Kadın örgütleri, başta Emine Bulut cinayeti olmak üzere, her geçen gün bir kadının canını alan şiddete karşı sosyal medyada kampanya başlattı. Türkiye’nin 2011’de ilk imzacısı olduğu İstanbul Sözleşmesi, son dönemde iktidar medyası, sivil toplum örgütleri ve bizzat Erdoğan tarafından tartışmaya açılmıştı.
Emine Bulut‘un eski kocası Fedai Varan tarafından öldürülmesi tüm ülkede büyük tepki yarattı. Sosyal medyasatda kadın hakları örgütleri, #İstanbulSözleşmesiYaşatır etiketiyle kampanya başlattı. Türkiye’nin 2011 yılında kabul edip ilk imzacısı olduğu ‘İstanbul Sözleşmesi’ olarak anılan Kadına Yönelik Şiddet ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin eksiksiz uygulanması için her kesimden kadından çağrı var.
Sözleşme, son dönemde özellikle de kadınların nafaka hakkının sınırlandırılması tartışmaları sırasında, iktidar yanlısı sivil toplum örgütleri ve medya gruplarınca “Türk aile yapısına zarar verdiği” gerekçesiyle tartışma konusu edilmiş; Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da ‘gözden geçirilebileceğini’ söylemişti.
Türkiye ilk imzacı ama…
11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açıldığı için ‘İstanbul Sözleşmesi’ ismiyle anılan “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi“ni imzalayan ilk ülke Türkiye oldu. 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe giren Sözleşme, kadına yönelik şiddet ve ayrımcılıkla ilgili üretilen en kapsayıcı belgelerden biri. Kadına yönelik şiddeti önlemede meseleyi, önleyici ve koruyucu tedbirler bağlamında bütüncül bir yaklaşımla ele alan sözleşme, Türkiye açısından da önemli. Çünkü Türkiye Sözleşme’yi hem ilk imzalayan hem de Meclisinde ilk onaylayan ülke. Ancak son beş yıla bakıldığında Sözleşme’nin uygulanması ve bu yükümlülüklerin sağlanması açısından yeterli adım atılmadı. Sözleşmenin ilk imzalandığı dönemde sözleşmeye uygun yapılan tek şey 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Yasası’ndaki değişiklikler oldu. Kadın örgütlerinin ısrarı ile 4-5 maddelik bir yasa iken 25 maddeye çıkarılan yasa; yapısı, önleyici ve koruyucu tedbirler bağlamında İstanbul Sözleşmesi’yle aynı olmasa da paralellik taşıyor. Ancak sözleşmenin yükümlülükleri bağlamında bugüne kadar herhangi bir somut adım atmadı
İstanbul Sözleşmesi psikolojik şiddet, ısrarlı takip, fiziksel şiddet, tecavüz, zorla evlendirme, kadın sünneti, kürtaja zorlama, zorla kısırlaştırma, tecavüz ve taciz dahil cinsel şiddet olmak üzere kadına yönelik şiddetin tüm türlerini içeriyor.
Sözleşme çerçevesinde ev içi şiddet, aynı evde yaşıyor olsun ya da olmasın mevcut ya da eski eş ya da partnerler arasında yaşanan her türlü şiddet edimini içerecek şekilde anlaşılır. Dolayısıyla “aile” olmayı, evlilik birliği içinde bulunmayı ya da aynı evi paylaşıyor ya da paylaşmış bulunmayı gerektirmez. Sözleşmenin getirdiği yükümlülükler silahlı çatışma durumlarında bile geçerliliğini korur ve Taraf Devletlerin bunu garanti altına alması gerekir.
Kadınların güçlendirilmesi yolu dahil, kadın ile erkek arasındaki temel eşitliği teşvik eder.
Taraf devletlerin yetkililerine, görevlilerine, kurum ve kuruluşlarına kadına yönelik şiddetle mücadele yükümlülüklerine uygun davranmalarını sağlamaları, cinsiyete duyarlı politikalar geliştirmeleri, şiddeti önlemede ve mücadelede bütüncül politikaların uygulanması,
Kadına yönelik şiddetle mücadele alanında faaliyet gösteren sivil toplum örgütleriyle etkin iş birliği tesisi, özel sektör ve medyanın kadına yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla politika hazırlamalarını teşvik etmeyi,
Şiddet eylemlerinin tekrarlanmasından korumak amacıyla gerekli hukuki ve diğer tedbirleri almayı, şiddete maruz kalanın şiddet gösterenden tazminat talep etmesini sağlamak üzere hukuki tedbirleri almayı şart koşuyordu.
Sözleşmenin en önemli özelliklerinden biri de, bir denetim mekanizması getirmesiydi. Çünkü denetim mekanizması işin takibi açısından mühimdi. Taraf ülkelerin temsilcilerinden oluşan denetim komitesi yani “GREVIO” adı verilen birim, sözleşmenin etkili bir şekilde uygulanmasını izleyecek, raporlar hazırlayacak, taraf devletin rızası ile soruşturma ve gerekirse onun toprağına ziyaret edecekti.
Karşı çıkanlar ne diyor?
Özellikle son dönemde bazı kurum, kuruluş ve yazarlar İstanbul Sözleşmesi’nin geri çekilmesi çağrıları yapıyordu. ‘Change.org’ internet sitesinde de Türkiye’nin sözleşmeden çekilmesi için imza kampanyası başlatılmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu sözleşme için “Bizim için ölçü değildir. İstanbul Sözleşmesi nas değildir” dediği iddia edilmişti. Hüda-Par da konuyla ilgili yayımladığı bir açıklamada, “İstanbul Sözleşmesi, detaylı olarak incelendiğinde toplumun temel dinamiklerini tahrip eden bir yapıya sahip olduğu rahatlıkla görülecektir” demişti.
Milli Gazete yazarı Şakir Tarım, “Yıkım Projesi: İstanbul Sözleşmesi” isimli yazısında, sözleşmeyi “Türkiye’nin bekasına yönelmiş en büyük tehdit” olarak yorumlamış ve sözleşmenin vakit geçirilmeden yürürlükten kaldırılmasını istemişti. Yeni Akit yazarı Ali Erkan Kavaklı ise, “Aile kadın ve erkeğin birlikte yürütebileceği kurumdur. Erkeği evden uzaklaştırarak aileyi yaşatma imkanı yok. İthal kanunlarla aile yaşatılamaz. Sözleşme iptal edilmeli. Kendi dinimizi, inançlarımızı, örf ve adetlerimizi esas alan adaleti sağlayacak ve aileyi yaşatacak düzenleme yapılmalı” diye yazmıştı.
Biber ve fasülye, üzerine haftalarca çalışılacak dallı budaklı konular. Dolayısıyla heyecanla okuyor, notlar topluyorum derken… Verapokhum Surp Asdvadzadzni’ye yani Ermeni Apostolik Kilisesi‘nin beş büyük bayramından biri olan Meryem Ana’nın Göğe Alınışı Yortusu’na denk geldi bu hazırlığım.
“Kırsal yörelerde, Asdvadzadzin arefesinde, papaz sağ eline makası sol eline ise haçını alıp tören giysileriyle, yardımcıları eşliğinde, mumlar ya da kandiller yakarak manastır olan yerlerde manastır bahçesine, olmayan köy ya da kasabalarda ise kizirin (köy başkanı ya da yardımcısı) bağına giderek açık hava ayini (andastan) yapar. Daha sonra kestiği ilk üzüm salkımını, Tanrı’nın bağları, Nuh Peygamber’in gemisi, Musa’nın ilk mâbedi, İsa’nın haçı, Meryem Ana’nın gözyaşı ve Aziz Krikor’un imanı ile kutsar. Böylece bağların her dem yeşil ve salkımların dolu dolu olacağına inanılır. Bu kutsamadan sonra, artık bağlardan üzümler toplanabilir; ancak ertesi gün, kilisede kutsanmadıkça yenmez. Kutsanmış ilk üzüm salkımlarından, kuşların da mahrum kalmaması için ayazmalara (‘lusağpür’, kutsal pınar) ve haçkarların üzerine bırakılır. Aynı üzümden şarap fıçılarına atılır, bir miktarı da bereket olarak ertesi yıla kadar evlerde saklanır.”
Yaşam dolu peyzajlarla bağları kesilmemiş topluluklarının bize mirası kutsal ekolojinin yansıması bu yortu. Aynı İnci Kefali’nin üreme döneminde “yatır ziyaretine gidiyor” diye avlanmaması ya da leyleklere “Hacı” diyerek dokunulmaması gibi bir görgünün, biriktirilmiş, gelenekselleşmiş bilginin; ekolojiyi yani bereketi, yani yaşamı koruma, kollama şuurunun yansıması bir düzen.
Kaybettik bu şuuru yazık ki.
“Kökleri çok eskilere dayansa da 18’inci yüzyılın ikinci yarısında güçlenen pozitivizm, 20’inci yüzyılın başlarında altın çağını yaşadı tüm dünyada. Bilimle uğraşanlar fizikçi, kimyacı olmaktan daha çok alt bilim dallarında uzmanlaştı. Bu derinlemesine bilgi sanayi devrimini getirirken, bilim insanlarının doğayı bir bütün olarak algılamasına engel oldu. Arkasından da hızla ortaya çıkan çevre sorunlarıyla tanıştı insanlık. Tıptan felsefeye, dini ilimlere, tabiat bilgisine kadar uzanan geniş yelpazede ilimle uğraşan İbn-i Sina, Farabi gibi kainatı bir bütün olarak algılayan bilim insanları yetişmedi bu dönemde. Pozitivizmin etkisi ile asırlardır nesilden nesile nakledilerek taşınan geleneksel bilgi, “koca karı” ilacı veya saçmalıkları olarak çöpe atıldı. Geleneksel bilgi ile inançların yoğrulması sonucu ortaya çıkan, toplumsal düzene yardımcı olmak için kulaktan kulağa yayılan bazı bilgiler ise ‘hurafe’ olarak baş düşman ilan edildi“
Nihayetinde lüfer yok oluşa giderken; eğer Urfa Balıklı Göl’deki balıklar, Erzurum Ilıca’da bulunan şehit balıkları ve Malatya Arguvan’daki kutsal balıklar eksilmeden varlıklarını sürdürebiliyorlarsa… henüz olmamış üzümü, ona kutsiyet katarak koruyanların karşısında dümeni kırmak düşer bana.
Üzüm, Vitaceae (asmagiller) familyasının Vitis cinsinden sarılgan bir türü ve MÖ 5000’e kadar dayanan tarihi ile kültürü yapılan en eski meyvalardan biri olduğu düşünülüyor. Anavatanının Küçük Asya ve Kafkasya’yı kapsayan bölge olduğu söyleniyor ve evet, Anadolu da bu coğrafyanın parçası. Ancak Ahmet Uhri, Boğaz Derdi kitabında (syf 384) uyarıyor:
“.. ille de bir anavatan olacaksa bu anavatan eskiden söylendiği ve yazıldığı gibi Hazar Denizi ile Karadeniz arası ya da nokta atışla Gürcistan değil, kuzey yarımkürenin değişik yerlerindeki ılıman iklim kuşağı olabilir. Bununla birlikte konu Vitis vinifera olduğunda elbette Güney Kafkasya üzerinde durulmalı. Zira Vitaceae ailesi sadece üzüm taşıyan anlamına gelen Vitis vinifera’dan oluşmaz; bunun yanı sıra Vitis rupestris (kayalık seven), Vitis riparia (nehir kıyısında büyüyen), Vitis aestivalis (yaz ürünü), Vitis sylvestris (orman üzüm asması) gibi adlar taşıyan türler, yaklaşık iki milyon yıl önce evrimleşerek beliren insana meyveleri ile birlikte günümüze kadar eşlik etmişlerdir.”
diyor ve ekliyor:
“Dolayısıyla bu aile içinde antik kaynaklar ve arkeolojik verilerle kültür tarihi içindeki yeri, ailenin diğer üyelerine göre çok daha baskın olan Vitis vinifera’yı ve ondan üretilen şarabı incelemek üzümgilleri anlama açısından daha uygun görünmekte.”
