaşırken gerçekleştirdikleri tozlaşma ile bitkilerin üremesini ve çeşitliliğini sağlıyorlar. Tozlaşma olarak adlandırılan bu sürecin %80’i bal arısı ve diğer yaban arıları tarafından gerçekleştiriliyor. Arılar, diğer böcek türleriyle birlikte biyolojik çeşitliliğin devamını sağlıyorlar. Bir başka deyişle arıların olmadığı bir dünya düşünmek mümkün değil.
Arılar neden ölüyor?
Uludağ Üniversitesi Arıcılık Geliştirme-Uygulama ve Araştırma Merkezi, yıllardır senelik %20 civarında seyreden arı ölüm oranının bazı bölgelerde %70’lere kadar çıktığını ve genel olarak arı ölümlerinin arttığını belirtiyor.1
Arı nüfusunun azalmasına yol açan nedenlerin başında tarımsal üretimde kullanılan ve genel olarak pestisit2 olarak adlandırılan kimyasal maddeler geliyor. Bilimsel araştırmalar özellikle neonikotinoid sınıfı pestisitlerin arılar üzerinde hem doğrudan öldürücü etkileri olduğunu hem de sinir sistemlerini etkileyerek felç, hafıza kaybı, öğrenme yetisi bozukluğu gibi dolaylı yollardan da arılara zarar verdiğini gösteriyor. Nikotin mekanizması temelli bu pestisitler canlıların sinir sistemini etkiliyor. Bunun dışında küresel iklim değişikliği, habitat kaybı, yanlış arıcılık uygulamaları gibi pek çok konu da arı ölümlerinin nedenleri arasında yer alıyor.
Türkiye’de 2012-2016 yılları arasında yapılan bir çalışmada Trakya’da, özellikle de Tekirdağ ve Edirne’de toplanan ayçiçeği tarlalarının toprak örneklerinin %25’inde ve ayçiçeği çiçek numunelerinin %35’inde neonikotinoid sınıfı imidacloprid maddesi tespit edilmişti. Aynı çalışmada çiçek örneklerinin yarıya yakınındaki kalıntının ise arıların zehirlenmesine neden olabilecek düzeyde olduğu anlaşılmıştı.3 İsviçre’de yapılan bir araştırmada ise dünyanın farklı bölgelerindeki yerel üreticilerden 198 bal örneği toplandı. Bu balların %75’inde, (teker teker bakıldığında AB ve ABD’deki yasal limitlerin altında kalsa dahi) neonikotinoid sınıfı böcek öldürücü kimyasalların kalıntılarına rastlandı.4
Avrupa yasakladı, Türkiye’de serbest!
Neonikotinoidler, yaşamı çok ciddi şekilde tehdit ediyor. Böcek ilaçları ve diğer birçok pestisit arılarda “Koloni Çöküş Sendromu” adı verilen ölümlere neden oluyor. Bu kimyasallar, bitkilerin tohumlarına uygulanabiliyor, böylece bitki büyürken kimyasal maddeleri bünyesinde tutmaya devam ediyor. Bitkiyle temas eden böcekler de zehirlenerek ölüyorlar.5 Yapılan diğer araştırmalar neonikotinoid içeren böcek öldürücü kimyasalların, arıların yanı sıra özellikle kuş6, kelebek7 ve suda yaşayan omurgasızları8 da etkilediğini ortaya koyuyor.
Ayrıca bitkilere uygulanan neonikotinoidlerin büyük bir kısmı bitki yerine toprağa geçiyor ve toprakta 19 yıla kadar etkilerini yitirmeden kalabiliyorlar.9 Yani bu kimyasalların, tam olarak hangi canlıya ulaştığını ve ne kadar zarar verdiğini hesaplamak oldukça zor. Neonikotinoidlerin doğada yol açtığı zararın tam boyutu henüz bilinmiyor. Ancak bu konuda ortaya çıkan her yeni gelişme, neonikotinoidlerin ekosistem için oldukça tehlikeli olduğunu gözler önüne seriyor.
Avrupa Birliği 2018 yılında, neonikotinoid sınıfından arılara zarar veren 3 maddeyi sera kullanımları dışında tamamen yasaklayan tasarıyı oylayarak kabul etti. Yasağın 2018’in sonuna kadar uygulamaya geçirilmesi planlanıyor. Avrupa’da yasaklanan neonikotinoidler (imidacloprid, clothianidin ve thiamethoxam) Türkiye’deyse rahatça ve yaygın olarak kullanılıyor.
