Ana Sayfa Blog Sayfa 2434

‘Azınlık hakları mücadelesi’ ödülü Ignatz Bubis, Cem Özdemir’e

Frankfurt şehrinin üç yılda bir verdiği ödülün bir önceki sahibi, Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’di.

Almanya Yeşiller partisi eski Eşbaşkanı Cem Özdemir, Frankfurt şehrinin verdiği “Ignatz Bubis Ödülü”nü törenle aldı.
Sadece Yahudilerin değil tüm azınlıkların hakları için verdiği mücadeleyle Almanya’nın yakın tarihine geçen ve 20 yıl önce yaşamını yitiren Ignatz Bubis’i anmak amacıyla üç yılda bir verilen ödül, Özdemir’e Frankfurt Büyükşehir Belediye Başkanı Peter Feldmann tarafından takdim edildi. Ödül, üç yıl önce dönemin Dışişleri Bakanı olan Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier’e verilmişti.

Bianet’in aktardığına göre, Almanya’da demokrasi tarihinin önde gelen sembol mekanlarından Paulskirche’de gerçekleştirilen törene Yahudi cemaatinin yöneticileri ve üyeleriyle çok sayıda politikacı katıldı. Türkiye’nin Frankfurt Başkonsolosluğu’nun temsil edilmediği törende Hessen eyalet milletvekillerinden Turgut Yüksel (SPD), Taylan Burcu‘yla (Yeşiller) Eyalet Bilim ve Sanat Bakanlığı Müsteşarı Ayşe Asar yer aldı.

Sağcıların rahat edemeyecekleri bir şehir

Frankfurt Büyükşehir Belediye Başkanı Feldmann, açılış konuşmasında ödülün Özdemir’e verilmesinin Ignatz Bubis’in eşi Ida Bubis tarafından teklif edildiğini hatırlattı ve “Ignatz Bubis dünyaya açık, hoşgörülü, farklı köken, din ve dillerden insanların sadece yan yana durduğu değil, birlikte yaşadığı bir Almanya için mücadele etti. Siz onun uğruna mücadele ettiği değerleri temsil ediyorsunuz” dedi.

Almanya’da son zamanlarda yabancı düşmanlığı ve ırkçılığın arttığı, aşırı sağın güçlendiğini hatırlatan Feldmann, 170 ayrı ülkeden, 200 farklı dilin konuşulduğu Frankfurt’un tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen barış ve hoşgörünün egemen olduğu bir kent olarak kaldığını vurguladı ve Frankfurt’un aşırı sağcıların kendilerini rahat hissetmeyecekleri bir şehir olduğunu söyledi:  Almanya’nın bugün Bubis gibi nefrete karşı mücadele eden örnek insanlara ihtiyacı olduğunu belirten Feldmann, Cem Özdemir’i işaret ederek, “Bubis sonunda‚ ‘bir şey değiştiremedim’ demişti. Yanıldığı tek şey bu” dedi.

Ödül konuşması göçmen kökenli politikacıdan

Anma konuşmasını ise Özdemir’in isteği üzerine Yeşiller partisinin genç milletvekillerinden Aminata Toure üstlendi. Mali kökenli bir siyasi mülteci ailenin çocuğu olarak Almanya’da dünyaya gelen Toure, halen Schleswig Hollstein Eyalet Meclisi’nde milletvekili. Genç politikacı konuşmasında Almanya demokrasisinde Paulskirche’nin sembolik önemine işaret ettikten sonra, “Bugün burası Yahudi-Alman, Türk-Alman ve Afro- Alman yaşamın, demokrasinin bir parçası olarak öne çıktığı bir mekana dönüştü” dedi.

“Bubis politik yaşamımı belirledi”

Cem Özdemir de konuşmasında, Solingen‘de 1993’te aşırı sağcıların kundaklaması sonucu Genç ailesinin beş üyesini yitirdiği saldırıdan sonra Ignatz Bubis’in Almanya televizyonlarında yaptığı konuşmalarla göçmenlerin acısını ve haklı taleplerini, protestolarını büyük bir kararlılıkla dile getirdiğini hatırlatarak, onu ve mücadelesini kendisine örnek aldığını vurguladı. Özdemir, “O dönem Türkler, Kürtler, Aleviler, Sünniler, Kemalistler ve dinciler kendi aralarında anlaşamıyorlardı. Ama Ignatz Bubis’in sözleri onların hepsinin kalbine hitap ediyordu” dedi.

Almanya’da yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve anti semitizmin yeniden yükseldiğini, hatırlatan Özdemir şöyle devam etti: “Bugün hem sokaklarda, hem de parlamentolarda milliyetçi nefret saçan, aşırı sağcı şiddet eylemlerine temel hazırlayan, ırkçı sloganlarıyla ülkemizi bölmek isteyen bir hareketle karşı karşıyayız. Bu demokrasi düşmanları cumhuriyetimizin sembolü, siyah-kırmızı-sarı renkli ortak bayrağımızı suistimal ediyorlar. Ülkemize, hürriyetimize hakaret ediyorlar. Özgürlükçü devletimizin sembollerini, bu demokrasi düşmanlarına bırakmak istemiyorum. Ortak bayrağımız, siyah-kırmızı-sarı renklerimiz onların olamaz.”

Sinti ve Romanlardan müzikal katkı

Törende ayrıca Sinti ve Roman Filarmoni Orkestrası da müzik dinletisi sundu. Tören, Orkestra Nazi Almanyası döneminde Avrupa’dan ayrılarak bir dönem Türkiye’ye gidip, orada çalışan ünlü Macar besteci Bela Bartok’dan “Romanya Halk Dansları”nın icrasıyla noktalandı.

Alaska’da buzul kırıldı, kanocular ölümden döndü

Küresel ısınma yüzünden yaşanan iklim krizi, dünyanın en kırılgan ekosistemi buzulları vuruyor. Alaska’da kırılarak suya düşen buzuldan iki kanocu kıl payı kurtuldu.

ABD’nin Alaska eyaletinde iki kanocu, buzulun kırılarak suya düşmesi sonucu oluşan şiddetli dalgada ölmekten kıl payı kurtulurken, o anlar kanocuların kamerasıyla kaydedildi. RTE News’de yer alan habere göre olay, Spencer Buzulu’nun bulunduğu bölgede meydana geldi.

Josh Bastyr ve Andrew Hooper ismindeki iki kanocu, buzula yakın bir yerdeyken, buzul kırıldı. Kanocunun kamerasınca kaydedilen görüntülerde, buzulun çatırtılar eşliğinde kırıldığı ve suya düşen dev buz kütlesinin kanocuların olduğu noktaya doğru büyük bir dalga oluşturduğu görüldü. Sosyal medyadan açıklama yapan Hooper şunları söyledi: “Şu anda hayatta olduğumuz için şanslıyız. Kurtulduk ama bu delilik. Sırılsıklam olduk ve bariz bir şekilde çok yakındık. Bunun olacağını biliyorduk. Eşlerimiz bize yaklaşmamamızı söyledi, ama bu muhtemelen hayatımda yaptığım en harika şeydi. Pişman değilim.”

Buzullar gün gün eriyor

Kano yapanlar şanslıydı, ancak bilim insanları küresel ısınma nedeniyle yaşanan iklim krizinin, özellikle kutup bölgelerindeki buzul erimelerini giderek artıracağını ve bu tür olayların çok daha sık yaşanacağı konusunda uyarılar yapıyor. Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Merkezi Müdürü ve Yeşil Gazete yazarı Prof. Dr. Levent Kurnaz kutup bölgelerinin belki de gezegenimizdeki tüm canlılığın geleceğini belirleyecek öneme sahip olduğuna vurgu yapmış; “Kutuplar eridiğinde geri dönülemez yola girmiş olacağız” demişti.

Hem Antartika hem Arktik Denizi’ndeki buzulların erimesi de rekor düzeylere ulaştı. Bilim insanları, uydu gözlemlerinin başladığı 1972 yılından bu yana en büyük orana ulaşan bu denli geniş bir erimenin son 8.000 yıldır yaşanmadığını söylüyor.

 

Yunanistan’ın Paros Adası ‘plastiksiz ilk ada’ olma yolunda

Her yıl yüzbinlerce turistin ziyaret ettiği Paros Adası’nın plastik atıklardan kurtulması için mücadele eden Clean Blue’nun hedefi, Paros’u dünyanın atıksız ilk adası yapmak.

Yunanistan’ın Kiklad bölgesindeki çoğu ada gibi, yaklaşık 13 bin kişinin yaşadığı Paros Adası‘na her yaz yaklaşık 400 bin turist akın edince atık sayısında da patlama yaşanıyor. Paros Adası şimdi ‘dünyanın plastik atık olmayan ilk adası’ olmak istiyor. Ama bu çok da kolay olmayacak.

BBC Türkçe’nin haberine göre, turistlerin yoğun olduğu dönemlerde, dar sokaklara dizili beyazlı mavili kafelerde günde yaklaşık 1000 plastik bardak tüketiliyor. Çeşme suyu içilmediği için günde binlerce plastik su şişesi de atıklara karışıyor. Su idaresi ise çeşme suyunun içilebilir olduğunu söylüyor.

Yunanistan’ın atıklardan sorumlu idaresi, mali kriz döneminde kesintiye uğradı. Bu da, geri dönüşüm yapılamamasına ve çoğu bölgenin AB standartlarını yakalayamamasına neden oluyor.