İlerleyen satırlarda Çin kafamızı biraz karıştıracak olsa da aynen bu yolu izleyeceğiz. Zira bakarsan bağ, bakmazsan dağ olan coğrafyamızın, içersen haram, yersen şifa olan ve tam da kayıplara karışırken ucunu yakalayanlarına şükran ifade etmek gereken cins cins üzümünün ve nice mücadelenin peşinde iki satır muhabbeti anca konuyu bu parametreler içerisinde tutarsak yapacağız.
Şimdi…
Çok çeşitli biçimlerde değerlendirilebilmesi, iklim ve toprak ihtiyacı bağlamında seçici olmayışı, çok yıllık olması ve üstüne üstlük, çoğaltma yöntemlerinin de kolay oluşu sayesinde herhalde; üzüm, dünyadaki en yaygın kültür bitkilerinden biri. Hatta diğer meyvelerle kıyaslandığında sayıca en fazla çeşide sahip olan türlerden: Türkiye’de bin 400 küsur, dünyada 15 binin üzerinde çeşidi bulunduğu tahmin ediliyor. Türkiye’nin üzüm çeşitliliği, yani bu bin 400 -dile-kolay- küsur üzüm Tekirdağ Bağcılık Araştırma Enstitüsü’nde bulunan ve 54 yıldır devam eden Türkiye Asma Genetik Kaynaklarının Belirlenmesi, Muhafazası ve Tanımlanması Projesi neticesi olan Milli Koleksiyon Bağı’nda görülebilir.
Muazzam bir rakamdan bahsediyoruz, merak uyandırdı bende okudukça. En kısa zamanda ziyaret etmeyi çok istiyorum. Gerçi bin 400 küsur çeşitten sadece 50-60 kadarının ekonomik üretimi yapılmaktaymış ama o 50-60’la bile tanışmak muazzam olur diye düşünüyorum!
Uğur Gürses, işin ekonomisine geniş yer verdiği bir yazısı vesilesiyle, Ekonomi Alla Turca’da Türkiye’nin endemik üzüm türlerini listelemiş;
Saydım, baktım, koleksiyon bağındaki bin 400 civarı çeşitten, 50-60 ticarete konu olanla kesişim kümesi nedir bilinmez, görünen o ki 30 tane endemik tür var (kaybetmiş olmayalım?) Aklımı kurcaladı, Sarkis Seropyan’dan buldum cevabını:
“Teotig’e göre Ermeni üzüm cinslerinin sayısı 324. Yanlış okumadınız, üç yüz yirmi dört çeşit üzüm… Biz bir kısmını tanıtmakla yetiniyoruz.
Vaspuragan, Daron ve civarı üzümleri
Atği: Kırmızı, iri
Aydzbıdug (keçimemesi): Beyaz, açık veya koyu kırmızı
Pisnort veya Pusnort: Kışlık, beyaz, çok ekşi
Loreg veya Lorig: Keklik yemi gibi çok küçük ve seyrek olduğundan böyle adlandırılıyor.
Khıngakhağoğ: Aydzbıdug’un çekirdeksizi
Gağamart (Karakünnük): Siyah, sık ve kalın kabuklu
Sevani: Koyu renkli, iri ve kalın kabuklu
Durduri: Siyah, yuvarlak, orta boy
Ploş: Rakı çekmeye uygun (kurutulmuşu karardığı için, ‘plaşanal’ yani kararmak fiilinden türetilmiş)
Karnumaki: Siyah, küçük taneli (beyazının adı: tımışkhig)
Jur: Orta boy, yuvarlak, koruk tatlı (sirkelik)
Khizna: Kara ve lezzetli
Garmir-gab: Yuvarlak, beyaz, kırmızı benekli, sert, ince kabuklu, tatlı ve tek çekirdekli
Her yıl gerçekleşen 75 milyon ton küresel üzüm üretiminin, yaklaşık yüzde 7’lik kısmı Türkiye’de gerçekleşiyor.
En büyük üretici, pek çok başka tarımsal üründe olduğu üzere, Çin.
Çin’i sırasıyla İtalya, ABD, Fransa, İspanya ve Türkiye takip ediyor. Bu sıralama 2017’den.
Türkiye’nin 472.545 ha’lık bağ alanının yüzde 52’sinde sofralık, yüzde 36’sındaysa kurutmalık üzüm üretiliyor. Kuru üzümde 2017 yılının dünya lideriyiz. Küresel kuru üzüm üretiminin 2017 yılında yüzde 24’ünü gerçekleştiren Türkiye’yi, sırasıyla ABD, Çin, İran ve Özbekistan takip etmiş. Türkiye’nin en büyük rakibi, küresel liderlikte ABD. Yıldan yıla değişen “en çok”çuluk, bu iki üretici ülke arasında bir yarışma konusu.
ABD deyince üzümün simgesi olduğu muazzam bir hak mücadelesi var, hadi onu paylaşayım önce:
Karışık ırk evliliğin yasak olduğu 1920’den 1929’a ellerinde ne var ne yok satarak ABD’ne gelen yaklaşık 31 bin Filipinli göçmen, 1965 sonbaharı gelip bağ bozumu için California’ya, Delano bağlarına vardıklarında, artık çoğunluğunun yaşlı, yalnız ve barakalara mahkum yaşam koşulları içerisinde; “her şey bundan iyidir” deyip zam istediler yövmiyelerine. Bu mevsimlik işçiler, onları belli bir coğrafyaya bağlayan aileleri olmadığından, Alaska’da somon konservelemekten, Washington’un elma bahçelerine ve California’nın bağ bozumuna epey geniş bir alan kat ederek çalışmaktaydılar ve Agricultural Workers Organizing Committee altında Larry Itliong liderliğinde örgütlüydüler. Larry, 30’larda ve 40’larda Alaska’nın konserve işçileri sendikasını örgütlemeye yardım etmiş, California, Salinas’da marul grevlerine katılmış ve Stockton’da kuşkonmaz grevini örgütlemiş vizyoner bir liderdi. Bir önceki sezon, yani Mayıs’ta, Coachella Vadisi’nde düzenledikleri bir grevle yövmiye artışı almış; uzun yıllardır güç ve yoksulluk içerisinde emek verdikleri burada, Delano’da da aynı başarıyı sendikasına yaşatmak istiyordu. Ancak Delano bağlarının bir emekçi grubu daha vardı; Meksikalı göçmenlerden oluşan National Farm Workers Association’a bağlı emekçiler.
NFWA’in lideri Cesar Chavez henüz Larry Itliong kadar kuvvetli hissetmiyordu kendini ve Larry’nin ortak grev önerisini kendileri için erken olduğu gerekçesiyle önce reddetti. Larry ne yaptı etti, ikna etti, zira çalışma ve yaşama koşullarını su dahi vermeyecek ölçüde ağırlaştırarak grevi baskılamaya çalışan Delano’nun, bir grubu diğerine kırdırarak ucuz ve adaletsiz kar peşinde sezonu kapatmak istediği belliydi.
Neticede Cesar ve Larry, iki lider, önce birbirlerini ardından da örgütlerini greve ikna ettiler ve United Farm Workers adı altında beş yıl sürecek mücadele başladı.
Bu beş yıl hiç de kolay geçmedi. Mevsimin getirdiği yeni işlerin peşinden başka yerlere gidenleri mücadeleye bağlı tutabilmek, yeni düşük ücrete mecbur/razı yeni işçileri Delano için çalışmamaya ikna etmek, basının, yerel kurumların, siyasilerin desteğini toplamak…
Enteresandır, bu süre içerisinde tecrübeli bir örgütçü olan Larry değil, Cesar yükseldi. Gandi ve Martin Luther King’i örnek alan Cesar’ın Delano’dan Sacramento’ya 300 millik yürüyüşü ve açlık grevi Amerikan kamuoyunda müthiş ses getirdi. Cesar yüzlerce tarım işçisini başka coğrafyalara grevin sebeplerini anlatmaya ve destek toplamaya yolladı. 14 milyon Amerikalı greve destek verdi ve üzüm yememe kararı aldı. 1970’de üzümde çalışan bu mevsimlik işçiler sağlık dahil sosyal haklarının tanımlandığı ilk kontratlarını imzaladılar. Larry, kontratın Meksikalı göçmenleri gözeten maddelerini kabullenemedi ve United Farm Workers’dan ayrıldı. Cesar’ın adına bir heykel dikildi, bir pul basıldı ve üç eyalette özel gün tanımlandı.
The 20th Century – Mary Ellen Sterling Teacher Created Resources, 1997
Hikayeyi elimden geldiğince tarafsız anlatmaya çalıştım. Okuyacağınız pek çok kaynak ya bir ya da diğer taraftan anlattığından başka başka detaylar da okuyabilir, mücadelenin çetrefilli, ikircikli yanları ile vicdanınızı yüzleştirebilirsiniz. Beni bu hikayeyi anlatmaya mecbur hissettiren, elbette örgütlü mücadelenin önemine inanmam ama daha ötesi aşağıdaki, üretim ve sermaye ilişkisini bir boyama kitabı basitliğine indirebilmiş sendika dili.
Türkiye’de üzüm, kurutmanın haricinde pek çok biçimde işleniyor. Dedim ya, muazzam malzeme: Ekşi de oluyor tatlı da, kuru da oluyor akışkan da! Bu çeşitlilik muazzam bir ekonomi yaratmasa da, doğru işlendiğinde, yani geleneksel yöntemlere eğitimli bir bakış destek verdiğinde, üreticisini kimseye muhtaç etmeden yaşatacak çeşitliliğin kapısını aralıyor: Pekmez, pestil, sirke, reçel, gün balı ve sucuğun yanı sıra, asmanın yaprağı da kilerimizde yer bulan ürünler. Ancak Bülent Şık’ın 11 Ekim 2016 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan yazısından bir uyarıyı buraya taşımadan geçemeyeceğim:
“2014 yılından bu yana asma yaprağı ile ilgili RASSF kayıtlarına bakıldığında, bu ürünlerde tespit edilen pestisit sayısının 4 ile 18 adet arasında değiştiği görülüyor. Bir gıda ürününde 18 adet pestisit kalıntısı bulunması dehşet verici. Bu ürünlerde sadece pestisitlerin sayısı değil kalıntı miktarları da çok yüksek. Kullanılması yasak pestisitlerin kalıntısına rastlamak bile mümkün.”
Gel de ye!
“Kış öncesinde Mezrone üzümünü pestil ile pekmeze dönüştürmenin telaşındayız” Batman – Gercüş ve Hasankeyf ilçelerinde bağbozumu
Biz yine şaraba dönelim mi?
Ülkemizin başlıca şaraplık üzüm bölgeleri Tekirdağ (Şarköy, Mürefte, Hoşköy), Edirne (Uzunköprü), Kırklareli, Çanakkale (Bozcaada, Eceabat, Saroz), Balıkesir (Avşa ve Marmara adaları), Aydın, Uşak, Manisa, İzmir (Çeşme, Seferihisar), Denizli (Çal, Güney), Kırıkkale, Ankara (Kalecik), Nevşehir (Kapadokya), Diyarbakır, Elazığ, Mardin, Tokat, Kayseri, Antalya (Elmalı) ve Hatay.