Neonikotinoidler yasaklansın!
Arı ölümlerini durdurmak ve arıları yaşatmak için atılması gereken birçok adım var. Aşağıda imzası bulunan sivil toplum kuruluşları olarak ilk adımın Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından atılmasını, arıları öldüren neonikotinoidlerin yasaklanmasını ve bu yasağın ardından konuyla ilgili denetimlerin düzenli olarak yapılmasını talep ediyoruz.
Arılara, kelebeklere, kuşlara ve daha pek çok canlıya zarar veren neonikotinoid sınıfı pestisitlerin yasaklanmasının, Türkiye’de biyoçeşitliliğin korunması ve gıda güvenliğimiz için atılacak en temel ve vazgeçilmez adımlardan biri olduğunun altını çiziyoruz.
İnsan, doğadaki canlılardan yalnızca biri. Doğayı incitmeden, bozmadan, zehirlemeden üretmek, doğanın döngüsel mantığıyla düşünerek evrendeki sayısız canlıyla uyum içinde yaşamak mümkün.
Doğanın korunmasının gerekmeyeceği bir dünya umuduyla.
Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği, Çevre ve Arı Koruma Derneği (ÇARIK), Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma ve Tanıtma Vakfı (ÇEKÜL), Doğa Derneği, Doğa Koruma Merkezi (DKM), Greenpeace, Kuzey Ormanları Savunması (KOS), Türkiye Arı Yetiştiricileri Merkez Birliği (TAB), WWF-Türkiye, Yeryüzü Derneği ve Yeşil Düşünce Derneği”
Manisa’nın Soma ilçesindeki Işıklar Maden Ocağı’nda göçük meydana geldi. Göçük altında kalan 10 işçi hastaneye kaldırıldı.
Henüz bilinmeyen nedenle meydana gelen göçük sonucu işçiler ocak içerisinde yaralandı. Yaralı işçilerden 7’si kurtarılıp ilçedeki çeşitli hastanelere kaldırıldı. Bu arada 3 işçinin ise göçüğün arkasında bulundukları ve ocak içindeki kurtarma çalışmalarının devam ettiği belirtildi.
Göçüğün meydana geldiği Işıklar Maden Ocağı, Soma’da 13 Mayıs 2014 yılında 301 işçinin hayatını kaybettiği Eynez maden ocağını işleten şirkete ait olduğu öğrenildi.
Manisa Valisi Ahmet Deniz yaptığı açıklamada, madendeki göçük sonucu yaralanan 11 işçinin ivedilikle hastaneye kaldırıldığını belirterek, “Bize gelen ilk bilgiye göre madende küçük çaplı bir göçük meydana geldi. Çok şiddetli bir göçük değil. 7 işçimiz mahsur kalmıştı. İşçilerimizden 4’ü kurtarılarak hastaneye götürüldü. Bu işçilerimizden 3’ü taburcu edildi. 1 işçimizin ise tedavisi sürüyor. Göçükte bulunan 3 işçimizle de irtibatımız kuruldu. Çok şükür hayati tehlikeleri yok. Çalışmalarımız sürüyor. Kısa süre içerisinde göçükteki diğer işçilerimizi de çıkaracağız inşallah” dedi.
Son olarak göçük altında kalan 3 işçi de kurtarılarak tedavi altına alındı. Vali, işçilerin ciddi sağlık probleminin bulunmadığını duyurdu.
Dünyanın en büyük palm yağı tedarikçisi Wilmar, palm yağı üretimi için Endonezya’daki yağmur ormanlarının yıkımına son vermek adına harekete geçti. Aksiyon planını açıklayan Wilmar, tüm üreticilerini takip edeceğine dair söz verdi. Dünyanın palm yağı ihtiyacının yüzde 40’ını karşılayan Wilmar, verdiği sözleri tutarsa tüm endüstri üzerinde de büyük bir etki yaratacak.
Greenpeace 4 ay önce palm yağı üretiminin yağmur ormanlarındaki orangutanların hayatlarını nasıl tehdit ettiğini anlatan animasyon video yayınlamış; Türkiye’den 40 bin, dünyada da toplanan 1,3 milyon imza ile Wilmar üzerinde toplumsal bir baskı kurulmaya çalışılmıştı.