Akdeniz’deki atıkların %95’i plastik. Ama üç yıl içinde bu değişebilir.

Stella Cervello ve Zana Kontamanoli Paros Adası’nın atıklardan temizlenmesi için kampanya yürüten Clean Blue adlı kuruluşta gönüllü çalışıyor. Cervello, Fransa’da 2016 yılında bu adaya taşınmış. “İlk vardığımda çok şaşırmıştım. Plajda uçuşan plastik bardaklara inanamıyordum” diyor.

Model oluşturmaya çalışıyorlar

Cervello, plastik kullanımına alternatifler geliştirilmesi için bir Facebook grubu kurmuş ve birçok şirketle de plastik kullanımının azaltılması için görüşmeler yapıyor. Yardım kuruluşu Commean Seas‘den Jo Royle da plastik atıklardan temizlenen bir ada modeli için Akdeniz’de bir yer belirlemeye çalıştığını ve Paros’un da buna uygun olabileceğini düşünüyor. Adaların atık maddelerin açıkça görülebileceği yerler olduğunu belirten Royle “Her şeyin girip çıktığı tek bir liman var dolayısıyla kurduğumuz pilot projenin çalışıp çalışmadığını değerlendirebiliyoruz” diyor.

Pilot proje için Paros’un seçilme nedenlerinden biri de yaz ve kış aylarında turist yoğunluğu nedeniyle değişen nüfus ve tüketimdeki artış. Royle adaya geldiğinde, plastik tüketimini azaltmak için çalışanlar olduğunu da fark edince projeyi burada uygulamaya karar vermiş.

Seyşeller gibi bazı adalar tek kullanımlık plastiklere yasak getirdi. Ama plastik tüketiminin tamamen yasaklanması ilk defa Paros’ta uygulanıyor. Adada havalimanına inenleri artık plastik tüketimine karşı mesajlar içeren büyük pankartlar karşılıyor.

Ekibin ilk işlerinden biri, yerel işletmeleri, pipet ve su şişeleri gibi tek kullanımlık plastik kullanımından vazgeçirmeye çalışmak olmuş. Zana Kontamanoli, “Konuştuğumuz 70 işletmeden 50’si kabul etti” diyor. Ekibin zorlandığı bir diğer nokta, atıkların idaresi olmuş. On dört işletme, geri dönüşümde daha değerli olan plastik bardak ve şişeleri ayırmaya başladı. Bu plastikler ana kıtada geri dönüştürülüp adaya bank olarak geri gönderiliyor.

Çöp bidonlarının kapakları açık kalınca atıklar da rüzgârın etkisiyle doğaya karışıyor.

Öğrenciler bilinçleniyor

Ancak bir diğer zorluk da, adadaki hemen hemen çoğu çöp bidonunun kapaklarının kapanmıyor olması. Bu da rüzgarla beraber birçok atığın uçuşmasına ve bazılarının da Ege Denizi’ne kadar sürüklenmesine neden oluyor. Adada birçokları projeye destek çıksa da bazıları hala şüpheyle bakıyor. Geri dönüşüm anlaşmasının ilk imzacılarından olan Nemobar’ın sahibi Any Kirk, “Şişe su servis etmemek bizim zararımıza oldu. Su filtresi kullandığımızı söylememize rağmen birçok müşteri rahatsız oldu ama kararımızdan vazgeçmedik” diyor.

Ekip fırınları ve eczaneleri de plastik poşet kullanımından vazgeçirmiş. Girişimciler otellerden topladıkları binlerce nevresimle de çantalar yapıyor. Kontamanoli “Araştırmalarımız sonucu adadaki atıkların %60’a yakını geri dönüştürülebilir atık. Ama daha fazla eğitim gerekli” diyor. Ekip, adadaki 2.500 öğrencinin de bilinçlenmesi için çaba gösteriyor. Öğrenciler okullarına yerleştirilen su filtreleri ile yeniden doldurabilir su şişeleri kullanıyor. Zana Kontamanoli, “Çocuklar değişimin güçlü öncüleri çünkü evlerine gidip ailelerine bundan bahsediyorlar” diye anlatıyor çocuklarla yaptıkları eğitimin etkilerini.

Adada yalnızca altı aydır bulunsalar da girişimciler şimdilik iyimser. Turist sezonu bitmeden büyük değişimler yapılabileceğine inançları tam. Jo Royle da projenin başarısının örnek olabileceği görüşünde: “Plastik kirliliği çok karmaşık bir mevzu, yalnızca tek bir çözümü yok. Ama bu sistemler işe yararsa başka yerlerde de uygulanabileceğini umuyoruz.” Yunanistan’ın Paros Adası’ndaki Xifara Plajı’nda yürüyüş yapan Stella Cervello, kısa bir süre içinde onlarca plastik atık topladı. Topladıklarından bazıları hemen yakındaki Mikonos Adası’ndan sürüklenen parçalanmış plastik poşet atıkları, bazıları ise Türkiye kıyılarından sürüklenen karton gıda ambalajlarıydı.”

 

AB’den art arda ‘kayyım’ açıklamaları: Endişeliyiz

Diyarbakır, Van ve Mardin’in belediye başkanlarının görevden uzaklaştırılmasına Avrupa Birliği ve organlarından da tepki geldi. Brüksel, kayyum atamalarının demokrasi açısından endişe verici olduğunu vurguladı.

 Avrupa Birliği (AB) Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Temsilciliği sözcüsü Maja Kocijancic tarafından yapılan yazılı açıklamada, “Diyarbakır, Van ve Mardin belediye başkanları Selçuk Mızraklı, Bedia Özgökçe Ertan ve Ahmet Türk’ün görevlerinden alınmasının, 31 Mart seçimlerinin demokratik sonuçlarına saygıyı tartışmaya açması nedeniyle ciddi bir endişe kaynağı olduğu” vurgulandı.

Açıklamada yerel politikacıların görevden uzaklaştırılmalarının, gözaltına alınmalarının ve kayyum atamalarının seçmenleri yerel düzeyde siyasi temsiliyetten yoksun bıraktığı ve bunun yerel demokrasiye de zarar verdiği kaydedildi. Türk hükümetinin terörle mücadele konusunda meşru bir hakka sahip olduğu ifade edilen açıklamada, ancak bunun Anayasa ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmalardaki temel hak ve özgürlüklere uygun olması gerektiği belirtildi.

AB sözcüsü Kocijancic, Türkiye’nin Venedik Komisyonu’nun önerileri ve taraf olduğu Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı‘na bağlılığı doğrultusunda yerel demokrasinin işlemesi için gerekli önlemleri almasının şart olduğuna da işaret etti. AB’nin Türkiye’deki terör saldırılarını kınayan açıklamalar yaptığına dikkat çekilen metinde, barışçıl ve sürdürülebilir bir çözüm için güvenilir siyasi bir sürecin acil olarak başlatılması çağrısında da bulunuldu.

 AP ve Almanya’dan tepki

Avrupa Parlamentosu’nda Sosyal Demokrat grubun başkan vekillerinden Hollandalı siyasetçi Kati Piri de kayyum atamaları ile ilgili bir açıklama yaptı. Piri, Twitter mesajında “Diyarbakır, Mardin ve Van belediye başkanları seçimden beş ay sonra ‘terör gerekçesiyle’ görevlerinden alındı. İnsanların iradesine sıfır saygı. Peki, şimdi sırada ne var? Ankara ve İstanbul’un belediye başkanlarının alınması mı?” ifadelerini kullandı.

Alman Federal Meclisi’nin Sol Partili milletvekili Gökay Akbulut da Twitter hesabından yaptığı açıklamada HDP ile dayanışma çağrısında bulundu. “Avrupa anti-demokratik Türk hükümeti ile işbirliğini dondurmalı” diyen Akbulut, Türk hükümetinin demokrasiden ne kadar uzak olduğunu bir kez daha gösterdiği mesajını paylaştı.

Alman Federal Meclisi Başkanvekili Claudia Roth ise Alman Yazı İşleri Ağı’na (RND) yaptığı açıklamada kayyum atamalarını eleştirdi. Yeşiller milletvekili Roth, “Bu karar, Türkiye’deki demokrasi ve hukuk devletinin son unsurlarının da yok edildiğini bir kez daha gösteriyor” değerlendirmesini yaptı.

 Avrupa Konseyi: Kaygı verici

Avrupa Yerel ve Bölgesel Yönetimler Kongresi de (Kongre) konuyu  11 Eylül’de Strasbourg’daki Başkanlık Divanı toplantısı gündemine aldı. Kongre Başkanı Anders Knape, konuya ilişkin yazılı açıklamasında, üç belediye başkanının görevden alınıp, yerlerine valilerin atanması kararını “kaygı verici” bulduğunu ifade etti.Açıklamada, görevden alınan belediye başkanlarının Kongre’nin de gözlemlediği 31 Mart seçimlerinde “halkın hür iradesiyle” seçildiğine vurgu yapıldı.

Kongre’nin, Türkiye’de yerel yöneticilere karşı aşırı yargı prosedürüne başvurulması ve yerel yöneticilerin yerine devlet memurlarının atanmasını geçmişte aldığı kararlarla eleştirdiğine hatırlatma yapılan açıklamada, bu uygulamaların “yerel demokrasinin iyi işleyişini ciddi biçimde zedelediği” görüşü dile getirildi.

