Ana Sayfa Blog Sayfa 2405

Sarrafoğlu’ndan videolu grev çağrısı

Bu yıl seçtiği ‘Yedinci Kıta’ temasıyla, insanın gezegene verdiği zararı; okyanuslardaki plastik kirliliği, iklim krizi ve Antroposen/Kapitalosen’i mercek altına alan 16. İstanbul Bienali‘ne katılarak bir konuşma yayan iklim aktivisti Atlas Sarrafoğlu, 20 Eylül’de gerçekleştirilecek Küresel İklim Grevi‘ne bir videoyla çağrı yaptı. Sarrafoğlu, şunları kaydetti:

“16. İstanbul Bienali basladi. Ben de bir konuşma yaptım. Bir de şiir videom var: Nereden Tanır? Çağrımız da talebimiz de oldukça net: iklim krizinin nedeni petrol, kömür ve doğalgaz’dan vazgeçin ve iklim için acil durum ilan edin. Bir de 20 Eylül’deki küresel İklim Grevinde bize katılın…”

https://www.facebook.com/atlassarrafoglu/videos/2502202236494047/

 

Karadeniz yok olma tehlikesiyle karşı karşıya

Bilim insanları, Karadeniz ekosisteminin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna dikkat çekti. Doç. Dr. Coşkun Erüz “Ya bilinçlenerek Karadeniz’i kurtaracağız, ya da Karadeniz’i kirletmeye devam edip gelecek nesillerin yaşama hakkını elinden alacağız” dedi.

Trabzon‘da, Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Deniz Bilimleri Fakültesi’nde görevli bilim insanları, üniversiteye ait araştırma gemisiyle Doğu Karadeniz’in çeşitli noktalarından periyodik olarak topladıkları su ve canlı örnekleri üzerinde incelemelerini sürdürüyor. Uzmanlar, denizden aldıkları örnekler üzerinde yaptıkları araştırmalar sonucunda; aşırı kirliliğe bağlı olarak bakteriyel tek hücreli organizmaların sayısında artış yaşandığını ve balıkların besinleri arasına katılarak, besin zinciri ile deniz ekosistemininde bozulmalar olduğunu tespit etti. KTÜ Deniz Bilimleri Fakültesi Dekan Yardımcısı Doç Dr. Coşkun Erüz, Karadeniz’de yaşanan kirliliğin denizdeki canlı yaşamını geri dönüşü olmayan bir noktaya doğru taşıdığını belirtti.

Karadeniz’in, kıyısında yer alan 461 bin kilometrekarelik genişliğe sahip ülkelerin atıkları nedeniyle Karadeniz’in çöplüğe dönüştüğü konusunda uyarıda bulunan uzmanlar, deniz ekosisteminin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna dikkat çekti.

‘Kendi geleceğimizi yok ediyoruz’

Deniz Bilimleri ve Teknolojisi Mühendisliği Uzmanı Doç. Dr. Erüz, Karadeniz’in yüzde 87’sinde oksijen olmadığı için canlı yaşamı bulunmadığına dikkat çekti. Erüz, geriye kalan yüzde 13’lük kısmın ise korunması gerekirken, insan eliyle yok edildiğini kaydederek şunları söyledi: “İnsanoğlunun kullandığı tüm maddeleri nehirler, kıyıdan dökülen çöpler, sanayi tesislerinden bırakılan atıklar şeklinde Karadeniz’e boşaltıyoruz. Buraya giden atıklar önce mikroorganizmalara, sonra balıklara, oradan da insanların bünyesine geçiyor. Karadeniz’i kirleterek aslında bizler kendi geleceğimizi yok ettiğimizin farkında değiliz. Karadeniz’i el birliği vermişçesine kirletiyoruz. Ya bilinçlenerek Karadeniz’i kurtaracağız, ya da Karadeniz’i kirletmeye devam edip gelecek nesillerin yaşama hakkını elinden alacağız” dedi.

‘Balıkçılık da bitiyor’

Yaşanan kirliliğin, Karadeniz balıkçılığını da bitirme noktasına getirdiğini kaydeden Erüz şunları söyledi: “Bu durum hem bugün yaşayan bizleri hem de gelecek nesli, bunun yanında balıkçılığı da etkileyen bir şey. Balıkçılığın var olması deniz ortamının fiziksel, kimyasal ve biyolojik şartlarının uygun olmasına bağlı. O şartları zarara uğratarak fiziksel, kimyasal ve biyolojik yapıyı bozduğumuzda deniz de bozuluyor. Bizim besinlerimiz olan balıkların da yaşama, üreme ve gelişme şartlarını ortadan kaldırıyoruz. Bu durum, geleceğe dönük olarak denizden beslenme ve denizle yaşama şansımızı azaltıyor.”

 

Adalar’da 24 saat ulaşım dönemi

Adalar Ulaşım Çalıştayı’nda alınan kararlar doğrultusunda, Bostancı’dan Adalara 24 saat kesintisiz vapur seferleri başlatılıyor.

İstanbul’da kesintisiz metro seferi başlatılmasının ardından, Adalar için de 24 saat vapur dönemi başlıyor. Bugün (16 Eylül) kış tarifesine geçecek olan İBB Şehir Hatları, Bostancı’dan Adalara 24 saat kesintisiz vapur seferleri başlatacak. Sekiz buçuk ay sürecek kış tarifesinde 24 hatta günlük ortalama 682 sefer düzenlenecek.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun talimatıyla Adalar’ın ulaşım sorunlarının masaya yatırıldığı “Adalar Ulaşım Çalıştayı”nda alınan karar doğrultusunda seferler sıklaştırılıyor.

Şehir Hatları Genel Müdürü Sinem Dedetaş, “Çalıştay’da gündeme gelen önerileri araştırma sözü vermiştik. Kış Tarifesi ile İstanbul-Adalar arasında yapılan mevcut seferlerimizi arttırıyoruz, yine geç sefer uygulamasını geliştirerek Adalar sakinlerinin ana karayla bağlantısını kesintisiz sabaha kadar sürdüreceğiz” dedi.

Kış Tarifesi’nde İstanbul-Adalar arasındaki ring seferler 43’e yükseltilirken, Bostancı-Adalar vapur seferleri hafta içi ve hafta sonu 24 saat kesintisiz hizmet verecek. Beşiktaş ve Eminönü’nden Adalar seferleri Kış Tarifesine göre düzenlenirken, Eminönü – Adalar hattının bazı seferleri Kabataş bağlantılı yapılacak.

 

Neden jeotermal enerji santrallerine karşı çıkıyorlar?

RES ve JES santrallerinin kurulmak istendiği bölgelerde bugüne kadar hiçbir ülkede görülmeyen, bazen sonu çatışmalara kadar giden karşı direnişlerin temelinde ya yanlış yer seçimi ya da özel enerji şirketlerinin daha fazla kar amaçlı eksik uygulamaları yatıyor.