Ne var ki Wilmar bu yıkım ilk kez gözler önüne serildiğinde palm yağı için yağmur ormanlarının yok edilmesine “dur” diyeceğine dair söz vermişti. Greenpeace ise geçen Eylül ayında yayınlanan “Yağmur Ormanları için Geri Sayım” adlı son raporu ile Wilmar’ın verdiği sözü tutmadığını belgeleyerek, bir an önce palm yağı için yağmur ormanlarının talanına son verilmesi çağrısında bulunmuştu.
Palm yağı bitkisi
“Eğer bu defa da sözünü tutmazsa hem tüketici hem de markalar nezdinde oluşacak baskı ile itibarının göreceği zararın farkında”
Colgate, Mondelez, Nestlé ve Unilever gibi markaların tedarikçisi olan Wilmar bu kez sözünü tutacak mı? Yeşil Gazete’ye konuşan Greenpeace Akdeniz Gıda ve Tarım Proje Sorumlusu Berkan Özyer, bu kez umutlu olduklarını söylüyor.
“Wilmar 5 yıldır yağmur ormanlarını yok eden üreticilerden palm yağı satın almayı bırakacağını söylüyor. Şimdiye kadar sadece söz vermekle yetinmiş fakat gerçekten değişimi başlatacak herhangi bir adım atmamış ya da bir yol haritası açıklamamıştı. Bu defa Wilmar 3 ayaklı bir yol haritası açıkladı. Buna göre, bütün üreticileri haritalandıracak; ormansızlaştırmaya karşı üreticileri uydularla takip edecek ve ormanları tahrip eden üreticileri askıya alacak. Bu kadar detaylı bir yol haritası çizmesi bizi Wilmar’ın bu defa sözünde duracağına dair umutlandırıyor.
Bununla birlikte Wilmar milyonlarca insanın bu konudaki talebini ve kararlılığını gördü. Eğer bu defa da sözünü tutmazsa üzerinde hem tüketici nezdinde hem de markalar nezdinde oluşacak baskı ile itibarının göreceği zararın da farkında… Bu nedenle belirttiğimiz gibi biz bu defa Wilmar’ın sözünü tutacağı konusunda umutluyuz.”
“Devletleri yağmur ormanlarını korumaya yönelik yasa çıkarmaya çağırıyoruz”
Wilmar’ın sözünü tutmaması halinde bu konuda imza veren, palm yağı üretimi için yağmur ormanlarının yok edilmesine karşı sesini yükselten milyonlarca insanla birlikte yeniden harekete geçeceklerini söyleyen Özyer, yağmur ormanlarının korunması için atılması gereken en acil adımın çıkarılacak yasalar olduğu görüşünde.
“Ormanlar için durumu düzeltmek istiyorsak hem endüstriye hem de devletlere ulaşabilmemiz lazım. Greenpeace olarak, Endonezya’da ve diğer Güneydoğu Asya ülkelerinde devletleri de yağmur ormanlarını korumaya yönelik yasa çıkarmaya çağırıyoruz. Devletlerin bu noktada atabilecekleri en net adım bu olacaktır.”
Palm yağı üretiminin ekosisteme zararları neler?
Tüm dünyada her sene ulusal ormanların 8.8 milyonu yok oluyor. Bu bir saatte 1435 futbol sahası büyüklüğünde ormanın yok olması demek. Bir başka deyişle her 2 saniyede yaklaşık 1 futbol sahası kadar ormanlık alan yok oluyor.
Endonezya Çevre ve Ormancılık Bakanlığı verilerine göre Endonezya’da 1990-2015 yılları arasında 24 milyon hektarlık yağmur ormanı yok edildi. Küresel çapta tehlike altındaki 193 tür palm yağı üretiminin tehdidi altında. Son 16 yılda Bornea orangutanlarının yarısı yağmur ormanlarındaki tahribat nedeniyle yok oldu.
Son araştırmalara göre 800’den daha az Tanpanuli orangutanı kaldı. Sumatra orangutanlarının sayısı ise 13 bin 846 civarında. Orangutanların sayılarının giderek azalmasının temel nedeni yaşam alanlarının yok olması. Her 3 orangutan türünün de soyu tehlike altında.
