Ana Sayfa Blog Sayfa 2635

[Botanitopya] Bereket sembolü pirincin hikayesi – Benan Kapucu

Açık Radyo’da her Pazar 10:30 – 11:00 saatleri arasında yayınlanan Botanitopya‘yı hazırlayıp sunan Benan Kapucu, 2019 itibarı ile programda daha önce yer verdiği konuları Yeşil Gazete okurları için de paylaşıyor. 

“Bitkiler âleminin tuhaf ve muhteşem dünyasını belgeleyen botanik sanatına dair her şeyin konuşulacağı bir program” şiarı ile Açık Radyo’da yer alan programın podcastlerine bu bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.

***

Bir bereket sembolünden, birçok kültürde “yaşamın özü” olarak kabul gören bir bitkiden, Uzak Doğu’da koskoca bir kültürü biçimlendiren küçük beyaz taneciklerden konuşuyoruz. Evet, konumuz Pirinç… Dinsel inançlara, yaratılış mitlerine, toplumsal ilişkilere, sanata, hayallere kısacası insanla ilgili her şeye yön veren bir bitki, bir tahıl.

İnsanoğlunun uygarlık yürüyüşüyle nasıl bir ilişkisi var, ne zaman hayatımıza girmiş pirinç, ona bakalım önce. Pirincin tarihsel sürecine dair onlarca tez var ama ilk pirincin ne zaman ve nerede ekildiği tam olarak bilinmiyor. Yakın zamana kadar, Çin’deki Yang Tse-Kiang Vadisi’nde bulunan 6000 yıllık fosillerin en eski pirinç taneleri olduğu kabul ediliyordu. Ama sonra, daha eski olanları çıktı ortaya. Tayland’daki Ruhr Mağarası’nda bulunan pirinç taneleri tam 10 bin yıl öncesine ait. Bu buluş, tarım toplumuna ne zaman geçtiğimize ya da pirinç tarımının ne zaman başladığına dair bilgileri değiştirdi doğal olarak.

Güneydoğu Asya’da pirinç tarımına geçiş sürecini anlatan en güvenilir arkeolojik bulgu, 60’lı yıllarda burada kazı yapan Wilhelm G. Solheim’a ait. Solheim’in 1966 yılında Tayland’ın Korat Bölgesi’nde bulduğu, üzerine pirinç taneleri ve çeltik kabukları basılı kırık çömlekler MÖ yaklaşık 4000 yılına dek uzanıyor.  

Pirinç bugün dünyanın yarısını besleyen bir bitki; tüm insanlık tarihi boyunca diğer bütün tahıllardan ya da sebzelerden daha fazla sayıda insanı beslemiş olduğunu da neredeyse kesin olarak söyleyebiliriz. İlk yerleşimlerin geçim kaynağı toplayıcılık ve avcılık olduğu için insanlar sınırlı alanda çeşitli hayvan ve bitki topluluklarını bulabilecekleri, su ihtiyacını karşılayabilecekleri coğrafi bölgeleri tercih etmişler. İlk tarımsal üretim de çevrelerinde yetişen bitkilere benzeyen, kolay yetişen türler olur doğal olarak…

Botanik özellikleri

Biraz botanik özelliklerinden bahsedeyim: “Buğdaygiller familyasından; 50-120 cm boyunda bir yıllık dikine yükselen ve kökten çatallaşarak küme oluşturan bir bitki” diye tanımlanıyor botanik kitaplarında. “Şerit şeklinde ve sivrice yaprakları var. Son yapraktan sonra uzun bir sap üzerinde 2 ila 5 başak demetinden oluşuyor ve her başakçığında da bir çiçek vardır. Pirinç tanesi işte bu başakçıklarda oluşuyor.”

Bugün sofralarımızda baştacı olan pirincin ataları aslında oldukça farklı ve bugünkü kadar iştah açıcı ve cazip bir görüntüsü yok. Pirincin bugünkü hali, aslında uzun bir ehlileştirme hikayesinin sonucu… İlk tarım alanlarında önceleri “Oryza fatua”gibi yabani pirinç türleri ekilmiş. En yaygın kullanılan türü ise ehlileştirilmiş Asya pirinci olan Oryza sativa. Batı Afrika kökenli Oryza glaberrima daha az kişiyi doyuran bir pirinç ama yeni melezler arayan bitki üreticilerinin ilgisini çeken bir tür olmuş.

Ehlileştirilmiş pirinç türleri japonica ve indica diye iki temel gruba ayrılıyor. Japonica cinsinin kısa, yapışkan taneleri pişirildikten sonra topaklanıyor. O yüzden, uzun taneli, kuru indica pirincine kıyasla çubuklarla kasede yenmeye daha uygun bir pirinç.

Ehlileştirilmiş pirincin buradaki yabani atası olan Oryza rufipogon ise evcilleştirme sürecinden çok uzun zaman önce, yani 10.000-8.000 yıl kadar önce toplanıp yetiştiriliyormuş. Ama ehlileştirme ile elde edilen bir yıllık çeltik bitkileri, özellikle sulandığında daha verimli olmuş; uzun saplara tutunan iri taneleriyle iyi hasadın müjdecisiydiler. Mezopotamya ile Doğu Akdeniz kıyılarını kapsayan, Bereketli Hilal topraklarındaki ekinler gibi, ehlileştirme süreci burada da geniş ölçekli bir alanda birçok kez tekrarlanmış. Değişik yerlerden seçilen farklı özellikli bitkiler bir araya getirilip melezlenmiş ve çeşitli yabani türler çaprazlanmış.

Pirinç başta daha sınırlı bir alandayken giderek yayılmaya başlamış. Buzulların çekilmesinden sonra, yani yaklaşık Milattan Önce 15.000’lerde, sıcak hava ve yağmurun dönüşüyle atalardan kalma çeltik tarlaları güneydeki buzul sığınaklarından kurtulup Çin’in güneyi, Güney ve Güneydoğu Asya’yı kapsayan geniş bir tropik ve subtropik alana yayılmış.

Avrupa’ya girişi

Peki, Avrupa’ya girişi nasıl olmuş pirincin? Avrupa’ya girişi Büyük İskender’in seferleriyle birlikte olmuş. Büyük İskender’in MÖ 344-324 tarihleri arasında yaptığı Hindistan seferinden sonra, ülkelerine dönen Yunan askerlerin pirinci Avrupa’ya getirdiği sanılıyor. Daha sonra yine Büyük İskender’in seferleriyle, Yunanistan’dan Avrupa’nın güneyine ve Kuzey Afrika’nın bazı bölgelerine doğru yayılmaya başlamış.

Pirinç, tüm bu serüveni boyunca hep sevilen bir bitki olmuş ama 16. ve 17. yüzyıllara gelindiğinde pirinç tarımı biraz gerilemeye başlamış. Çünkü sıtmanın suçlusu olarak görülmeye başlamış. O zamanlarda Güney Avrupa’da sıtma, en tehlikeli hastalıklardan biridir. Sıtmanın bataklıklardaki kötü havadan yayıldığına inanıldığı için o yıllarda sulu arazide yapılan pirinç tarımı, tıbbi coğrafyacılar tarafından pek çok bölgede, özellikle de büyük kentlerin çevresinde sınırlandırılmış. Avrupa’da pirincin yayılmasını da bir ölçüde engelleyen bir durumdu bu elbette.