İzmir Tabip Odası Hekim Meclisi eylül ayı toplantısında konuşmalar arasında Manisa’nın Salihli ilçesinin Hacıbektaşlı mahallesinde kurulmak istenen Jeotermal Elektrik Santrali (JES) ile ilgili birkaç cümle geçince yanımda oturan hekim meclisinin akademisyen üyesi kulağıma eğilerek ‘neden karşı yenilebilir enerji kaynağına’ diye sordu… Gerçekten neden karşı çıkılıyordu; jeotermal enerjiden elektrik üretimine?.. Üstelik ülkemizde sadece jeotermal JES santrallerine değil; bazı bölgelerde rüzgar enerjisi santrallerine de (RES) karşı çıkan gruplar vardı…

Önce şunu hatırlayalım; elektrik üretimi için kullanılan enerji kaynakları üç büyük grup altında değerlendiriliyor:

  1. Fosil Yakıtlar
    1. Kömür
    2. Petrol ve petrol ürünleri
    3. Doğal gaz
  2. Nükleer Enerji
  3. Yenilenebilir Enerji Kaynakları
    1. Rüzgar enerjisi
    2. Güneş enerjisi
    3. Jeotermal enerji
    4. Dalga enerjisi
    5. Hidroenerji
    6. Gel-git enerjisi

Ülkemizde bugüne kadar elektrik üretimi için kullanılan en büyük enerji grubu hepimizin çok iyi bildiği gibi fosil yakıtlardır. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın 2018 yılı rakamlarına göre elektrik üretimimizin %37.3 kömürden (bu kömürün yarıdan fazlası ithaldir), %29.8’i doğal gazdan, %19.8’i hidroelektrik enerjiden, %6.6 rüzgardan, %2.6 güneşten, %2.5’i jeotermalden ve %1.4’ü diğer kaynaklardan elde edilmiş. (*) Elektirik üretimimizin %37.3’nü karşılayan halen çalışır 40’a yakın kömürlü termik santral var ülkemizde…  Bu santraller gerek kurulu oldukları bölgelerde yarattıkları hava kirliliği; gerekse ülkemizin sera gazı emisyonları artırmaları nedeniyle özellikle küresel iklim krizini yaşadığımız bugünlerde büyük bir çevre ve sağlık riskine neden olmakta… Buna rağmen ülkemizde önemli bir bölümü Ege ve Marmara bölgesinde olmak üzere halen yapım ve planlama aşamasında 82 adet kömürlü termik santral daha var ve üstelik bu termik santrallerin hava kirliliği açısından çok daha riskli olan düşük kalorili yerli kömürü kullanacağı iddia ediliyor.

Hava kirliliğinden ölümler trafik kazalarından fazla

Türk Tabipleri Birliği (TTB) ve Halk Sağlığı Uzmanları Derneği’nin de (HASUDER) içinde yer aldığı Temiz Hava Hakkı Platformu’nun Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) geliştirdiği AirQ+ programı kullanılarak ülkemizde 2017 yılı için hava kirliliğine bağlı ölümleri hesaplamıştır. Bu çalışmaya göre Türkiye’de 30 üstü yaş gruplarında, kazalar dışarıda bırakılarak tespit edilen 399.025 ölümün 51.574’ü doğrudan hava kirliliği nedeni ile meydana gelmiştir.(**) Başka bir anlatımla ülkemizde WHO hava kalitesi limitleri kullanılarak temiz hava sağlanabilseydi 2017’de 51.574 ölüm daha az görülebilecekti. Bu ölüm sayısının o yıl  ülkemizde trafik kazalarından ölenlerin sayısından yedi kat daha fazla olduğunu da unutmayalım. Temiz Hava Hakkı Platformunun aynı raporu yine özellikle kömürlü termik santrallerin yoğun olduğu illerimizde hava kirliliğinin daha yoğun olduğunu göstermektedir.(**) Diğer yandan ülkemiz sera gazı emisyonları açısından dünyada yıllık %1.0 pay ile ilk yirmi ülke içindedir. Kalan 164 ülkenin dünyanın yıllık toplam sera gazı emisyonlarının sadece %24’ünden sorumlu oldukları göz önüne alınacak olursa bu oranın büyüklüğü daha rahat anlaşılabilir.(***)

Diğer yandan sera gazı emisyonları yüksek batılı sanayileşmiş ülkeler 1980’li yıllardan bu yana yenilebilir enerji kaynaklarından elektrik üretimine ağırlık vermişlerdir. 2020 yılında gereksinimleri olan elektriğin %20’sini yenilenebilir enerji kaynaklarından üretmeyi hedefleyen Avrupa Birliği ülkelerinin tamamına yakını bu hedefi hedeflenen sürenin dolmasına bir yıl olmasına rağmen şimdiden yakalamış ve hatta bazıları geçmiştir. (****). Buna karşın ülkemizde rüzgar, güneş ve jeotermalden oluşan yenilebilir enerji paketinde bu kaynaklar açısından birçok ülkeden daha zengin olmasına karşın üretim oranı henüz elektrik gereksinmemizin %11.7’sini karşılayacak düzeyindedir. Üstelik RES ve JES santrallerinin kurulmak istendiği bölgelerde bugüne kadar hiçbir ülkede görülmeyen, bazen sonu çatışmalara kadar giden karşı direnişler vardır. Peki, neden bu görüntüler ortaya çıkmaktadır? Üstelik küresel iklim değişikliğinin artık çok kısa sürede çözülmesi gereken bir krize dönüştüğü; tüm dünyada politikacıları daha ciddi uyarmak için eylem ve grev yapıldığı bir dönemde?

Baştan belirtelim; şikâyetlerin tamamına yakını ya yanlış yer seçimi ya da özel enerji şirketlerinin daha fazla kar amaçlı eksik uygulamasından kaynaklanıyor. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ‘yenilenebilir enerji kaynak alanları’ (YEKA) alanlarını belirliyor ve daha sonra bu alanlarda özel sektöre ihaleye çıkıyor. İşte yer seçimi açısından esas tartışılması gereken aşama bu aşama oluyor. Seçilen yer bazen RES’ler için İzmir Karaburun’da olduğu gibi yerleşim bölgelerinin içinde kalabiliyor. Bazen de orman alanının ortasında güneş enerjisi santrallerine, verimli tarım sahalarının içinde JES’lere rastlayabiliyorsunuz.