İklim konferanslarında son 10 yıldır gözle görülür bir ilerleme var. Katowice aslında inişli çıkışlı bir gidişatın olumlu yöndeki adımlarından biri bile denebilir. Bu yargımın nedeni iklim müzakereleri zemininde 10 yıl önce olmayan araçlara sahip olmamız: IPCC’nin son raporundan sonra bu yıl en nihayet 1,5 derece hedefinin resmen tanınmış olması, Paris Anlaşması, herkes konuşmasa da norm haline gelmeye başlayan hak temelli müzakere dili, Kayıp ve Zarar Mekanizması, Yeşil İklim Fonu vb. mekanizmalar. Kyoto Protokolü döneminde bunların hiçbiri olmadığı gibi, esneklik mekanizmaları gibi oyalama yöntemleri daha belirleyici durumdaydı. Her ne kadar mimarisi hayli sorunlu olsa da Paris Anlaşması daha iyi bir iklim rejimi kurmaya başladı.
Ancak madalyonun bu olumlu yüzünün arkasında müthiş bir sorun var: Bu gelişmeler çok geç ve çok yavaş yaşanıyor. Müzakerelerin her aşamasında devletlerin koyduğu yetersiz hatta gülünç hedefler, geriye atılan adımlar, başa sarmalar, konu dışına çıkmalar, laf kalabalığı, ilkelere ve anlaşmanın ruhuna aykırı dayatmalar ve yalan, dolan nedeniyle süreç o kadar yavaş ve hasarlı ilerliyor ki, ancak 10 yıllık döneme uzaktan baktığınızda biraz olumlu konuşabiliyorsunuz, günübirlik gelişmelerden umuda kapılmak ise neredeyse imkânsız. İşte bu nedenle yapılanların çok geç ve çok yavaş olduğunu bilimsel olarak kanıtlayan çalışmalar ve raporlar her yıl COP’lar sırasında büyük ses getiriyor. Konferans kapsamında bilim insanları, uluslararası kuruluşlar ve sivil toplum temsilcileri tarafından çok sert, çok ciddi uyarılar yapılıyor. Ancak devletlerin sözcüsü olan müzakereciler idmanlı oldukları için bu uyarılara kulaklarını tıkamayı başarıyorlar.
Katowice’ye de iki önemli rapor ve birkaç bilimsel araştırma damgasını vurdu. Araştırmaların en önemlisi Tyndall Center’dan Corinne Le Quéré’in başını çektiği seksene yakın bilim insanından oluşan bir ekibin yayınladığı 2018 Küresel Karbon Bütçesi. Raporlardan biri daha önce de sözünü ettiğimiz IPCC’nin 2 ay önce yayınlanan 1,5 derece özel raporu, diğeri ise Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın 2010’dan bu yana her yıl güncelleyerek ve geliştirerek yayınladığı çok yeni Emisyon Açığı Raporu. Son ikisi resmi raporlar. Bu iki raporu ve karbon bütçesi çalışmasını bir arada ele alarak neden çok geç kalıyoruz, neden sürekli durumun acil olduğu çağrıları yapılıyor, anlatmaya çalışacağım.
Bu arada, bir kez daha bu kadar detaylı anlatmaya çalışmam şundan: Sanki iklim hareketinin içinde olan ve bu alanda çalışan, müzakereleri izleyen bizler, duruma dikkat çekmek için sürekli alarm zilleri çalıyoruz, en kötümser tahminleri dile getiriyoruz, felaket haberciliği yapıyoruz sanılıyor. En yakın arkadaşlarımızdan bile sürekli bu yorumları duyuyoruz. Oysa takip edip aktardığımız uyarılar Birleşmiş Milletler şemsiyesi altındaki uluslararası kurumların, bütün ülkelerin kılavuz olarak kabul etmek zorunda oldukları resmi raporlarından kaynaklanıyor. Tek tek bilimcilerin üniversitelerde yaptıkları araştırmalarından bahsetmiyoruz. Kötümser olmak gibi bir tercihimiz olmadığı gibi bu uyarılar sanıldığı gibi durumun aciliyetini abartmayı sağlayacak yayınlar seçilerek de yapılmıyor. Öyle olsaydı IPCC, UNEP veya Tyndall Center’dan daha radikal kurumlar ve yazarlar bulmak mümkün.