Amerika pirinçle tanışıyor

Yeni Dünya’ya gelince…Dünyanın bu bölgesindeki insanları pirinçle tanıştıranlar da Avrupalılar olmuş. Brezilya’ya Portekizliler; Orta ve Güney Amerika’nın çeşitli bölgelerine ise İspanyollar götürmüş pirinci. Kuzey Amerika’da pirinçle ilgili ilk kayıtlar ise 1685 yılına tarihleniyor. Belgede, Madagaskar’dan getirilen kölelerin pirinçleri Güney Carolina’ya ve kıyılardaki ovalara taşımış olduğu yazıyor.

Sivil savaş ve sert hava koşulları pirinç üretimini Amerika’nın Doğu kıyılarından Batı’ya taşımaya başlar ve ardından Teksas, Arkansas, Missisipi, Florida, Missouri ve Kaliforniya’da pirinç tarımı başlamış olur.

Anadolu

Pirincin Anadolu’ya gelişi ise göreceli olarak epey yeni sayılır. 500 yıl önce güneyden girdiği sanılıyor pirincin. Çeltik tarımının gerektirdiği bol sulama, sıtmaya yol açtığı için çeltik üretimi Osmanlı İmparatorluğu’nda da 1908 yılına kadar nizamnamelerle düzenlenmiş. 1910 yılında çeltik tarımıyla ilgili ilk kanun yayımlanmış; Cumhuriyet döneminde ise 1936’da çıkarılan kanunla çeltik tarımı yeniden düzenlenmiş.

16. yüzyılda pirinç Osmanlı topraklarında lüks bir besin sayılıyormuş sadece Boyabat, Tosya ve Plovdiv çevresinde çok sınırlı üretildiği için. 17. yüzyılın ikinci yarısında ise pirinç tüketimi Hicaz’da da yaygınlaşmaya başlamış. Bu dönemde Hint hükümdarlarının Mekke’ye gönderdikleri pirinç, sadaka olarak dağıtılıyormuş. Matbah-ı Amireyanı Topkapı Sarayı’nın mutfağı için de Mısır’dan 36.000 kile pirinç getirilirmiş. (İstanbul ölçüsüyle 1 kile 25 kilogram ediyordu)

Pirincin etimolojisi

Etimolojik kökenine değinelim şimdi… Türkçe’deki “pirinç” sözcüğü Farsça’da sarı anlamına gelen “birinc” sözcüğünden türetilmiş. Kabuğu ayrılmadan önceki rengi sebebiyle bu ismi almış. Hatta sarı rengi sebebiyle, bakır-çinko karışımı metale de pirinç adı veriliyor. Arapçada ruz hâlini alan pirincin, İngilizce’de “rice” İtalyanca’de “riso” gibi kimi Avrupa dillerindeki karşılığı da buradan geliyor.

Kültürümüzü şekillendiren bir bitkinin, dilimize de girmesi kaçınılmaz. Pirincin, Mısır Dimyat’tan geleni makbuldü. Hatta “Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak” diye tabir vardır. 17. asırda bir ara Mısır’dan pirinç gelmeyince, Rumeli’deki Filibe’den getirtilmiş. Sonra Gönen, Osmancık, Tosya’da da kaliteli pirinç ziraati yayılmış.

Büyük İskender’in Yunan askerleri gibi, Osmanlı ordusu da pirinçsiz sefere çıkmazmış. Haşlama etli pilav ve yine pirinçten mamul zerde, bir de tabii hoşaf asker sofralarının gedikli yemeğidir. Zira pirinç uzun zaman tok tutan ve enerji veren bir tahıl. Osmanlılar zamanında, pirinç kıtlığı yaşamamak ve fiyatların da fazla artmaması için tedbirler alınır; bir yerden pirinç gelmezse, hemen başka yerden tedarik çarelerine bakılırmış.  Pirinç, üzerinde narh olan, yani satış fiyatının kurumlarca önceden belirlendiği gıda maddelerindendi.

Pahalı ve zor yetişen bir bitki olduğu için, Anadolu’nun köylük yerlerinde ya bilinmiyor ya da bulunmuyor pirinç. Bulgur, pirincin yerini almış Anadolu’da. Hatta Birinci Cihan Harbi zamanında yaşanan kıtlık sebebiyle, pirinç İstanbul’da da bulunamaz olunca İstanbullular bulgura, zamanın bir numaralı adamından kinâye ile “Enver Paşa Pirinci” adını takmışlar.

“Ayıkla pirincin taşını” deyiminin de ilginç bir öyküsü var; Osmanlı tarihine dayanır. Yavuz Sultan Selim’in Yemen’i Osmanlı topraklarına katmasından bir süre sonra Yemen’de isyan çıkmış. Uzun uğraşılar sonucu Yemen Fatihi Sinan Paşa duruma hâkim olmuş. Yemen bundan sonra 400 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmıştır. Söylentiye göre Sinan Paşa’nın askerleri bir gün çölde konaklamış. Yemek pişirmek üzere hasır torbalar içindeki mısır pirinçlerini yere serdikleri büyük bir çadırın üstüne dökmüş ve taşlarını ayıklamaya başlamışlar.

Bu sırada bir fırtına çıkmış ve rüzgârın savurduğu bir kum bulutu pirinçlerin üstüne inerek, ufak bir tümsek halinde yığılmış. Kumların altında kalan pirinçlere bakakalan yeniçeriler arasından şakacı bir asker, arkadaşlarına “Biz Allah’ın nimetini taşlı diye beğenmiyorduk, bizim gibi günahkâr kullara üç beş taş az bile gelir. Asıl şimdi ayıklayın bakalım pirincin taşını. Ulu tanrımız, Kâbe’ye hücum eden fil sahiplerinin başına ebabil kuşlarından taş yağdırmıştı. Bizim başımıza da daha büyük taş yağdırmadan hemen tövbe edelim” diyerek arkadaşlarını güldürmüş. “Ayıkla pirincin taşını” lafı işte bu hikayeden doğmuş.

Mitler ve efsaneler dünyasında pirinç

Pirincin dünya üzerindeki yolculuğundan bahsettim biraz da mitlere, efsanelere nasıl konu olmuş onlara bakalım. Örneğin Çin kültüründe pirinç üzerine pek çok mitler var. Anlatılan bir hikayeye göre, bir zamanlar Çin, büyük bir sel felaketi yaşar. Sel suları çekildiğinde sığındıkları tepelerden inen insanlar bütün bitkilerin öldüğünü yiyecek bir şey kalmadığını görürler.Yaşamaları için tek çare avlanmaktır ama bu yolla hayatta kalmaları da güçtür çünkü çevrede pek az hayvan vardır. Çaresiz kaldıkları anda halk, kendilerine doğru gelen bir köpek görür. Köpeğin kuyruğunda uzun sarı tohumlar vardır. İnsanlar bu tohumları eker, pirinçler büyür ve açlık da böylece ortadan kaybolur. Çin kültüründe “değerli şeyler inci ve elmas değil, beş pirinç tanesidir” sözü işte bu inanıştan kaynaklanıyor.

Uzakdoğu’nun birçok bölgesinde pirinç tanrıların insanlara armağanı olarak kabul ediliyor. Burma yaratılış mitine göre Burma halkının ataları yeryüzünün merkezinden dışarıya gönderildiklerinde refahı ve mutluluğu sağlamak için emir almışlardır. Bu yüzden yanlarında pirinç tohumları da getirmişler. Bali’de ise Efendi Vişnu’nun dünyayı Pirinç versin diye yarattığı, Tanrı Indra’nın da insanlara onu nasıl büyüteceklerini öğrettiği inanışı hakim.