İkinci sorun ise ülkemizde elektrik üretim ve dağıtım işinin tamamen özelleştirilmesinden kaynaklanmaktadır. Özel firmalar özellikle JES santrallerinde görüldüğü gibi kar paylarını artırabilmek için özellikle çevre ve insan sağlığı için yapması gereken yatırımlardan kaçınmaktadır. Birçok firma jeotermal suyu kapalı bir sistem içinde tutmayıp üretimden sonra yeraltına geri enjekte edeceğine boş dere yataklarına boşaltmaktadır. Bu durum bor, H₂S VE Radon gazı, Arsenik gibi maddelerin çevreye yayılmasına neden olmakta ve o bölgede tarımsal üretimin olumsuz etkilenmesine ve bölge insanında sağlık sorunları yaşamasına yol açmaktadır. Özellikle JES’nin çalışanların güvenliği ile çevre ve sağlık sorunları yaratmamaları açısından kapalı sistemler şeklinde çalıştırılması gereklidir.

Ne yapılmalı?

Ülkemizde yenilenebilir enerji kaynakları yatırımlarına ağırlık verilmeli ve kısa zamanda güneş, rüzgar ve jeotermal enerji santrallerinden yapılan elektrik üretiminin genel üretim içindeki payı %30’lara yükseltilmelidir. Başta güneş ve rüzgar olmak üzere yenilenebilir enerji kaynakları açısından zengin olan ülkemizde bu kaynakların eksik yatırım, yanlış yer seçimi gibi nedenlerle yıpratılmasının önüne geçilmelidir.  Bunun için yatırım yapılacak bölgelerdeki yerel hassasiyetlere dikkat edilmeli ve bu hassasiyetler göz önüne alınarak yeni YEKA alanları belirlenmelidir. Ayrıca özellikle özel firmaların JES’lerde olduğu gibi kar amaçlı olarak bu teknolojilerin eksik uygulamasının önüne geçilmelidir.

Unutulmamalıdır ki; ne kadar verimli kullanırsak kullanalım elektriğe gereksinimiz vardır ve yenilenebilir enerji kaynaklarının yıpranması elektrik üretimi için sadece fosil yakıtların veya nükleer santrallerin önünü açacaktır.

Tablo: Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Olası Çevre ve Sağlık Etkileri

Tipi Çalışanların sağlığına etkisi Çevrede yaşayanlara etkisi
JES ·         Toksik gazlar

·         Kazalar

·         Gürültü

·         Bor

·         H₂S gazı ile etkilenim

·         Radona maruz kalma

·         Arsenikli sular

RES ·         Yapım ve işletim sırasında kazalar ·         Gürültü
Güneş Enerjisi ·         Kazalar ·         Bölgede ısı adaları oluşturması sonucu ortaya çıkabilecek sorunlar

 

https://www.enerji.gov.tr/tr-TR/Sayfalar/Elektrik

** https://www.temizhavahakki.com/kara-rapor/

***https://iklim.csb.gov.tr/turkiye-ve-diger-ulkelerin-sera-gazi-emisyonlarinin-karsilastirilmasi-i-4410

****https://www.eea.europa.eu/tr/isaretler/isaretler-2017-avrupa2019da-enerjinin-gelecegini/makaleler/avrupa2019da-enerji-2014-mevcut-durum

(Yeşil Gazete)

Avlanma derinliğinde mağduriyet aldatmacası

‘Denizler düşman bölgesi, balık da düşmanımız değil. Düşman hukukunda bile yoktur sığınma alanını devasa savaş araçlarına açmak. Balığın, denizin ve gelecek nesillerin selameti için balıklarda avlanma boy sınırı olması gereken yere yani ilk üreme boyundan daha yukarıya, avlanma derinliği de 50 metre civarına çekilmelidir.’

Tarihler 1 Eylül 2012’yi gösteriyordu, gece saat 00:00’da balıkçılık sezonu açılmış ve ağlarını sermek üzere denize açılmaya başlamıştı balıkçılar. Bazı balıkçılar da açılmayı reddetmişti. İstanbul, Trabzon, Artvin ve Rize’de bulunan balıkçılar üç günlük bir protesto yapacaklarını ve denize açılmayacaklarını ilan etmişlerdi. Oh ne alaydı! Üç gün daha yaşayacaktı balıklar. Balıkları korusun diye büyük teknelerine getirilen avlanma derinliği sınırlamasını protesto ediyordu balıkçılar. Paşa gönülleri, 18 metre olan avlanma derinliğinin 24 metreye çıkartılmasına içerlenmişti. Hakkı 50 metre olan bu yasağın 18 metrede kalmasında ısrarcı olmayı bir de aş ile ekmek ile kazanç ile emek ile savunuyorlardı. “Mağdur” olmuşlardı. Balıkların mağduriyeti önemli değildi haliyle. Siz hiç Trol ya da Gırgır teknesine bindiniz mi? İki saat boyunca deniz dibini tarla gibi süren trol teknelerinin ağları gemiye alınınca içinden çıkanların ne olduğunu, nasıl bir vahşi avcılık yöntemi olduğunu gördünüz mü? Ya da etrafı çevrilen bir sürünün gırgır ile tekneye alınışını? Kaçacak yeri olmayan milyonlarca balık hem de irili ufaklı! Bu bile başlı başına ekosistem için dehşet yaratırken, bu ve benzeri devasa ağlar ile kıyıya kadar gelip avcılık yapmayı istemek olsa olsa denize, balığa ve doğaya düşmanlık ile açıklanabilir.

Bu tartışmanın bir benzeri bugünlerde de oluyor. Ancak bu sefer tersine bir durum söz konusu.  Avlanma derinliğini 2012’de 18 metreden 24 metreye çıkartan aynı bakanlık bu sefer bu derinliği tekrar 18 metreye geri çekmeyi planlıyor. Sadece bununla da yetinilmiyor bir de istavrit balığının avlanma boyunu 13 cm’den 12 cm’ye indirmeyi planlıyor. Nasıl mı? Bir grup büyük balıkçı Cumhurbaşkanına giderek “mağdur” olduklarını ve bu sınırlamanın kendilerini av yapamaz hale getirdiğini söylemiş ve bir şekilde Cumhurbaşkanını ikna etmiş. Normal şartlarda dört yılda bir gerçekleşen tebliğ düzenlemesi, bu yıl düzenleme yılı olmamasına rağmen değiştirilecekmiş ve avlanma sınırı 18 m’ye, istavritin avlanma boyu da 12 cm’ye çekilecekmiş. Benzer bir yöntemle, hatırlayın plastik çöp ticaretine getirilmesi planlanan vergi düzenlemesi de geri çekilmişti.

Ortada bilimsel veriler ve gerçeklikler varken lobi faaliyetlerinin sonucu olarak yasal düzenlemeler yapmak, telafisi olmayan sonuçlar doğuracaktır.