Küresel toplam karbon salımı yeninden artışa geçti
Küresel karbon bütçesi araştırması 2018’de küresel karbon dioksit emisyonlarındaki artışın hızlandığını ortaya koydu. Bu şu demek: Dünyadaki bütün ülkeler kömür, petrol, doğal gaz (ve ormanları) yakarak ve diğer yapıp ettikleriyle her yıl atmosfere milyarlarca ton sera gazı boca ediyorlar. Bu gazların yaklaşık dörtte üçü karbon dioksit. Bu araştırma diğer sera gazlarına değil ama sera gazlarının büyük kısmını oluşturan karbon dioksitin ne miktarda salındığına bakıyor. 2014-2016 arası her yıl aşağı yukarı aynı miktarda sera gazı salınıyordu, yani artış duraklamış gibiydi. Oysa geçen sene artış tekrar başladı ve 2017’de 2016’ya göre yüzde 1,6 artış görüldü. Araştırmaya göre bu yıl artış daha da hızlanmış ve 2018’de 2017’ye göre yüzde 2,7 daha fazla karbondioksiti atmosfere salmışız.
Bu yayında yer alan aşağıdaki grafik çok açıklayıcı.
Üst kısımda 1900-2020 arasında atmosfere salınan karbon dioksit miktarındaki artış görünüyor. Gri kısım fosil yakıtların yakılmasından, sarımsı olan alan ormansızlaşmadan kaynaklanan salımlar. Alt kısımda bu salınan karbondioksitin yeryüzü sisteminin hangi kısımlarında biriktiği görünüyor. Turkuaz alan okyanuslar, yeşil alan toprak, bitkiler, ormanlar. Yirminci yüzyılda, 1980’lere kadar insanlar havaya daha fazla karbondioksit saldıkça, okyanuslar ve ormanlar daha fazla karbon tutarak dengelemeye çalışmışlar. Ancak son 30-40 yıldır, salımlar o kadar hızlı artmış durumda ki, okyanus ve bitkilerin karbon tutma kapasitesi daha fazla artamıyor ve en alttaki mavi alanda, yani atmosferde biriken karbondioksit miktarı giderek fazlalaşıyor. Araştırmada atmosferdeki karbondioksit yoğunluğunun 2017’de ortalama milyonda 405 parçacığa (ppm) ulaştığı belirtilmiş. Bu yıl ise bu ortalama 408 ppm civarında olacak; en yüksek düzeyin geçen Mayıs’ta 412 ppm’i bulduğunu hatırlarsınız. Atmosferdeki bu karbondioksit yoğunluğu son 3 milyon yılın en yüksek düzeyi. Yakın geçmişle karşılaştırırsak, 19. yüzyılda 270-280 ppm civarındaydı.
Hindistan, Çin, ABD
Bu yılki salımlardaki yüzde 2,7’lik artış en çok hangi ülkelerden kaynaklanıyor derseniz, birinci sırada Hindistan (yüzde 6,3 artış), ikinci sırada Çin (yüzde 4,7 artış), üçüncü sırada ABD (yüzde 2,5 artış) geliyor. ABD bir ara düşüşe geçmişti, ama tekrar artmaya başlamış durumda. Trump etkisi! Türkiye’nin de aralarında bulunduğu çoğu hızlı büyüyen veya gelişmekte olan diğer ülkelerin salımlarındaki artış yüzde 1,8. Avrupa Birliği toplam salımlarını biraz (yüzde 0,7) düşürmüş, ama bu da bir zamanların iklim şampiyonu AB için çok düşük bir azaltım. Toplama etki edemiyor.
UNEP’in Emisyon Açığı Raporu bu artışın nasıl vahim bir durum olduğunu net rakamlarla ortaya koyuyor. Ama buna geçmeden IPCC’nin 1,5 derece Özel Raporu’nun önümüze koyduğu görevi net bir şekilde özetleyelim.
1,5 derece neden önemli?