Endonezya mitolojisine gelince, onlarda üç Pirinç Ana karakteri var. Bunlardan biri bedeninden pirinç üreten tanrıça, ikincisi sütüyle pirinçte her canlının ruhundaki özü oluşturduğuna inanılan besleyici pirinç ana, üçüncüsü ise her hasatta törenle kesilerek kadın giysileri giydirilen ve tarlanın yoğunlaşmış ruhunu taşıdığına inanılan son pirinç demeti….

Japon kültüründe de pirinç çok önemli. Deniz Gezgin, Bitki Mitosları kitabında Bununla ilgili şöyle yazıyor: Japon yerli dini olan Şintoizm’de tanrılardan biri İnari adındaki Pirinç tanrısıdır. İnsanlarla iletişim kurmak için haberci tilkilerini kullanan bir tarım tanrısıdır İnari ve bolluk -bereketin simgesidir. O yüzden, Pirinçekiminin yapıldığı Kyoto bölgesinde İnari tapınımı oldukça yaygın. İnari tapınımının başlaması bir efsaneye dayandırılıyor. Buna göre Irogu adlı bir adam kendisine “pirinç keki”nden bir hedef yapmıştır. Ama Irogu’nun hedefe attığı ok, beyaz bir kuşa dönüşerek uçmaya başlar. Irogu hayretle bu kuşun peşine düşer ve kuş onu Fushimi Dağı’nda bir “ine-nary” “pirinç fidesine” ulaştırır. Böylece İrogu tanrı İnari kültünü de başlatmış olur. İnari, Pirinç fidesi anlamına geliyor. Japonya’nın hemen her yerinde ona ait bir kült alanına rastlamak mümkün.

Budha efsanesinde de pirincin yeri var: Budha inzivaya çekildiği günlerde nefsine hakim olmuş bedenine büyük acılar çektirmiş, gün içinde sadece tek bir darı tanesiyle ayakta kalmak için direnmiş. O günlerde dinine bağlı bir kadın, ona iyilikle yaklaşıp bir kase pirinç lapası uzatınca Budha bu iyi kalpli kadını geri çevirmeyerek pirinç lapasını kabul eder. İşte onun bu davranışı Budha’nın beş müridiyle yollarının ayrılmasına da yol açar.

Java adasında ise çiçeğe durmuş olan pirinç bitkisinin hamile olduğuna inanılırmış. Pirinç tarlalarda çiçekli dönemdeyken tarlaların yakınında gürültü yapmamaya özen gösterilirmiş. İnanışa göre; pirinç ürkerse dolgunlaşamaz ve bitki bir samana dönüşürmüş.  Java’da pirinç hasadıyla ilgili de ilginç bir ritüel var: Ürün tarladan kaldırılmadan önce tarladaki pirinç başaklarından seçilen bir demet, din adamları tarafından bağlanır; üzerlerine yağ sürülür ve çiçeklerle süslenirmiş.

Padipenganten yani “pirinç güveyi ve pirinç gelini” adı verilen bu pirinç başakları için sembolik bir evlilik töreni düzenlenir; pirinç ancak bu törenin ardından hasat edilirmiş. Ürün ambara konulmadan önce burada pirinç gelini ve güveyi için özel bir oda hazırlanır ve kırk gün “bu yeni evli çifti” rahatsız etmemek için ambarın kapısı açılmazmış. Bu, bir sonraki yıl olacak pirinçlerin bereketini artırmak için yaptıkları bir ritüel.

Pirincin doğaüstü gücüne inananlar sadece Doğulular değil. Hıristiyanlar arasındaki yeni evli çiftlere düğünden sonra pirinç taneleri atma geleneği pirincin bereket ve mutluluk getireceği inancından kaynaklanıyor.

İslam dininde pirince bir kutsiyet de atfedilir; gül gibi, onun da Hazret-i Peygamber’in nurundan yaratıldığına inanılır. Yerken salavat getirilir; getirmeyene hatırlatılır. Yemekte tek bir pirinç bile ziyan edilmez. Pilavsız sofra düşünülemez. Meşhur mânidir: “Ramazan geldi ulaştı/Sofralar doldu taştı/ Davette pilav yoktu/ Birden iştahım kaçtı.”

Kaynakça

Laws, Bill. Fifty Plants That Changed The Course of History, D&C

Bynum, Helen&William, Dünyamızı Biçimlendiren Olağanüstü Bitkiler, Oğlak Yayınları, 2014

Vaughan, DA; Lu, B; Tomooka, N (2008). “The evolving story of rice evolution”. Plant Science 174 (4): 394–408.

Harris, David R. (1996). The Origins and Spread of Agriculture and Pastoralism in Eurasia. Psychology Press. p. 565.

Kibaroğlu Yasemin; “Bereket Sembolü Pirinç” (1999), Brava Casa dergisi , s. 96-103, Sayı: 16

Ekinci, Ekrem Buğra (2014) ;“Şark Sofrasında Pirincin Saltanatı’,http://www.ekrembugraekinci.com/makale.asp?id=504

.

.

.

Benan Kapucu

[Yaşadım Diyebilmek] Mersin, Mersin olalı…- Şahin Tekgündüz

Kaya Mutlu başkan seçiliyor.

Devlet Planlama Teşkilatı DPT uzmanlarından Kaya Mutlu 1973 yerel yönetimler seçimini kazanarak Mersin Belediye Başkanı seçildiğinde biz, Timuçin Yekta, Özkan Taner ve ben OPA Organizasyon Pazarlama Araştırma şirketini kuralı yaklaşık bir yıl oluyor. Timuçin de Özkan da eski DPT’li olduğu için Kaya Mutlu’nun yakın dostları. O yıllarda reklam ve halkla ilişkiler pek bilinmez, seçim kampanyaları ‘propaganda’ anlayışıyla ve daha çok kürsü konuşmalarındaki vaatlerle yürütülmekte. Kaya Mutlu aday olmadan önce durumu, daha doğrusu durumunu bizlerle uzun uzun tartışıyor ve adaylığına birlikte karar veriyoruz. Dolayısıyla önümüzde önemli bir maraton var. Maraton elbette uzun soluk ve yüksek enerji gerektirir ve göze almak, yola çıkmak her babayiğidin harcı değildir; ama Kaya Mutlu ile görüşlerimiz öylesine çakışıyor ki, hiç güçlük çekmeden koşmaya başlıyoruz. Broşürler, el ilanları, afişler ve kürsü konuşmalarını birlikte hazırladığımız gibi, Mutlu’nun Mersinlilere vaatlerini de baş başa saptıyoruz. Her şeyden önce halkın gönlü kazanılacak, Mersin’in sahip olduğu değerler el birliğiyle öne çıkarılacak, kimlikli, kişilikli, modern bir batı şehri oluşturulacak.

Seçimler kıran kırana geçiyor, bu arada birkaç kez Mersin’e gidiyorum ve kampanya çalışmalarına katılıyorum. Sonuçta Kaya Mutlu önemli bir farkla belediye başkanlığını kazanıyor. İş icraata kalıyor.