Neden mi? Bakın Türkiye’de, çoğunlukla 24 metre derinliğe kadar olan alanda avlanan 20 binden fazla küçük ölçekli balıkçı mevcut. Küçük ölçekli balıkçılık yapanların avlandığı alana devasa gırgır teknelerinin girmesine izin verirseniz kıyısal popülasyonlar üzerindeki avcılık baskısını arttırır, balığa yaşayabileceği/kaçabileceği alan bırakmamış olursunuz. Şöyle düşünün; hali hazırda sadece tilkilerin avlandığı bir alana aslan, kaplan, kurt, çakal ne varsa salıyorsunuz ve saldığınız alan da dümdüz açık bir arazi. Arazide geriye ne öküz başlı antilop kalır, ne ceylan kalır ne de tavşan. Sadece çöp kalır. Yıllardır bu yüzden denizlerde avcılık sezonunun sonuna yakın, trolcülerin denizden çektikleri ağların içerisinden sadece çöp ve birkaç ekonomik önemi olmayan tür çıkıyor. Yani denizler mağdur. Mağdur olduğunu düşünen 450 gırgır balıkçısı değil asıl mağdur. Üstelik bu 450 gırgır balıkçısının yanında bu karardan olumsuz etkilenecek 20 bin küçük ölçekli balıkçı var! Mağdur olan küçük ölçekli balıkçılar. Sadece balıkçı eksenli düşünmek de hatalı. Çünkü ortada bu karardan etkilenecek ve yapacak hiçbir şeyi olmayan onlarca balık türü var. Bu karar ile ne üreyebilecekler ne de doğru düzgün yaşayabilecekler. En büyük mağduriyet de burada! Mağdurun yanında olunacaksa balığın yanında olmak gerekiyor. Eğer ki mağdur olan bu balıkların yanında olmaz ve avcılık sezonu boyunca kaçmak zorunda oldukları alanları da balıkçılığa açarsanız son lüferi, son toriği ve son istavriti de kurda kuşa yem etmiş olursunuz.

Denizler düşman bölgesi, balık da düşmanımız değil. Düşman hukukunda bile yoktur sığınma alanını devasa savaş araçlarına açmak. Balığın, denizin ve gelecek nesillerin selameti için balıklarda avlanma boy sınırı olması gereken yere yani ilk üreme boyundan daha yukarıya, avlanma derinliği de 50 metre civarına çekilmelidir. Aksi takdirde kısa zamanda ortada ne avlayacak balık ne de avlanacak sağlıklı bir ekosistem kalmayacak. Gelin bu yanlıştan vazgeçin.

Konu ile ilgili imza kampanyası: http://chng.it/bGPjHBNd68

Doğayla kalın.

(Yeşil Gazete)

Enerji, sürdürülebilirliğin neresinde?

‘Yerelde enerji üretim sistemleri sürdürülebilirdir, ancak bu sistemlerin güncel enerji üretim alternatifleri olarak görülmemesinin ardındaki temel neden enerji üretiminin kazançlı bir yatırım olmasıdır.’

Birleşmiş Milletler’in kabul ettiği 17 Sürdürülebilir Kalkınma Amacını yerine getirebilmek sosyal olduğu kadar teknik konularda da ilerleme sağlamayı gerektiriyor. Ayrıca sosyal alanda atılabilecek adımların bir kısmı ancak teknik gelişmeleri beraberinde getirdiği zaman başarı şansı kazanabiliyor. Bu nedenle de sosyal, çevresel ve teknik alanlardaki sürdürülebilirlik adımlarının çoğunu birbirlerinden ayırabilmek kolay olmamanın ötesinde amaçlara ulaşmaya zarar bile verebilir.

Amaçlara ulaşma konusundaki teknik yardımcılarımızın belki de başında enerji geliyor. Sosyal, teknik ya da çevresel herhangi bir problemi çözmek için çoğu zaman enerjiye ihtiyacımız var. Mesela özellikle Afrika’da kadınların gününün önemli bir kısmı, evde yemek yapmak için kullandıkları ateşe atacak odun veya çalı çırpı aramakla geçiyor. Kapalı alanda yemek yapmak için yaktıkları ateş, kurum ve is ürettiğinden hem bu kadınların hem de çevrelerindeki çocukların sağlıklarını negatif yönde etkiliyor. Bu yakacak malzemelerini bulabilmek için çevredeki doğal hayata zarar verilebiliyor. Genç kızlar okula gitmek yerine günlerini su taşımak ve yakacak bulmakla geçiriyorlar. Enerjinin kalkınma amaçları açısından önemini başka örneklerle de göstermek mümkün.

Sürdürülebilir Kalkınma Amaçlarını yerine getirebilmek için dünyanın her tarafından enerjiye ulaşımı kolaylaştırmak zorundayız. Bunun ötesinde ulaştırılan bu enerjinin de öncelikli olarak sürdürülebilir olması gerekiyor. Yalnız problem burada da bitmiyor, çünkü enerji sürdürülebilir olsa da üretimi amaçlardan herhangi birinin ya da birkaçının gerçekleştirilmesini imkansız hale getiriyorsa bu yolda devam edebilmemiz de son derece zor olabilir. Mesela Hindistan büyük nüfusu ile gelişme yolundaki ülkelerden biri. Hindistan’ın enerji ihtiyacı her geçen gün artmasına rağmen kırsal kesimde yaşayan çoğu insan daha elektrik enerjisine kavuşmuş değil. Bir yandan ülkenin çeşitli kesimleri arasındaki eşitsizlikleri azaltmak, öte yandan da toplumun genelinin gelişmesini sağlamak için üretilen elektrik enerjisi miktarını artırmaları kesinlikle gerekli. Ancak Hindistan’ın bu yolda dayanabileceği ana enerji kaynağı kömürdür. Kömür yakıldığında çıkan karbondioksit gazı iklim değişikliğinin en başta gelen nedenidir. Ayrıca böylesi bir nüfusa gerekli olan enerjiyi üretmek için kurulması gereken kömürlü termik santraller de ciddi çevresel hasarlara yol açmaktadır. Ülkemizde de gördüğümüz üzere kömürle çalışan termik santrallerin çevresindeki doğa adeta yok olmaktadır. O bölgede yaşayan insanlarda görülen hastalık oranları ve özellikle kanser vakaları normalin üzerindedir. Bu gerçekleri bir araya getirdiğimizde enerji ihtiyacını karşılarken doğayı ve insanı korumanın da kolay olmayacağını görebiliriz.