Şu anda 1 derece olan küresel ısınma 2 dereceye çıkarsa bütün mercan yatakları ölüyor, Kuzey Kutbu’ndaki ve Alplerin tepelerindeki buzullar tamamen eriyor, deniz seviyeleri en az 1 metre yükseliyor. Dünyayı 2 dereceden de fazla ısıtırsak Grönland ve önce Batı sonra Doğu Antarktika buzulları eriyor, okyanus iyice asitleniyor, Amazon yağmur ormanları ve Boreal ormanlar yok oluyor, Gulf Stream akıntısı duruyor, Sibirya’daki donmuş toprak eriyor. Bunlar tabii gezegen ölçeğindeki etkiler. Buna iklim değişikliğinin çığırından çıkması deniyor ve bu yüzyıl sonuna kadar saydığım en kötü olasılıkların hepsi olabilir. 2 derecede olacak etkiler için ise salım artışı sürerse en fazla 30 yıl var. Bu gezegen ölçeğindeki etkilerin toplumlarda ve ekosistemlerdeki etkilerini siz hesap edin.
İşte bunlardan kaçınmanın tek yolu ısınmayı 1,5 dereceye gelmeden durdurmak. IPCC raporu bunun hâlâ mümkün olduğunu söylüyor ve formülünü veriyor: Küresel sera gazı salımlarını 2030’a kadar yarı yarıya azaltmak ve 2050’de net sıfıra indirmek (yani okyanusların ve bitkilerin emebileceğinden fazlasını salmamak.) Bu formülün daha kolay akılda kalanı şu: Her 10 yıl toplam salımları yarıya indirmek. Yani 2030’da 2020’nin yarısına, 2040’da 2030’un yarısına, 2050’de 2040’ın yarısına indirirseniz, 2050’de 5-6 milyar ton sera gazına inmiş oluyorsunuz, ki bu da net sıfır demek.
Şimdi UNEP raporuna bakalım ve bu yolun neresinde olduğumuzu görelim.
Emisyon açığı 2030’da 32 milyar ton olacak!
Eğer şu anki artış sürerse, 2030’da küresel toplam sera gazı emisyonu 65 milyar tona çıkıyor. Bu düzey 1970’de 30 milyar tondan, 1990’da 35 milyar tondan, 2010’da 50 milyar tondan azdı. Eğer Kyoto Protokolü’nün ikinci döneminde verilen 2020 öncesi taahhütler yerine getirilirse 2030’da yine bugüne göre artmış olacak, ama hiçbir şey yapmamaya kıyasla 6 milyar ton az gerçekleşecek (59 milyar ton.) Peki Paris’te verilen sözler tutulursa? Eğer koşulsuz sözler tutulursa 2030’da yine bugüne göre artmış bir düzeyle karşı karşıya kalacağız: 56 milyar ton. Koşullu-koşulsuz bütün sözler tutulur ise (ki bu çok zor, çünkü gelişmekte olan ülkelerin yeterince finans ve teknoloji yardımı almasına bağlı), ancak o zaman küresel salımlar bugünkü seviyesinde (53 milyar ton) sabit kalıyor. Yani hâlâ düşüş yok! Bütün ülkeler, Paris’te verdikleri her sözü sonuna kadar tutsalar bile!
Oysa rapora göre ısınmayı 2 derecenin altında tutmak için 2030’da toplam 40 milyar tondan fazla sera gazı salmamamız gerekiyor. Yani bugünkünden 13 milyar ton daha az. Yaklaşık olarak 1990’ların ikinci yarısındaki miktarlara geri dönmek demek bu. Eğer ısınmayı 1,8 derecenin altında tutmak istiyorsanız 2030’da 34 milyar tona inmeniz gerekiyor, yani 1990 düzeyine. Eğer yapılması gerekeni yapıp küresel ısınmayı 1,5 dereceye gelmeden durduracaksak 2030’da 24 milyar tona düşmüş olmamız lazım. Bu da bugünkü düzeyin yarısından az (Burada IPCC raporundakinden biraz daha fazla çıkmış).
İşte bu hesaba göre yapılması gereken azaltımla söz verilen azaltım hedefi arasındaki farka emisyon açığı deniyor. 1,5 derece hedefine ulaşma yolunda Paris hedeflerinin 2030’da yarattığı açık 32 milyar ton! Bu devasa açığı kapatmak için hemen bugün emisyonları çok radikal biçimde azaltmaya başlamak zorundayız: Yılda yüzde 3,5 oranında hem de!
İşte bu yüzden Paris hedeflerinin çok yetersiz olduğu, bu hedefler tutturulsa bile dünyayı 3,3 derece ısıtacağımızın kesin olduğu, hedeflerin artırılması gerektiği (ambition) söylenip duruyor. Yani alarm zilleri Birleşmiş Milletler raporlarından kaynaklanıyor. Duyup duymamak bize kalmış.