140 civarında da şarap üreticimiz var ve toplam üzüm üretiminden şarap üretimine ayırdığımız pay yüzde 4.
Topu topu yüzde 4!
Toplamda tükettiğimiz ise 64.3 milyon litre şarap! Kişi başı ne düşer diye hesaplamadım bile… Rakamın sağlaması olarak da kaydedelim; OECD verilerine göre, Endonezya’dan sonra, en az alkol tüketen ülke bizimki.
Üzerinde olmanın gururunu her fırsatta ifade ettiği kocca Anadolu’ya bakıp, her köşesini çimentoya betona boğmak yerine nasıl oluyor da bin 400 küsur tür asmayı bir Milli Koleksiyon Bahçesi’ne hapsedip, mirascısı olduğu binlerce yıllık geleneği görmezden gelir ve hatta BoğaKanı gibi değerleri yok edip fabrikalarını satıp uzmanlarını, üreticilerini ortada bırakıp yangın yerine dönmüş bir düzene bizi sıkıştırır, seçtiklerimiz… dehşet! Sahiden dehşet!
Kültür ama, başka türlü kuvvetli. Bir yandan ne Ermenisi ne de Rumu kalmadı bu coğrafyanın, doğru. Üzüm kültürünün taşıyıcı direği şaraptı, söküldü, atıldı. Ama asma dayandıkça, kültür üretiyor. Trakya Bağ Rotası ve Urla Bağ Yolu gibi ortaklı girişimleri, Wines of Turkey gibi rekabetçi yapılanmaları, Kalecik karası, Merzifon karası, Acıkara gibi kaybolmaya yüz tutmuş türleri işleyen üreticileri sayesinde Türkiye’de yeni bir filiz var. Bizim deyip geniş bir kucaklamayla muhatap olmasa da Türkiye, neticesi şaraplar uluslararası yarışmalarda ödüller alıyor. Kadınların, hele hele ikinci kuşak kadınların rengini taşıyan taptaze bir filiz bu. Kem gözlerden hep birlikte esirgeyelim.
Yukarıdaki haritadan da anlaşılacağı üzere, Türkiye’nin bağ alanlarının yüzde 31’lik bir çoğunluğu Ege Bölgesi’nde ve bu bölge üzüm üretiminin yüzde 49’unu gerçekleştiriyor. Anadolu’nun Rum ve Ermeni mirasını gözeterek bakın lütfen dağılıma. Nereler eksik, kaydedin aklınıza.
Kayıpların yüzyılı bu. Kurarken kırmış, kaybetmişiz. Kaybettiğimizin yerine kurduğumuzu da son dalgada yerle bir etmişiz. Taş taş üzerinde bırakmamışız… hele bilince ki üretim değer katar, değer de refah getirir:
“Orta Anadolu’nun en eski üzümlerinden, Ermenilerden kalma Kalecik Karası, Ankara’nın bu sevimli ilçesini bir zamanlar zenginliğe boğmuştu. O kadar ki, diğer mahsullerinin de bereketi ve değeri sayesinde bu ilçe Ziraat Bankası’nın sekizinci şubesinin açıldığı yer olmuştu. Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa, Adana derken ilk şubelerden biri de Kalecik’te açılmıştı. İlçede o denli para dönüyordu.”
Kalecik karasının kim bilir kaç yüz, kaç bin yılda kazandığı değeri kaybetmesi kolay, yeniden yakalaması ise hiç de kolay olmayacaktı.
Rumuz Karasakız
Elbette üzüm sadece şarap değil ve rakıyı apayrı bir yazıya konu yapalım ama kanyağı, vermutu ıskalamak adil olmaz. O halde TEKEL’in üzüm işleyen alkollü içecek fabrikalarını hatırlayarak başlayalım mı, hem yukarıdaki haritayla beraber okur, hakkını veririz:
Diyarbakır, İstanbul, Tekirdağ, İzmir, Nevşehir, Ankara Rakı Fabrikaları,
Denizli Anason Ambarı’nı da katalım… 2003 yılında TEKEL’in içki bölümü elden çıkartılırken bu fabrikalar da el değiştirdi. Kaybın manasını nasıl hissedilir kılabilirim dedim, rakamlar var elbette. Hızla paylaşmak istiyorum:
2003-2004 yılı, Nurol–Limak–Özaltın–Tütsab ortaklığına 17 fabrika/ambarı ve yılların bilgi birikiminin ilk satışı 292 milyon dolarla. Ortaklık, MEY İçki adını verdikleri şirket dahilinde bu aynı 17 fabrikayı (artık devralınan, sürdürülüp yükseltilecek bir bilgi birikimi yok) iki yıl sonra, 2006 yılında 810 milyon dolara Texas Pacific Group’a sattı. TPG’un yönetiminde beş yıl geçiren şirket 2011 yılında, bu kez de DIAGGIO’ya, tam 2 milyar 100 milyon dolara satıldı.
TEKEL’in 17 fabrika ve bir anason ambarından bugüne gelenler;
Tekirdağ ve Nevşehir’de rakı fabrikaları,
Alaşehir ve Tarsus’da suma fabrikaları,
Karaman’da alkol,
Bilecik’te votka, cin ve likör fabrikası,
Acıpayam’da anason işleme tesisi,
Elazığ ve Şarköy’de şarap üretim tesisleri olmak üzere toplam 9 fabrika…
Slow Food International’ın Ark of Taste envanter projesi kapsamında Mutfak Dostları Derneği’nin hazırladığı kitapcıktan Kuntra üzümüne dair tanımlama
Acı hikayeler var.
Birini mübadelede Rumlardan yadigar kalıp adı Türkçeleştirilen ve TEKEL sayesinde yaşatılan Kuntra, ya da şimdilerde kullandığımız adıyla Karasakız üzerinden hatırlayalım:
“Tekel’in (1) meyve likörleri (2) kanyağı (3) Ankara Viskisi, tarım ürünlerine dayalı olarak geliştirdiği “farklı” ürünlerdi. Tekel şemsiyesi altında, kâr eden işlerden, yeni projelerin desteklenmesi ile Türkiye’ye özgü ve farklı alkollü içeceklerin üretimi sürdürülebiliyordu.”
Bunlardan kanyak, Çanakkale’deki TEKEL fabrikasında Çanakkale Bayramiçli ve Bozcaadalı üreticiler tarafından üretilen Karasakız cinsi üzümden yapılıyordu.
“Kocabaş, ”Üreticimiz yıllardır ‘Karasakız’ cinsi üzüm yetiştirmesi için teşvik edildi. Ancak, Çanakkale’deki kanyak fabrikasının üretimi durdurmasının ardından yüzlerce dönümlük arazide üzüm üreten çiftçimiz, ürünlerini özel firmalara bedelinin altında satmak zorunda kaldı. Bu üreticilerin pek çoğu paralarını alamadı.”
“Tabiî Kanyak Bozcaada ve Çanakkale civarının Karasakız üzümlerinden yapılıyordu. Bu üzümün içmek için çok zayıf ve asitli olan şarabı imbiklerden damıtıldığı zaman hoş kokular yayıyor, meşe fıçılarda bekletildiğinde de Fransızların konyağı kadar olmasa da güzel bir içki elde ediliyordu. Çanakkale’ye kurulan kanyak fabrikasında damıtılan ham içki tankerlerle Mecidiyeköy’e geliyor, şimdi yerine dev gökdelenlerin yükseldiği Likör Fabrikası’nda fıçılarda dinlendirilip şişeleniyordu. 40’lı, 50’li, 60’lı yılların kanyaklarını zaman zaman bulup tattık, güzel ve olgun içkilerdi. 70’lerde ise devletçilik iyice köhnedi, üretim özensizleşti, yeni fıçı alımları yapılmadı. Güçten düşmüş çok yaşlı fıçılarda kanyak olgunlaşamıyor, fena halde geniz yakıyordu. 90’lara gelindiğinde ise 9 modern imbik alındı, Fransa’dan Limuzin meşesi fıçılar geldi, kanyak birden güzelleşti. Ancak tam da bu sıralarda Tekel özelleştirme kapsamına alınarak kanyağın idam fermanı yazıldı.”
Soldan sağa, Tekel Mecidiyeköy Fabrikası’ndan bir iç mekan görseli ve bu fabrikada üretildiği etiketinin üzerindeki çizimde de gururla ifade bulan Vermut’un etiketi. Her iki görsel de Levent Civelekoğlu’nun etc. blogundan. Son görsel ise gecmisgazete.com sayfasında bulabildiğim 19 Haziran 1989 tarihli Ihlara Brendi reklamı
“TEKEL‘in alkollü içkiler bölümünün özelleştirilmesi sonucunda MEY AŞ‘ye 17 fabrika devredildi. 2009 yılına geldiğimizde ise bu fabrikalardan sadece 9 adeti çalışmaktadır.”
Memleketin yakın saatte çekilmiş ekonomisinin sağ yanak profili diyelim mi, buna? Hadi! Dönelim yine biz biraz geriye, üzümün ve şarabın tarihine…
Vitaceae (asmagiller) familyasının Vitis cinsinden sarılgan tür üzümün, ilk kültür üretiminin, şimdiki Gürcistan’da gerçekleştirildiği ve ardından güneye, Anadolu’ya, Mezopotamya’ya ve Yunanistan’a yayıldığı düşünülüyor.
İlk şarap üretim noktası da (yeni bir buluntuya dek) yine Gürcistan’da, Tiflis’in 20 mil güneyinde, Gadachrili Gora’da.
Gadachrili Gora’da bulunan ve üzerlerinde üzüm desenleri olan toprak kaselerden alınan örneklere uygulanan karbon testi marifetiyle, üzümün şaraba MÖ 5800-6000 yıllarında evrildiğini öğreniyoruz. Bundan yaklaşık sekiz bin yıl önce, yani. Philadelphia’daki Pennsylvania Üniversitesi Müzesi’nde Biyomoleküler Arkeoloji Projesi Fermente İçecekler ve Sağlık Bilimsel Direktörü Yardımcı Antropoloji Profesörü Patrick McGovern, şarabın büyük ihtimalle bir kabın dibinde ezilmiş ve unutulmuş yabani üzümlerin havadaki sporlarca fermente edilmesiyle ilk kez oluştuğu ve insanın bu dönüşümün sırrını uzun süre çözemediği, hatta bir tür büyücülük olarak değerlendirdiği kanaatinde. Neticede kazaen oluşan ancak vazgeçilmez hale gelen, hatta göreceğiz ilerleyen satırlarda, eper büyülü/tanrısal, tanrıya katılmaya, tanrılaşmaya aracı bir içecekten bahsediyoruz.
Bu arada minik bir parantez: İnsanın tükettiği ilk mayalı içki de şarap değil. Çin’de pirinç, bal ve yabani meyvelerden oluşan bir karışıma dair bulgular en az dokuz bin yıldır alkollü/fermente içecekler tükettiğimizi gösteriyor. Dahası, bu içkinin karışımındaki yabani meyvelerin, asmagillerin bir başka türü (Vitis amurensis) olma ihtimali de pek yüksek.
Bu not eğlenceli bir anekdot olarak dursun kenarda.
Biz yine de ilk şarap üretim noktası olarak Gürcistan’ı kabul edeceğiz (A. Uhri’nin parametrelerini hatırlayalım) ama Çin’in fermente içeceğini katacak olursak şarabın tarihini rahatlıkla dokuz bin yıla çıkartabileceğimizi de artık biliyoruz.