Mersin’e güzel bir amblem gerekir

Başlangıçta Kaya Mutlu’nun bizden iki önemli talebi var, Mersin’in modern bir görsel kimliğe sahip olması için bir amblem yarışması açılması, ikincisi ise mümkün olan en kısa sürede Çukurova’nın bütününü de kapsayacak bir festival düzenlenmesi. Amblem yarışması için hemen telefona sarılıp İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ni (Günümüzdeki Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi) arıyorum ve yarışmayı duyuruyorum. Oradan gönderilen örneğe göre bir şartname hazırlıyoruz. Yarışmaya Akademi de destek veriyor. Kaya Mutlu başkanlığındaki seçici kurulda Akademi’den öğretim üyeleri Nâmık Bayık ve Mustafa Aslıer’le, dönemin ünlü grafik sanatçısı Mengü Ertel ve illüstratör karikatürist Nezih Danyal da yer alıyor. Ben Kaya Mutlu’nun yardımcısı olarak kuruldayım. Şartnameyi Hürriyet ve Cumhuriyet gazeteleriyle yerel gazetelerde yayımlıyoruz. Yüze yakın katılım oluyor ve seçici kurul toplantıları pek çetin geçiyor. Kaya Mutlu çok yoğun bir iş yükü altında olduğu için toplantılara onun yerine ben katılıyorum. Hiç unutmuyorum bir ara bir başka işin peşinde koşarken belediye görevlisi soluk soluğa karşıma çıkıyor “Şahin Bey jüri üyeleri sizi arıyor efendim, hemen gelmelisiniz, Nâmık Bey İstanbul’a dönmek istiyor” diyor. Öğreniyorum ki Mustafa Aslıer bir öğrencisinin kazanması için hoş olmayan bir davranışta bulunmuş ve Nâmık Bey’le sert bir tartışmaya girişmişler, Nâmık Bey de kurulu terk edip İstanbul’a dönmeye karar vermiş. Mengü Ertel’in de çabasıyla Nâmık Bey’i yatıştırıp Mustafa Bey’le barışmalarını sağlıyoruz.

Seçici kurulda ön seçimi kazanan işleri Mersin’in muhteşem parkındaki bir çadırda sergiliyor ve halkın oy vermesini sağlıyoruz. Sonuçta seçici kurulca da uygun bulunan, grafiker Abdullah Taşçı’ya ait çalışma birinci seçiliyor. Sonuç bir kokteylle duyuruluyor ve Belediye Meclisi’nin onayı ile derhal uygulamaya konuluyor.

Festivale doğru

Kaya Mutlu gerçekten çok mutlu ve güzel şeyler yapmaya devam ediyor. Bir yıl önce hazırlıklarına başladığımız festival projesi sonuca yaklaşmış durumda. Çukurova’nın pamuk üretimi ve tekstil yönünden zenginliğini dikkate alarak tekstil tabanlı bir festival tasarlıyoruz ve adını Akdeniz Tekstil ve Moda Festivali koyuyoruz. Organizasyon çalışmaları sürerken, festivali temsil edecek bir görsel kimliğe de ihtiyacı duyuluyor. Yarışma açmaya gerek duymadan işi Bülent Erkmen’e havale ediyoruz. Kısa bir süre sonra Erkmen’den, dönemin grafik tasarım anlayışına uygun çok parlak bir çalışma geliyor.

Festivale, İstanbul ağırlıklı olmak üzere Türkiye’nin her köşesinden pek çok tekstil, hazır giyim, aksesuar ve moda firması katılıyor. 1-7 Haziran 1975 haftasında, park ağırlıklı olmak üzere değişik mekânlarda sergi ve defile alanları ile dev bir konser sahnesi hazırlanıyor. Mersin flamalar, bayraklar, bez dövizler ve çiçeklerle bir bayram yerine dönüştürülüyor. Pek çok pop, klasik Türk müziği ve halk müziği sanatçısı ile Halit Kıvanç yönetiminde ünlü mankenlerden oluşan bir grup konser ve defileler için Mersin’de. Bir hafta boyunca konser alanları, defile salonları, sergi mekânları dolup taşıyor. Ve Mersin Mersin olalı hiç böyle bir şenlik yaşamamış oluyor…

Diyeceğini değil, duyacağını düşün…

Grup gündüzleri provalar dışındaki zamanlarını Mersin’in tarihî, turistik yerlerini, Cennet, Cehennem çukurlarını, Kanlı dîvâne’yi birlikte geziyor, yerel ve otantik mekânlarda yemek yiyor ve sohbet ediyoruz. Bu birlikteliklerde konuşmayı çok seven Halit Kıvanç sürekli takılıyor bana ve o baş edilemez espri gücüyle herkesi kahkahadan kırıp geçiriyor. Bir yemekte sohbet ederken çevresindeki manken kızlara dönüp “Kızlar bu Şahin Bey’in şirketi OPA var ya, ne anlama geliyor biliyormusunuz?” diye soruyor, kimseden ses çıkmayınca “Bilmiyorsunuz tabii değil mi, kız olduğunuza şükredin o zaman; bu OPA oğlan pazarlama şirketi demektir” diyor. Mankenler ve sanatçılar kıs kıs gülerek bana bakıyorlar. Hiç beklemediğim bu tatsızlığın şaşkınlığı içinde canım sıkılıyor ve yüzüm kızarıyor. Pek hazır cevap değilimdir ama, bu densizliğe ânında verdiğim cevap Halit Kıvanç’ı allak bullak ediyor, “Üzgünüm Halit Bey, sizi ısrarlı dâvet ediş nedenimizi herkesin içinde böyle açık etmeseydiniz keşke…” diyorum. Anlık bir sessizlikten sonra masada fıkırdamalar başlıyor ve herkes Halit Kıvanç’ın cevabını bekliyor. O son derece soğukkanlı bir şekilde ayağa kalkıp “İşte bu cevaba şapkamı çıkarırım, diyeceğini değil, duyacağını düşüneceksin; doğrusu Şahin Bey mat etti beni…” diyor, gülüşüyoruz.

O 1975 yılında başlayıp birkaç yıl daha bizim işbirliğimizle süren ve Mersin’i Haziran ayı boyunca câzibe merkezlerinden biri hâline getiren Akdeniz Tekstil ve Moda Festivali’nin Kaya Mutlu’dan sonra devam ettiğini sanmıyorum.

Grafik sanatlar dünyasında yeni bir art direktör(!)

Bir yıl kadar sonra Bülent Erkmen arıyor beni. Modern Publicity yıllığını görüp görmediğimi soruyor. Merak edip arıyorum Ankara’da ama ne mümkün. Birkaç gün sonra postadan çıkan büyükçe zarfta sözünü ettiği yıllık çıkıyor. Şaşkınlıkla bakıyorum. Bülent festival görsel kimliğini bu yıllığa göndermiş, yıllık da başarılı çalışmalar arasında yer vermiş. İşin ilginci beni ‘director’ yani art direktör, kendisini ise ‘desinatör’ olarak göstermiş. Böylece grafik tasarım târihine, Bülent’in zarafetiyle art direktör olarak geçmiş bulunuyorum.

Festival de yaparız gübre de üretiriz

Kaya Mutlu son derece uzak görüşlü, çağdaş, atılımcı ve cesur bir belediye başkanı. Bir kaç yıl içinde Mersin’i, kültürel değerlerini ve doğal güzelliklerini öne çıkaran, çağdaş bir beldede bulunması gereken bütün olanaklara sahip, pırıl pırıl bir kent  hâline getiriyor. Bunları yaparken de sürekli bir sıkıntısından söz ediyor. Batıda şehir çöplerinin ve atıklarının değerlendirildiğini, bazı kentlerde ısıtma, bazı kentlerde ise tarımda kullanılan kompost gübre üretimi amacıyla kullanıldığını, Mersin’e de böyle bir tesis kazandırmak istediğini söylüyor ve bizden yardım istiyor. Kısa bir araştırma sonucunda Paris’te faaliyet gösteren ve pek çok Avrupa kentinde tesisler kuran bir firma buluyoruz. Sonradan üretim alanını genişleten ve adını Sofitom olarak değiştiren Sofrani firmasıyla temasa geçip Türkiye mümessilliğini alıyoruz. Bir hafta sonra broşürler, kataloglar ve teknik dokümanlarla dolu büyük bir paket geliyor. Sofrani tam Kaya Mutlu’nun aradığı firma. Şehir çöplerini topluyor ya da toplanmasını belediyeye bırakıyor, geri dönüşümlü olanları ayırıyor, organikleri ise bir işlemden geçirdikten sonra, tarım için son derece yararlı olan kompost gübreye dönüştürüyor.