Kongre, 2017’de aldığı bir kararda, görevlerini icra edemeyecek durumda olan belediye başkanlarının yerine bürokrat atanmasına alternatif olarak, belediye meclislerine belediye başkanı seçme hakkı tanınması önerisinde bulunmuştu.

Knape, Kongre’nin, Avrupa Yerel Özerklik Şartı ilkelerinin uygulanmasıyla ilgili olarak 1-4 Ekim 2019 tarihlerinde Türkiye’ye düzenleyeceği planlanmış ziyaret sırasında konuyu resmi makamların gündemine taşıyacaklarını da söyledi.

 Türkiye  18 yerel yöneticiyle temsil ediliyor

Öte yandan, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland, sözcüsü aracılığıyla üç belediye başkanının durumuyla ilgili bir mesaj yayımladı. Sözcü Daniel Höltgen, üç belediye başkanının yerine devlet valilerinin getirilmesinin “31 Mart seçimleri ve yerel demokrasinin işleyişini baltaladığını” söyledi. Bu durumu “Ciddi kaygı” olarak tanımlayan Höltgen, “Konuyu yakından takip etmekteyiz” ifadelerini kullandı.

HRW: Derhal göreve iade edilmeliler

New Yorkmerkezli  İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) de bir açıklama yaparak HDP’li belediye başkanlarının görevden alınmalarının halk iradesinin gaspı ve bölgede demokrasinin devre dışı bırakılması anlamına geldiği belirtildi. Açıklamada, Kürt belediye başkanlarının derhal görevlerine iade edilmeleri talep edildi.

Gül, Davutoğlu ve SP de eleştirdi  

Diyarbakır, Van ve Mardin belediye başkanlarının görevlerinden alınarak yerlerine kayyum atanmasına eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, eski Başbakan Ahmet Davutoğlu ve Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Birol Aydın da tepki gösterdi. Gül Twitter hesabından, “Daha yeni seçilmiş belediye başkanlarının ‘bu şekilde’ görevden alınmaları demokrasimiz için doğru olmamıştır” ifadesini kullanırken, Davutoğlu üç belediye başkanının “idari tasarrufla” görevden alınmasının demokratik sistemin ruhuna aykırı olduğu değerlendirmesini yaptı.

“Seçimle gelenlerin seçimle ayrılması milli irade ilkesinin gereğidir” diyen Davutoğlu, sözlerini “Adayların seçime girmesi kanuna aykırı ise Yüksek Seçim Kurulu bunu seçim öncesinde değerlendirmelidir. Elbette seçim sonrasında işlenen suçlara ilişkin de gerekli tedbirler alınabilir. Ancak bunun öncelikle yargı nezdinde hukuki şartları oluşmalıdır” dedi.

Saadet Partisi’nden de kayyum atamalarına tepki geldi. Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Birol Aydın, “Diyarbakır, Mardin ve Van halkının iradesine ipotek konmuştur” diyerek alınan kararın Türkiye’nin ve bölgenin geleceği açısından sağduyu ve aklıselimden uzak olduğunu ifade etti.

Cumhurbaşkanlığından açıklama

Türkiye Cumhurbaşkanlığı da kayyum atamaları ile ilgili açıklama yaptı. Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay tarafından yapılan açıklamada kayyum atamalarının terör gerekçesi ile yapıldığı savunularak “Belediye imkanlarının eli kanlı terör örgütü lehine kullanıldığı adli ve idari soruşturmalarla tespit edilmiş ve gereken yapılmıştır. Millet iradesi asla terörün vesayetine terk edilemez. Demokrasi mücadelemiz çerçevesinde teröre destek veren belediyelere müdahale kaçınılmazdır” ifadeleri kullanıldı.

 

TÜİK: Geçen yıl 93 bin ton nohut ithal ettik, Bakanlık: Etmedik

Türkiye, 2018 yılında Arjantin, Meksika ve Hindistan’dan 93 bin ton nohut ithal ederek 118 milyon dolar ödedi. Bu miktar ve rakam Türkiye İstatistik Kurumu‘nun (TÜİK) verilerinde yer alırken yazılı ve görsel basında da haber oldu. Ancak Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli’nin CHP Milletvekili Ömer Fethi Gürer’in yazılı soru önergesine verdiği yanıt kafaları karıştırdı. TÜİK’in verdiği rakam ve bilgilere rağmen, Pakdemirli “2018 yılında nohut ithalatı yapılmamıştır” dedi.

‘Hangisi doğru?’

Nohut üreticisinin perişan olduğunu, tohum fiyatının yarısına dahi ürününü veremediğini hatırlatan CHP’li Gürer şunları söyledi: “Her köyde ortalama 30’a yakın üreticinin nohutu, maliyeti bile karşılamadığı için depolarda bekliyor. Üretici, ithalatta gümrük vergisinin sıfırlanması nedeniyle büyük mağduriyet yaşıyor. TÜİK’in ithal ürün geldi dediği nohutta, bakanlık gelmedi yanıtını veriyor. Hangi veri doğru?”

Gürer önergesinde “2018 yılında ülkemizde ne kadar nohut üretilmiştir? 2017 yılında, 6 lira 8 kuruştan nohutunu satan çiftçinin, artan girdi fiyatına rağmen bu yıl ürünü 3 liraya kadar düşmüştür. Nohutta 3 lira 250 kuruş taban fiyat açıklayan TMO’nun fiyatı çiftçiyi tatmin etmemiştir. Markette, Rafta 14-16 liraya satılan nohutta bu kadar fiyat farkı nasıl oluşmaktadır? 2018 yılında ne kadar ithal nohut gelmiştir?” sorularını yöneltmişti.

Türkiye’de 2018 yılında, 630 bin ton nohut üretimi gerçekleştiğini belirten Bakan Pakdemirli ise, geçen yıl hiç nohut ithalatı yapılmadığı yanıtını verdi. Pakdemirli yanıtında, ürünlerin alım ve piyasa fiyatını, üretim ve verim durumlarını göz önünde bulunduran Toprak Mahsulleri Ofisi’nin (TMO) gerektiğinde piyasaya müdahale ettiğini belirtti; “Ülke genelinde TMO tarafından 2018 yılı natürel nohut alım fiyatı 3.250 TL/ton olarak açıklanmış olup, ÇKS’ye kayıtlı üreticilerden toplam 95.871 ton nohut alımı gerçekleştirilerek 281 Milyon TL ödenmiştir. Bakanlığımızca ülkemiz nohut üretimini arttırmak, yerli üreticileri korumak amacıyla nohut ürünlerine önemli destek sağlanmaktadır”dedi.

‘Nohut depolarda bekliyor’  

2018 yılında dönemin Bakanlar Kurulu Kararıyla fasulye, barbunya, nohut ve börülce ithalatında gümrük vergisi oranlarının sıfırlandığını hatırlatan CHP’li Gürer ise şunları anlattı: “Nohut üreticisi, geçtiğimiz yıl ürettiği nohutu satamadı. Niğde Çamardı ve Ulukışla köylerinde nohut depoda kaldı. Ofis bölgeden gelip, üreticiden nohut almadı. Nohut üreticisi perişan oldu, tohum fiyatının yarısına dahi ürününü veremedi. Her köyde ortalama 30’a yakın üreticinin nohutu, maliyeti bile karşılamadığı için depolarda bekliyor. TÜİK’in ithal ürün geldi dediği nohutta, bakanlık gelmedi yanıtını veriyor. Hangi veri doğru? Tüketici hala pahalı ürün alıyor, bu da yetmezmiş gibi Tarım ve Orman Bakanı, ne kadar nohut ithal edildi bilmiyor.”

Javier Bardem’den dünya liderlerine okyanuslar için uzlaşma çağrısı

BM’de dün başlayan ve Küresel Okyanus Anlaşması’nın kabul edilmesi amacıyla düzenlenen üçüncü toplantı sürerken, oyunca Bardem’den de liderlere çağrı geldi: Delegeler Küresel Okyanus Anlaşması üzerine çalışırken dünyanın onları izlediğini bilmeli.

Oscar ödüllü oyuncu Javier Bardem, Greenpeace’in “Okyanusları Koru” kampanyası kapsamında Times Meydanı’nda “Küresel Okyanus Anlaşması Şimdi!” çağrısı yaptı. Bu çağrıya deniz yaşamını tehdit eden görüntülerin yayımlandığı dev ekrandan gösterilen bir video eşlik etti.

Oyuncu, ardından Birleşmiş Milletler’de yer alan hükümetlere 2030 yılına kadar okyanusların en az yüzde 30’unun korunmasına kapı açacak güçlü bir Küresel Okyanus Anlaşması’nı kabul etme çağrısında bulundu. BM’de dün başlayan toplantı yasal olarak bağlayıcı Küresel Okyanus Anlaşması’nın kabul edilmesi için düzenlenen dört toplantının üçüncüsü. Son toplantının 2020 yılında Nisan ayında yapılması planlanıyor.

Bardem şöyle konuştu: “Bu konferansta konuşulacak her şey okyanusların yaşamı ve insanlığın geleceği üzerinde derin bir etkiye sahip olacak.  Delegeler Küresel Okyanus Anlaşması üzerine çalışırken dünyanın onları izlediğini bilmeli. Bu görüşmelerin yanlış bir yönde ilerlemesine izin veremeyiz.”

