İngiltere’nin AB üyeliğinden ayrılma sürecinin siyasi bir krize dönüşmesi sonrası yeni referandum talep eden yüz binlerce kişi, başkent Londra’daki yürüyüşte bir araya geldi.
“Halka Bırakın” isimli kampanya için bir araya gelen kalabalıklar, Parlamento önünde bitecek bir yürüyüş gerçekleştirdi.
Organizatörler, İngiltere tarihindeki en büyük protesto olarak tanımladıkları yürüyüşe, 1 milyona yakın katılım gerçekleştiğini ve sayının tüm beklentilerin üzerine çıktığını açıkladı.
Avrupa Konseyi hafta içinde İngiltere’nin Avrupa Birliği (AB) üyeliğinden ayrılma (Brexit) tarihiyle ilgili erteleme talebine şartlı onay vermişti.
Brexit’in iptal edilmesi için Parlamento’nun internet sitesi üzerinden başlatılan imza kampanyasına da 4.5 milyona yakın insan imza atmıştı.
Londra’daki Hyde Park’tan başlayan yürüyüşte ağırlıklı olarak Avrupa Birliği bayrakları dikkat çek
Yürüyüşe katılan yüz binler, bando ekipleri, düdükler ve tezahuratlarla ilerlerken, slogan olarak da “halk oyu istiyoruz” öne çıktı.
Londra’nın Belediye Başkanı Sadık Khan da Twitter hesabı üzerinden bir yürüyüşe ait bir video ile şu mesajı paylaştı:
“Bugün şehrimizden ve ülke genelinden binlerce kişi, şu net mesajı vermek için bir araya geldi: Artık yeter, İngiltere halkının, Brexit konusunda son sözü söyleme vakti geldi”
Avrupa Konseyi, İngiltere’nin Avrupa Birliği (AB) üyeliğinden ayrılma (Brexit) tarihiyle ilgili erteleme talebi için iki tarihli seçenek sundu.
Gelecek hafta içerisinde İngiltere Parlamentosu’nda oylanması planlanan Brexit anlaşması bir kez daha reddedilirse İngiltere’nin Brexit konusundaki son karar tarihi 12 Nisan olacak
Eğer gelecek hafta İngiltere Parlamentosu’nda oylanması planlanan Brexit anlaşması bu kez milletvekilleri tarafından kabul edilirse, İngiltere’nin AB’den çıkış tarihi 22 Mayıs olacak.
Kentlerimiz, önceliklerimiz ve seçimlerimizBilimsel çalışmalar, insan etkisi nedeniyle iklim değişikliği yaşadığımızı yani Dünya’nın doğal dengesini bozduğumuzu kanıtlıyor. Bilim insanları ve uluslararası kuruluşlar, bu gerçeği her fırsatta duyuruyor ve iklim değişikliği ile mücadele edilmesi için kamuoyu yaratıyor.
Dünya’nın yaşanabilirlik özelliğini tehdit eden iklim değişikliği ile ilgili bilimsel kanıtlar, çevre tahribatı ve iklim değişikliği arasındaki ilişkiyi net şekilde ortaya koyuyor.
Her geçen gün artan enerji ihtiyacımız, fosil yakıtlara giderek artan bağımlılığımız ve çılgın düzeylere ulaşmış tüketim alışkanlıklarımız, yaşadığımız çevre tahribatı ve iklim değişikliği sorununun temelini oluşturuyor. Öte yandan küresel olarak ulusal hükümetler, bu hayati konularda sürdürülebilir etkin çözümler üretmekte isteksiz ve yavaş kalıyor. Ancak zaman aleyhimize işliyor!
Artan nüfusun etkisi
Ayrıca tüm dünyada giderek artan kentli nüfusu, kentsel alanlarda yaşanan iklim olaylarının etkilerini ve çevre tahribatının yarattığı stresi artırıyor. Öte yandan iklim değişikliğine neden olan karbon salımlarının yaklaşık yüzde 70’i kentlerde meydana geliyor.
Kentlerimizi önümüzdeki beş yıl boyunca yönetecek anlayışı belirleyeceğimiz yaklaşan yerel seçimler iklim krizine karşı tutum ve çevre tahribatı konusunda bize önemli fırsatlar sunmalı. Ancak güncel siyaset yoğunluğu nedeniyle insanlığın geleceğini tehdit eden iklim değişikliği ve çevre tahribatı sorunlarını neredeyse kimse ciddiye almıyor.
Yok sayılan buz gibi gerçekler
İklim krizi ve çevre politikaları konusunda, yerel yönetimler aslında çok kilit bir noktada görev alıyorlar. Makro politikaları uygulamak ve hatta uygulamadan doğan başarılı örneklerle politikaları etkilemek ellerinde.
Ayrıca kamuoyu yaratmak ve farkındalık oluşturmak yine onlar için çok kolay. Ancak bu konularla ilgili güncel uygulamaların içeriğinin bizlerle paylaşılmasında ciddi sorunlar bulunuyor. Sadece politik eksende değil, toplumda da bu konular ilgi çekmiyor.
Örneğin toplu taşıma verilen değer, bisiklet ve yaya ulaşımı için uygun olmayan altyapı nedeniyle ıskaladığımız karbon azaltım potansiyelimizi kimse sorgulamıyor.
Yerel yönetimlerin atık konusundaki sorumluluk ve faaliyetleri hakkında hala pek çok kentte bilgilendirilmediğimiz ortada. Dolayısıyla çöpümüze ne oluyor, yerel düzeyde nasıl daha verimli atık politikaları ve uygulamaları oluşturulabilir tartışılmıyor.
Hava kirliliği, oldukça sinsi bir halk sağlığı sorunu olarak tartışmasız gündemde birinci sırada olmalıyken hepimiz bu soruna karşı oldukça ilgisiziz. Hava kirliliğini ve etkilerini azaltacak en önemli araçlardan biri olan kentsel yeşil alanlar ise çocukluk hatıralarımızda kaldı gibi.