Davetimiz üzerine Ankara’ya gelen Fransız uzmanı Mersin’e götürüyoruz. Kaya Mutlu’ya ve belediye ilgililerine etkileyici bur sunum yapıyor ve şehirde incelemelerde bulunuyor. Bölgede tarım alanlarının yoğunluğu nedeniyle kompost gübre tesisinin aynı zamanda belediyeye gelir de sağlayacağını anlatıyor. Hazırladığımız fizibilite etüdünün belediye meclisince onaylanması üzerine Sofrani ile sözleşmeler imzalanıyor ve tesisin kurulmasına geçiliyor. Bir yıl sonra da üretilen kompost gübre deneme amacıyla, ihtiyaç sahiplerine dağıtılıyor. Bu örnek tesis, Türkiye’de çöplerin ekonomik değer hâline dönüştürülmesinin yolunu açıyor. Bazı belediyeler kompost üretmek, bazıları ise ısınmada kullanmak üzere çöp değerlendirme tesisleri kurmaya başlıyor. Böylece bu konuda da öncülük fırsatını yakalıyoruz.

Şahin Tekgündüz

[email protected]

Palermo Belediye Başkanı Leoluca Orlando’dan insanlık dersi – Şenay Boynudelik

Akdeniz’in ortasında yüzyıllardır onlarca medeniyete ev sahipliği yapmış, kıyılarına gelmiş her canlıya kucak açmış Sicilya adası bugün de geçmişte olduğu gibi denizin kendine getirdiğini hediye kabul edip bağrına basıyor.


Palermo Belediye başkanı Leoluca Orlando

Bu toprağın çocuklarının dini, dili, ırkı, rengi ne olursa olsun konukseverliğin başkenti olarak adlandırdıkları Palermo’da kimseyi kapıdan çevirmeye niyeti yok. En başta da Palermo Belediye başkanı Leoluca Orlando. Matteo Salvini’nin çıkarttığı göçmen karşıtı yasaya karşı çıkan Orlando, iki yıllık sığınma süresinin ardından oturma hakkı başvurusunu reddeden yeni güvenlik kararını tanımadı ve Palermo’da yasanın uygulanmasını askıya alınmasını emretti. Leoluca Orlando, ülke içinde yaşayan herkesin anayasal haklarının savunulması gerektiğini  söylerken bunun  sivil bir itaatsizlik değil vicdani bir ret eylemi olduğunu bildirdi.

‘Decreto sicurezza’ (güvenlik yasası) denen yeni yasa göçmenlerin  hayatını  nasıl değiştirecek?

– Kamu güvenliği ve göçün birçok yönünü düzenleyen düzinelerce yeni yasa seti ile birlikte – göçmenler artık sığınma alanlarındaki kısa süreli kalışlarının ardından İtalya’da tam olarak ikamet edemeyecekler. Kararname ayrıca, geçen yıl sığınmacıların yüzde 25’ine verilmiş olan iki yıllık “insancıl koruma” ikamet izinlerine de son verecek. Bunun yerine, oturma izinleri bir yıllık “özel koruma” statüsü veya altı aylık “menşe ülkesinde doğal afet” statüsü gibi daha katı şartlar altında verilecek.

Palermo Belediye Başkanı Orlando özellikle, İtalya’da ikamet izni olan bir kişinin ikamet belgesi almasını yasaklayan tedbire de tepki gösteriyor. Kararname, belediyelerin kimlik kartı vermesi veya ulusal sağlık hizmetine kayıt yapmasını yasaklıyor. Böyle bir durumda, kişinin aile doktoru gibi sağlık haklarına da erişim engeli getiriliyor.

Palermo Belediye Başkanı Orlando; “Biz bir ceza yasasıyla karşı karşıyayız. İtalya’da yasal olarak ikamet eden, vergi ödeyen, INPS’ye katkı payı ödeyen binlerce, yüz binlerce insan var ve birkaç hafta veya ay içinde evraksız ve sonra yasa dışı olacaklar, bu insanlık dışı bir metin çünkü insan haklarını ihlal ediyor ve kriminalleştiriyor, topraklarımızda meşru bir şekilde bulunan kişileri illegal hale getiriyor” diyor.



Matteo Salvini ve Leoluca Orlando

“Bizim inandığımız ve savunduğumuz tek bir ırk var o da insan ırkı” diyen Orlando’ ya öfkesini twitter yolu ile kusan Salvini ise Orlando’yu itaatsizlikle suçluyor. Orlando’nun hükümetin çıkardığı insan haklarını sınırlayıcı yasalara tepkisinin ardından sol kanattan Napoli, Floransa ve  Parma Belediye Başkanları  da Orlando’ya  katılıp hükümetin kararlarına tepkilerini dile getirdiler.

Salvini’ye karşı Palermo’lular bugün soğuk ve yağmura meydan okuyarak belediye başkanlarının seçimini desteklemek ve  yanında olduklarını göstermek için Palermo Belediye Başkanlığı’nın önünde  gösteri yaptılar.  Muhafazakarlaşan  yönetimlere karşı Orlando gibi politikacıların sayısının artması ayağını bastığı yeri kendi toprağı gören herkes için tek umut yolu.

.

Şenay Boynudelik

Yenilenebilir enerji kaynakları ile enerji üretiminde bir yeni yıl derlemesi – Oral Kaya

0


2019 yılının ilk günlerinde her alanda kurumlar yıllık değerlendirmelerini yapmaya başladı. Ülkemizde resmi kurumlar ne yazık ki henüz yıl sonu rakamlarını yayınlamadılar ama sektör temsilcileri, kendi alanlarındaki gelişmeleri bir bir paylaşmaya başladılar. Ülkemizde güneş ve rüzgar olmak üzere yenilenebilir enerji kaynakları bir önceki yıla oranla artış yaşadılar. Bütün dünyada da bu artış gözlendi. UluslararasıYenilenebilir Enerji Ajansı verilerine göre dünya genelinde yenilenebilir enerji sektöründeki istihdamın 10 milyonu aşması 2018’in belki de en önemli gelişmesi idi. (1)

İklim değişikliği ile mücadele eden tüm grupların, bireylerin ve yapıların öncelik verdiği yenilenebilir enerji sektöründe 2018 yılında önemli gelişmeler sağlandı. Özellikle ABD’deki gelişmeler daha da dikkat çekici bir hal aldı. Trump liderliğindeki ABD yönetiminin Paris iklim sözleşmesinden çekileceğini açıklaması ve buna uygun davranmasına rağmen bir çok eyalet %100 Yenilenebilir Enerjiye geçiş planlarını açıkladılar. Almanya’nın Bonn kentinde 2017 yılı Kasım ayında yapılan İklim Zirvesini protesto eden Trump yönetimi kararına karşı özel bir ABD çadırı açan eyaletler, bu yıl içinde yenilenebilir enerji teşvikleri ile dönüşüm planlarını ve hedeflerini açıkladılar (2). Aynı şekilde IRENA ve Uluslararası EnerjiAjansı, Hindistan ve Çin’de yaşanan gelişmelere dikkat çektiler. Asya kıtasınınbu iki devi, özellikle güneş enerjisi yatırımlarında 2018 yılı içinde devasa adımlar attılar. Porto Riko bir ada devleti olarak bu yıl ihtiyaçlarını sadece yenilenebilir kaynaklardan elde edilen elektrik ile  karşıladı ve sıfır emisyonlu ilk ülke olma unvanını aldı. Aynı şekilde Portekiz 300 gün fosil yakıtsız enerji üretimi sağladı. İngiltere ise, özellikle güneşe yaptığı yatırımlar ile elektrik üretiminin %30dan fazlasını yenilenebilir kaynaklar ile üretmeye başladı. Bir başka kuzey Avrupa ülkesi Norveç ise, 2018 de ülkedeki elektrikli araba sayısının %5o’yi geçtiğini açıkladı.