İlk adım enerji tasarrufu

Enerji arzının sürdürülebilirliğini sağlayabilmek için iki koldan hareket etmek gereklidir. Bu alanlarda yapılacak çalışmaların da beraber yürümesi, sürdürülebilirliğin sağlanması açısından kıymetlidir. Söz konusu alanların ilki ekonomik büyüme ile enerji ihtiyacının birbirinden ayrılmasıdır. Bu ayrıklaştırmanın ilk basamağı doğal olarak enerji tasarrufudur. Ülkemizde özellikle çevre aydınlatmasına gereğinden fazla enerji harcanmaktadır. Elektrik enerjisinin önemli bir kısmını havaya karbondioksit salarak elde ettiğimiz unutulmamalıdır. Durum böyleyken sadece “ülkemiz artık geceleri bile pırıl pırıl” diyebilmek için gereği olmayan yerleri aydınlatmak, enerjinin boşa kullanılmasıdır. Eminim hepiniz bu yanlışın çeşitli örneklerini her gece görüyorsunuz. Bunun yanında da gerçekten aydınlatılması gereken yerlerde de bir sokak lambası bulmak mümkün olmayabiliyor. Gelişen elektronik sistemleri kullanarak insan ve araç yoğunluğunu ölçmek ve ışıklandırmayı anlık olarak buna göre ayarlamak artık çok kolay ulaşılabilen bir teknolojidir. Günümüzde Çin’deki bir şehirde değil sokak ışıkları, tüm şehrin trafik ışıkları da trafik yoğunluğunu algılayarak çalışan bir yapay zeka tarafından düzenlenmektedir.Teknolojinin böylesine ilerlediği bir ortamda zor ürettiğimiz enerjiyi boşa harcamamak için elimizden geleni yapmak zorundayız.

Enerji tasarrufu alanında atılacak ikinci önemli adım da her alanda daha tasarruflu cihazlar kullanmaktır. Özellikle konutlarda yapılacak nispeten küçük yatırımlar hem kullanılan enerjinin, hem de ödenen ısıtma ve elektrik faturalarının azalmasına yardımcı olacaktır. Elektriği ve doğal gazı neredeyse hepimiz satın alıyoruz. Cebimizden ne kadar az para çıkacak olsa o kadar kazançlı oluruz.

Tarımdan endüstriye, devlet dairelerinden evlerimize kadar her alanda enerjiyi nasıl verimli kullanıp tasarruf sağlayabileceğimizin türlü örnekleri bulunmaktadır. Ne yazık ki ülke olarak kısa vadeli düşündüğümüzden kısa vadede daha pahalı ama uzun vadede bize çok daha fazla tasarruf ve kazanç sağlayabilecek çözümleri tercih etmiyoruz. Oysa sürdürülebilirlik genel olarak uzun vadeli düşünmeyi öngörmektedir. Enerji alanındaki en önemli değişimlerden biri de bu kısa vadeli düşünme yapısında yaşanmak zorundadır.

Sürdürülebilir yerel üretim

Enerji arzının sürdürülebilmesi için enerji kaynağının sürdürülebilir olmasının yanında enerji dağıtım ağlarının da sürdürülebilirliği büyük önem taşır. Günümüzde neredeyse her ülkede elektrik enerjisi merkezi olarak üretilir ve dağıtılır. Hatta çoğu ülkede bu üretim ve dağıtım devlet tekelindedir. Oysa özellikle bugünkü teknolojilerde enerji üretimi merkezi olmak zorunda değildir. Hatta enerji üretiminin merkezi olmaması beraberinde çeşitli çözümleri de getirir. Mesela hidroelektrik santrali dediğimiz zaman çoğumuzun aklına akan bir nehrin üzerine kurulan dev bir baraj gelir. Ama aslında bizim ihtiyacımız eskiden dere kenarındaki değirmenlerde olduğu gibi akan suyun bir çarkı çevirmesidir. İstediğimiz küçük bir köyün ya da birkaç evin elektrik enerjisini üretmekse suyun önünü keserek bir set oluşturmak gerekli değildir, akan suyun içerisine koyacağımız pervaneler de bizim ihtiyacımız olan enerjiyi üretebilir. Benzer şekilde 50 metre yükseklikte dev bir rüzgar santrali dikmek yerine çok daha küçük pervaneler kullanarak yerelde ihtiyaç duyulan enerjiyi elde etmek mümkündür. Yerelde elde edilen bu enerji gene yerelde kullanılacağından karmaşık enerji transfer sistemlerine de gerek duyulmayabilir ya da bu sistemler ancak yerel sistemlerin arızalandığı zamanlarda kullanılabilir.

Yerelde enerji üretim sistemleri sürdürülebilirdir, ancak bu sistemlerin güncel enerji üretim alternatifleri olarak görülmemesinin ardındaki temel neden enerji üretiminin kazançlı bir yatırım olmasıdır. Bundan dolayı da piyasayı ellerinde tutan devlet ve şirketler yerelde enerji üretimine yarayacak teknolojilerin ucuzlayacak şekilde seri üretimine fırsat vermemektedir. Oysa enerjinin yerelde rüzgar, güneş veya yukarıda bahsettiğim şekilde akarsulardan üretilmesi hem sürdürülebilirdir hem de enerji bağımsızlığını da beraberinde getirir. Ayrıca bu tür sistemler yatırım gerektirdiğinden enerji tasarrufunu da teşvik ederler.

Elektrik enerjisini yerelde üretmesek bile uzun vadede güneş ve rüzgar gibi sürdürülebilir kaynaklara yaslanmak zorundayız. Bunun iki tane temel sebebi vardır. İlki, kömür, petrol ve doğal gaz yer altından çıkan kaynaklardır ve bu kaynakların ekonomik olarak ulaşılabilen bölümü kısıtlıdır. Bugüne kadar kullanmış olduğumuz kaynaklar kalanlara oranla daha azdır. Yani fosil yakıt kaynakları böyle kullanılacak olursa bize 150 sene daha yetmez. Ayrıca bu kaynakların insan sağlığına, çevreye ve iklime verdiği zarar ortadadır. Bundan dolayı da sürdürülebilir bir yaşam için 150 sene beklemeden bu fosil yakıt kaynaklarının kullanımını kısıtlamalı, hatta toptan ortadan kaldırmalıyız. Bugünün teknolojisi ile bile güneş ve rüzgar enerjisine ayrılacak kaynaklarla bu teknolojiler ihtiyacımız olan tüm enerjiyi üretebilir. Yeter ki biz enerjiyi gereksiz yere harcamayalım.

(Yeşil Gazete)

Şehirde sahiden güncel sanat patladı mı?