Benzerleri tropik iklimlerde görülen aşırı yağış olayları ile nasıl mücadele etmeliyiz ve bu yağışların engellenmesi için üstümüze düşen nedir diyene de pek rastlanmıyor.
Küresel olarak artan, ulusal olarak yerinde sayan yerel ilgi
Pek çok ülkede yerel yönetimlerin doğrudan müdahil olduğu iklim krizi ve çevre tahribatına karşı geliştirilen politika ve uygulamaların, partiler üstü bir konu olarak bütün yerel yönetimlerin gündemine girmesi gerektiğini bilim ifade ediyor. İklim değişikliği etkilerine en hassas bölgelerden biri olan Akdeniz Havzası’nda yer alan ülkemizin, ivmeli bir şekilde artış eğiliminde olan küresel ısınma nedeniyle iklim değişikliğinin etkilerine giderek daha fazla maruz kalması bekleniyor. Çoğalan kentsel nüfusun ise bu bağlamda artan ve hayati hale gelen gereksinimleri olduğu/olacağı aşikar.
Aralık 2018’de gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 24. Taraflar Konferansı öncesinde, ulusal hükümetlerin iklim değişikliği ile mücadele ve dolayısıyla Paris Anlaşması’nın uygulamaya konulması konusunda yavaşladığı bir dönemde, yapılması gerekenlere dikkat çekmek için 12-14 Eylül 2018 tarihlerinde Kaliforniya’da Küresel İklim Değişikliği Zirvesi gerçekleştirildi.
Bu Zirve’nin en önemli teması iklim değişikliği ile mücadelede yerelin gücünün ve öneminin vurgulanmasıydı. Maalesef Türkiye’de çok az sayıda yerel yönetimin radarına takılan bu küresel etkinlik öncesinde, 8 Eylül 2018’de yapılan küresel farkındalık çalışmaları ile tüm Dünya’da pek çok kişi yerel düzeyde bir araya gelip yerel yönetimlerden iklim değişikliği ile mücadele için taleplerini İklim İçin Ses Ver etkinlikleri ile dile getirdi. Fakat ülkemizde bu etkinliğe de sınırlı sayıda ilgi vardı. Bu tarz örnekleri çoğaltmak mümkün. Genelleme yapmak gerekirse, ülkemizde iklim değişikliği ve çevre tahribatı toplumsal önceliklerimizden değil.
Yerelde bu yönde bir merak olmayınca yönetiminde de bu yönde icraatlar beklenmesi çok gerçekçi değil. Dolayısıyla biz, vatandaşların artan farkındalığı yerel yönetimlere “hayalimizdeki kentlerle” ilgili etkili bir mesaj verme olanağı sunacak. Böylece iklim dostu, sağlıklı şartlar sağlayan, yeşil yani sürdürülebilir kentlerde yaşama imkanımız olacak.
Yapılabilecekler çok fazla
Toplumda farkındalık yaratmak ve öncü olmak isteyen çağdaş yerel yönetimlerin durum tespiti ile başlaması ve iklim planlaması yapması, yapılan eylem planları için tanıtım ve farkındalık çalışmaları yürütmesi önemli. Akıllı ve sürdürülebilir kentsel yönetim söylemlerinin eylem planlarında kalmadığı, uygulamada yeşil kentler yaratarak döngüsel ekonomi örneklerinin hayata geçirilmesi de bu planlama örnekleri olarak pekala mümkün.
Yerel yönetimler iklim değişikliği ve çevre tahribatının gerçekleştiği veya bertaraf edildiği noktada yer aldıkları için alacakları basit kararlar pek çok açıdan milat olacaktır. Örneğin her gün hepimizin ürettiği tonlarca atık miktarını düşününce katı atıktaki potansiyeli ortaya çıkarabilecekleri ve bazı belediyelerce de uygulanan –ama maalesef tanıtımı yapılmayan- pek çok önlem olabilir. Bunlardan bazıları;
Katı atık ayrıştırmayı apartman ve mahalle ölçeğinde kolaylaştıracak ve teşvik edecek yöntemlerin benimsenmesi,
Evsel organik atıkların mahallelerde kurulacak geri dönüşüm istasyonlarında komposta ve enerjiye dönüştürülmesi,
Bina ve mahalle bahçeleri kurularak, geri dönüşüm istasyonlarında elde edilecek kompostun ve enerjinin kullanabileceği permakültür uygulama alanların oluşturulması,
Yeni katı atık yönetiminin benimsenmesi için teşvik mekanizmalarının geliştirilmesi,
Sıfır atık ilkeleri, geri dönüşüm ve kompost oluşturma konusunda farkındalığının arttırılması.
Her belediyenin iklim çalışmalarını etkinleştirmesi, bu konuda bilimsel verileri ve küresel gelişmeleri takip etmesi, iklim okulları açması, iklim değişikliğini ve çevre tahribatını bütüncül olarak ele alması çözüm için önemli.
Hepimizin neden olduğu çevre tahribatı ve iklim değişikliğinin etkilerinden gezegenimizi korumak ve hayatın kutsallığını savunmak yine hepimiz için kritik bir sorumluluk. Bu tarihi görevin başarılı olabilmesinin tek yönteminin bilgilenmenin ve mücadelenin yerelden başlayarak dalga dalga yayılması olduğu açıktır.
“Cingi Performs Queen”
adıyla sahne alan proje, 4 Nisan 2019 Perşembe günü Zorlu PSM Studio’da
seyirciyle buluşacak!
Nisanda efsanevi müzik
grubu Queen’nin hayranlarını yakından ilgilendirecek bir konser gerçekleşecek.
Solist ve gitarist Selçuk Sami Cingi; basgitarda Alper Yılmaz, klavyeli
çalgılarda Emin İnal, davulda Kutay Soysal ile birlikte Zorlu PSM Studio’da
olacak. Queen’in hit parçalarının yanı
sıra, daha az bilinen ve Queen grubunun kendi konserlerinde pek de çalmadığı
ama müzikal değerleri yönünden en az hit şarkılar kadar önem taşıyan bazı
kompozisyonlarını da sahneye taşıyacak.