Bu alanda belki de en çarpıcı gelişme Almanya’da sağlandı. 2018 yılında tüm enerji ihtiyacının %40,5’ini yenilenebilir kaynaklardan sağlayan bu gelişmiş sanayi ülkesi, rüzgar ve güneşte önemli gelişmeler yaşadı (3). Güneş enerjisi yatırımları bir önceki yıla oranla %16 oranında artış gösterdi. Hatta 2 Temmuz 2018 günü saatler 13:15 olduğunda, güneşten elde edilen elektrik ülke üretiminin %39’una tekabül ediyordu.  Aynı şekilde rüzgar enerjisinde büyük bir sıçrama yaşanan ülkede, rüzgar yatırımları %20,5’i buldu. Sadece rüzgar ile üretilen elektrik 2018 yılında 111 milyon TWh’i geçti ve ülke genelinde kömürden sonra en çok elektrik üretilen kaynak oldu (4).

Ülkemize geldiğimizde yine yüzümüz güldü. Yukarıda da belirttiğim gibi, bu satırlar yazılır iken 2018 yatırım ve üretim rakamları resmi makamlarca açıklanmamış idi. Fakat sektörün iki önemli temsilcisi GÜNDER (Güneş Enerjisi Üreticileri Derneği) ve TÜREB (Türkiye Rüzgar Enerjisi Birliği) yaptıkları açıklamalar ile güneş ve rüzgarda yaşanan gelişmeyi belirttiler. Sektör temsilcilerinin açıklamalarına göre güneş enerjisinde şebekeye bağlı kapasitemiz 5 GW sınırını aşmış durumda (5002MW). Aynı şekilde rüzgarda kurulu kapasite 7,4 GW oldu. Ülke genelinde hidro ile birlikte ele alındığında (ki bu değerlendirmeye ben katılmıyorum/ama yine de hidro bir yenilenebilir kaynak olarak kabul ediliyor) yenilenebilir kaynaklardan enerji üretimi %36’yı geçmiş oluyor. Sadece rüzgar ve güneş ele alınırsa %18,1 oluyor. Fakat ülkemizde belki de en önemli yenilenebilir enerji yatırımı, Kayseri Mobilyacılar Enerji Kooperatifinin üretime başlaması oldu. 5MW kapasiteli güneş santralinin faaliyete geçmesiyle bir yurttaş girişimi ile sayıları 28 olan enerji kooperatifleri içinde ilk üretime geçen ve şebekeye bağlanan yatırım oldu. Bunu diğer enerji kooperatiflerinin de olumlu adımları takip etti. Ülkemizde yurttaş girişimciliği anlamında çok önemli bir gelişme olarak kabul gören bu girişim ile enerji kooperatiflerinde gelişme sağlandı.

2019 yılına ait de bir kaç öngörüde bulunursak, özellikle ülkemizde güneş ve rüzgar ile enerji üretimi artış göstermeye devam edecek. Yıl sonunda %20 den fazla bir kapasite bekleniyor/öngörülüyor. Fakat özellikle dünya genelinde 2019 daha çok depolama ünitelerindeki gelişmeler, mikro grid teknolojisinde yenilikler ve de özellikle elektrikli araç teknolojisindeki gelişmelerin tartışılacağı bir yıl olacak diyebiliyoruz. Umuyoruz ki ülkemiz de bu tartışmalara daha yoğun katılacak, gelişmeleri yakından takip edebilecektir. Dünyadaki bu gelişmeye uzak durmak, toplum olarak bizi ileriye götürmeyecektir.

Oral Kaya

Oral Kaya / Troya Çevre Derneği

Nükleer enerjiyle aşılamayacak eşik: İklim değişikliği

Bir seneyi daha geride bıraktık. Yeni yıla dair hepimizin umutları, hayalleri var. Fakat bu dünyada yapmak istediklerimiz için önce dünyaya sahip çıkmamız gerek… Geçen ayın gündem konularından Küresel İklim Değişikliği Konferansı’nın (COP24) sonuç raporu, önceki yılların olanca ağırlığıyla yeni yılın “yapılacaklar listesi” ne girdi. 2030’a kadar karbon emisyonlarının %45 azaltılması, 2050’ye kadar ise sıfırlanması gerekiyor; aksi halde 12 yıl sonra dünyanın fırtınalar, aşırı hava olayları ve sel vakalarının sıklıkla vuku bulduğu bir yere dönüşmesi kaçınılmaz. Lakin piyasanın nimetlerinden faydalanma alışkanlığıyla iklim değişikliğinin önlenmesine yönelik gerçekçi olmayan öneriler ortaya atılırken, küresel ısınmanın ulaştığı safha acil ve radikal bir değişimi gerektirmekte.

COP24 kurallar kitabının hazırlanması, ülkelerin belli adımları atmak için ortaklaşılmasını sağlayacağı için umut verici. Ancak,  piyasaların her koşulda yeni fırsatlara imkan tanımasından mütevellit, iklim değişikliği bazı ürünlerin çözümmüş gibi pazarlanması için de uygun zemin hazırlıyor. Misal karbon tutucu teknoloji ürünleriyle fosil yakıt endüstrisi cezbedilirken, kömürlü termik santraller düşük karbon teknolojisi ambalajına sarmalanıyor, hatta nükleer enerji üretimi rüzgar enerjisi kadar karbon saldığı iddiasıyla işin simsarları tarafından teşvik edilmeye çalışılıyor… Oysa bugün Paris Anlaşması gereği öngörülen adımların atılması için oluşturulan bütçenin %95’i, dünyada kurulu bulunan mevcut altyapıdan kurtulmanın maliyetine tekabül etmekteyken bunlar gibi göstermelik  önerilerle küresel ısınmada böyle iyileştirmelerle arzulanan değişimin yakalanması mümkün değil .