Devam edelim..
Biraz daha yakın tarihli, bir başka erken şaraphane de Ermenistan’da. Vayots Dzor mağarasındaki sıkım presleri, fermantasyon tankları, kap kacaklarıyla bütün bir imalathane, Gadachrili Gora’dan çok daha net, çok daha gelişmiş bir üretimin belgesi niteliğinde ve MÖ 4100 civarını işaret ediyor. Artık bu noktada fermantasyonu bilimsel manada konuşacağımız bir şarap üreticisi bulamasak da (o iş için Pasteur’ü beklememiz gerek), işi pek de şansa bırakmayan, sonucu az çok yönetmeyi öğrenmiş bir üreticiden bahsedebiliriz.
Bu tarihten aşağı yukarı Avrupa bağlarını yerle bir eden 1887 phylloxera salgınına kadar üzümün rahat bir yayılma yaşadığı bariz. Beraberinde gelişecek dallı budaklı bir kültür de cabası!
Ama önce Anadolu’ya dönelim, zira bu kültürü oluşturan iki ucu var hikayenin. İlki üretim ve yönetime dair…
Öncelikle bugünkü Tokat, Çorum ve Yozgat’ın yer aldığı bölgede ciddi üzüm üretimi yapıldığını biliyoruz. Kafkaslardan Orta Anadolu’ya gelerek Kızılırmak boylarına yerleşen ve MÖ. 1650’de Anadolu’da altı yüz yıl sürecek büyük bir uygarlık yaratan, buğday ve arpa yetiştiriciliğiyle birlikte bağcılığa da büyük önem vermiş Hititler’in çok sayıda sayıda ekmek çeşidi, su, et ve şarap ile beslendiklerini kayıtlarda mevcut.
Dahası Hitit kanunlarında bağ, bağ çubuğu ve şarap konularına ilişkin var olan hükümler aracılığı ile de üzüm ve şarabın o dönemdeki önemini anlayabiliyoruz.
Her biri 100 maddelik iki büyük seriden meydana gelen bu kanunlar “eğer bir adam” ve “eğer bağlar” sözleri ile başlıyor. Hitit kanunlarının tarıma dair olanları “eğer bağlar” diye başlayanlar. Misal:
“Eğer bir kişi ekilmiş bağlara koyunları salarsa ve <bağlara> zarar verirse, eğer <meyveli> iseler, bir IKU için on şekel gümüş versin ve <böylece suçu> evinden uzaklaştırır ama eğer boş <iseler> üç şekel gümüş versin”
“Vayy!” dediniz, değil mi?
Roma Hukuku’na ve en nihayet bizim kullandığımız hukuk sistemine ve özellikle de zeytinin, sedirin, köknarın, suyun, toprağın değerini ölçmedeki başarısızlığımıza…
“Bir şeyin maliyeti aslında, ister derhal, ister uzun vadede olsun, hayatta neye mâl olduğu ile ölçülür.” (Henry David Thoreau) Görsel: Özgür Öztürk
Vayy, sahiden!
Devam edelim…
Hitit yazılı metinlerinde karşımıza çıkan ve iyi, olgun, genç, saf, tatlı, ekşi diye tariflenen sekiz çeşit şarap ile şarap tanrısını hoşnut etmek amacıyla altın ve gümüş gibi değerli madenlerden üretilen sunu kapları; şarabın ne çok, çeşitli ve önemli olduğunun ayrı birer göstergesi.
Hititler’e paralel olarak Mezopotamya’da, Asurluların ülkesinde de bağcılık önemliydi. 2. Aşurnasirpal (MÖ. 883-859) döneminde çok iyi kalitede, on farklı şarabın adı kütüphanesindeki tabletlerden okunmakta. Yeni Asur hükümdarı 2. Sargon’un ise (MÖ. 722-705) Urartu ülkesi bağlarından elde edilen şaraplar için mahzenler yapıldığı bilinmekte.
Yıkma, yok etme, bozma, kökünü kurutma çağı oluşu hepimizin ayıbı Antroposen’in bir durağında, IŞİD tarafından yok edilen kalıntıları bu vesile ile hatırlayalım.
Şimdi… nerede kalmştık?
Anadolu’ya geri dönelim, iki ucu var demiştim zira hikayenin; azıcık da Traklar’dan ilerleyelim.
Heredot’un “vahşi, kana susamış savaşçılar” diye tanımladığı, Homeros’un Truva Savaşı’na katıldıklarını yazdığı ve MÖ 4’üncü yüzyılda Büyük İskender’in topraklarını ele geçirmesiyle asimile edilmelerine dek Trakya’da yaşayan halk, Traklar’ın üzüm ve şarapla ilişkisi destansıdır.
Dionysos kültüyle tanışma vakti geldi:
“Dionysos; şarabın, bağların, üzüm hasadının, üzüm, elma, incir, dut, kiraz, çilek, böğürtlen vb. taneli meyvelerin,meyve bahçelerinin, bakir doğanın, ormanların, yabani otların ve yabani hayvanların, özellikle de aslan, kaplan, leopar, vaşak gibi yırtıcı büyük kedilerin, bolluğun, bereketin, şarap yapımının ve içiminin, özellikle su katılmadan tüketilen şarabın insanda meydana getirdiği esrikliğin, şenliklerin, taşkınlığın, kendinden geçmenin, hazzın, komedya, tragedya oyunlarının ve oyunculuğun tanrısıdır.”
On iki Olympos’lu tanrıdan biri oluşunu Hestia’nın Olimpos’taki yerini bırakmasına borçlu olan Dionysos, Zeus ile ölümlü Semele’nin oğludur. Doğuş efsanesi pek güzeldir: Zeus, çapkın ve doymak bilmez Zeus, bu kez de Semele’ye aşık olur. Karısı Hera haliyle Zeus’u kıskanır, yaşlı bir kadın kılığına girer ve Semele’nin aklını çeler, Zeus’dan güçlerini göstermesini istetir. Zeus gururla şimşekler dolusu gücünü sergilerken sevgilisine, Semele yanar ve karnındaki bebeğini düşürür. Zeus bebeği alevlerin arasından son dakikada kurtarır ve doğacak büyüklüğe gelene dek baldırında saklar. Dionysos, ikinci kez, babasının baldırından doğar.
Konuyu Traklar’dan açtım ama şarap yapımının ve içiminin, özellikle “su katılmadan” tüketilen şarabın insanda yarattığı esrikliğin, şenliklerin, taşkınlığın, kendinden geçmenin, hazzın tanrısı Dionysos’un coğrafyası çeşitli. İlk adımda elbette Olympos, ardından ama Nysa’dır: Zeus Hera’nın öfkesinden korumak için bir oğlak gövdesi içinde buraya, nemflerin arasına yollar Dionusos’u. Nysa’nın Girit olduğunu iddia eden kaynaklar da var ama;
“Denizli ilimizin Bekilli ilçesinde Dionysopolis antik kenti, Aydın’ın Sultanhisar ilçesinde de Nysa antik kenti var. Grek tarihçi ve coğrafyacı Strabon’un eğitim gördüğü Sultanhisar-Nysa’daki Roma İmparatorluğu döneminde inşa edilmiş tiyatro, Dionysos’un hayat hikayesini konu edinen tasvirlerle dolu frizleriyle ünlü. Yine de bütün bunlar Türkçe Wikipedia’nın halihazırda son derece yetersiz Dionysos maddesinde öne sürüldüğü gibi, Dionysos’un Denizli’nin “Bekilli yöresinde yaşadığı”nı,”Bekilli’li” olduğunu kanıtlamaya yetmiyor olmalı ki bu konuda uluslararası bir bahis de, kabul de yok.”
Hera onu elbette burada da bulacaktır; dolayısıyla nemflerden ve satirlerden oluşan alayını toplar ve apar topar Nysa’dan ayrılır Dionysos, dolaşmaya başlar. Frigya’dan geçerken toprağın, bereketin temsilcisi, ana tanrıça Kybele ile karşılaşır. Kybele, onu oğlak kılığından kurtarır, bağcılık, tarım ve şarap yapımını öğretir. Bundan sonra verimlilik, dram ve şarap tanrısı olarak yönünü Trakya’ya çevirir Dionysos. Biz burada duracağız, Dionysos’un Aydın’dan Izmir’e, Muğla’dan Sinop’a her durağında soluklanmayı başka yazılara bırakacak ve Trakya’da filizlenen şarabın coşturduğu, asillerin değil sıradan insanların ve özellikle de korkusuz kadınların yönettiği şenliklere odaklanacağız.
Neredeyiz? Traklar, Trakyalılar mı?
Trak coğrafyası ve özellikle bugünkü Mürefte ve Şarköy, sadece üzüm üretiminin ve şarapçılığın değil; Dionysos’a tapan maneadların tanrılarının izinde şarap içimini, özellikle su katılmadan tüketilen şarabın insanda meydana getirdiği esrikliği, şenlik halini, taşkınlığı, kendinden geçmeyi, hazzı yücelttikleri bir kültün de ilk merkezi.
Sıfatları iyi inceleyin, hatta sesli okuyun.
Maneadların ayinleri bugün hayal dahi edemeyeceğimiz olayların yaşandığı birer şenlikti:
“Dionysos’un gezilerinde yanında isimleri ‘çılgın kadınlar’ anlamına gelen Maenadlar bulunurdu. Maenadlar ellerinde Dionysos kültünün simgesi olan sarmaşıklı bir değnek taşır ve insanları bu külte ve ayinlere katılmaya davet ederlerdi. Herkes çağrılırdı ama Dionysos şenliklerine katılanların en heveslileri kadınlar olurdu. Sarmaşıklı değnek, üzeri asma ya da sarmaşıkla kaplanmış, üzüm ya da diğer küçük meyve taneleriyle süslenmiş, tepesinde bir kozalak bulunan bir değnek ya da sopaydı. Dionysos ayinlerinde bu, bereketin sembolü ve kutsal bir nesneydi.”
Elinde tefle bir maenad ve ardında asma veya sarmaşık taşıyan bir diğeri, aslan, kaplan, vaşaktan oluşan Dionysos alayı, MS 3. yy bir Roma mozaiği – Tunus
Dionysos şenlikleri ya da Dionysis denilen bolluk ve coşku ayinlerinde (orgia) en önde rahibelerden oluşan bir koro bulunmaktaydı; daha sonraları koronun önüne bir oyuncu, daha sonra ikinci bir oyuncu geçti ve dev bir performansa dönüşen ayin, tiyatronun temellerini oluşturdu. Bu hiç de seçkinci bir performans değildi anlaşılacağı üzere. Tanrılar arasındaki yeri şüpheli Dionysos’un kültü, Olympos’un soap operalara taş çıkartan hikayelerine çılgın, ölçüsüz, haz dolu maneadların yönettiği tragedyayı getirdi.
“Onun adına gerçekleştirilen törenler insanın doğa ile ilişkisine yöneliktir ve bu törenlerin amacı, insanın doğanın sırlarına erebilmesi, bir anlamda tanrıya ulaşmasıdır. Doğanın sırlarına ermek insan için ulaşılması en çok arzulanan aşamadır, Dionysos bu yolu şarap ve sarhoşlukla açmaktadır.
Kutsal esrime ile doğaya karışma tanrı adına düzenlenen törenlerin en karakteristik özelliğidir. Öte yandan bu törenlerde insanları çılgınlığa, kana ve şehvete sürükleyen duygular söz konusu olabilmekteydi. Diğer bitki tanrıları gibi Dionysos’un da kanlı bir ölümün ardından tekrar yaşama döndüğüne inanılırdı. Tanrının çektiği acılar, ölümü ve dirilişi kutsal törenlerle yeniden canlandırılırdı.”