“Beyninin yarısını kullanan biri bile deli gibi korkmalı”
Emisyon Açığı Raporu’nun Katowice’deki sunumuna katılan bir UNEP yetkilisi olan Satya Triphati kendisinin bu rapordan dolayı dehşete kapıldığını, beyninin yarısını kullanan herhangi birinin de bu sonuçları görünce deli gibi korkması gerektiğini söyledi. BM yetkilileri bile artık bu dilde konuşmaya başlamış durumda yani…
Ancak rapor sadece durumun kötü olduğunu ve bu gidişatı acilen değiştirmemiz gerektiğini söylemekle kalmıyor, bunun hem teknolojik hem de finansal açıdan mümkün olduğunu kanıtlıyor. Rapora göre ülkelerin taahhütlerine eyaletlerin, yerel yönetimlerin ve diğer çok taraflı girişimlerin taahhütlerini de eklemek açığı kapamak için önemli. Bir de uyarı var yalnız: Eğer geç kalınırsa fırsat kaçabilir ve 2025’den sonra bugünkü teknoloji yetmez hale gelir. O zaman mucize beklemek zorunda kalabiliriz, ya da 3,5-4 derece ısınmış bir dünyada yaşam mücadelesi vermeye razı oluruz.
Neticede bütün bunlar basit gerçekler. Peki bu gerçekler dersimizi çalışıp sınıfı geçmemizi sağlayacak mı, yoksa yine dersi kaynatıp uyumaya devam mı edeceğiz? Fizik, kimya ve matematik açık. Tarih, coğrafya ve edebiyatta da eksik değiliz.
Gezi Parkı’nda dün sabah bir kişi elinde, “Gezideki milyonlarca liderden biri benim” pankartı taşıyarak oturma eylemi başlattı.
Oruç Karacık adlı eylemci son dönemde Gezi eylemleri nedeniyle yaşanan gözaltılara tepki göstererek, “2007 seçiminde tüm taraflara saygılı ve onların isteklerine değer verdiğini düşündüğüm AKP’ye oyumu attım. O zaman bu oyu hak ediyorlardı. Doğayı, bellek mekanlarımızı, sanatı, tarihi zenginliklerimizi… Kısacası bizi toplum yapan her şeyi yok sayan bir partiye dönüşeceğini bilemezdim. Kırmızılı kadının Gezi Parkı’ndaki resmini görünce orada olmalıyım dedim. 2013 31 Mayıs sabahı Taksim’deydim. Orada hiç tanımadığım insanlar için ölebilirdim. Eminim oradaki insanlar da aynı duygudaydılar. Sürekli Gezi Parkı’nda kalmadığım için pişmanım. Oradaki yaşamı ıskaladım” dedi.
Karacık açıklamasına şöyle devam etti: “Yoldaş kelimesini sevmezdim ama Gezi parkına gidince yoldaş neymiş anladım. Bir amaç için yola çıkan tüm canlılar yoldaşmış. Sokak köpeklerinden korkardım, Gezide onlarla da yoldaş oldum. Belli bir zaman geçtiğinde benim köpekten, köpeğin koyundan, domuzdan farkının olmadığını, yani tüm hayvanların farksız olduğunu anladım. Yoldaşım için ölebilirim duygusundayken yoldaşımı öldürüp yiyemezdim, onun için et yemeyi bıraktım. Hayatımın hiçbir döneminde kimseye fiziksel şiddet kullanmadım. Ama et yemeyi bırakınca tüm canlılara çok daha saygılı oldum. Gezide tüm kalpler birbirinin oldu. O ana kadar birbirini anlamayan sevmeyen çok farklı düşüncede olan tüm canlıların içi sevgiyle doldu. Ve orada tüm beyinler bir oldu. Tek bir organizma gibi bir kişinin bilgisi herkesin bilgisi oldu. Kalp ve beyin bir olunca inanılmaz zenginleştik. Gezi parkına bir şekilde gelemeyenler bu zenginliği anlayamadı. Dönemin başbakanı bizlere çok güzel bir isim taktı: Gezi zekalılar. Harika bir isim, o zekaya sahip olduğumuz için kalbimiz ve beynimiz gelişti.”