Enerji yatırım kararlarının hala hükümetler tarafından gerçek şartların gözardı edilerek salt jeopolitik işbirliklerine göre alınması  ise mevcut risklerin iklim değişikliği risklerine eklemlenmesi demek. Bu bağlamda, nükleer enerji üretim tesislerindeki kazalar, nükleer testler, uranyum madenleri, atıklar kısacası  nükleer zincir içinden yayılan radyoaktif kirlilik mevcut haliyle iklim değişikliği riskleriyle içinden çıkılmaz hale getirebilir ve yeni kaza, sızıntı vakalarını arttırabilir. Meseleyi küresel ısınma nedeniyle deniz suyunun yükselmesi açısından ele alırsak, ilk aklımıza getirmemiz gereken deniz kıyısındaki nükleer santrallerin durumu. COP24’te nükleer enerjinin neden çözüm olamayacağına dair Nükleer Bilgi Merkezi’nin (NIRS) Rosa Luksemburg Vakfı aracılığıyla hazırladığı rapor, COP toplantılarında sesini yükseltmeye çalışan nükleer endüstri savunucularına gereken cevabı veriyor. Zira  iklim değişikliğinin etkisiyle deniz suyu seviyelerinin 2-10 santim arasında yükselmesi ve bunun devam etmesi halinde, deniz kıyısındaki nükleer santrallerin içine suyun dolması, santral sahasındaki geçici depolanan atıkların da denize sürüklenmesi veya uranyum madeninde maden atıklarının su taşkınları nedeniyle yeraltı suyuna, oradan da içme suyuna karışması söz konusu. Küresel ısınmanın kuraklık nedeni olacağı bir dönemde misal 4 reaktörlü bir nükleer santralde günlük 28 milyon metreküp suyun (14 milyon nüfuslu İstanbul’un günlük ortalama su tüketimi 3 milyon metreküp su) kullanılacak olmasına rağmen nükleer santral yatırımları yapmak ise uzgörülü olmamak hatta hayal dünyasında olmak demek. Diğer taraftan nükleer santrallerin 40 yıllık işletim ömrünü doldursa da  kapatılmadığı, bilakis bu santrallerin ömürlerinin 20 yıl daha  uzatıldığı göz önüne alınırsa, bakım onarım kapsamının santralin içine su sızması, su baskınları nedeniyle genişletilmesi ve paslanma karşıtı önlemlerin alınması gerekecek. Aksi halde maliyetlerden kaçınmanın bedeli Fukuşima benzeri felaketler olabilir. Kaldı ki maliyetler, kapitalist sistemin şirketler dünyasında görülmek istenmeyen  fazlalıklar…

Bu yazı yeniyasamgazetesi.com/ dan alınmıştır

.

Pınar Demircan

Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Merkezi: Kayyım HDP’nin oy oranını artırdı

Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Merkezi’nin (SAMER), politik gündem, seçmen eğilimleri- tutumu ve davranışları üzerinde yaptığı araştırma, belediyelere atanan kayyımların seçmenin tercihini değiştirmediğini ortaya koydu.

Araştırmaya göre HDP, son yerel seçimlere oranla Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki oylarını yüzde 6 civarında artırdı. 2-6 Kasım 2018 tarihleri arasında 16 ilde 2 bin 400 kişi ile yüz yüze görüşerek yapılan araştırmaya göre, “Belediyelere kayyım atanmasını destekliyor musunuz” sorusuna katılımcıların yüzde 53.2’si kayyım atanmasını desteklemezken; yüzde 30.9’u desteklediği yönünde yanıt verdi. Yüzde 15.7’si kararsız olduğunu söyledi. Kayyım atanmasını destekleyenlerin yüzde 76.3’ü AKP’ye oy verdiğini belirtti.

Partilerin oy oranı

Araştırma grubunun sadece yüzde 3.8’i “Oy verdiğim partiyi değiştirmeye karar verdim” derken, yüzde 32.6’sı “Oy verdiğim partiyi daha çok desteklemeye karar verdim” yanıtını verdi.

“Kayyım atanması siyasal tercihimi etkilemedi” diyenlerin oranı yüzde ise 58.1. Ayrıca Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “yeniden kayyım atayabileceklerine” dair açıklamalarının da seçmen eğilimini etkilemediği tespit edildi.

Araştırmada dikkat çeken bir başka detay, seçmenin ülkede yaşanan sorunları sıralama ölçüsü. Bölgede ilk defa ekonomi ve işsizliğin, Kürt sorunu dahil diğer tüm sorunların önüne geçtiği görüldü. “Bugün yerel seçim olsa hangi partiye oy verirsiniz” sorusuna araştırma grubunun yüzde 45.7’si HDP, yüzde 28.3’ü AKP, yüzde 8’i oy kullanmayacağım, yüzde 2,9’u CHP, yüzde 2’si MHP, yüzde 1.1’i İYİ Parti.

.

(Cumhuriyet)

İşten atılma gerekçesi: Suyun içinde, eksi 1 derecede elektrik tesisatı döşerken fotoğraf paylaşmak!

Bursa’da doğalgaz hattında çalışan işçiler, çalışma koşullarını fotoğraflarla teşhir ettikleri gerekçesiyle işten atıldılar.

Bursa Harmancık’ta doğalgaz boru hattında elektrik tesisatı döşeyen işçiler, çalışma koşullarını göstermek amacıyla İnşaat-İş sendikasına fotoğraf gönderdiler.

Eksi 1 derece sıcaklıkta, dizlerine kadar su içinde oldukları görülen işçiler, bu fotoğraf paylaşımının ardından işten çıkarıldılar.

İnşaat-İş sendikası, işten çıkarılan işçilerin durumu hakkında bir açıklama yaptı.

Sendikanın açıklaması şöyle:

“Bursa Harmancık’ta doğalgaz boru hattında elektrik tesisatı döşeyen üyelerimiz 27 Aralık tarihinde suyun içinde çalıştıklarını belgeleyen fotoğraflar göndererek hangi koşullarda çalışmaya zorlandıklarını teşhir etmişlerdi.

Yüklenici firma TANAP’a bağlı ELMAK isimli taşeron firma bünyesinde çalışan üyelerimiz bu koşulları fotoğraflarla teşhir ettikleri için ‘iş bitimi nedeniyle’ denilerek, yasa dışı bir şekilde işten çıkarıldılar.

Üyelerimizin fotoğrafları gönderdikleri gün hava sıcaklığı eksi 1 dereceydi. Dizlerine kadar su içinde çalıştırılan arkadaşlarımız çalışırken resmen donduklarını ifade ederek, ‘Mecbur tutuyorlar. Biz direniyoruz. Hava don’ demişlerdi.

İnşaat patronlarının bu tutumunun esas nedeninin ‘işin bitmesi’ değil, sendikal örgütlenme düşmanlığı olduğunu biliyoruz. Bu sendika düşmanlığına karşı inşaat patronlarına diyoruz ki, ne yaparsanız yapın o şantiyelere sendikamızın girmesini engelleyemeyeceksiniz! İşçi kıyımlarına, ücret gasplarına, kanımıza sudan ucuz muamele yapılmasına karşı bugüne kadar yürüttüğümüz mücadelemizi büyüterek yolumuza devam edecek, o sömürü çarkına çomak sokmayı sürdüreceğiz!”

.

(Gazete Duvar)


Yerel yönetimlerin sorumlulukları – Murat Balamir

Bu yazı cumhuriyet.com.tr/ den alınmıştır

Yerel seçimler yaklaşırken medya, adayları ve projelerini tanıtmaya odaklandı. Daha yararlı bir yaklaşım, yerel yönetimlerin sorumluluk alanlarını ve demokrasi yetersizliklerimizi gündeme getirmek olur. Bir örnek, yönetimlerin doğal ve insan kaynaklı tehlikeler karşısında tutumlarıdır. Ülkemizdeki doğal tehlikeler, iklim değişikliği sorunları ve kazalar, giderek önem gösteriyor. 

Mülki yönetimin bu alandaki sorumlulukları 7269 sayılı ‘afetler’ yasasında tanımlanmıştır. Acil durumlarda yetkililer vali ve kaymakamlardır. Yerel organlar ve belediyeler bu mutlak otoriteye bağlıdır. Ancak bu yönetimler, tehlikelere karşı önlem almada ve ‘afet planı’ hazırlamada yetersiz kalırlar. Bu kesimde, bilgi ve teknolojiye uyumlu yeni düzenlemeler gerekiyor. Seçimle iş başına gelen belediyelerin sorumlulukları ise, 5216, 5302, 5393 sayılı yasalarda belirlenmiştir. Yasa metinlerindeki tanım yanlışları bir yana, yönetimlerin alacağı koruyucu önlemler açıklanmaz.