Queen grubunu ve efsanevi
solistleri Freddie Mercury’nin hayatını konu alan “Bohemian Rhapsody” filminin
5 dalda Oscar’a aday olduğu şu günlerde, ülkemizde de grubun hayranlarını
yakından ilgilendiren bir konser gerçekleşiyor. Selçuk Sami Cingi ve Ahmet
Tekneci tarafından Queen grubunun müzikal mirasını yaşatmak ve yüceltmek
amacıyla oluşturulan Queen Tribute projesi, 10 yıldır müzikseverlere muazzam
bir Queen şarkıları şöleni sunuyor. “Cingi Performs Queen” adıyla sahne alan
proje, 4 Nisan 2019 Perşembe günü Zorlu PSM Studio’da seyirciyle buluşacak!
İlk kez 24 Kasım 2008’de
Freddie Mercury’nin ölüm yıldönümünde hayata geçirilen Queen Tribute projesi,
Queen şarkılarının özlerini ve nüanslarını koruyarak tasarlanmış 2 saatlik bir
repertuardan oluşuyor. Müzik kariyerini halen New York’da sürdürmekte olan
grubun solisti ve gitaristi Selçuk Sami Cingi müziğe ilk başladığı yıllardan
beri söylediği Queen şarkılarını, basgitarda Alper Yılmaz, klavyeli çalgılarda
Emin İnal, davulda Kutay Soysal ile birlikte 3 kişilik bir geri vokal grubu
eşliğinde seslendirecek. Projenin sahne prodüksiyonu ve ses tasarımı ise ses
mühendisi Ahmet Tekneci tarafından yapılıyor. Grup, Queen’in çok sevilen ve
hemen herkes tarafından bilinen hit parçalarının yanı sıra, daha az bilinen ve
Queen grubunun kendi konserlerinde pek de çalmadığı, ama müzikal değerleri
yönünden en az hit şarkılar kadar önem taşıyan bazı kompozisyonlarını da
sahneye taşıyacak.
“Bohemian Rhapsody” filminin tadı henüz damağınızdayken bu özel konseri kaçırmamanızı tavsiye ederiz.
Tanzim satışlarda sunulan sebzeleri görünce, bu yazıyı yazmak şart oldu. Satılanların ne kadar temiz ve sağlıklı olduğunu bilmeden kapışılan, torba torba sadece daha ucuz diye alınan bu gıdaların yenmesinin bedeli tabi ki hastalık olarak geri dönecek ama kimse bu bedelden söz etmiyor. Yetkililer (ne demekse) sadece “bakın biz size daha ucuz gıda sağladık!” diye bir de övünüyorlar ve bunu seçim malzemesi yapabiliyorlar. Oysa seçim malzemesi yapılacak tek şey, “temiz, adil ve sağlıklı gıda” sunmak olmalı. Çok ütopik görünen bu kavram aslında bir anayasal hak ve “yaşama hakkının” temeli. Bir de, ithal baklagilleri de satarak, yok edilmek istenen yerel üreticileri düşünün.
VANDANA SHIVA, Hindistan’da kurduğu ve bir biyo çeşitlilik hareketi olan NAVDANYA ile biri basmati pirinci diğeri hardal tohumu yağı için, Slow Food ile birlikte iki Koruma (Presidia: Slow Food’un zanaatkâr gıda üreticilerine doğrudan destek olmak ve biyo çeşitliliği korumak için yürüttüğü proje) oluşturdu. Vandana sadece, anavatanı olan Doon vadisinde yetişen aromalı Basmati pirincini korumak istiyordu, çünkü Teksas’lı şirket RiceTec, basmatinin aromasını, benzersiz tanesini ve hatta pişirme biçimlerini “icat” ettiğini iddia ederek bu pirinç üzerinden patent almıştı. WTO’nın (Dünya Ticaret Örgütü) , ticari, fikri mülkiyet haklarını koruma antlaşması, aslında Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde yaşayan çiftçiler ve üreticilere ait olan yerel biyo çeşitlilikleri ve bilgileri, haksız bir şekilde sahiplenmeyi sağlayan bir aracı rolü oynamaktadır. Yakında SİYEZ BUĞDAYI ve bulgurumuzu Amerikan patentli olarak ithal edersek şaşırmayın.
VANDANA ayrıca, sözde hijyenik önlem adı altında hardal yağını yasaklayarak, Hindistan’daki büyük yemeklik yağ pazarını ele geçirmeye çalışan küresel soya endüstrisi ile mücadele etmek için de Hardal Koruması’nı oluşturmuştu.
Herhangi bir gıda güvenliği olmaksızın herkese zararlı, sağlıksız ve lezzetsiz gıdalar dayatma mekanizması olan, bizim de 1995 yılında üye olduğumuz WTO’nın ülkemizde neler yapabileceğini tahmin edebilirsiniz.
Tanzim satışlardaki sebzelerde ve mevsimsiz satılan domateslerde, pestisit (zirai ilaç) kalıntısına bakıyor mu acaba ilgili belediyeler? Yoksa Ukrayna’dan bile “sağlıksız” diye geri gönderilen domatesler mi bunlar? Kimseden çıt yok ve üç kuruş daha ucuz diye insanlar torba torba domates alıyorlar. İşin en ilginç yanı buralardan alışveriş yapan kişilerin çoğu 40 yaş üstü. Bu insanların yaşı gereği, ocak- şubat aylarında domatesin doğal yetişmeyeceğini bilen kişiler olması gerektiği ise ayrı bir garabet zaten.