Küçük bir anekdot, geçtiğimiz yıllarda heyecanla takip edilen televizyon dizisi True Blood’ın ikinci sezonunda karşımıza çıkan manead, Mary-Ann Forrester’ı hatırlarsınız belki. Tanrısı Dionysos’u çağırdığı ayine tüm kasabanın katılımını sağlayan Mary-Ann’inki kadar talepkar olmayan ve artık tanrıya ulaşmaktan ziyade bereketi çağıran, kötülükleri kovan şenlikler bugün de Trakya’da devam ediyor. Şarap eskisi kadar belirleyicisi değil. Ama zaten tragedya’nın teker teker öldürdüğü tanrılar da iktidarlarını semavi tek bir tanrıya bıraktılar.
Metin And, Dionisos ve Anadolu Köylüsü, Elif Yayınları (1962) kapak tasarımı Sait Maden
Yine de üzüm, şarap ve paylaştığım tüm yansımalarıyla Dionysos, bir doğa tanrısıydı. Bu gezegene aitti, göklere değil. Simgelediği kudreti, yani insanla doğanın uyum içinde yaşayabilme ve canlılığın keyif, haz halini; özellikle de bugünün yağma düzenine direnç için her zamankinden çok pratik etmek gerektiğini düşünüyorum. Asdvadzadzin’e denk gelişim de, sanıyorum, o yüzden içime başka dokundu. Yıkma, yok etme, bozma, kökünü kurutma çağı oluşu, hepimizin ayıbı zamanın bir sorumluluğu ötekine atmaksızın yüzleşmekse suretimizle; bunun karşılığında da koruyabildiğimiz, kollayabildiğimiz, sorumluluk alıp onarabildiğimiz her canlılığı da delirmecesine kahkaha, dans ve muhabbetle kutlayabilmek de diğeri olsun. Uzatmam hikayeyi biraz da bu sebeple.
‘Afetleri yalnızca doğa olaylarına bağlamak, onlara neden olan nesneleştirici yönetim politikalarını ve bilgi üretim süreçlerini gizlemek içindir. Bu yüzden afetlerin “sosyal cinayetler” olduğunu söylemek yanlış olmaz. Afetler, antropojenik olgulardır, insan yapımıdır.’
Bilmiyorum sizin de dikkatinizi çekiyor mu? Afetleri yalnızca 17 Ağustos anmalarında sanki hatırlar gibi yapıyoruz. Sonra tekrar normal yaşantımıza dönüyoruz ve unutuyoruz. Tıpkı ölüm karşısındaki tutumumuz gibi: Başımıza gelebileceğini bildiğimiz halde bilmiyormuş gibi yapıyoruz. Televizyon kanallarında gördüğümüz felaketlerin, yıkımların, ölümlerin bize dokunmadığını ve hayatta kaldığımız sürece başkalarının başına geldiğini biliyoruz. Edilgin izleyiciler olarak rahatlıyoruz. Karşı karşıya olduğumuz sistemi sorgulayacak, değiştirecek adımlar atamıyoruz. Çünkü bilgi alanı eylemsellik kazanamıyor, yönetimsellik meselesi, politik alan, şehircilik deneyimleri karanlıkta kalıyor. Planlama süreçleri farklı tezlerin, araştırmaların çarpıştığı uygulamalı, kitlelerle etkileşimli bir alan olarak açık uçlu hale gelemiyor.
Her yıl 17 Ağustos’u anmak için yapılan televizyon programlarında depremlerin “doğa olayı” olarak tanımları yapılıyor, fay hatları üzerine konuşuluyor. Şehrin risk haritası, zemin koşulları değerlendiriliyor. Uzmanların, araştırmacıların ortaya koydukları bilgiler ile gözlerimiz kamaştırılıyor. Fay hatlarının yerini öğrenmek, depremlerin büyüklüklerini ve zamansallıklarını bilmek, İstanbul’da risk haritaları çıkarmak, ne kadar binanın yıkılacağını, zarar göreceğini, kaç İstanbullunun öleceğini, bunların sayısını farklı senaryolara göre öğrenmek, … bütün bunlar hiç şüphesiz çok değerli. Ancak “peki şehirleri, yapıları afetlere karşı dayanıklı olarak planlamak, inşa etmek için ne yapmak gerekir” diye sorarsanız, bu çalışmalarda tam bir hayal kırıklığına uğruyorsunuz. Olası depremin boyutları, zamanları, fay hatlarının kırılma yerleri, felaketlerin sonuçları gibi bilgilerin kör edici bilgilerin ışığı altında asıl mesele karanlıkta kalıyor. Doğrusu karanlıkta kalıyor değil, bırakılıyor.
Topluluklar olarak hepimiz sanki bir sığınmacılar teknesinde yolculuk eder gibiyiz. Çürük ve elverişsiz bir tekne ile yolculuk ettiğimizin farkındayız. Ama elimizden bir şey gelmiyor. Yalnızca fırtına çıkmasın, tekne batmasın diye dua ediyoruz. Yapabildiğimiz iş yalnızca bu. Bir de elbette eğer fırtına çıkar, tekne batarsa, nasıl kurtuluruz diye düşünüyoruz. Belki bir can yeleğimiz, düdüğümüz olsun diye uğraşıyoruz, eğer hayatta kalırsak, kurtarma ekipleri sesimizi duysun. Ama bunlar da göstermelik. Neden bu durumda olduğumuzu sorgulayacak, düşünecek bir halimiz bile yok.
Afetler antropojenik olgulardır
Bilgi; travmatik kaybın farkındalığını bulandırmaktan başka bir işlev görmeyen, “kentsel dönüşüm” kavramı, spekülatörlerin siparişiyle uzmanlık kurumları adına verilen “çürük raporları”, entropik süreçlere hizmet eden ideolojik bir özellik kazanıyor.
Dikkat ederseniz fay hatlarının kırılma biçimleri, zamansallıkları ile ilgili birbiriyle yarışan farklı tezler var. Ne kadar zorlansa da bilim alanını kapalı bir sisteme dönüştürme imkanı yok. Küresel ölçekte, her alandan çok sayıda bilim insanı araştırma, değerlendirme süreçlerine katılabiliyor. Bu süreç doğası gereği açık olmak zorunda. Ama uygulama alanına gelince, eylemlilik alanına geldiğimizde durum tam tersi.
Bir tarafta gözlerimizi alan, aydınlatılmış bir alan, diğer tarafta karanlıkta kalan bir alan… Ölüm gerçekliği… Her an onunla yüz yüze olduğumuzu hatırlatan, yaşamın sürmesi için aynı zamanda kayıtlardan silinmesi, yok edilmesi, hafızamızdan kazınması gereken bir rahatsızlık. Gerçekliğe karşı etkileşimli pratiklere karşı dirençli olduğu kadar kayıtsız kalan bu travmatik karşılaşma ile eylemlilikler bilinç dışına itiliyor. Eylemlilik biçimini değiştirmek için bu karşılaşma biçiminini sorun etmemiz ve temellerine kadar uzanmamızı gerektiriyor. Başka bir iyileşme, koşulları değiştirme imkanımız yok. Sorun bize sunulan gerçeklikte değil, bu karşılaşma biçiminde. Bilginin beslenebileceği, kök verebileceği zemin üzerine. Diğeri konformizm üretiyor. Paradigmasının doğası gereği kapalı.
Afetler bilişsel bir düzensizlik yaratır. Bilgi üretimindeki asimetri, parçaların üst üste binmesi, birbirini örtmek için kullanılması gibi edilginleştirici düzenleyici kalıplar kısmen de olsa, bir anda yıkılıverir.
Afetleri yalnızca doğa olaylarına bağlamak, onlara neden olan nesneleştirici yönetim politikalarını ve bilgi üretim süreçlerini gizlemek içindir. Bu yüzden afetlerin “sosyal cinayetler” olduğunu söylemek yanlış olmaz. Afetler, antropojenik olgulardır, insan yapımıdır.
Afetlerde genellikle bir değil, iki cinayet işlenir. Birinci cinayet zaten ortadadır, afetlerin görünür nedeni olan kötü tasarlanmış insan yapımı binalardır, mekanlardır. İkinci cinayet ise afetler sonrası ortaya çıkan farkındalığı, eylemlilik biçimlerini ortadan kaldırmak, kayıtlardan silmek ve yeni afetleri hazırlamak için işlenir. Üstelik bu ikinci cinayeti işleyenler, hiç bildiğimiz katillere benzemezler. Afetlerde enkaza dönüşen, işlevsiz kalan şeyleştirici, edilginleştirici kurumsal sistemleri onarmak, yeniden tesis etmek için harekete geçerler.
Örnek: İstanbul Deprem Master Planı adı verilen şey
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin hazırlattığı ve unuttuğu Deprem Master Planı’na bakarsanız, gözlerimizi kamaştıran bilgi birikimi yanında yönetimsellik meselesinin ele alınmadığını görürsünüz. 22 sayfalık katılım ve yönetimsellikle ilgili konular aklımızın alamayacağı bir naiflik içinde ele alınır. Sivil toplum afet sonrasında yardımcı olması gereken bir unsurdur. Arama kurtarma faaliyetleri falan yapar, yardım toplar. Sonra gene “normal”, yani edilgin hayatına geri döner. Katılım bundan ibarettir. Bilinçlendirilmesi gerekir, v.s… Bu planın katılımla ilgili bölümü dahi burnunun dibinde gerçekleşen dönüşümü görmemiş ve yöntem olarak eylemsel olmayan, edilgin bir katılım modelini empoze etmektedir. Nitekim bu “Master Plan” Büyükşehir Belediyesi’nin billboardlarında kapağı gözüken bir cilt olarak sergilendikten sonra, kısa bir sure içinde ortadan kaybolur.
17 Ağustos sonrası oluşan muazzam toplumsal seferberlikte sivil toplum, kamunun yapamadığını yaptı.
Bernard Stiegler‘in, Platon ve Derrida’dan aldığı ilhamla “teknolojinin farmokolojisi” adını verdiği durum, bilginin tıpkı bir ilaç gibi iyileştirici, sorunlara deva gibi etkilerinin ya da bir zehir gibi yok edici bir işlevinin olabileceğine işaret ediyor (1). Antroposen adı verilen ve insanın jeofizik bir güç olarak canlılar, cansızlar üzerinde etkiler yarattığı dönemin aynı zamanda bir “Entroposen” çağı olduğunu belirtiyor . Bu zehirleyici etkileri, entropik durumu yaratanın da da bilginin kapalı sistemler içine alınması. Sorun Stiegler’in dediği gibi bilginin farmakolojisinde…. Bilgi, deva da olur, zehir de…
Gerçekle yüzleşme imkanlarının olmadığı durumlarda bir gerçek başka bir gerçeği gizlemek için kullanılır. Zannedersem 17 Ağustos felaketi ile ilgili programlarda, anmalarında, böyle bir durum söz konusu. Çünkü bu mesele konuşulsa, kapalı sistemlerden açık sistemlere geçilmesi gerekecek. Belediyeler ile kapalı kapılar ardında zehirleyici güçler kazananlar imtiyazlarını kaybedecekler. O zaman halk süreçler hakkında bilgi sahibi olacak, daha dayanıklı yapılar yapılacak. Daha nitelikli yaşam çevreleri oluşacak, eşitsizlikler, haksız kazançlar sona erecek.