Sanatın, entelektüel üretimin özgürleşmesi, iktidar aygıtından ayrışması imtiyaz sahiplerine değil ama topluma iyi gelirdi. Bu nedenle de “güncel” sıfatı taşıyan şey sanat alanına, müzelere izole edilmeli, kapatılmalı. Kapatılmalı ki, halk onu zenginlerin, büyük sermayenin bir yaşama tarzı, bir stil tercihi zannetsin. Ayrıcalıkların yeniden üretildiği, kimsenin anlamadığı, yukarıdan bakan…

Sanat sezonunun açılışı ile kimilerine göre İstanbul’da büyük bir sanat patlaması yaşanıyor. Şehrin değişik mekanlarına yayılan 16. İstanbul Bienali’nin yanında boy gösteren Contemporary gibi dev bir sanat fuarı, yeni müzelerin, galerilerin sergi açılışları, konferanslar, şehrin çeşitli köşelerinde bir dolu etkinliklerle muazzam bir hareketlilik göze çarpıyor.

Şehirde bu hareketlilik yaşanırken, gelişmelerin boyutlarına bakıp “Türkiye güncel sanatta çok ilerledi, Batı ile arasındaki mesafeyi kapattı, İstanbul sanatta dünya merkezlerini yakaladı” gibi yorumlarla gönüllere su serpenler de yok değil.  Bu yorumların sektördeki kuruluşların sahiplerine akıl hocalığı yapmaya soyunan kişilerden gelmesi de herhalde çok şaşırtıcı değil. Bu söylemler İstanbul gibi bir şehrin modernleşme dinamiklerini “Batılılaşma” perspektifinden, ya da başka yönde bir anlayış, tarz değişikliği gibi okuyan tarihyazımı biçimlerini çağrıştırıyor.

Ancak bu hareketliliğin bununla sınırlı olduğunu düşünmek zannedersem eksik kalır. Cumhurbaşkanlığı katında dahi bu gelişmelere seyirci kalınmadığı görülüyor. Bir reklam ajansı tarafından başka amaçla hazırlandığı çok belli olan bir videoya sanat kuruluşlarının isimlerini monte edilip, teşekkür edilmesi meselenin önemsediğini ve izlendiğini gösteriyor. Buna karşılık açılışlarda “güncel sanatı destekleyen” iş çevrelerinin yanında siyasetçiler yokluğu her zaman dikkat çekiyor. Düzenleyiciler tarafından kendilerine her fırsatta teşekkür edilse de.

Saray’da küratör

Öyle değil mi, böyle bir etkinlik Avrupa’nın başka bir şehrinde gerçekleştiğinde öncelikle kültür bakanları, belediye başkanları boy gösterir, sahiplenir. Bu ilgisizliğin nedeni ne olabilir? İşlerinin yoğunluğu mu? “Siyasetçiler bir de sanat platformlarında boy göstermesinler, burada eksik kalsınlar çok daha iyi” diye düşünebilirsiniz elbette. Düşünsenize bir de kendi saraylarına davet ettikleri gibi Bienal’in küratörünü, sanatçılarını, eserlerini belirlemeye kalksalar ne olur?

Bunun cevabını kendileri de dahil, herkes çok iyi biliyor: Olsa olsa devasa bütçeler, kamu imkanları, ihaleler ile kamu kurumları altında çalıştırdıkları yandaş ses ve görüntü hizmetleri taşeronları ile gerçekleştirdikleri, bizzat katılarak destekledikleri ve her seferinde birincisinden sonra fiyasko ile biten tuhaflıklar gibi olur!

İstanbul Bienali’nin bütçesinin on mislini de yatırsalar, bütün tarihi mekanları da açsalar bu iş olmadığına göre, durumu kendilerinin de fark ettiğini, boylarının ölçüsünü aldıklarını düşünebilirsiniz. Ancak gene de “evet, bunlar sanattan anlamazlar” demeyip bu meselenin üzerinde düşünmek gerekli.

Belki “güncel” sıfatını taşıyan sanatın halkın ilgisini çekmediğini, lüzumsuz bir şey olduğunu düşünüyorlar. Bu yüzden önemsemiyorlar. Ya da belki bu tür ortamlardan “anlaşılmayan, münasebetsiz şeyler” olduğunu düşünerek uzak durmayı tercih ediyorlar. “Bu güncel denen sanat tehlikeli bir şey, ne de olsa tedbirli olmak lazım” diye düşünüyor bile olabilirler. Bunların hepsi az çok geçerli olabilir. Ama ben açıkçası bu uzaklığın, ilişkisizliğin nedenlerinin başka bir yerde, maddi koşullar içinde aranması gerektiğini düşünenlerdenim.

‘Güncel’se izole et

Türkiye gibi sekülerleşmemiş ulus-devletlerde sanatla siyasetin ilişkisinin her zaman sorunlu olduğunu söyleyebilirim: Sulukule Projesi‘nin bir Tasarım Bienali kapsamında gerçekleştirildiğini şöyle bir düşünsenize. O zaman bu projeyi gerçekleştiren mimarlar, plancılar iş bulabilir miydi? Ya da Kabataş‘ta yapılmaya çalışılan Martı Projesi gibi bir şey olabilir miydi? Eğer İstanbul’un planları açık bir sistemle yapılsaydı, Kuzey Ormanları içinde otoyollar, 3. Havalimanı, spekülatif  imar hareketleri bu kadar kolaylıkla gerçekleştirilebilir miydi? Bilmiyorum.

Hatta daha fazlasını söyleyelim: Devlet iktidarı ile sembolik sermaye iç içe geçmemiş olsaydı, kimlik meselesi şiddetle çözülmeye çalışılır mıydı? Neo-nasyonalist bir rejimin inşası mümkün olabilir miydi? İnsanlar ötekileştirilmeden, kazınmadan, kırıma uğramadan, otoriter bir yönetim altında yaşamadan, haksızlıklar olmadan, sorunlardan beslenen toplumsal tabakalar, imtiyaz alanları yaratılabilir miydi? Sosyal alanda çatışmalar, kırımlar, şiddet olur muydu? Olamazdı. Entelektüel sermaye sekülerleşirdi ve sağcısı-solcusu ile devlet iktidarı üzerinden iş göremezdi. Sanatın, entelektüel üretimin özgürleşmesi, iktidar aygıtından ayrışması topluma iyi gelirdi, imtiyaz sahiplerine iyi gelmezdi.

İşte bu nedenle “güncel” sıfatı taşıyan şey sanat alanına, müzelere izole edilmeli, kapatılmalı. Kapatılmalı ki, halk onu zenginlerin, büyük sermayenin bir yaşama tarzı, bir stil tercihi zannetsin. Ayrıcalıkların yeniden üretildiği, kimsenin anlamadığı, yukarıdan bakan…

Evet, “güncel” etiketini taşıyan her şey; sanat, tasarım, mimarlık ya görüldüğü yerde imha edilmeli, “yerli ve milli” sınırlar içine çekilerek, kamu kaynakları kurutulmalı. İmha edilemiyorsa ehlileştirilmeli, itaat altına alınmalı ve müzelere, hayırseverlik alanına kapatılmalı.  Böylece hayatın kendisi, kitleler iktidar ve piyasa güçlerinin kontrolü altında kalmalı.