Toprağın lezzetini bir kere bozarsak bunun geri dönüşü olmayacak. Açlık çeken insanların doyurulabilmesi için, genetiği değiştirilmiş organizmaların kullanılması gerektiği söylenmekte. Oysa yapılan araştırmalar, biyo çeşitliliğe dayanan ufak ölçekli çiftliklerin bile daha fazla üretim yapabildiğini göstermiştir. Aynı yalan endüstrileşen tarım için de geçerli. Rakamlar tamamen organik tarıma geçildiğinde de insanların doyacağını söylüyor çünkü. Üretilen tüm yiyeceklerin üçte birinin yenmediği düşünülürse, bu gerçeklik reddedilemez.
“Olanca kötülüğün, karanlığın içinde her şeye rağmen ışık vardır ve ışığa zaten en çok ‘karanlık zamanlar’da ihtiyaç duyarız. Her doğum bir mucize, her insan yeni bir başlangıçtır ve insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulunabildikleri sürece umut da vardır. Dünya sevgisini mümkün kılan, içinde yaşadığımız dünya için sorumluluk alıp ortak eylemde bulunma yetimizdir.”
16 yaşındaki İsveçli aktivist Greta Thunberg’in bir yıl önce başlattığı iklim eylemine 15 Mart günü 128 ülkeden 1,5 milyon çocuğun katılarak destek vermiş olması dünya genelinde kaçınılmaz bir değişimin habercisi. Doğal kaynakların iki yüz yılı aşkın bir süredir fütursuzca tüketilmesine ve kirletilmesine bağlı olarak endüstriyel ilerlemenin freni tutmayan bir arabadan farkı yok. Çocuklar, gayet net ortaya koydular ki, iklim değişikliği nedeniyle dünyada yaşamak imkansızlaşacaksa okula gitmek manasız. Kötücül geleceği hazırlayan sistemin değişmesi için arabanın el freni çekilerek durdurulması elzem.
Dünya genelinde küresel iklim değişikliğinin önlenmesi için, ülke bazında küresel anlaşmalar imzalanmak suretiyle karbon salmayan teknolojilerin kullanılması başvurulan yöntemlerden. Ancak karbon emisyonlarının azaltılmasının hedeflenmesi nükleer endüstri gibi karbon salmasa da başka problemlere haiz olan bir sektörün aktörlerine nükleer felaketlerle kaybedilen itibarın yeniden kazanılma fırsatı olarak görünmekte. Zira son yıllarda nükleer santrallerin karbon salmıyor oluşu Fukuşima Nükleer felaketinin etkileri ve yenilenebilir enerjilerden açık ara farklı olduğunun anlaşılması neticesinde nükleer santrallerin “temiz güvenli, ucuz” maskesinin düşmesinin karşısında nükleer endüstrinin lehine kullanılmak isteniyor. Hatta bir zat, Greta’nın 16 yaşında bir kız çocuğu olması nedeniyle onun masallarla kodlanmış olabileceği varsayımıyla “Sinderella”ya atıf yaparak Greta’ya sosyal medyada “Go Nucleria” diye seslenmekte. Greta’ya bu şekilde açıkça “iklim için nükleeri savun” denilmesi önümüzdeki süreçte iklim için çırpınan çocukların da nükleer politikalarına alet edileceğine dair malumun ilamı. Oysa çocukların iklim eyleminin temelinde “yaşanabilir bir gelecek” temennisi var ve Fukuşima’da sekiz yıldır yaşananlar nükleer enerji santrallerinin gerçeklerini hatırlatırken bizatihi çocuklar için bu endüstrinin ne kadar sorunlu olduğunu da göstermekte.
Bir endüstriyel kaza düşünün ki üzerinden sekiz yıl geçmesine rağmen etkili olsun ve daha yıllarca etkisini sürdürecek olsun… Japonya’nın Fukuşima eyaletinde meydana gelen Fukuşima Daicihi Nükleer Santral Felaketi neticesinde radyasyon gerek patlama ve çekirdek erimelerinin meydana geldiği an itibariyle gerekse mütemadiyen toprağa, havaya ve denize karışarak bölge, eyalet hatta ülke sınırlarının dışına taştı. Benzer şekilde Fukuşima’dan önceki Çernobil Nükleer Felaketi de 33 yıl geçmiş olmasına rağmen etkisini hissettirmekte, bölgedeki ormanlık alanlarda çıkan yangınlar radyoaktif partikülleri ekosisteme karıştırmakta. Bütün bu olaylar bir radyoaktif felaketin ne meydana geldiği uzamla ne de mekanla sınırlı bulunduğunun ispatı. Kaldı ki yağmur, rüzgar, fırtına gibi meteorolojik olay ve yangınlarla oradan oraya taşındığı için kendini felaket olarak hep yeniden inşa etmekte. Nitekim solunum ve beslenme yoluyla her an yutulma riski bulunan radyoaktif sezyum, stronsiyum gibi etkisi yüzlerce yıl süren izotop konsantrasyonuna sahip camsı yapıdaki “hot spots” adı verilen radyoaktif partiküller Fukuşima’dan 170 Kilometre uzakta da tespit edildi. Diğer taraftan radyoaktif kirliliğin ölçümü kolay bir iş değil. Zira zeminden 1 metreye kadar yükseklikle başka daha yukarılara çıkıldıkça başka radyoaktivite dozları tespit edilebiliyor.