Bu açıdan bugün unutturulmaya çalışılan, üzerinden “ıslak sünger”le geçilen, bundan 20 sene önce, 17 Ağustos sonrası oluşan muazzam toplumsal seferberliğin önemli ipuçları taşıdığını düşünüyorum. O tarihte kapalı alanlar içinde atıl hale gelmiş olan uzmanlar, sivil toplum bireyleri yönetimsellik alanında bu çapta bir deneyimleri olmasa da hemen harekete geçtiler, elinde sınırsız imkanlar olduğu halde enkazın altında kalmış olan kamunun yapamadığını yaptılar. 17 Ağustos sabahından başlayarak kendi imkanları ile yerel ve uluslararası bütün arama-kurtarma, sağlık ekiplerinin, malzeme akışlarının koordinasyonuna, bilgi akışının düzenlenmesine, ulaşım kararlarından, ihtiyaçların yönlendirilmesine, afet sonrası barınma probleminin geri kazanılabilir ve doğayı kirletmeyen yapılarla çözülmesine, afet sonrası hayatın yeniden örgütlenmesine, yönetimlerin gerçekleştiremediği ne iş varsa hepsinin gerçekleştirilmesine kadar her alanda muazzam bir iş başardılar.
Bu açıdan bugün bize unutturulmaya çalışılan bu deneyimin tekrar hatırlanmasının önemli olduğunu düşünüyorum.
“Antroposenden Çıkmak”, Bernard Stiegler, Cogito Sayı 93 Bahar 2019, Yapı Kredi Yayınları, sayfa 199.
‘Doğayı ıslah edemezsiniz, doğa sizi eninde sonunda ıslah eder. Bu nedenle doğayı kontrol etme sevdamızı bir kenara koyarak doğanın hışmından nasıl korunabileceğimizi düşünmeye başlamamız gerekiyor.’
Dünya’nın atmosferi bizim kömür, petrol ve doğalgaz yakarak salınmasına neden olduğumuz karbondioksit nedeniyle ısınıyor. Bu ısınmanın etkilerini iklim değişikliği olarak adlandırıyoruz. Dünya ne kadar çok ısınırsa denizlerden o kadar fazla su buharlaşıyor. Bu su buharı atmosferde kalmayacağından bir noktada kar veya yağmur olarak toprağa geri dönüyor. Kolayca anlayacağımız üzere iklim değişikliği pek çok bölgenin hızla ısınmasına neden olsa da her yere düşen yağışın azalmasına ve Dünya’nın kuraklaşmasına neden olmayacak. Yalnız gelecekte toplam yağış fazla azalmayacak olsa da dağılımı ve şekli önemli değişiklikler gösterecek.
Eskiden “yaz yağmuru bu, ıslatır, geçer” derdik. Artık günümüzde yazın yağan yağmurdan çekinmeye başladık çünkü yaz yağmurları sağanak şeklinde yağmaya başladı. Bir yağmurdan bir sonraki yağmura olan süre gittikçe artıyor ve sonunda gelen yağış kısa süreli sağanak şeklinde oluyor. Bu tür yağışlar, daha da şiddetlenerek, gelecekteki normalimiz haline gelecek. Yani eskiden karşılaştığımız ıslatıp geçen yaz yağmurları mazide kaldı ve bu yaz sağanaklarına alışmak zorundayız. Bundan sonra eskiden bir yazda düşen yağış artık iki saatte düşüyor olacak. Önemli olan ise bu durum karşısında hazırlıklı olabilmek.
Ülkemizin çoğu bölgesi iklim değişikliği nedeniyle alışılanın ötesinde yağış alacak. Bu durumdan en fazla etkilenen de denize yakın kesimler olacak. Doğal olarak yaz yağmurları daha çok denizden buharlaşan su ile beslendiğinden özellikle deniz kıyısı bölgelerde ani ve şiddetli yağışların görülmesi olasılığı gittikçe artmakta. Çoğumuz şehirlerde yaşadığımız için pek fark etmiyoruz ama şehirler karaların çok küçük bir kısmını kaplar. Şehirlerin dışında uzun kuraklıklar sonunda susuz kalan toprak ani yağışlarda suyu fazla ememediğinden düşen yağışın önemli bir kısmı yer altına sızmadan akışa geçer. Şehirlerin büyük kısmı da yollar ve betonla kaplı olduğundan yağmurun toprağın altına sızma şansı zaten yoktur. Bundan dolayı şehirlerde ve kırsal kesimdeki yağış doğaya fazla zarar vermese de insanların kurduğu altyapıya büyük hasar verebilme kudretine sahiptir.
‘Doğayı ıslah edemezsiniz’
Bu durum karşısında yapılması gereken en önemli şey doğaya saygı duymaktır. Doğayı ıslah edemezsiniz, doğa sizi eninde sonunda ıslah eder. Bu nedenle doğayı kontrol etme sevdamızı bir kenara koyarak doğanın hışmından nasıl korunabileceğimizi düşünmeye başlamamız gerekiyor. 2009 yılında yaşadığımız Ayamama felaketi doğayı ıslah edebileceğimize inanmamız nedeniyle meydana gelmiştir. Ayamama Deresi binlerce yıldır sakince denize akan bir dereydi. Ama çevresindeki yapılaşma artınca bu dereyi “ıslah etmemiz” gerekti. “Islah etmek”ten anladığımız ise derenin normal yatağını bir kanalın içine almaktır. Bu kanalın genişliğini ve derinliğini hesap ederken öncelikle ekonomi, sonra da meteoroloji işin içine girer. En kolay çözüm kanalı olabildiğince geniş ve derin yapmaktır ama bu hem pahalıya mal olur hem de kıymetli arazilerin kaybına. O zaman meteorologlara dönüp sorarız “Bu dereden 100 yıllık bir sürede geçmiş en fazla su miktarı ne kadardır?” diye. O dereden sadece 100 yılda bir geçebilecek kadar suyu hesaplayıp kanalı buna göre tasarlarız eğer işimizi ciddi yapıyorsak. “100 yıla kim öle kim kala, bu dere 20 sene taşmasa bize yeter” diyorsak daha fazla arazi kazanırız, kanal da daha ucuza mal olur.
Bugünün planı, gelecek 100 yılda çalışmayacak
Burada iki önemli problemimiz var. İlki biraz teknik: Çoğu dere için elimizde 100 senelik akış değerleri yok. Dolayısıyla elimizdeki kısıtlı veriden en fazla ne kadar su akmış olabileceğinin tahminini yapmaya çalışırız ve bu tahmin bazen doğru çıkmayabilir.
İkinci problem ise çok daha önemli. Geçmiş 100 yılı düşünerek yaptığınız herhangi bir plan gelecekteki 100 yılda çalışmayacaktır. Ne düşen yağış miktarı, ne deniz seviyesi, ne de rüzgar hızı geçmişteki gibi olacak. Dolayısıyla da planlama yaparken meteorolojiye danışma çağı artık ne yazık ki geçti. Artık meteorolojinin verdiği cevapları bölgesine göre 2, 3, 5 veya 10 ile çarpmamız gereken bir çağa girdik. Bu cevapları kaçla çarpmamız gerektiğini öngörmek de bize apayrı bir görev veriyor.
Çözüm doğru planlama
Bunun yanında büyük şehirlerimizin bir problemi daha var. Bu şehirlerin içme suyu bazı durumlarda yüzlerce kilometre öteden getirilirken bu şehirlere düşen yağmur suyu da kanalizasyon ile birlikte taşındığından hem taşkınlara yol açıyor, hem de çoğu zaman şehrin su kaynaklarına katkıda bulunmadan deşarj ediliyor. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki maddi sıkıntılar nedeniyle hatalı planlanan altyapıları geçen zaman içerisinde de kimse ayırmaya cesaret edemediğinden sorun neredeyse çözülemez hale gelmiş. Oysa atık suları yağmur suyundan ayrı toplayacak olsak hem şehirlerin su ihtiyacına destek oluruz, hem de taşkınları engelleyebiliriz. Yalnız böylesi bir altyapı çalışması için çoğumuzun yaşadığı sokağın kazılması gerekiyor. Her yağmur yağdığında “ah şu altyapı” demek çoğumuza kolay geliyor. Ancak biri gelip yaşadığımız sokağı üç ay kapatacak olsa çoğumuz rahatımız bozulduğu için yeri yerinden oynatırız. Ne yazık ki altyapı sorunlarını çözmenin başka bir yolu da yok.
Sonunda bir de iyi haber var: 2050’de yaşayacak şehirli nüfusun yaşayacağı yerlerin yarısı henüz inşa edilmedi. Buraların inşasında eskiden beri yapılan hatalar tekrarlanmazsa her yağan yağmur sele veya taşkına dönüşmez. Çözümler var, yeter ki geçmişte yapılmış hataları tekrar etmekte ısrarcı olmayalım. Özellikle iklim değişikliğinin şehircilik problemlerine eklenmesi gelecekte hayatımızı çok daha zorlaştıracağı için şehir planlamasını çok dikkatli biçimde yeniden düşünmeliyiz.
‘İstanbul’un öne çıktığı iki alan devlet, belediye hizmetleri ve maddi esenlik olarak görülüyor. Buna karşın, boş zaman kullanımı, eğitim hizmetlerinden ve toplumsal ilişkilerden duyulan memnuniyet Türkiye ortalamasının gerisinde.’
Bu yazıda birkaç yıl önce iki öğrencimle birlikte yazdığım Türkiye Mutluluk Atlası isimli kitaptaki bulguları paylaşmaya çalışacağım.
Belli bir eşik gelir düzeyinden sonra mutluluğun artmıyor olmasının siyaseti devamlı ekonomik büyüme gibi bir otomatik pilota bağlamış siyasetçiler için hayal kırıklığı olduğundan bahsetmiştim. Mutluluk iktisatçıları bu bulgudan sonra gelirin yanında mutluluğu arttıracak faktörleri araştırmaya yöneldi. Ülkelerin istatistik enstitüleri, TÜİK dahil olmak üzere, bu ihtiyaca binaen halklarının yaşam kalitelerinin nasıl değiştiğini anketler yoluyla ölçmeye başladı. TÜİK ilkini 2003 yılında, ülkenin o yılki yetişkin nüfusunu temsil eden yaklaşık 9 bin kişi ile gerçekleştirdiği Yaşam Memnuniyeti Anketi’nde, mutluluğa etki ettiğini düşündüğü konularda yaklaşık 300 soru sordu. Sorular çoğunlukla nesnel durumu değil de öznel algıyı ölçmeye yönelikti. Yani, sorular “geliriniz ne kadar?” yerine “gelirinizden ne kadar memnunsunuz?” biçimindeydi.
Sorulardan biri de “hayatınızı tüm yönleriyle düşündüğünüzde kendinizi ne derece mutlu hissediyorsunuz?” idi. Bu soruya “çok mutlu” ya da “mutlu” yanıtını verenlerin toplam içindeki oranı o yılki mutluluk düzeyini verir.Sonuçta YMA verisetine bakan biri, kim ne kadar mutlu ve yaklaşık 300 ilgili alandaki memnuniyet düzeyini görebilir. Regresyon, karar ağacı gibi kimi istatistiki yöntemleri kullanarak, mutluluk düzeyini belirleyen faktörleri ölçmek mümkündür.