BM binasının yanında okyanustan ilham alan bir de sanat çalışması sergilendi. 5 metrelik balina ve kaplumbağa heykeli plastik kirliliğinden petrol sondajına kadar okyanusların karşı karşıya kaldığı tehditleri temsil ediyor. Aynı yerde video gösterimi de yapıldı. Videoda Türkiyelilerin de aralarında olduğu dünyanın her yerinden birçok kişi hükümetlere güçlü bir Küresel Okyanus Anlaşması’nın imzalanması için çağrıda bulundu.

Aldığımız her iki nefesten birisini borçlu olduğumuz okyanuslar iklim değişikliği, aşırı avlanma, derin deniz madenciliği, petrol çalışmaları ve plastik kirliliği nedeniyle tarihte hiç olmadığı kadar büyük bir tehlike altında bulunuyor. Bilim insanları, büyük bölümü koruma altında olmayan ve sömürüye açık olan okyanusların en az üçte birinin, sucul yaşamı korumak ve iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak üzere 2030’a kadar koruma alanları kapsamına alınması gerektiğini söylüyor.

 

Sıra Kars’da mı? Bilgen ifadeye çağrıldı, Alaca’nın evi basıldı

Hakkında “silahlı örgüt kurmak ve yönetmek” iddiasıyla yeni bir dosya hazırlandığını belirten Ayhan Bilgen ifadeye çağrıldığını duyurdu. Şevin Alaca’nın İstanbul’daki evine de sabah saatlerinde polis baskını düzenlendi.

İçişleri Bakanlığı’nın Diyarbakır, Mardin ve Van Büyükşehir Belediye Başkanlarını görevden alıp yerlerine kayyım atamasının ardından bugünde Kars Belediyesi eş başkanları Ayhan Bilgen ifadeye çağrıldı, Şevin Alaca’nın ise İstanbul’daki evine polis baskın yaptı. .

Twitter hesabı üzerinden ifadeye çağrılmasıyla ilgili açıklamada bulunan Ayhan Bilgen, Kars Cumhuriyet Başsavcılığı‘nca avukatları aracılığıyla ifadeye çağrıldığını belirtti. Bilgen şunları söyledi: “Eğer Kars’a da kayyım atamayı düşünürlerse yıllardır şehri soymalarına göz yumulan isimleri tavsiye ederim. Hem bir bürokrat alacaklılarla uğraşmamış olur hem hırsızlar 900 personeli naylon ihalelerle falan meşgul etmeden cebini doğrudan doldurur!

“Hakkımda ‘silahlı örgüt kurmak ve yönetmek’ iddiasıyla yeni bir dosya hazırlığını duyuyor onlara da ‘kısa çöp uzun çöpten hakkını alacak mutlaka’ parçasını armağan ediyorum!

Şevin Alaca’nın evine polis baskını

Kars Belediyesi Eş Başkanı Şevin Alaca’nın da İstanbul’da bulunan evine sabah saatlerinde polis baskını düzenlendi. Baskın anında Kars’ta bulunan Alaca,  kardeşleriyle birlikte yaşadığı evin basıldığını ve baskının nedenini öğrenemediğini söyledi. Dosyada “gizlilik” kararı olduğu için soruşturmanın neyle ilgili olduğunu öğrenemediğini ifade eden Alaca, daha sonra polislerin kardeşi aracılığıyla kendisini ifade için emniyete çağırdığını aktardı.

 

Çocukların 20 Eylül’deki iklim grevine yetişkinlerden destek: Ya sıfır karbon ya sıfır gelecek

20 – 27 Eylül tarihlerinde dünyanın dört bir yanında gerçekleşecek iklim grevlerine bir destek de “Sıfır Gelecek” adı altında bir araya gelen Türkiye’deki ekoloji ve çevre kurumlarından geldi.

Türkiye’de “Sıfır Gelecek” kampanyası adı altında bir araya gelen kurumlar, 20 Eylül Küresel İklim Grevi Günü’ne başta İstanbul olmak üzere Türkiye’den ses verecek. İsveçli öğrenci Greta Thunberg’in geçtiğimiz sene İsveç parlamentosu önünde başlayan ve her Cuma devam eden iklim için okulu bırakma eylemleri Türkiye dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanına hızla yayılmış, Thunberg’in akranları iklim krizine karşı somut adımların atılması talebiyle “iklim grevine” çıkmıştı. Daha önce 15 Mart ve 24 Mayıs’ta gerçekleşen küresel iklim grevlerine 1,5 milyonun üzerinde genç ve çocuk katılım gösterdi. 20 Eylül’de “Fridays for Future / Gelecek için Cumalar” dayanışma ağının çağrısıyla gerçekleşecek küresel iklim grevine, bu sefer 20 – 27 Eylül tarihlerinde yetişkinler de katılacak.

Kaybedecek bir saniyemiz yok! 

Ekoloji ve çevre kurumlarının bir araya gelerek oluşturduğu Sıfır Gelecek kampanyası, küresel ısınmayı 1,5 derece ile sınırlandırmak için kaybedecek 1 saniyenin bile olmadığını belirtiyor. İçinden geçmekte olduğumuz ekolojik kriz ve iklim krizinin aciliyetine dikkat çeken kampanyada “İklim krizine karşı gerekli önlemleri almakta kaybettiğimiz her gün dünyada canlı türlerini ve yaşam alanlarını kalıcı olarak kaybediyoruz; gelecekte yaşanacak çok daha büyük kayıplara zemin hazırlıyoruz” deniyor ve  öğrencilerin “Buradayız, çünkü geleceğimizi çaldınız!” çağrısına destek veriliyor.

İklim Acil Durumu hemen şimdi! 

Sıfır Gelecek kampanyası, 20 Eylül’de ve sonrasında gerçekleşecek etkinliklerle iklim krizini kamuoyunun gündemine taşımanın yanı sıra, Türkiye’deki karar alıcıların bir an önce iklim krizine karşı acil ve adil planlama yaparak 2030’a kadar sıfır karbonlu bir geleceğe yönelik somut adım atmalarını talep ediyor. Dünya genelinde hükümetlerin ve yerel yönetimlerin ‘İklim Acil Durumu’ ilan etmesine atıfta bulunan kampanya çağrısında, aşırı hava olaylarının gün geçtikçe artığı Türkiye’de de bir an önce bu yönde adımlar atılması gerektiği belirtiliyor ve başta enerji alanında olmak üzere tüm politikaların bu gerçeğe göre şekillenmesi isteniyor. Bu çerçeve içinde fosil yakıtlara dayalı yüksek karbon ekonomisinin adil geçiş yoluyla doğaya zarar vermeyen yenilenebilir enerji kaynaklarına kaydırılması, doğa dostu tarıma geçilmesi, kentsel planlamanın canlı yaşamını öne alacak şekilde kurgulanması, ormansızlaşmanın durdurulması kampanyanın ana taleplerini oluşturuyor.

İstanbul’da 20 Eylül öncesi atölyeler, forumlar 

Talepleri yaygınlaştırmak için yapılacak 20 Eylül etkinliklerinde genç iklim grevcilerine destek verilecek. Ayrıca 20 Eylül öncesinde tematik başlıklar altında etkinlikler düzenlenecek. Bu etkinlikler kapsamında 23 – 24 Ağustos’ta Kadıköy Kargaart’ta İklim Adaleti üzerine atölyeler ve konuşmalar gerçekleşecek. Fosil yakıt karşıtı mücadele kapsamında 31 Ağustos’ta Kadıköy’de, 5 Eylül’de ise Sarıyer’de  yönetmenliğini Umut Vedat’ın yaptığı ve Türkiye’den kömür mücadelelerine odaklanan Kara Atlas belgesel gösterimi yönetmen Umut Vedat’ın katılımıyla yapılacak. Sarıyer Çevre ve Sanat Festivali kapsamında Türkiye’den iklim grevcisi gençler 7 Eylül’de “İklim Adaleti Hemen Şimdi” forumu düzenleyecek. 8 Eylül’de ise Belgrad Ormanı’nda İklim İçin Ormanlar forumu gerçekleşecek. Son olarak 12 Eylül’de Ataşehir DasDas Tiyatro’da İklim Krizi ve Gıda Güvenliği üzerine sohbetler ile 15 Eylül’de Kartal %100 Ekolojik Pazar Etkinlik Çadırı’nda çocuklara yönelik “Geleceğin Tohumları” etkinlikleri yapılacak.

Sıfır Gelecek kampanyasının ilk çağrıcıları şöyle: Alakır Nehri Kardeşliği, Antikapitalistler, Buğday Derneği, Don Kişot Bisiklet Kolektifi, Genç Yeşiller, Fosil Yakıt Karşıtı İnisiyatif, Fridays for Future Türkiye, Parents for Future Türkiye, Kuzey Ormanları Savunması, Yeryüzü Derneği, Yeşil Düşünce Derneği, Yokoluş İsyanı, 350 Türkiye.

Etkinlik detaylarına www.sifirgelecek.org üzerinden ulaşılabilir.

 

‘Fayton atları tartışması’nda taraflar konuşuyor

İstanbul’un Adaları’nda yıllardır süren, ancak son yıllarda yollarda ölen, sakat kalan, yangında hayatını kaybeden atlar yüzünden büyük tepkiye yol açan fayton tartışmasında, hayvan hakları savunucusu Onay ile fayton savunucusu Keskin ve Başdoğan ile konuştuk. Taraflar argümanlarını, 22 Ağustos’ta İBB’de yapılacak çalıştay öncesi Yeşil Gazete’ye anlattı.