Radyasyondan daha tehlikeli denebilecek bir faktör ise hükümetin ve yetkililerin radyoaktif mağduriyeti görmezden gelen politika ve uygulamaları. Zira radyoaktivitenin var olduğu hafifsendikçe insanların dahili ve harici radyoaktiviteye maruz kaldığı durumlar artmakta. Örneğin nükleer felaket başladıktan sonra Fukuşima bölgesinde radyoaktivite düzeyi yükseldiği için uluslararası kabul edilen yıllık sınır dozu 20 katına çıkarılmıştır. Sekiz yıldır bu sınır hükümet tarafından yeniden 1 Milisieverte çekilememiş olsa da evlerini terk etmiş semt sakinlerine geri dönmeleri için çağrı yapılmakta. Hatta ailelerin evlerine geri dönmesi için bölgenin çocuklar için bile güvenli olduğu iddiasının karşılık bulması amacıyla ilk ve orta dereceli okullar öğretime açılıyor, yeni okul inşaatları yapılıyor. Aileler çocukları için güvence verilince geri dönmeye kolay ikna olur düşüncesinin ürünleri bunlar. Zira aynı miktar radyasyon dozuna maruz kalan çocuklar ve yetişkinler üzerinde yürütülen araştırmalar göstermiştir ki radyoaktivitenin çocuklarda yaratacağı tahribat yetişkinlere göre 3 kat daha fazla olabilmektedir. Nitekim Japonya genelinde çocuklarda milyonda bir görülen tiroit kanseri teşhisi ve şüphesi vakalarına bugün Fukuşima’da 380 bin çocuğun 200’ünde rastlanmaktadır
Japonya’da hükümet nükleer risk ve tehlikeleri hafifseyedursun sivil toplum hükümetin bu politikalarına 8 yıldır direnerek mücadele etmekte. Özellikle bölgedeki radyoaktivite nedeniyle çocukların daha yoğun mağduriyet yaşadığı bilimsel olarak ispatlanmış olduğu üzere, hükümetin radyoaktif bölgelere geri dönüş çağrısına karşı “Fukuşimalı Çocuklar İçin Adalet Kampanyası”nı yürütülmekte. Siz de bu yazı vesilesiyle kampanyayı imzanızla destekleyebilirsiniz.
Nükleer santrallerin enerji üretimi süreçlerinde çeşitli radyoaktif izotoplar açığa çıkar. Bunlardan nükleer yakıtın ham maddesi olan uranyum 235’in yarılanma ömrü 700 milyon yıl; uranyum 238’in 4,5 milyar yıl ve nükleer santralin atıklarında dolayısıyla atıkların yeniden işlenerek yakıt haline getirildiğinde kullanılmış olan plutonyumun yarılanma ömrü 24 bin yıldır. Ancak bu maddelerin etkisi yarılanma ömürleriyle de sınırlı değildir, yarı ömürlerinin en az 10 katı kadar sürecektir. Yine nükleer santrallerin nihai atıkları 1 milyon yıl korunarak depolanmasını gerektirecek kadar tehlikeli maddelerdir.
Bu bağlamda yazımı Türkiye’deki çocukların iklim grevinin İstanbul’daki lideri Atlas’ın konuşmasından bir alıntıyla tamamlamak istiyor, “Bugün biz gençler olarak geleceğimizden kaygı duyduğumuzu göstermek için buraya geldik. Bugün okula gitmedik. Çünkü okul bekleyebilir ama iklim değişikliği beklemez. Bugün İstanbul’da hava sadece soğuk ama ya sel olsaydı ya da sokağa çıkamayacağımız kadar sıcak olsaydı buraya gelemezdik” cümlesini ödünç alarak son kısmı “çevremize radyoaktivite yayılmış olsaydı buraya gelemezdik” şeklinde uyarlıyorum.
İnanıyorum ki, çocuklar doğru bilgi edindikçe nükleer felaketin yalnızca kendi yaşamlarını değil çevreyi, tüm canlı yaşamını ve kendilerinden sonraki nesillerin yaşamını tehdit edeceğini kavrayacak olgunlukta. Ve yine inanıyorum ki, çocuklar dünyanın geleceğini kendilerine dert edinirken nükleersiz seçenekleri tercih ederek çok yakında iklim için olduğu gibi nükleersiz bir yaşam için, yaşanabilir dünyaya yön çizmek için de gelecek.
Şiir ve şarkı her zaman birbirini tamamlayan, güzelleştiren iki güzel insan eylemi oldu. UNESCO, hangi dilden, hangi kökenden olursa olsun, şiirin insanlar arasında evrensel bir dil olarak yaygınlaşmasını sağlamak amacıyla 1999 yılında, 21 Mart’ı Dünya Şiir Günü olarak kabul etti. Bu yıl da 21 Mart Perşembe günü insanlar birbirine şiirler armağan ettiler, yaşayan veya bugün aramızda olmayan şairleri bir kez daha hatırladılar- hatırlattılar. Ben de bu hafta Açık Radyo (94.9)’da “Babil’den Sonra” programında Dünya Şiir Günü’ne özel, şiiri-müzikle ustalıkla buluşturan, çok sevdiğim bir müzik grubundan, Ezginin Günlüğü’nden seçtiğim şarkılarla şairlere-şiir severlere bir selam gönderdim.
Ezginin Günlüğü bir konser provasında, Laleli, 1982
Ezginin Günlüğü grubu 1982
yılında kuruldu. 12 Eylül’ün sıkıntılarını çok yoğun yaşadığımız günlerde, güzel
günlerin geleceğine dair umudumuzu tazeleyen bir ses olarak ortaya çıktılar. Emin İgüs, Hakan Yılmaz, Şebnem Ünal, Vedat
Verter ve Nadir Göktürk grubun
ilk kadrosunu oluşturuyorlardı. Sonra Tanju
Duru ve Cüneyt Duru gruba dâhil
oldular.
Albüm kayıtlarında ve
konserlerde Sumru Ağıryürüyen,Gülnaz Göver, Ayşe Tütüncü, Göksun Doğan,
Halis Bütünley, Erkan Oğur, Selim Atakan, Göksel Baktagir, Muammer Ketencoğlu
ve adını şu anda anımsayamadığım çok sayıda usta müzisyenler de zaman zaman yer
aldılar. Grup birçok konserler yaptı
1990 yılında kurucu
kadrodan Emin İgüs, Tanju Duru ve Cüneyt Duru gruptan ayrılıp, yollarına
bireysel müzik çalışmalarıyla devam ettiler. Kurucu ekipten Nadir Göktürk grubu
sürdürdü ve Ezginin Günlüğü bugün de müzik yapmaya devam ediyor.