2013 yılında TÜİK, Yaşam Memnuniyeti Anketi’ni 196 bin kişi ile kent düzeyinde gerçekleştirdi. O yıl Türkiye halkının mutluluk oranı %59 çıktı. Yani ankete katılanların- aslında tüm yetişkin nüfusu temsil ettiği için Türkiye halkının demek daha doğru- %59’u “kendinizi ne kadar mutlu hissediyorsunuz?” sorusuna “çok mutlu” ya da “mutlu” cevabını vermiş. Kent düzeyinde yapıldığı için, hangi kentte mutluluk oranının ne düzeyde olduğunu görmek mümkün. Hepimizin medyadan aşina olduğumuz gibi o yıl Sinop, nüfusu içinde en fazla mutlu kişi oranına sahip, yani en mutlu il olmuş. Tunceli ise en mutsuz.
Tabii, mutluluk düzeyleri gibi farklı yaşam alanlarından, hizmetlerden memnuniyet düzeyleri de iller arasında farklılık gösteriyor. Zaten en başından beri araştırdığımız konu bu. İller hangi konularda ne ölçüde birbirinden ayrılıyor diye bir görselleştirme çalışması yapmıştık. İki öğrencimle birlikte yazdığımız Türkiye Mutluluk Atlası isimli kitabın linkini buraya bırakıyorum. Sonuçlar 2013 yılındaki durumu yansıtıyor ama ülkede iyiye ya da kötüye değişen durumlar, kentlere de benzer etki yapmış ve sıralamaları yıllar içinde pek değiştirmemiş olmasını bekleyebiliriz.
Örneğin, nüfusun neredeyse beşte birinin yaşadığı İstanbul’u ele alalım. Aşağıdaki radar grafiği, dirliği belirleyen sekiz başlıkta İstanbul’un Türkiye ortalamasına göre ne durumda olduğunu gösteriyor. Kırmızı halka Türkiye, mavi halka ise İstanbul ortalamasını yansıtmakta.
Buna göre, İstanbul çoğu bileşende Türkiye ortalamasına yakın. Türkiye ortalamasına göre İstanbul’un öne çıktığı iki alan devlet, belediye hizmetleri ve maddi esenlik olarak görülüyor. Buna karşın, boş zaman kullanımı, eğitim hizmetlerinden ve toplumsal ilişkilerden duyulan memnuniyet Türkiye ortalamasının gerisinde.
Peki İstanbul’u yönetenlere ne tavsiye edilebilir?
Aşağıdaki grafik yine Türkiye geneline göre İstanbul’da hangi alanlarda iyileştirme yapılabileceğini gösteriyor. Kırmızı barlar, birim iyileşmenin Türkiye genelinde mutluluğu ne kadar arttıracağını gösterirken, mavi barlar ise İstanbul’u temsil ediyor. Buna göre, devlet hizmetlerinde bir birim iyileşme Türkiye’nin ortalama mutluluğunu %20’ye yakın arttırabilecekken, İstanbul için bunu diyemiyoruz çünkü mavi barın etrafındaki siyah çizgi, bulunan sonucun sıfırdan farklı olmadığını gösteriyor. İstanbullular maddi esenlik anlamında Türkiye ortalamasının üzerinde olsa da, hane geliri memnuniyetindeki iyileşmenin yapacağı katkının Türkiye ortalamasının üzerinde olacağı görülüyor. Benzer bir durum borçluluk için de geçerli. Borçluluktaki birim düşmenin İstanbullunun mutluluğuna etkisi Türkiye ortalamasından daha yüksek.
TÜİK’in Yaşam Memnuniyeti Anketleri, özellikle kent düzeyinde yapıldığında, yerel yönetimler için çok değerli bilgiler içeriyor. Benzer analizlerle şehirlerde yaşayanların farklı alanlardaki memnuniyetleri nasıl değişmiş, bunları tespit edip önceliklendirmek mümkün deyip bu bahsi kapatalım.
Bir sonraki yazıda Türkiye’de kim neden mutlu ya da mutsuz sorusuna cevap aradığım son çalışmamın bulgularını paylaşacağım.
‘Bilgi yoksa mikroplastiklerin insana etkisi de yoktur, çıkarımını yapmanın tek açıklaması art niyetlilik olabilir.’
22 Ağustos Perşembe günü, Dünya Sağlık Örgütü (WHO), mikroplastiklerin insan sağlığıyla ilişkisine dair bir rapor yayınladı. Rapor, WHO’nun kendi sayfasında “WHO calls for more research into microplastics and a crackdown on plastic Pollution” (WHO, mikroplastikler hakkında daha fazla araştırma yapılması ve plastik kirliliğinin azaltılması çağrısında bulunuyor) şeklinde duyuruldu. Duyurunun ilk paragrafında da, Dr. Maria Neira isimli WHO yöneticisinin, mikroplastiklerin içme suyumuz da dâhil olmak üzere her yerde olduğunu ve bunun insan sağlığına olan etkisi hakkında daha fazla bilgiye ihtiyacımız olduğunu belirten bir ifade yer alıyor.
Bunun yanında da mikroplastik çalışan ya da konuya hâkim olan herkesin bildiği bir noktaya parmak basılıyor. O da 150 mikrondan daha büyük mikroplastik partiküllerin insan vücudu tarafından emilmediği ve direk olarak atıldığı bilgisi. Daha küçük partiküllerin ise emilebileceğini ancak bu konuda yeterli veri olmadığı için tam olarak bilinmediği bilgisi de ekleniyor. Detaylıca okumak isteyenler raporu burada bulabilir. Buraya kadar her şey olağan seyrinde ilerliyor. Mikroplastikler tarafından kuşatıldığımızı, bunun insan sağlığına olan olası etkilerinin araştırılması ve var olan bilgi eksikliklerinin giderilmesi gerektiğini daha önce yayımlanan benzer raporlarda olduğu gibi belirten bu raporu özel kılan ise, medyada yer alış şekli! Çünkü rapor WHO’nun sitesinde yayınlandıktan sonra, bazı medya kuruluşları tarafından manipülasyon yapmak amacıyla olduğundan farklı aktarıldı. Özellikle bazı haber sitelerinde – plastik lobisi ya da plastik ambalajlı su üreten şirketlerin sözcülüğü şüphesi uyandıracak şekilde- bu manipülasyon çarpıtma boyutuna kadar vardı.
Bazı haber siteleri haberi olduğu gibi paylaştı. Ama örneğin CNN, mikroplastiklerin insan sağlığı için risk oluşturmadığını haber başlığı olarak verirken CBS, mikroplastiklerin her türlü içme suyunda bulunduğu başlığıyla haber yaptı. En tehlikelisi ise KATV adlı bir haber sitesinin haberinde boy gösterdi. Bu site raporu, “içme sularındaki mikroplastikler konusunda endişelenmenize gerek yok” şeklinde haberleştirdi. Tam bir manipülasyon. Böylece sadece haber başlığı okuyan ve içerikle ilgilenmeyen sayısal çoğunluğun konu hakkında yanlış bilgi edinmesinin ve bunun da farkındalık oluşturma çabalarına karşı bir bariyer oluşturmasının önü açıldı.
Aslında, mikroplastiklerin insan sağlığı üzerindeki etkisi, hala puzzle’ın eksik olan kısmı. Konuyla ilgili çalışma sayısı çok az, çünkü mikroplastik çalışan uzman neredeyse yok. Mikroplastiklerin eklenti maddelerinin insan sağlığı üzerindeki etkisi konusunda oldukça detaylı bilgi mevcut ve bu bilgilerin çoğunluğu da oldukça yüksek toksisite bildiriyor. Ancak mikroplastiklerin boyuta bağlı partikül etkisi hakkında detaylı çalışmalar neredeyse yok denecek kadar az.
Bu elbette giderilmesi gereken bir eksiklik, ancak buradan hareketle “bilgi yoksa mikroplastiklerin insana etkisi de yoktur” çıkarımını yapmanın tek açıklaması art niyetlilik olabilir. Ayrıca bu tür kirlilik meselelerine neden insan merkezli yaklaştığımız da ayrı bir soru olarak ortada duruyor. Doğada sadece insan yaşamadığına göre, bütüncül bir bakışa sahip olmamız gerekmez mi? Herhangi bir canlı, insanın tüketim kültürünün ürünü olan bir kirleticiden dolayı yaşamını yitiriyorsa, o kirletici insanı henüz öldürmemiş olsa bile zararlı olarak nitelendirilmeli. Üstelik üretiminden farklı formlarda biçimlendirilişine kadar geçen sürede tüketilen petrol ve enerjinin küresel iklim değişikliğine katkısı ve kullanılıp atıldıktan sonra bertarafı için harcanan çaba da doğa için külliyen zarar. Bu zarar bile plastiklerin kriminal bir ürün olma potansiyelini ortaya koyuyor.
Rusya’nın iki hafta önce Kuzey Kutup dairesinde yaptığı nükleer deneme sırasında meydana gelen kazayla ilgili soru işaretleri artıyor. Kazanın hemen ardından dört ölçüm merkezi birden arızalanırken, yaralananların tedavi edildiği hastanede sağlık personelinin uyarılmadığı ortaya çıktı. Dünyanın ilk yüzer nükleer santralini de denize indiren Rusya’da çevreciler endişeli: Çernobil unutulmasın.
Rusya‘nın 8 Ağustos’ta Kuzey Kutup dairesinde yaptığı nükleer füze denemesi sırasında meydana gelen patlamada beş nükleer mühendis öldü, altı kişi yaralandı. Moskova kazadan sonra olanları sır gibi saklarken, o gece neler olduğu yeni yeni ortaya çıkıyor.
Olayla ilgili 1986’daki Çernobil faciasını hatırlatan gelişmeler yaşandı. Kazadan iki gün sonra Dubna ve Kirov kentlerinde bulunan nükleer gözetim merkezi veri akışını durdurdu. Bundan üç gün sonra Kazakistan yakınlarındaki Zalesevo ve Rusya’nın doğu ucundaki Bilibino nükleer ölçüm merkezleri de sessizliğe gömüldü. Veri akışını durduran merkezler göz önüne alındığında patlamanın olduğu yerden başlayan nükleer sızıntısının önce Ukrayna sınırına doğru indiği oradan Türkiye‘ye doğru ilerlediği ve Asya‘ya yayıldığı tahmin ediliyor.
Çernobil‘deki nükleer santralin reaktörü patladığında Rusya sessizliğe gömülmüş, Batı’da yüksek oranda radyoaktif madde tespit edilince açıklama yapmak zorunda kalmıştı. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ise hafta içinde gerçekleştirdiği Fransa ziyareti sırasında sızıntıyla ilgili her şeyin kontrol altında olduğuna dair dünyaya güvence verdi.
Sağlık personelinin durumu bilinmiyor
8 Ağustos’taki patlamada yaralananlarlarla ilgili de yeni bilgiler ortaya çıkıyor. İngiliz yayın kuruluşu BBC’ye göre yaralılardan üçü Arhangelsk‘te bir hastanede tedavi altına alındı.BBC’ye konuşan iki hastane yetkilisi, sağlık personelinin radyasyon konusunda uyarılmadığını anlattı. Sağlık personeline yaralıların çok yüksek dozda radyasyona maruz kaldığı bir saat sonra söylendi. Ancak bilgi verilmesine rağmen önlem alınmadı. Sağlık personeli hem patlamada yaralananlara hem diğer hastalara hizmet vermeye devam etti.
Yaralılar ertesi gün Moskova’da radyasyon uzmanlarının bulunduğu bir hastaneye nakledildi. Sağlık personelinin durumu bilinmiyor.