Belediyelerimizin bu alanda yapabilecekleri özetlenirse: 

Bilgilendirme: Yerel ortamdaki tehlikelerin tür ve konumlarına ilişkin bilgilerin toplumla paylaşılması önceliklidir. Tehlike harita ve bilgilerinin topluma açık tutulması, yer seçimi ve yatırım davranışlarını yönlendirir, riskleri azaltır. 

Platformlar: Belediyeler tehlikelere karşısında iki tür yanlış yapabilirler. Bunlar, gereksiz yatırımlar yapma, ya da etkili önlemleri görememe tuzaklarıdır. Can ve mal güvenliği kararlarında sorumluluk paylaşımı temel bir güvencedir. Kent platformları, yönetim temsilcileri yanı sıra, STK birimleri, medya, üniversite, iş çevreleri gibi kesimlerin temsilcilerinden oluşturulur, karar ve sorumluluklar birlikte üstlenilir. 

Kademeler: Farklı coğrafyalardaki büyüklü küçüklü belediyelerin alacağı önlemler ve öncelikleri farklılaşır, yerleşim deseni ve yapılaşma düzenlerine ilişkin kurallar kademelidir. 

Planlar: Mekânsal planlarımız, tehlike ve risklere ilişkin ilke ve standartlardan yoksundur. Tehlike haritalarını gözeten plan bilgilerinin toplumla paylaşılması, yönetimlere güveni güçlendirir. Yeşil kuşaklar, çevre değerleri kadar toplumsal kazanımlar getirir. Su baskını tehlikesi, özel plan ve altyapı düzenlemeleri gerektirir. Havzalardaki belediyeler, mülki yönetimle birlikte havza ölçeğinde plan yapmalıdır. 

Acil durum: Belediyeler planlarda, açık alan, altyapı ve ulaşım ağı, okul ve hastaneler, yurtlar, oteller ve kamu hizmet yapılarını kapsayan bir sistem kurup, lojistik önlemler alabilirler. Acil durum sistemine özel kesim tesislerinin de katkılarını özendirebilirler.

Korunmasızlar: Yaşlı, çocuk, özürlü, kadın, kronik hastalar gibi bireylerin sosyal dayanışma grupları kurmaları hedeflenir. Ayrıca deprem, yangın, su baskını türü tehlikeler karşısında başta tarihi miras, müze, kütüphane, hapishane, yaşlılar evi gibi yapılar için özel koruma gerekecektir.

Dönüşüm: Günümüzde dayatmalarla yürütülen ‘dönüşüm’ süreçlerini, yerel ortaklıklar ve sosyal kalkınma sürecine çevirmek demokrasi zaferi olur. 

Sigorta: Taşınmazların sigortalanmasının özendirilmesi yerinde görülür. Sigorta sistemi ile belediye ilişkilendirilmelidir. Büyük birikime sahip DASK, sigortalı oranına göre risk azaltma destekleri verebilir. 

İşbirlikleri: İklim değişikliği ve tehlikeler karşısında alınan önlemler, uluslararası düzeyde desteklenmekte. Yerel yönetimlerin ulusal ve küresel işbirlikleri kurması ve tanınırlığı, dayanışmalı bilgi ve teknoloji aktarmaları kadar yardımlar edinmenin de yöntemidir. 

Dileriz ki, yalnızca ‘ötekileştirmeme’, ‘saydam olma’ ve ‘insanca ücretler’ ödeme sözleri ile, ya da adayların ‘projeleri’ ile yetinilmesin. Dileriz ki, belediyeler her fırsatla ve her etkinlik alanında insan haklarına saygılı, eşitlikçi, çevre dostu, iletişimli, koruyucu çağdaş girişimler ve özgün buluşçu uygulamalarla demokrasi kültürünü tabanda güçlendirsin. Yerel yönetimlerin gerçek demokrasinin somut süreçlerini yaşaması, ülke genelinde de dayatmacı tutumların zayıflatılmasına yol açmaz mı?

Bu yazı cumhuriyet.com.tr/ den alınmıştır

.

Murat Balamir

Türkiye’deki ateist oranı on yılda 3 misli arttı

Konda, 10 yıllık toplumsal değişim raporu yayınladı. Rapora göre ateist oranı yüzde 1’den yüzde 3’e çıkarken, dindar oranı yüzde 55’ten yüzde 51’e geriledi.

Konda araştırma şirketi 10 yıllık toplumsal değişim raporu açıkladı. Raporda 2008 ile 2018 arasında çeşitli alanlarda karşılaştırmalar yapıldı. Raporda, hayat tarzlarının yanı sıra kimi önemli ekonomik veriler de yer aldı.

Rapora göre “Dindar” olduğunu söyleyenler de 10 yılda yüzde 55’ten yüzde 51’e geriledi. “İnançlı” olduğunu söyleyenlerin oranı yüzde 31’den yüzde 34’e çıkarken, “Sofu” olduğunu söyleyenlerin oranıysa yüzde 13’ten yüzde 10’a düştü. Kendisini “Ateist” olarak tanımlayanların oranı 3 kat artarak yüzde 1’den yüzde 3’e yükseldi, “İnançsız”ların oranıysa yüzde 1’den yüzde 2’ye çıktı.

Mutluyum diyenler de azaldı

Aynı raporun 2008 yılı versiyonunda “Mutluyum” diyenlerin oranı yüzde 57 iken, bu oranın 10 yıl sonrasında yüzde 52’ye gerilediği de belirtildi. Rapora göre ortalama yaş artmasına rağmen evlilerin oranı ise yüzde 71’den 65’e düştü.

.

(Sputnik News)

Anayasa Mahkemesi’nden Meclis içtüzüğündeki iki maddeye iptal!

TBMM İçtüzüğünün, ‘Komisyonlarda inceleme süresi’ başlıklı 37’nci maddesindeki, ‘Ayrı bir siyasi parti grubundan bir milletvekili tarafından yerine getirilmek kaydıyla’ hükmü oy birliğiyle iptal edildi.

Anayasa Mahkemesi (AYM), Meclis içtüzüğünün yoklama ve kanun teklifinin Genel Kurul gündemine alınması usulünü belirleyen 2 hükmünü iptal etti.

AYM’nin, CHP Grup Başkanvekilleri Engin Altay, Levent Gök ve Özgür Özel ile 124 milletvekilinin TBMM içtüzüğünün çeşitli maddelerinin yürürlüklerinin durdurulması ve iptaline yönelik başvurusu hakkındaki kararı Resmi Gazete’nin bugünkü sayısında yayımlandı. Karara göre, TBMM İçtüzüğünün, ‘Komisyonlarda inceleme süresi’ başlıklı 37’nci maddesindeki, ‘Ayrı bir siyasi parti grubundan bir milletvekili tarafından yerine getirilmek kaydıyla’ hükmü oybirliğiyle iptal edildi.

Buna göre kanun tekliflerinin esas komisyonlara havale edilmesinin ardından geçen 45 günün sonunda teklif sahipleri, teklifin Genel Kurul gündemine alınmasını isteyebilecek, bu istemler her hafta salı günü bir tane olmak üzere işleme alınacak.

AYM’nin iptal karar verdiği 2’nci hüküm ise İçtüzükteki yoklama usulünün, AK Parti ve MHP tarafından getirilen teklif ile değiştirilen kısmı oldu. Anayasa’ya aykırı olduğu gerekçesiyle iptal edilen hükme göre, TBMM Genel Kurulu birleşiminde tezkerelerin oylanması ile kanunların oylanması esnasında, işaret ile oylamaya geçilirken en az 20 milletvekilinin ayağa kalkması veya önerge vermesi, yoklama istemeye yetecek.

.

(T24)