Ezginin Günlüğü 1985-1990
arası Seni Düşünmek (1985), Sabah Türküsü (1986), Ala Gözlü Yar (1987), Bahçedeki Sandal (1988) ve Ölü Deniz (1990) albümlerini yayımladılar. Bu hafta programda
ilk beş albümden seçtiğim şarkılara yer verdim. Bir başka programda grubun daha
sonra yayımladığı albümlere de yer vermek istiyorum.
Ezginin Günlüğü’nün ilk
dönem repertuarında geleneksel halk türküleri dışında Nazım Hikmet, W. Shakespeare, Yannis Ritsos, A. Kadir, Mevlana,
Kavafis, Paul Valéry, Orhan Veli, Ömer Hayyam, G. Lorca, Şeyh Galip, Sadi,
Puşkin, Afşar Timuçin gibi çeşitli Türk ve dünya şairlerinin şiirleri
üzerine bestelenen kendi şarkıları yer alıyordu.
Grubu ilk kez 1983 yılında İstanbul’da, Hodri Meydan Kültür Merkezi’nde dinlemiştim. Daha sonra da konserlerini kaçırmamaya gayret ettim. Özellikle 1986 yılında Çekirdek Sanat Evi’nde verdikleri konserin kaydını yıllardır bıkmadan-usanmadan dinlerim. Bu hafta programda bu konserden şarkılara da yer verdim.
1985’te çıkan ilk
albümleri Seni Düşünmek sonrasında da yayımlayacakları her yeni albümü merakla
bekler oldum.
***
İstanbul Bebek Parkı, 15 Şubat 2019, Cuma
15 Mart Cuma günü, geleceğe dair umutlarımızı tazeleyen, hepimizin yüreğine su serpen tarihsel bir olaya hep birlikte şahit olduk. Gezegenin çocukları, iklim yıkımına karşı bir süreden beri yükselen seslerini birleştirdiler. Greta Thunberg’in İsveç’ten yükselen sesine dünyanın 125 ülkesinden 1.5 milyon çocuğun sesleri karıştı. Türkiye’de de Atlas Sarrafoğlu ve arkadaşları bu sese ortak oldular. 15 Mart iklim için okul grevi eyleminde Bebek Parkı onların samimi ve bir o kadar da kararlı sesleriyle çınladı.
https://youtu.be/KtPr-Cq44K4
Açık Radyo (94.9) Babil’den Sonra, 18 Mart 2019, Pazartesi
Bu hafta programın son türküsünü, gezegenin geleceğine dair kaygılarımızı bir ölçüde de olsa umuda dönüştüren, iklim mücadelesinde inisiyatif üstlenen Greta Thunberg, Atlas Sarrafoğlu ve iklim için sokaklara çıkan İklim Kuşağı Çocukları için çaldım. 2015 yılında İklim hareketine destek vermek için kurduğumuz “İklim Korosu” nda bir Karadeniz Türküsü seslendirmiştik: Bu Dünya Bir Pencere. Cengiz Ünal’ın yönetiminde İstanbul’daki korolardan gelen 100 küsur koristle seslendirdiğimiz bu Karadeniz türküsünü programın sonunda Emin İgüs’ün sesinden dinledik.
Emin İgüs bu türküde “Güneşe çevirelim bu karanlık günleri”
diyordu…
“Muska“, “Organik Aşk Hikâyeleri” gibi sinema filmlerinin yapımcılığı yanında yerli yabancı birçok reklam filmi, TV prodüksiyonları ve çeşitli projelerin yapımcılığını/uygulayıcı yapımcılığını gerçekleştirmiş MinusGreen Productions’ın da kurucusu olan Serhan Nasırlı tarafından kurulan bir eğitim platformu olan Film Dersleri, eğitimlerine devam ediyor.
Film Dersleri kapsamında 2 – 30 Nisan 2019 tarihleri arasında Kadıköy Belediyesi Barış Manço Kültür Merkezi’nde “Serhan Nasırlı ile Film Yapım” atölyesi düzenleniyor. 4 dersten oluşan film yapım atölyesinin amacı, film yapmak isteyenlere başlangıç düzeyinde temel oluşturmaktır. Dersler Salı akşamları 19:00 – 22:00 saatleri arasında gerçekleşecek.
Ders içerikleri:
I.hafta Görüntü ve
hareketli görüntü
II. hafta hikâye avlama +
senaryo
III. hafta Film Yapım
aşamaları
IV. hafta Etkin çekim
teknikleri: Bir sahne nasıl çekilir?
Ayrıntılı bilgi için
[email protected] adresine e-posta gönderebilir ya da 0555 742 32 32 nolu
telefondan bilgi edinebilirsiniz.
Serhan Nasırlı
Maltepe Üniversitesi Sinema – Tv bölümünden mezun olduktan sonra Los Angeles’a giderek New York Film Akademisi’ nin Universal Stüdyoları kampüsünde film yapım eğitimi gördü. 2009 yılında Minus Green Productions’ ı kurdu. Yerli ve uluslararası birçok sinema filmi, reklam filmi, belgesel ve tv prodüksiyonları için yapımcılık ve uygulayıcı yapımcılık hizmeti verdi. Ülkemizde ve yurtdışında ödüller kazanan “MUSKA“, “ORGANİK AŞK HİKÂYELERİ“, “HANGİ FİLM” Sinema filmlerinin Yapımcılığını, “KAR BEYAZ“, “BALAYI” ve “DÜŞ KIRGINLARI” sinema filmlerinin uygulayıcı yapımcılığını gerçekleştirdi. Çalıştığı marka ve kurumlar arasında Ericsson, Vestel, Telia Sonera, TC Kültür Bakanlığı, Al-Jazeera Arabic gibi TV kanalları yer almaktadır.
Uluslararası Hrant Dink Ödülü,15 Eylül 2019‘da 11. kez
sahiplerini bulacak. Ödül için adaylarınızı 30
Nisan tarihine kadar önerebilirsiniz.