Önce yalanladılar, sonra kabul ettiler
Rusya’nın kuzeyinde bulunan Severodvinsk şehrinde meydana gelen füze patlaması sonrasında önce Rusya Savunma Bakanlığı, radyasyon seviyesinin normal olduğunu açıkladı. Ancak daha sonra Rus yetkililer bölgedeki radyasyon seviyesinin normalin 16 katına çıktığını bildirdi. Greenpeace ise radyasyon seviyesinin normalin 20 kat üzerinde olduğunu açıkladı. Kaza, 7 Ağustos’u 8 Ağustos’a bağlayan gece füze motoru denemesi sırasında meydana gelmişti.
Yüzen nükleer santral denize indirildi
Rusya, kazanın etkileriyle uğraşırken bir yandan da dünyanın ilk yüzen nükleer santralinin açılışını yaptı. Akademik Lomonosov adı verilen yüzen nükleer santral, Murmansk limanından denize indi. Limana 5 bin kilometre uzaklıkta olan Chukotka’ya giden yüzen santral ile uzak yerlere enerji desteği sağlanması amaçlanıyor.
Çevreci sivil toplum örgütleri, Akademik Lomonosov nükleer santralinin yüksek risk oluşturduğunu söylüyor. 114 metre boyunda, 30 metre eninde olan nükleer santral 21 bin ton ağırlığında. İçerisinde iki adet nükleer reaktör barındırıyor. Çevreciler, yüzen nükleer santralın Kuzey Buz Denizi’nin kirlenmesine de sebep olacağını belirtiyor.
Kabile lideri Raimundo Mura: Beyaz adamın tek derdi yok etmek, bu ağaçların bir ruhu var, hepsinin dünyada bir yeri var. Kanımın son damlasına kadar bu ormanı savunacağım.
Büyük bölümü Brezilya sınırları içinde kalan Amazon yağmur ormanlarındaki yangınlar ve çiftçi tehditleri bölgedeki Mura halkını harekete geçirdi. Brezilya Devlet Başkanı Jair Bolsonaro‘nun ‘ormansızlaştırma’ politikalarına karşı mücadele edeceklerini duyuran grup, geleneksel topraklarını korumak için direnme sözü verdi. Kabilenin liderlerinden Raimundo Mura, “Beyaz adamın tek derdi yok etmek, bu ağaçların bir ruhu var, hepsinin dünyada bir yeri var. Kanımın son damlasına kadar bu ormanı savunacağım.” sözleriyle kararlığını dile getirdi.
Euronews’in video haberine göre, ülkede balık avlayıp orman ürünleriyle geçinen ve özel bir bölgede yaşayan 15 bin civarında Mura bulunuyor. Atalarının geleneklerini sürdüren Muralar, Amazon’da uzun bir direniş geçmişine sahip. Sömürgecilik dönemlerinde ‘Portekiz kültürünün işgaline’ karşı direnen yerli halk, kızamık ve çiçek hastalığı gibi salgınlardan kurtularak varlıklarını günümüze kadar sürdürdü.
Fonlar kesiliyor
Dünyanın akciğerleri olarak bilinen ancak son dönemde çıkan yangınlarla büyük zarar gören Amazon ormanları diğer ülkelerin de gündeminde. Almanya ve ‘en büyük bağışçı’ Norveç, ocak ile ağustos ayları arasında 72 bin 800 yangın çıkan yağmur ormanları için sağlanan Amazon Fonu’na verdikleri katkıyı durdurdu. Sao Paulo’nun yanlış orman politikalarını gerekçe gösteren Norveç yönetimi fona yıllık 30 milyon euro aktarıyordu.
‘Bir çocuk yardım istiyorsa, ona yardım edersiniz’
Çeviren:Ömer Madra
Şu ana kadar, kayıtlara geçmiş en sıcak yazı geçirmekteyiz – Haziran en sıcak haziran; temmuz ise gelmiş geçmiş en sıcak ay oldu. Fransa, Almanya, Britanya, Belçika ve Hollanda gelmiş geçmiş en sıcak günlerini gördüler ve böylelikle onlar da Küba’dan Vietnam’a, Togo’dan Reunion Adaları’na sıcak gün görme rekorlarını kıran ülkeler safına katıldılar.
Bu durum iki bakımdan tehlike arz ediyor.
Birincisi, sıcaklar gezegenin canına okuyor.
İkincisi, sıcaklar öylesine yaygın ve sıradan hale geliyor ki bu, insanların umudu kesmesine ya da gerçeklerden kopmasına yol açabiliyor – hararet artışına dair haberler neredeyse hararetin kendisi kadar yiyip bitirici olabiliyor çünkü. Ne var ki, bu duyarsızlık tam da en yanlış zamana denk geliyor. Yenilenebilir enerjinin fiyatı geçen ay rekor seviyede düştü: Portekiz’de yapılan bir enerji ihalesinde tarihte görülmüş en ucuz elektrik maliyeti ortaya çıktı. Demek oluyor ki, siyasi irade olması halinde iklim değişikliğiyle mücadelede hızla dev adımlar atabiliriz.
İşte tam da bu yüzden, gezegen üzerindeki en genç aktivistlerden bazılarına, yani işler böyle gelmiş böyle gider anlayışını kanıksamayı reddeden, teslim bayrağını çekmeyen bu insanlara teşekkür borçlu olmalıyız. Onların en ünlüsü olan Greta Thunberg şimdilerde bir yelkenli teknede ABD’ye doğru yol almakta: orada Eylül ayında yapılacak BM İklim Zirvesi‘nde kürsüye çıkacak. Ama Greta hiç de yalnız başına sayılmaz doğrusu. Gelecek İçin Cumalar (Fridays for Future) örgütlenmesi sayesinde Greta’nın eşdeğerindeki insanları Peru’dan Pensacola’ya ve Prag’a, Ulan Bator’dan BM nizamiye kapısına kadar dünyanın her yerinde bulabilirsiniz.
Thunberg bir yıl önce “iklim için okul grevi”ne başlarken şunu ileri sürüyordu: Eğer dünyanın yetişkinleri gezegeni onun kuşağı için hazırlamaya razı değillerse, yetişkinler onun kuşağının kendi gençliğini gelecek için hazırlaması gerektiğini iddia etme haklarını da kaybetmiş olmaktaydılar. Gezegenimiz üzerindeki çocuklar bu mantığı anında kapıverdiler: En büyük eylem günlerinde dünya 1,4 milyon öğrencinin okullarını kırıp sokaklara dökülmesine tanık oldu.
Ama bir yıl sonra, şimdi yeni bir şey yapmaktalar: Yetişkinlerden, kendilerine katılmasını istediler. Dünyada her yaştan insanın katıldığı ilk iklim grevi 20 Eylül’de yapılacak (bazı ülkelerde 27 Eylül’de). O günün bir saatinde insanlar işlerini bırakacak – kimi ağaç dikecek, ötekiler protesto eylemlerine katılacak. Protestoların hedefleri de coğrafya kadar büyük çeşitlilik gösterecek: Gezegenin farklı farklı yerlerinde kimi insanlar boru hatlarının önüne oturacaklar; kimileri çalıştıkları kurumların fosil yakıt şirketlerinin hisse senetlerine yatırımlarını geri çekmesini talep edecek; kimileri BM üyesi ülkelerin karbon salımlarını azaltma taahhütlerini artırmasını; kimileri karbon vergisi konmasını isteyecek; kimileri ise Yeşil Yeni Düzen’i dayatacak. Sporcular, aşçılar, oyuncular ve politikacılar katılmayı taahhüt ettiler. Sendikalar, hatta bazı şirketler bile katılacaklarını açıkladı. Küresel İklim Grevi, gezegen tarihinin en büyük iklim protestosu olacağa benzer.
Peki tek bir grev iklim krizini çözer mi? Elbette hayır. Öğrenciler sebat ettiler; yetişkinlerin de aynı direnci göstermeleri gerek. Ama Eylül grevi paha biçilmez değerde iki ilkeyi gözler önüne serecek.
Bunlardan birincisi şu: İklim krizinin çözümü, işler böyle gelmiş böyle gider anlayışının yıkılmasını içerecektir. İnsan medeniyetinin gelmiş geçmiş en büyük fiziksel krizinin tam ortasındayken bile çoğumuz her sabah yataktan kalkıp bir gün önce yaptığımız şeylerin tıpkısını yapıyoruz. Bir acil durum halinde olduğumuzu, hatta her geçen ayla birlikte daha da derinleşen bir aciliyet halinde yaşadığımızı gösteren en ufak bir işaret yok ortada. Yetişkinler iş bırakma eylemine katılmalarını, işleri aksatan dönüştürücü bir değişime kendilerini adadıklarını gösteren bir bildirim şekli olarak görmeliler.
İkinci ilke ise şu: Yetişkinler, yetişkinler gibi hareket etmelidirler. 15 yaşındaki çocukların en büyük sorunlarımızı kendi başlarına çözmeyi becereceklerini düşünmek için biz acaba hangi dünyada yaşıyoruz diye sormamız lazım kendimize. İklim krizi adalete karşı girişilmiş bir tecavüz anlamına geldiği gibi (onun meydana gelmesinde en az rol oynamış olanlar, cezasını en çok çekenler oluyor), aynı zamanda geleceğe karşı girişilen bir tecavüz anlamına da geliyor: bazıları sadece daha uzun zaman hayatta kalacak oldukları için bu gelecekte daha büyük paya sahip olacaklar çünkü. Geri kalan bizler için – yani iklim değişikliği cayır cayır yanan zirveye varmadan önce ölecekler için – bu grev çocuklarımıza ve onların çocuklarına gösterdiğimiz teorik şefkatin samimi olduğunu göstermek için iyi bir fırsat işte.
İklim sorununu hâlâ çözebiliriz diye bir şeyin garantisi yok. Umutsuzluğa kapıldığı için insanları hoşgörebiliriz, ama kaçarlarsa onları hoşgöremeyiz. Özellikle en umutsuz anlarda insanlar arası dayanışma elzemdir. Bir çocuk yardım istiyorsa, ona yardım edersiniz.
Yarışacak takımların çoğunluğunu LGBTİ+ bireyler ve kadınların oluşturduğu spor müsabakalarını barındıran Queer Olympix İstanbul Heybeliada’da başladı.
23 – 25 Ağustos tarihlerinde İstanbul Heybeliada ve Kalamış‘ta düzenlenecek Queer Olympix programında futbol, plaj voleybolu ve uzun atlama turnuvaları yer alıyor. Etkinlik kapsamında, a çeşitli atölyeler, forum ve piknik düzenlenecek. Yapılan çağrıda, “Ayrımcılığa ve nefret söylemlerine yer olmayan; her bedenin, her cinsiyetin keyif alarak oyun oynayabileceği ve pasların eşit dağıldığı, küfürsüz, yaratıcı takım oyunlarına yer veren kuir spor buluşması” ifadelerinin kullanıldığı Queer Olympix için sporcular ve izleyiciler sabah saatlerinde Kadıköy‘de buluştu.
Bu yıl üçüncüsü düzenlenen Queer Olympix’i organizatörleri şöyle tanımlıyor: “Kadın ve LGBTİ+ olarak kent yaşamı içerisindeki birçok ayrımcı, cinsiyetçi, fobik söylemler ve edimler nedeniyle yaşadığımız zorlukları bir nebze olsun hafifletmek, bir araya gelmek ve ‘kamusal alanda vardık, var olacağız’ demek adına düzenlediğimiz üç güne yayılan çeşitli spor dallarını kapsayan bir etkinlik.”
Heybeliada’da tanışma oyunları ve yoga atölyesiyle başlayan Queer Olympix, hafta sonu boyunca Kalamış’ta devam edecek.