Güncel’e karşı yerli ve milli

İşte bu nedenle, “güncel” sıfatının karşısında “yerli ve milli” sanat yer alıyor. Bu; dünya savaşlarına, çatışmalara, kırımlara, felaketlere yol açan bildiğimiz neo-klasik dünya. Türkiye bunun içine sıkıştırılmaya çalışılıyor. Milli edebiyat, mimarlık, sanat gibi kavramlar yalnızca biçimsel bir repertuvar değil, aynı zamanda tıpkı siyasal coğrafyada olduğu gibi korunaklı, tanımlı sınırlar oluşturuyor.

Bu dünya modern zamanlardaki bir paradoksu gizliyor: Kültür, sanat, kimlikler bu dünyada hazır yapımlara dönüşüyor. Ancak hala sanatçılar, tasarımcılar, mimarlar yeni koşulların farkında değilmiş gibi yapmaya devam ediyorlar. Böylece hazıryapıma dönüşen geleneklerin, kimliklerin temsil paradoksunu gizleme işlevini yerine getiriyorlar. Böylece kompartımanlar içinde temsil ilişkilerini, eşitsizliklerini gizleyecek bir şekilde, entelektüel alan soylulaştırıcı bir işlev görüyor.

Oysa “güncel sanat” kavramı ya da “güncel” sıfatı, bu durumu, kapitalizmin hala gelenekleri, kimlikleri yaşatıyormuş gibi yapmasını sorgulamak amacıyla ortaya çıktı. Arkasındaki fikir sorunsalı başlangıçta kabaca şuydu: “Başka koşullarda başka sanat, mimarlık tarzları ortaya çıktı.  Peki neden onları taklit etmek yerine, günümüzün koşullarına uygun bir sanat veya mimarlık yapmayalım?”

Bu arayış bir ölçüde maddi koşulları ekonomiye indirgeyen Ortodoks Marksist teoriden farklı. Koşulları üretim tarzı, temsil ilişkileri gibi daha bütünsel bir çerçevede ele almaya çalışır, bunun tarz değil, “kopuş” olduğunu ileri sürer. Buna karşılık, “güncel” sıfatını hala bir tarzı ifade etmek için kullanan, ehlileştirmeye çalışan sanatçılar, eleştirmenler de var.

Bu durumda “güncel sanat”ın hayırseverlik alanına ya da piyasa alanına izole edilmesi ne anlama geliyor? Önce şunu söyleyelim: Neo-nasyonalistlerin dünyası imtiyaz alanları yaratmaya ve kendi halkını sömürmeye dayanıyor. Küresel sermaye ise buna karşı “güncel sanat”la direniyormuş gibi yapıyor. Geçmişte şöyle bir çelişki yaşanmıştı: Faşizme karşı “özgür” dünya, özellikle kültür alanındaki girişimleri ile, kapitalizm de kapitalizm dışı kurumlarla kendisini aşıladı. Çünkü saf kapitalizm, faşizmden başka bir şey değil.  Bu nedenle Türkiye’de “güncel sanat”tan söz edilecekse, bunun şöyle bir “milli anlamı” olabilir: Güncel sanatın hayırseverlik alanına izole edilmesinin sermaye ile devlet iktidarını kullanan toplumsal tabakalar arasında simbiyotik bir ilişki arz ettiğini söylemek yanlış olmaz. Çelişkileri, uzlaşmaları ve birbirini desteklemeleri ile farklı yapıların iktidar alanını paylaşmaları böyle bir şey.

Bunu da önümüzdeki hafta tartışmaya devam edelim.

(Yeşil Gazete)

‘Radyasyon var diyen dinsizdir’: Çernobil, dizi, bitmeyen felaket

‘Varacağım nokta şu: Belki de Çernobil’i tek seferlik “bir kaza” olarak düşünmemek lâzım. Radyoaktif madde üreten ve bunu bazen bilerek, bazen bilmeyerek çevreye saçan bir medeniyetin, yani daha geniş bir zincirin halkalarından biriydi Çernobil.’

1986-1990 yıllarında içi etle dolu olan bir tren, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin muhtelif şehirleri arasında dolaşıp durdu. Bakü’ye gönderildi, geri geldi. Erivan ve Tiflis’te de yükünü boşaltmasına izin verilmedi. Moskova zaten bir seçenek değildi, çünkü trenin oraya gönderilmemesi tembihlenmişti. Özetle, trendeki yaklaşık 60 ton eti kimse almak istemiyordu. Çünkü etler radyasyonluydu.

Çernobil’in ardından, civarda yaşayan 100 bin hayvan alelacele kesilmiş, ama imha etmeye kıyılamamıştı. Malûm, et zor bulunan bir gıda, özellikle de o dönemin şartlarında. Onun yerine etler, radyasyon oranları ölçülerek üç gruba ayrıldı. Düşük ve orta radyasyonlu etler, radyasyonsuz etlerle karıştırılarak (yani ortalama düşürülerek) sofralara sürüldü. Yüksek oranda radyasyonlu etler ise donduruldu. Maksat, radyasyonun geçmesini beklemek, sonra da etleri yeniden kullanıma sokmaktı. Fakat kimse bu etlere talip olmadığı için, derin donduruculu tren hedefsiz bir şekilde oradan buraya hareket etmek zorunda kaldı. Nihayet 1990 yılında, yani tam dört yıl sonra bu ölümcül kargonun gömülerek imha edilmesine karar verildi (Brown 2019).

Birazdan benzer uygulamaların devam ettiğini, ortalamalarla yürütülen ticareti anlatacağım. Ancak asıl vurgulamak istediğim şu: Çernobil’deki nükleer santral felaketinin etkilerini, neler yaşandığını bugün bile tam olarak bilmiyoruz. Bir sürü hikâye hâlâ anlatılmayı bekliyor. Devletlerin-kurumların olan biteni gizlemek, üstünü örtmek için olağanüstü çaba sarf ettiği, arşivlerin silindiği yahut hiçliğe terk edildiği bir olaydan bahsediyoruz. Sadece Sovyetlerin değil, tüm dünyanın elbirliği ile olayın üstünü örttüğünü söylemek yanlış olmaz. Ölü sayısı bile hâlâ ihtilaflı. Birleşmiş Milletler’in ilk dönem kayıtlarına göre olayda 35-54 arası insan öldü, uzun vadede de 4000 kişi daha ölecek diye öngörüldü. Sovyet resmî kaynakları da kaybın onlu hanelerde olduğunu ileri sürdü. Dünya Sağlık Örgütü yetkilileri olayın hemen ardından bölgeye gidip, 10 günlük bir araştırmanın sonucunda “radyasyon seviyesi iki-üç katına kadar çıksa bile sorun edecek bir durum yok” diye beyanat verdi. Bir lobi grubu olan Dünya Nükleer Enerji Birliği, bugün hâlâ iki kişinin olay esnasında, 28 kişinin ilk üç ayda, 19 kişinin ise 2004’e kadar uzanan bir dilimde öldüğünü iddia ediyor. Yani toplam 59 kişi telaffuz ediyor. Aynı kaynakta çocuklardaki tiroit kanserinin önemli oranda artmış olduğu sayı verilmeden teslim edilse de bunun Çernobil’le ilişkisinin “kuşkulu” olduğunun altı çiziliyor. Keza Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu da açığa çıkan radyasyonla kanser arasında doğrudan bir bağlantı kurulamayacağını söylüyor.