Ödül her yıl ayrımcılıktan,
ırkçılıktan, şiddetten arınmış, daha özgür ve adil bir dünya için çalışan, bu
idealler uğruna bireysel risk alan, ezber bozan, barışın dilini kullanan,
bunları yaparken, insanlara mücadeleye devam etme yolunda ilham ve umut veren
kişi, kurum veya gruplara veriliyor. Hrant Dink Vakfı, ödülle, bu yönde çaba
gösterenlere, seslerinin duyulduğunu, yaptıklarının görüldüğünü ve yalnız
olmadıklarını hatırlatmayı, onlara manen destek olmayı, tüm insanları idealleri
uğruna mücadeleye teşvik etmeyi amaçlıyor.
Nasıl aday gösterebilirim?
Yukarıda belirtilen özelliklere uygun olduğunu düşündüğünüz
kişi, kurum veya kuruluşları [email protected] adresine yazarak aday gösterebilirsiniz. Aday
önerilerinizle ilgili ayrıntılı bilgi göndermeniz, jürinin karar verme
sürecine yardımcı olacaktır.
Geçtiğimiz yıllardaki ödül sahipleri hakkında bilgi almak
için tıklayınız.
Rutkay Alpay’ın ‘ Eski bir
havuz, içine atlayan bir kurbağa ve suyun sesi’ başlıklı sergisi İFSAK’ta
açılıyor.
“Başo’nun bir haikusu bana hissettirdikleri nedeniyle
serginin adı seçildi. Biraz avangard olsa da benim İstanbul fotoğraflarımın
bana ve diğer insanlara hissettirmesini istediğim hüzün duygusunu paylaştığını
rahatlıkla söyleyebilirim. Çünkü bu sergi hüzün duygusunu içinde acı ve öfke
olmadan hissettirmektedir.”
Sergi, 23 Mart 2019,
Cumartesi, 16:00’da İFSAK Lokal ve İbrahim Zaman Sergi Salonu’nda
izlenebilecek.
İstanbul Araştırmaları Enstitüsü,20 Mart – 21 Eylül tarihleri arasında “Aralıktan Bakmak: Meşrutiyet Caddesi’nden Bir Kesit” başlıklı bir sergi gerçekleştiriyor. 19. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren, sosyal, ekonomik ve fiziksel çok boyutlu bir dönüşüm
geçiren Pera’dan bir kesite odaklanan sergi, bu kesit üzerinden bölgeye dair
bütünsel bir bakış yakalamayı amaçlıyor.
Döneme ait fotoğraf ve belgelerin bir araya getirildiği sergi
kapsamında ayrıca, sanal gerçeklik teknolojileri
aracılığıyla ziyaretçilere İstanbul’un 19. yüzyıl sonu önemli otellerinden biri
olup bugün Pera Müzesi olarak kullanılan Bristol Oteli’ni deneyimleme fırsatı
sunuluyor.
Rossolimo Apartmanı/ İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Binası
İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nün “Aralıktan Bakmak” sergisi,kentin geçirdiği değişim ve dönüşümün en
belirgin yaşandığı bölgelerden biri olan Pera’yı İstanbul Araştırmaları Enstitüsü ve Pera Müzesi binaları
arasındaki kesitin ürettiği referanslar üzerinden okumaya imkân tanıyor. Küratörlüğünü ve sergi
tasarımını Atölye Mil’in, VR tasarım ve geliştirmesini APOLLO’nun üstlendiği
sergi, başta İstanbul Araştırmaları Enstitüsü arşivi olmak üzere, İBB Atatürk
Kitaplığı, Salt Araştırma, Pera Palas, Büyük Londra Oteli, Çelik Gülersoy Vakfı
İstanbul Kitaplığı, Harvard Üniversitesi Kütüphanesi, Yapı Kredi Bankası ve
özel arşivlerden derlenen fotoğraf, belge, harita ve obje gibi malzemeleri bir
araya getiriyor. Sergide Tepebaşı’nın henüz bir mezarlık olduğu zamanları
belgeleyen erken 19. yüzyıl gravürlerine, şehrin gece hayatının merkezi olduğu
1960’lı yıllarda açılan Playboy Club’ın eğlenceli fotoğrafları eşlik ediyor.
Sergi aynı zamanda, bugün Pera Müzesi olarak kullanılan eski Bristol Oteli’ni
sanal gerçeklik teknolojileri aracılığıyla içindeymişçesine deneyimleme imkânı
sunuyor. Ziyaretçileri, Pera Müzesi binasının çok katmanlı geçmişinde yüz
yıllık bir yolculuğa çıkartan bu benzersiz mekân deneyimi, Bristol Oteli’ne ait
teknik çizimler ve aynı dönem otellerinde kullanılmış mimari üslupları,
mobilyaları ve objeleri referans alıyor. Sanal ortamda tüm form, malzeme, renk
ve doku ögeleriyle yeniden yaratılan oteldeki tur, lobide başlıyor. Tur
kapsamında, içerisinde tarihî piyanoya ev sahipliği yapan dinlenme odasını,
dönemin birçok detayını barındıran yemek salonu ve 19. yüzyıl sonundaki konfor
beklentilerine göre tasarlanmış otel odasını gezebilen ziyaretçiler, otel
duvarlarında da Suna ve İnan Kıraç Vakfı Oryantalist
Resim Koleksiyonu’ndan seçilen eserleri izleme fırsatı buluyor.
Kendine özgü karakteri ile öne çıkan Pera’ya aralıktan bakış
19. yüzyıl, modernleşme ile birlikte ekonomik, sosyal ve fiziksel
dönüşümlerin yaşandığı, gündelik hayatın ve mekânların birbirini yeniden inşa
ettiği, kent sakinlerinin de bu dönüşüme ayak uydurduğu bir dönemi teşkil eder.