İstanbul’un Prens adalarında, özellikle de Büyükada’da fayton çeken atların durumu uzun yıllardır tartışılıyor. Ancak son yıllarda hemen tüm Adalar’da kendini gösteren ‘aşırı turizm’in yarattığı baskı ve ortaya çıkan görüntüler tartışmayı alevlendirdi. Aşırı çalıştırıldığı iddia edilen, turist sayısının da artmasıyla gereğinden fazla sayıda insanın bindiği faytonları çekmeye çalışırken yaralanan, sakatlanan hatta ölen atlar, ahırların içler açısı hali, çıkan yangınlarda atların hayatını kaybetmesi gibi olaylar, hayvan hakları savunucularının “Faytona binme, atlar ölüyor” sloganıyla yürüttüğü kampanyanın da etkisiyle karar alıcıları harekete geçmeye zorladı. TBMM Hayvan Hakları Araştırma Komisyonu üyeleri, geçtiğimiz ay Adalar’ı dolaşarak ahırları gezdi, faytoncularla, yetkililerle ve adalılarla konuştu ve bir rapor hazırladı. Sorunu çözmek için çok sayıda plan tartışılıyor. Faytonların tamamen kaldırılması ve yerlerine akülü araçların konulması veya faytoncular ve ahırların durumunun iyileştirilmesi, atların çalışma koşullarının düzeltilmesi gibi öneriler, en başta gelenler. Biz de Yeşil Gazete olarak, faytonculuğun tamamen kaldırılmasını isteyen Heybeliada sakini hayvan hakları savunucusu ve Birikim Dergisi editörü Abdullah Onay ile rehabilite ederek sürdürülmesini savunan mimar, çevre aktivisti ve Açık Radyo programcısı Melda Keskin ve atçı, araştırmacı, yazar Mahir Başdoğan’la konuşarak her iki yaklaşımı da anlamaya çalıştık.

Sürekli yeni at talebi ne anlatıyor?

Hayvan hakları savunucusu ve fayton karşıtı Onay, faytonculuğun sona ermesini neden istediğini şu sözlerle anlatıyor: “Faytonumu vermem diye ortaya atılanlar, yılda 200 atın öldüğünü açıkladı. Yani her iki günde bir, üç at. Adalar Belediyesi de 400 rakamını verdi. Gömülen at rakamları ise bunların da üzerinde. Yani mevcut atlar 20 yıllık ömürlerini tamamlayamıyor. Ölüyor, yerine yenileri geliyor. Sürekli yeni at talebi de bir şey anlatmıyorsa, ülkenin bildik, her tartışmayı rakamlarla örtmek çabasından öteye gidemeyiz.”

Atçılıkla uğraşan Keskin-Başdoğan çifti ise Onay’la aynı kanıda değil: “Atın binlerce yıl önce insan tarafından yabani atalarından nasıl üretildiğinden bihaber olup onu  ‘yabani hayvan’ veya ‘pet’ gibi gören, tarihinden, bakımından, ihtiyaçlarından habersiz, hayatında at bulunmayan insanların fayton atlarının geleceğini, kaderini tek başına belirlemesi, Türkiye’de örnekleri zaten yaşanmış olan ‘kurtarma’”operasyonlarında atların aç susuz telef  olması, yok edilmesi gibi üzücü sonuçları artırmaya başladı.” 1960’ların ortasında Adalar’da çöp kamyonları devreye sokulduğunda ‘ıskartaya çıkan’ çöp arabalarını çeken atların Gülhane Hayvanat Bahçesi’ndeki yırtıcı hayvanlara yem edildiğini; sahiplendirilecekleri iddia edilen ancak Karaman’da aç susuz ölen yılkı atlarını; İzmir ve Antalya’da faytoncuların elinde alındıktan sonra açlık ve susuzlukla pençeleşen atları hatırlatan Keskin-Başdoğan’ın çözüm önerisi ise şöyle: “Çare; faytonların kaldırılması değil, dünyanın birçok yerinde yapıldığı gibi, onlara bakan, besleyen faytoncuları zaten varken, atların sağlığı ve esenliğini gözeten, iklim, fiziksel çevre gibi koşullara uygun projeler yapılarak,onlara sahip çıkılmasıdır. Binlerce yıllık geçmişi olan insan- hayvan yoldaşlığını, tarihsel ve kültürel mirasımız olan atçılığı yaşatmaya devam etmektir.”

Koşulların iyileştirilmesi sorunu çözer mi?

Adalar’da bulunan toplam 1800 at ve insanların bugün ülkenin hiçbir yerinde olmadığı kadar iç içe yaşadığını; yarışçılık sektörünün aksine, faytonların günlük hayatın içinde, göz önünde olduğunu kuşaklar boyu ve ömürleri boyunca insan eliyle beslenip bakılmış atların doğaya salınmasıyla işin bitmediğine dikkat çeken Keskin-Başdoğan; “Bu esnada olabilecek şiddetli reaksiyonlar, kış koşullarında ot bulamayıp açlıktan meskun alanlara inip tarlalara bağlara zarar verdiklerinde çiftçilerce vurulup öldürüldükleri bilinirken, bu süreçte hiç bir görev ve sorumluluk almayanlar nasıl bu yasaklamaya evet diyorlar, anlamak imkansız” diyor.

Keskin ve Başdoğan’ın temsil ettiği fayton yanlılarının katılımcı bir süreç içinde koşulların iyileştirilmesiyle New York’un Central Park’ında, Prag ve Viyana’da olduğu gibi faytonculuğa iade-i itibar edilmesi, at-insan birlikteliğini sürdüren bir meslek kolu olarak geliştirmeyi önerisine Onay’ın yanıtı ise şöyle: “Atların insanlarla birlikte yaşaması için illa ki sömürülmesi, eziyet görmesi mi gerekiyor? Birlikte yaşamak isteyenler için seçenekler var. ‘Koşulların iyileştirilmesi’ de ne yazık ki demagoji değilse, safiyane bir talep. Atlar her geçen gün artan turizm turlarında, özellikle de yazları on misline çıkan nüfusun ulaşım ve keyif aracı olarak ölümüne kullanılıyor. Turlar da fast-food misali; motor, fayton turu, selfie çekimi, yemek ve dönüş. Bu talebi karşılamak mümkün değil. Bu sıcağa kar dayanmaz. Yurt dışından verilen örneklere de benzemiyor durum, orada yürümeyi beceremiyorsan, şehir turu otobüsüne atlarsın; arada birileri de düz ve kısa yolda ‘eğlence’ olsun diye faytona biner, 50 euroyu da verir”

Takip, zimmet önerisi…

 Melda Keskin ve Mahir Başdoğan, fayton karşıtları ve yanlıları arasında yürütülen tartışmalar sırasında ‘kurtarılan’ atların akıbetinin mutlaka takip edilmesi, hatta birilerinin üzerine ‘zimmetlenmesi’ önerisini yapmıştı. Konuyla ilgili sorumuzu yanıtlarken de şunları söylüyorlar: “1970’lerde otopark yapmak için kesilmek istenen Ankara Güvenpark ağaçlarının, onları korumak  isteyen çevre gönüllüleri  tarafından semt karakolu polislerine zimmetlenmesi, eylemi başarıya  ulaştırmış, ağaçlar korunabilmişti. 2013 yılında Samsun Vezirköprü‘deki bozuk orman alanına  dikilen 60 bin ağacın, onları koruyarak ürünlerinden gelir elde edecek 2000 kadına  zimmetlenmesi gibi örneklerden de ilham aldık .Bu bir öneri değil, yasağı imzalayanlar ve  destekleyenlere, işin yasakla bitmeyeceğini, sonrası için ağır bir sorumlulukları olduğunu  hatırlatma amaçlı bir çağrıdır. Gerçekçi olup olmaması, yasağın gerçekçi olup olmaması ile ilgilidir.”

İzmir’de Tunç Soyer, Büyükşehir Belediye Başkanı seçildikten sonra ilk icraatlarından biri olarak faytonları kaldırdı. Ancak Keskin ve Başdoğan, ortada kalan atların açlık ve susuzlukla boğuştuğunu söylüyor.

Şu anda İzmir faytonlarının, bu iş için üretilmiş Haflinger atlarının, yasaklanma nedeniyle açlık ve susuzlukla boğuştuğunu, Antalya’da ‘doğal yaşam parkı’ denilen yerde tutulan atların içler acısı durumunun da fotoğraflarla belgelendiğini söyleyen Keskin-Başdoğan, “Atlar insan bakımıyla 30-40 yıl ömrü olan hayvanlar ve şimdi en fazla ömürlerinin yarısında  ‘kurtarıldıktan’ sonra ne olacakları bizi ilgilendiriyor. Onları doğaya salmanın bir çözüm olmadığı,, bu aşamada sorumluluk almayan, alamayanların dikkatine getirilmeli… Tepeden inme kararları, darbeleri normalleştirilmekten çıkarıp  kararların katılımcı ve baştan sona tüm aşamaların açıklıkla ele alındığı, sorgulanabildiği bir süreçte almayı normalleştirecek bir kamuoyu oluşturma çabası içindeyiz” diye konuşuyor. Abdullah Onay’ın da takip konusunda söyleyecekleri var: “Faytonların kaldırılmasına karar verecek merciler üzerinden atların takibi yapılması gerekiyor. Atları kurtarmak için uğraşan herkes bu takibi de yapmalıdır, yapacaktır da. Bu gruptan bazıları da faytonların kaldırılmasıyla atların sucuk olmalarına yol açacaklarına dair suçlamalara kadar vardırdı işi. Bu bir manüpilasyon. Bir belediye yetkilisinden çalışamaz hale gelen atların mezbahaya gittiğini, yerini bile bildiklerini bizzat duydum. 1500 at var, yani yaklaşık dört yılda tamamlanan bir döngü. Faytonculuğun devam etmesini istemek, 2-25 yıl ömürleri olan canlıların kısa sürede ölmelerine göz yummak, yaşam haklarını akla getirmemek demektir.”