Uluslararası ulaşım ağındaki gelişmeler, kente gelen yabancıların
alışkanlıklarına uygun konaklama, alışveriş ve eğlence talepleri, yeni mekânların doğuşuna etki ederken,
ithalatın artması tüketici kalıplarının yönünü değiştirir. Bu durum,
İstanbul’un ve özellikle de Pera semtinin, çok boyutlu bir değişimden geçmesini
sağlar. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Pera, çeşitli eğlence, dinlence
ve seyir mekânları ile kendine özgü bir karakter kazanır. Şehrin sosyal
yaşantısının bir parçası haline gelen pasajları, mağazaları ve otelleri ile,
yerel ve uluslararası pek çok aktörün buluştuğu semtin kazandığı karakter,
sonraki yüzyılda nüfus yapısındaki dramatik değişimden etkilenmiş olsa da,
bölgenin dönüşümü için belirleyici olmaya devam eder.
Rossolimo Apartmanı’ndan İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’ne,Bristol Oteli’nden Pera Müzesi’ne!
Mimar Guglielmo Semprini tarafından 1900’lerin başında yapılan
Rossolimo Apartmanı’nın Meşrutiyet Caddesi’ne bakan ön cephesi, barındırdığı
neoklasik mimari detayları ve süslemeleriyle dönemin iyi bir örneğini teşkil
eder. Yıllarca konut olarak kullanıldıktan sonra, mimar Sinan Genim tarafından
yenilenen Rossolimo Apartmanı, 2007 yılında, Suna ve İnan Kıraç Vakfı İstanbul
Araştırmaları Enstitüsü olarak hizmete açılır. Mimar Achille Manoussos’un
tasarladığı ve 1893 yılında tamamlanan Bristol Oteli ise, şehrin önemli
otellerinden biri olarak, 1980’li yılların başına kadar üst düzey yabancı
konukları misafir eder. Daha sonra Esbank Genel Müdürlüğü olarak kullanılmak
üzere satılan bina, mimar Doğan Hasol tarafından yenilenir. Bu yenilenme
sürecinde otel ile hemen yanındaki beş katlı konut binasının Meşrutiyet
Caddesi’ne bakan cepheleri korunur ve iki parsel birleştirilir. Önce Bristol
Oteli, sonra Esbank ve kısa bir süre Etibank olarak 2002’ye kadar hizmet veren
bina, Manoussos’un orijinal cephesi ve Hasol’un birleştirdiği parseller
korunarak, mimar Sinan Genim’in hazırladığı proje doğrultusunda çağdaş ve
donanımlı bir müze olarak yeniden tasarlanır. 2005’te Suna ve İnan Kıraç Vakfı
Pera Müzesi olarak hizmete açılır.
İstanbul Araştırmaları Enstitüsü ve Pera Müzesi’nin bulunduğu
tarihi yapılar arasındaki bölgeyi odağına koyan sergi,Rossolimo
Apartmanı’ndan Büyük Londra Oteli’ne, Pera Palas’tan Odakule’ye, Bristol
Oteli’nden Tepebaşı Tiyatrosu’na kadar pek çok tarihi yapıyı mercek altına
alırken, 19. yüzyıl sonundan 20. yüzyıl sonuna doğru uzanan bir döneme ait
fotoğraf ve belgelerle bölgenin çok katmanlı kimliğini gözler önüne
seriyor. “Aralıktan Bakmak” sergisi, 21 Mart – 21
Eylül 2019 tarihleri arasında İstanbul Araştırmaları Enstitüsü’nde ziyaretçileri bekliyor.
Beyoğlu Tepebaşı’ndaki İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Galerisi,
Pazar günleri hariç haftanın her günü 10:00 – 19:00 saatleri arasında
gezilebilir.
İstanbul Araştırmaları Enstitüsü aynı zamanda bir kütüphane!
Kütüphane çalışma saatleri hakkında ayrıntılı bilgi için web sitesini ziyaret
edebilirsiniz. http://www.iae.org.tr
Atölye Mil Hakkında
2015 yılında Dilara Tekin Gezginti ve Eda Özgener tarafından
kurulan Atölye Mil; mimarlık-sanat-üretim arakesitinde tasarım araştırmaları
yapar. Üniversiteler, müzeler, tasarım ofisleri gibi kurumlarla ve bağımsız
katılımcılarla çalışarak mimarlığın paralel üretimlerini dener. Mimarlık
disiplininin sınırlarının muğlaklığını sever ve mümkün olduğunca kullanır.
APOLLO Hakkında
2011 yılında Ayşegül Karaman ve Esra Akdere tarafından İstanbul’da
kurulan APOLLO, mimarlık ve dijital çözümler üzerine fikir yürüten ve
geliştiren multi-disipliner bir tasarım stüdyosudur. Projelerinde deneyim tasarımı ve etkileşimli tasarım odağında çalışmalar
gerçekleştirir; sanal gerçeklik (VR), artırılmış gerçeklik (AR), karışık
gerçeklik (MR) teknolojilerinin kullanıldığı kullanıcı deneyimi odaklı
projelerin yanında interaktif deneyime olanak veren denemeler de bulunurlar.
İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Hakkında
Roma, Bizans ve Osmanlı uygarlıklarına damgasını vuran
imparatorluklar başkenti İstanbul, hem onun bin yıllar içinde biçimlenen “büyük
kent” kimliğinin, hem de çevresindeki farklı kültür coğrafyalarının keşfi için
atılacak adımların en uygun hareket noktası. Bu nedenle İstanbul Araştırmaları
Enstitüsü, merkezden çevreye doğru genişleyen uygarlık izlerini takip ederek
Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerini kapsayan bir süreçte kentin tarihini,
kültürel yapısını ve insan profilini araştırmayı, bu amaçla projeler geliştirip
desteklemeyi, ulusal ve uluslararası toplantılar, etkinlikler düzenleyerek elde
ettiği sonuçları ilgili kurumlarla paylaşmayı ve yayın yoluyla kamuoyuna
ulaştırmayı hedefliyor. Enstitü bu ana hedeflerini, kendi bünyesinde
oluşturduğu Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet Araştırmaları bölümlerinin çalışma
programları doğrultusunda gerçekleştiriyor.