Faytonculara ne olacak?

Onay’ın önerisi, faytonların yerine toplu ulaşım için mini tren kullanılması.

Faytonculuğun kaldırılmasıyla fayton sahipleri ve/veya fayton sektöründe çalışanların (atların bakımında, ahırlarda görev alanlar, sürücüler vb.) durumuna ilişkin de görüşler farklı. Onay, fayton sahiplerinin yaşam koşullarının akülüye geçerlerse kötüleşmeyeceğine, hatta daha iyi olacağına dikkat çekiyor. “Ahırlarda ve üstünde çalışanlar için faytonun kaldırılması bir kurtuluş bile olabilir” diyen Onay’ın, hem atlar hem de faytoncular için çözüm önerisi şöyle: “Alternatifler her zaman var. Akülü fayton önerenler var mesela. Ben başından beri yoğun turist akınına uğrayan, hatta UNESCO korumasında olan kentlerde kullanılan mini treni öneriyorum. Hem Adalar’ın dokusunu bozmayacak, hem tüm bu dağınıklığı düzenleyecek bir alternatif olur. Ama işletmesinin faytonculara bırakılması gerekiyor. Böylece faytoncuların gelirleri azalmaz, tam tersine artar. Ayrıca atlarla ilgili birçok proje geliştirilebilir. Engelli çocukların rehabilitasyonu için veya kentli çocukların atlarla tanışmasını sağlayacak, küçük gezinti yerleri düzenlenebilir. Hatta kısa düz bir turistik gezinti yeri de olabilir, ama iyi bakımlı, sağlık sorunları çözülmüş atlarla; başka ülkelerde olduğu gibi, üç kuruşa değil, daha pahalıya kiralayarak.”

Faytoncuların ırkçı söylemler başta olmak üzere, aşağılayıcı, hedef gösteren, atsız-işsiz-ekmeksiz bırakmaya yönelik bir tavırla safdışı edildiği bir ortamın hazırlandığını savunan Keskin ve Başdoğan’ın formülü de şu şekilde: “Atları ve faytonculuk mesleğini, ticari, turistik baskılara karşı koruyacak, sağlıklı geliştirecek önlemler, uygulamalar yerleştirip artırılmamışsa, sonra da toptan yasaklanmışsa,  bunun nedenleri sorgulanmalıdır. Adalar’daki sorun; yıllardır motorlu taşıt ve inşaat sektörünün  çıkarları doğrultusunda, ortamı resmen plansız, kuralsız, sahipsiz, denetimsiz bırakarak, çöküşe  zemin hazırlanmış olmasıdır. Eskiden zorunlu olup sonra ortadan kaldırılan faytoncu ehliyet sınavlarının ve trafik  denetimlerinin geri getirilmesi, faytonculara verilecek rutin eğitimler, fayton atlarına tahsis edilmiş veterinerlerce, sakatlık, hastalık oluşmadan önce de rutin bakımlar ve beslenme  kurallarının koruyucu hekimlik çerçevesinde belirlenip uygulanması, fayton başına  sınırlandırılmış yolcu sayısının yola çıkış noktasında ve yollarda denetlenmesi, yetkililerce yapılmış, ama yetersiz ve sorunlu olan ahır sisteminin iyileştirilmesi, ada sakinleri, yerli veya  yabancı turistler için farklı tarifeler uygulanması, taksilerde gün içine yapılan şoför değişimi gibi, yeterli sayıda yedek at bulundurulup kullanılması -şu yaz koşullarında faytonculuk devam ettiği halde adaya yedek at  sokulması, adeta atların daha fazla zarar görmesi için yasaklanmıştır-, yokuşlu parkurlar dahil, atların ada turlarında zorlanmamaları için çalışma saatlerinin  belirlenmesi ve hız sınırı getirilmesi, belki de bunların en önemlisi, Adalar’ın “Yavaş Şehir” ilan edilmesi gibi girişimlerin, her şeyin göz önünde olduğu bu ortamda, yetkililerin ve yurtaşların  denetimi, şikayet hatları, resmi ceza ve ödüllerle uygulanması pekala mümkündür.”

 ‘Çiftçilere hibe’ye iki taraf da karşı

Antalya’da geçtiğimiz haziran ayında, faytonculuğa son verilmesi üzerine, Büyükşehir Belediye Meclisi’ndeki CHP grubunun önerisiyle boşta kalan atların kırsal kalkınmada kullanılması amacıyla çiftçilere hibe edilmesi kabul edildi. Ancak yaşanılan kimi olaylar, çiftçilere dağıtılan hayvanların akıbetinin de parlak olmadığını gösteriyor. Geçtiğimiz yıl Konya’da sayıları binin üzerinde olan yılkı atları, yaban koyunlarının su içtiği ve otladıkları alanı tahrip ettiği gerekçesiyle bir çiftliğe verilmiş, burada çok sayıda atın açlıktan öldüğü tespit edildiği için civar köylerdeki çiftliklere dağıtılan hayvanların onlarcasının da açlıktan ve bakımsızlıktan hayatını kaybettiği belirlenmişti.  Antalya örneğinin sonuçları henüz ortaya çıkmadı, ama hem Onay hem de Keskin ve Başdoğan bunun bir çözüm olmayacağı konusunda hemfikir. Onay şöyle konuşuyor: “Antalya Belediyesi faytonları kaldırdı, atları da marifetmiş gibi çiftçilere verdi. Ama her yerde fayton atlarının çiftçilere verileceği anlamı nereden çıkıyor? Örneğin İzmir vermedi. “Çiftçinin ata kötü davranacağı” endişesi demek ki orada da var. Adalarda kullanılan atların çiftçiliğe uygun olmadığı söyleniyor, ki değiller. Peki ama fayton için uygunlar mı? Atları bilenler uygun olmadığını söylüyor. Bu yokuşlara, bu tempoya, örnek gösterilen Roma’daki, Viyana’daki atlar bile dayanamaz.”

Keskin ve Başdoğan ise şunları anlatıyor: ”Ehlileşmiş  atların doğada barınması da  çiftçilere veya, vatandaşa ücretsiz dağıtılması da gerçekçi değildir. Bugün atından ‘kurtulup’ traktör almakta olan köylü ve çiftçi; at bakımına, beslenmesine maddi manevi  kaynak, zaman, mekan ayırmak bir yana, kendini geçindirmekte zorluk çeken vatandaş, sokaktaki kediyi, köpeği sahiplendirmekle bitiremeyen hayvan hakları koruyucuları, bu atların  sorumluluğunu taşımaktan uzaktır. Daha önceki örneklerde olduğu gibi burada yine atlar kaybedecektir.”

Sürdürülemez durum, nasıl sürdürülecek?

Adalar’da bir veteriner kliniği yok. Fayton atlarına bakmakla görevli sürekli veteriner de.. Görevlendirilen veterinerler zaman zaman gidip atları kontrol ediyor, ama bu yöntemle yeterli ve düzenli bir sağlık hizmeti sunulması mümkün olmuyor. Atlarda yaygın görülen ruam gibi hastalıklar bu nedenle hızla yayılıyor. Yaralanma, aşırı yorgunluk veya yetersiz beslenme gibi durumlarda müdahaleyi doğrudan faytoncular yapıyor. Atların çalışma saatleri ve yerleri (dik yokuş, mesafe vb.) sınırlandırılmış değil, faytonlara binen kişi sayısı da öyle. Hızla Ada sokaklarında koşturulan atlar yüzünden meydana gelen ‘fayton kazaları’ da ender değil. İki taraf da bu durumun ‘sürdürülemez’ olduğunu kabul ediyor. Ancak ortak noktalar bununla sınırlı. Çözüm önerilerinde olduğu gibi, yaralanan, ölen atların sayısına ilişkin bilgiler, yayımlanan fotoğraflar, faytoncuların atlara muamelesi gibi konularda da iki tarafın uzlaşması zor görünüyor. Keskin ve Başdoğan, özellikle sosyal medyada yayımlanan yaralanmış ve hayatını kaybetmiş at fotoğraflarıyla ilgili şu yorumu yapıyor: “Aynı fotoğrafı defalarca farklı vakalar gibi yayınlayıp, Büyükada’da yılda 400 (hergün1’den fazla) at ölüyor gibi, gerçek dışı haberler üretmek yerine, Ada atlarının rutin sağlık kontrolüne ve koşullarının tarafsız ve bilimsel bir değerlendirilmesine ihtiyaç var. Ada’da ‘adeta hazırlanmış olan’ namüsait koşullara rağmen, faytoncularının büyük özveriyle baktığı ve dünyanın her  yerinde sağlıklı ve sağlam kabul edilebilecek atların sayısı oldukça fazladır. Geçtiğimiz hafta altı fotoğrafçı arkadaşımızla başladığımız durum tespiti ve belgeleme çalışmasında buna şahit  olduk. Tarlabaşı yıkımlarında olduğu gibi, Adalarda yaşayan binlerce at, bakıcıları, faytoncular ve  faytonlar da belgelenmeye muhtaç. Çünkü bu yokoluş, bilgisizlik, umursamazlık ve aymazlık  nedeniyle ne yazık ki bir oldu bittiye getiriliyor.”

Faytonların kaldırılmasına karşı olup gerekçelerini, ‘Adalar kültürünün devam etmesi, trafik ve  kirliliğin artma riski’ olarak formüle edenlere karşı Onay’ın anlattıkları ise ‘Adalar meselesi’nin başka yönlerine ışık tutuyor. Adalar’da faytonun ulaşım aracı olmaktan çoktan çıktığını belirten Onay, şu anda bile binlerce akülü aracın ada yollarında dolaştığını söylüyor: “Neredeyse herkes akülü araç almak üzere. Akülüler, bisikletler, faytonlar, çığrından çıkmış bir karmaşa var. Yollarda yürümeniz riskli. Turizm baskısına dair en ufak bir düzenleme yok. Buna yol açan da zavallı atlar değil. Ne kadar fayton varsa, o kadar akülü araç verilecek. Değişen bir şey yok.” Bu tartışmayı yapmak yerine SİT alanı olan Adalar’daki büyük inşaatlara, giderek çığrından çıkan, kaldırılamaz turizm baskısına karşı bir planlama yapılmasını isteyen Onay, faytonu ‘kültürel miras’ gerekçesiyle savunanlara ise şunları söylüyor: “Adalarda bahse konu böyle bir kültürel miras kaydı olmadığı bir yana, canlılara eziyete dönüşmüş bir uygulamadan “miras” çıkarmak tartışılır. Oysa Büyükada’da gerçekten kültürel bir miras var: Yetimhane. Dünyanın sayılı monoblok ahşap yapılarından biri, çürüyüp gidiyor. Kimsenin ilgisini de çekmiyor!

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, geçen yıl Adalar’da ulaşım niteliği taşıyan elektrikli araçların kullanılacağını; öncelikle Kınalıada’da olmak üzere her biri en fazla 12 kişilik olmak üzere elektrikli araçla toplu taşıma yapılacağını bildirmişti. Ancak bu proje hayata geçmedi.

Onay, faytonun Adalar’a 19. yüzyıl sonlarında getirildiğini, Kınalıada’da hiç fayton olmadığını anlatıp “Fayton Adalar tarihi ile var olmuş bir olgu değil, niye Ada’nın sembolü olsun ki” diye soruyor ve ekliyor:  “Mesela Adalar’a daha uygun olan martı niye sembol olmasın? Velev ki sembol; atlara yapılan bu eziyeti mazur gösterir mi?”

‘Türcülük’ tartışması…

Hayvan hakları savunucularının önemli argümanlarından biri de, fayton yanlılarının atları insana  ‘hizmet hayvanı’ olarak nitelendirerek, canlılar arasında bir tür hiyerarşi yaratıyor oluşu. Melda Keskin ve Mahir Başdoğan’ın bu eleştirilere yanıtı şöyle: “İnsanların binlerce yıl boyunca bir yerden bir yere gitmek, yük taşımak, bağ-bahçe sürmek, savaşmak, cirit, polo gibi oyunlar oynamak,  ritüeller (gelin götürmek vb.), gösteriler, müsabakalar  yapmak, yarışmak, (bugün halen Fransa, Almanya, İsviçre, Belçika, Japonya, Çin, Kazakistan, Endonezya, vb. ülkelerde olduğu gibi) etinden, sütünden (ve tüyünden, derisinden.) yararlanmak  üzere; bizzat seçerek, çiftleştirerek  ürettiği, evriminde insanın rolü olan 400 kadar farklı cinsi  bulunmaktadır. Özetle, günümüzde yılkılar dahil, hiçbir at, “yabani hayvan”değildir. Bin yıllardır insana yoldaşlık etmiş, onun tarafından, yapılacak hizmete uygun olarak çeşitlendirilmiş, üretilmiş ve bakılmış hizmet hayvanları olan çoğu köpek cinsi gibidir atlar, ama “pet” de değildir.  Türkiye’de hem karar alıcıların hem hayvan hakları savunucularının hem de genel kamuoyunun  atları tanımaya, böylece onları gözetirken dengeli bir bakış açısına sahip olmaya ihtiyaç duyduğu kanaatindeyiz.”

Adalara yönelik artan turizm, hem atlar hem de faytoncular üzerinde kaldırılması güç bir baskı yaratıyor. Yaz aylarında özellikle hafta sonları ve bayramlarda fayton kuyruğu, duraktan başlayıp adanın içlerine kadar uzuyor.

Onay’ın yanıtıysa daha kısa: “Dolaylı tartışmaların altında yatan, yerel bir sorunu ülke geneline yayan da bu evrenselliği aslında. Bir vicdan hareketi. Hayvanları sömürmeye, eziyet etmeye hakkımız var mı? Bunu hangi gerekçelerle sürdürmeye çalışıyoruz? Tüm dünyada mücadelenin temelinde bu var. Daha da yaygınlaşarak çağa damgasını vuracağını iddia edebiliriz.”

İBB’de çalıştay düzenlenecek

Hayvan  hakları savunucuları konuyu çoktan Meclis’e taşıdı bile. Birkaç yıldır, özellikle fayton mevsimi sayılan yaz aylarında düzenli olarak yapılan eylemler ve kampanyalar, meraklılarını vazgeçirmese de seslerini yetkililere duyurmalarını sağladı. Fayton yanlılarını temsilen Keskin-Başdoğan çifti ise, insan veya hayvan, hayatları etkileyen ciddi kararların tüm paydaşların katılımını gözeten bir süreçte ortak akılla alınmasının önemini vurguluyor;  “herhangi bir grubun, tek başına  dosyasını Meclis’e koşturmasıyla” doğru bir karar alınamayacağını belirtiyor.

TBMM raporu halen belirsiz, Meclis’ten çıkacak karar da öyle. Ancak bu hafta içinde, 22 Ağustos’ta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nda, Başkan Ekrem İmamoğlu’nun da katılımıyla faytonların ve atların gelecekleriyle ilgili bir çalıştay düzenlenecek. İmamoğlu’nun danışmanı ve Belediye’nin sözcüsü Murat Ongun, Yeşil Gazete’ye şu anda aldıkları ya da eğilim gösterdikleri bir karar olmadığını; sivil toplum örgütlerini, fayton yanlısı ve karşıtı olanları, faytoncuları ve konuyla ilgili bütün kesimlerden temsilcileri çalıştayda bir araya getireceklerini ve hepsini dinleyeceklerini söyledi. Ongun, buradan çıkacak sonuçlara göre, atların yaşam koşullarını iyileştirecek ve tüm tarafları tatmin edecek bir çözüm için gecikmeden çalışacaklarını da kaydetti.

Ahlaksızlık Çağı – Poyraz Doğan

Bu raporları üreten bilim insanları sadece ne yaptığımızı değil ne yapmamız; bunu nasıl yapmamız gerektiğini de anlatıyor. Belki de her şeyden önemlisi çözümün hala, bu yaptıklarımıza rağmen mümkün olduğunu da söylüyor. Eğer kendimize çeki düzen verirsek dünya bize cömert davranmaya devam edecek.

Kimilerine göre bilginin katmerlenerek çoğaldığı, kimilerine göre ise giderek özgürleştiği bir dünyada yaşıyoruz. Gerçekten de internet ile beraber bilgiye ulaşımın her geçen gün hızlandığı, bilgi üzerindeki tahakkümün azaldığı bir dönemdeyiz.

Bu bilgi üretim hızı ve erişilebilirlik, geçmişte yaşamış ve hayatımızı değiştiren buluşlar yapan birçok bilim insanını heyecanlandırırdı. Hatta birçok felsefeci de bu heyecana elindeki şarap kadehi ile katılırdı. Halen de heyecanlandırıyordur.

Ancak bir de madalyonun öteki yüzü var. Özellikle sosyal medya çağı ile beraber, bilginin değerinin azaldığını hatta bilimin ve onun sesleri olan doktorlar ve akademisyenlerin dünyanın dört bir yanında siyasiler tarafından saldırı altında olduğunu da görüyoruz. Üstelik Brezilya’da, ABD’de gördüklerimiz, Türkiye’de de iliklerine kadar yaşadıklarımız, bunun prim de yaptığını gösteriyor.

“Bilim gerçeğe giden yolları aydınlatan ışıktır” demiş Hacı Bektaşi Veli. Oysa ki şimdilerde bilim ne kadar o yolu aydınlatırsa aydınlatsın, her şeyi bilenler dünyasında yaşıyoruz. Üstelik herkes, kendine benzeyenlerin sosyal mahallesinde takılıyor.

“Yeryüzündeki şartların düzelmesi, sadece bilimsel buluşlardan çok ahlaklı bir yaşama düzeninin gerçekleşmesine bağlıdır.” Bunu da Albert Einstein demiş. Peki biz ne diyoruz? Tabii ki iklim krizinden bahsediyoruz.

Yediğin kaba pislemek!

Son yayımlanan tarihi bilimsel rapor, (IPCC İklim ve Arazi Raporu) hep beraber, topluca ne kadar ahlaksız olduğumuzu gözler önüne seriyor. Türkiye’den değerli bilim insanı Murat Türkeş’in de katkı verdiği IPCC’nin bu raporunun ortaya koyduğu üzere, insanoğlunun yediden yetmişe toprağı nasıl hoyrat kullandığı, yediğimiz ve içtiğimiz, bu yaşam alışkanlıklarımız ile yediğimiz kaba pislediğimiz o kadar aşikâr ki!

Ürettiğimiz her gıdanın üçte birini çöpe atıyoruz. Bu çöpleri yakarken çıkan metan gazı ile küresel ısınmaya sebep oluyoruz. Sanırsınız herkes tok! Yok o da değil. Tahmini olarak 821 milyon insan hâlâ yetersiz besleniyor.

 

 

 

 

Hep beraber yeryüzündeki arazinin 70’ini dönüştürmüşüz. Dönüştürmek derken iyileştirdiğimiz akla gelmesin! Bu faaliyetlerimiz, yani tarım ve ormancılık başta olmak üzere “arazi kullanımımız“ küresel sera gazı emisyonlarının yüzde 23’ünden sorumlu. Gıdanın evimize gelmesini de bu iklim maliyetine ekleyince oran yüzde 30’un üzerine çıkıyor. Janjanlı paketlerimiz, t-bone steaklerimiz sağ olsun.

Rapor başka bir acı gerçeği de aydınlatıyor: Artık böyle yüzde 30’unu çöpe attığımız gıdayı da yetiştiremeyeceğiz. Arazi kullanımının emisyonları ile tadı daha da acılaşan iklim krizi daha fazla afet demek. Hatta bir afetler buketi var karşımızda. Daha fazla sel, daha fazla kuraklık, daha fazla aşırı sıcaklar, daha fazla aşırı soğuklar…  Her şeyin daha fazlası, her şeyin daha tuzlusu. Hem ekonomik hem de sosyal olarak.

Raporun özetinde, “Kuraklıkların sıklığı ve yoğunluğu bazı bölgelerde (Akdeniz, Batı Asya, Güney Amerika’nın pek çok kısmı, Afrika’nın çoğu ve Kuzeydoğu Asya dahil) arttı ve küresel ölçekte yağış miktarı yoğunluğunda artış yaşandı” diyor misal. Oradaki Akdeniz dikkatinizi çekti mi? İşe o, işin ucunun Türkiye’ye de nasıl dokunduğunu gözler önüne seriyor.

Peki ne yapacağız? Yediğimiz kaba pislemeye devam mı edeceğiz? Türkiye’nin Kanada ortaklı Kazdağları filmi gibi filmleri çekmeye, Bolsenaro’nun Amazon’ları tarıma açmaya kalktığı gibi ağaçları zalimce katletmeye devam mı edeceğiz?

Sınırlı dünyada sınırsızca yemeye, ananas suyuna, janjanlı plastik poşetlere devam mı edeceğiz? Kendi konfor alanımızdan çıkmadan son model telefonumuzla, postlarımızla dünyanın haline ne kadar üzüldüğümüzü söylemek de bir seçenek.

Bunların hepsini yapabiliriz, yapmaya devam da ediyoruz, ancak bunun bir tercih olduğunu unutmayın. Ya da şirketlerin, siyasilerin bunun bir zorunluluk olduğuna, kalkınmamız gerektiğine dair söylediklerine inanmamayı seçebilirsiniz. Bu tercihinizi yaparken, tercih hakkına sahip belki de son nesil olabileceğinizi de unutmayın.

Bilimden şaşmayın

Çünkü ortada bilim, bilgi var. O gerçekleri aydınlatıyor.  Her ne kadar toplum olarak bakmamaya zorlansak da IPCC 1.5 Derece Raporu, IPBES Raporu ve son yayımlanan, çarpıcı çıktılarını yukarıda ortaya koyduğumuz IPCC İklim ve Arazi Raporu çok net.

Bu raporları üreten bilim insanları sadece ne yaptığımızı değil ne yapmamız; bunu nasıl yapmamız gerektiğini de anlatıyor. Belki de her şeyden önemlisi çözümün hala, bu yaptıklarımıza rağmen mümkün olduğunu da söylüyor. Eğer kendimize çeki düzen verirsek dünya bize cömert davranmaya devam edecek.

Çok açık bir ahlaksızlık çağında yaşıyoruz. Ve kolay değil, gerçekten de topyekûn bir dönüşüme ihtiyacımız var. Ancak mümkün, bu işi halledebiliriz. Ahlaklı bir yaşama düzeni için önümüzde yol haritası var. Çözümler basit, yöntemler ucuz ve uygulanabilir, hatta uygulanıyor. Yaygınlaştırmamız, dönüşüme inanmamız gerek.

Siyasetin, şirketlerin dediğine, hatta bazen çevrecilerin buna çanak tutmasına bakmayın. Öyle bir anda durmamız, her şeyi bir anda bırakmamız da gerekmiyor, bir anda karanlıklara gömülelim demiyoruz.

Ancak bugünden başlayarak kömüre, petrole, doğalgaza son vermeye başlamamız gerekiyor. Üstelik önümüzde mantıklı bir tarih var. Fosil yakıt bağımlılığımızı tedavi etmeye, 2030 yılına kadar kömürlü termik santralleri kapatarak başlayabiliriz. Bunu herkes yapabilir, sürekli elektrikte arz fazlası veren Türkiye de!

Artık, bizi cezbeden, aklımızı çelen tekliflere ve ayak oyunlarına ve fosil yakıt şirketlerine karşı dik durmalıyız. Bugünden itibaren yeni fosil yatırımı yapmamak gerekiyor. Bu kömür için de onun daha yakışıklı-iyi görünümlü kardeşi doğalgaz için de geçerli. (Bunları konuşurken, Akdeniz’deki doğalgaz konusu ne kadar saçma sapan geliyor değil mi?)

Kirletenlere verdiğimiz destekleri, teşvikleri artık kaldırmalı, hatta adil, hakkaniyetli, kirletenin ödediği vergileri hayatımıza sokmalıyız. Yani plastiğe vergi olsun diyoruz, ama hakkaniyetli olsun. Halkın cebinden çıkıp, üreticiye yük bindirmeyen, nereye gittiği belli olmayan vergi adil olmaz. Böyle olursa, iklim krizinin yoksulun sırtına bindirdiği yükü bu vergiler ile katmerlendirirsiniz. Göz boyamaya, yeşil badana devam edersiniz.

İklim krizini çözmek istiyorsanız bilimin söylediğine uygun hedefi ortaya koymalısınız. Hedef belli, 2050 yılına kadar net sıfır sera gazı emisyonumuz olmalı. Türkiye bunu yapabilir mi? Yanıt, evet. Devleti, belediyesi, şirketi ve yurttaşıyla hepimiz hedefe uygun planları ortaya koymalı, gerekli adımları atmaya başlamalıyız.

Bu adımlar ne devletler ne de bizler için hiç zor değil. Sadece artık bu vurdumduymaz konfor alanımızdan çıkmamız gerekiyor.

16 yaşındaki İsveçli kıza bakın, dünyanın dört bir yanını dolaşıyor, ancak konfor alanından biraz çıkınca bu seyahatlerini ahlaklıca yapabiliyor. Trenle, yelkenli ile iklim krizini herkese anlatmak için yollara düşebiliyor.

Kısaca, bayram tatilinde, yaz sıcağında Akdeniz’e inmeyin demiyoruz, bunu uçarak, gaza basarak yapmayın. Hiçbir şey yapamıyorsanız, bunları tek en uygun çözümmüş gibi sunanlara kanmayın, hükümetinizden, belediyenizden otoyol, kavşak yapacağına, devasa havayolu yapacağına tren yolu döşemesini isteyin, deniz ulaşımı isteyin. Bu seçeneklerin sadece iklim maliyeti değil, ekonomik maliyeti de düşük yatırımlar olduğunu da unutmayın. Zor değil yani!

Yeryüzü de toprak da bize iklim krizini önlemek için fırsatlar sunuyor. Ormanları, ağaçları rahat bırakarak, gıdaları çöpe atmayarak, yakınımızda üretilen, üretiminde suni gübre kullanılmayan gıdaları tüketerek, daha çok bitkisel beslenerek ya da sürdürülebilir hayvansal gıdalara yönelerek büyük bir değişim yaratabiliriz. Bunu yaparak hem yeryüzünü hem sağlığımızı koruyabilir hem de iklim krizini önemli bir adım atabiliriz.

Bunlar, küçük ve kolaylıkla atılabilecek adımlar. Ama daha da önemlisi, hepimizin yararına bu adımları attığımızda nihayetinde kaybeden olmayacak ve de gelecek nesillerden çalmayı bırakmış olacağız.

Mesele temelde, bilimin aydınlattığı gerçekleri görmemizle alakalı. Her şeyi bildiğimizi düşünmeyi, sosyal mahallemizde söylenenleri hadis kabul etmeyi bırakıp ahlaklı davranmaya başlamamız gerekiyor. Bugün ve gelecek için bunu yapabilecek kudret hepimizin damarlarında mevcut!

(Yeşil Gazete)