Oysa sadece Ukrayna’da 35 bin kadının, kocalarının Çernobil’le bağlantılı ölümünden ötürü tazminat aldığını biliyoruz. Altını çizmek istiyorum: Bu sayının içinde ölen kadınlar, çocuklar, bekâr erkekler yok. Üstelik sadece Ukraynalılar…

Ölünse de kalınsa da..

Ölenlerin toplam sayısı hakkında şu noktada ancak tahmin yürütülebilir; ama 100 bini, hattâ 150 bini geçtiği düşünülüyor. 59’la ilgisi yok. Üstelik radyasyon sadece ölüme veya kansere sebep olmuyor; oto-immün hastalıklara; solunum yollarında, sindirim sisteminde, kalpte, hormonlarda, kemik yapısında tahribata; bebeklerin ölü doğmasına ve/yahut mutasyon geçirmesine yol açıyor. Organları olmayan veya muntazam çalışmayan bebekler rahme düşüyor. Ölünse de kalınsa da acı dolu bir yaşam sürdürülüyor. Üstelik bu sorunlarla boğuşan insanlar, Sovyetler dağılınca kendi kaderlerine, daha doğrusu piyasaya terk edildi.

Yukardaki arızaların hepsini bilimsel olarak doğrudan Çernobil’e bağlamak mümkün olmayabilir. Ne de olsa kanseri tetikleyen birden çok sebep var. Ancak yine de yukarda bahsi geçen ve olayı daha ziyade  karanlıkta bırakmayı hedefleyen demeçlerin başka bir boyutu var. Gösterilen bu çabaya dair ancak akıl yürütebiliriz: İki kutuplu dünyanın hassas dengeleri, halkın paniğe kapılmasını engellemek, diğer yerlerdeki nükleer santrallere veya yapımı devam edenlere karşı olası bir kampanyanın önüne geçmek, büyüme hedeflerinden şaşmamak….

Patlamadan etkilenen bölgelerin neresi olduğu bile bugün kamuoyunda tam olarak bilinmiyor. Güney Belarus’ta en az Çernobil’in yakın çevresi kadar radyoaktif ikinci bir bölge daha var mesela (aşağıdaki harita). Olayın hemen akabinde esen rüzgârların sonucu. Otoritelerin başından beri durumu bilmesine rağmen, insanların orada yaşamaya devam etmesine göz yumuldu. Zira devletler böyle büyük felaketler karşısında her bir insanı tehlikeden gerçekten kurtarmaya değil; kamuoyunu yönetmeye, skandalı örtmeye öncelik veriyor. 1989’daki durumu gösteren aşağıdaki haritaya bir daha bakın:

Vadiden vadiye farklar var; radyasyon eşit dağılım göstermiyor. Gazeteler bu önemli detayı söylemeden, insanların bölgeyi terk etmesiyle yaban hayatının arttığına dair haberler yapıyor. İşin turizmi bile var. Sanki radyasyon o kadar da etkili değilmiş gibi, 20-30 senede her şey normale dönüyormuş gibi…

Çernobil: İnsanlar gidince ortaya çıkan yaban hayat sığınağı.

Oysa yaban hayatı nerede çoğalabiliyor, nerede sona eriyor; çok iyi etüt etmek lâzım. Tüm bu haberlerin yanıltmaya yönelik bir tarafı olduğunu düşünmeden edemiyorum. Maksat bu değilse de etkisi bu. Yıllar önce kesilen ağaçların çürüyemediği, hâlâ olduğu gibi durduğu yerler var. Sebep, mikro ölçekteki hayatın (böceklerin, bakterilerin) yok olmuş olması. Bekleneceği üzere, turizm sayfaları bu bölgelerden bahsetmiyor.

Malûm, Türkiye’de de bu olay ciddiye alınmadı; üstü hızla örtüldü. Birileri çay içip aklınca radyasyonun olmadığını ispat etmeye çalıştı. Karadeniz’e kıyısı olan yerlerde hızla artan kanser vakaları dedikodu olarak kaldı, sayılar kamuoyuyla paylaşılmadı.

Ben bunu uzun yıllar Türkiye’ye has bir “rezillik” olarak düşünmüştüm; ancak olmayabilir. Japonya’da, Fukushima’daki büyük nükleer felaketin bile (2011) en başta üstü örtülmeye çalışıldı. Çekirdeğin erimiş olduğu ancak iki ay sonra kabul edildi.

Varacağım nokta şu: Belki de Çernobil’i tek seferlik “bir kaza” olarak düşünmemek lâzım. Radyoaktif madde üreten ve bunu bazen bilerek, bazen bilmeyerek çevreye saçan bir medeniyetin, yani daha geniş bir zincirin halkalarından biriydi Çernobil. Hiroşima ve Nagazaki’nin; güya boş topraklarda, okyanuslarda yapılan nükleer denemelerin; var olan yaklaşık 450 santralden oluşan büyük bir zincirin parçası…

Bikini Adalarındaki nükleer deneme- 1946

Bugün pek çok yerde, Amerika-İngiltere-Japonya’daki reaktörlerde bile sızıntılar, patlamalar oluyor. Çoğu zaman duymuyoruz. Çernobil’in sonrasında olanları yahut hâlâ devam eden nükleer felaketler zincirini de bilmiyoruz. Örneğin bugün o civarda hâlâ her ağaç yandığında ciddi miktarda radyasyon açığa çıkıyor; çünkü ağaçlar, otlar, toprak depo gibi. Felaket, on yıllar sonra açığa çıkan radyasyonla beraber bir daha, bir daha yaşanıyor. Yöredeki ahududuları toplayıp satan insanlar önce ölçüm yapıyor; yüksek radyasyonlu yemişleri kanunen “güvenli” eşiğin altına çekmek için diğer ahududularla karıştırıp Avrupa-Asya pazarına satıyor. Marmelat olarak yiyoruz. Felaket olduğu yerde durmuyor, çeşitli kanallar üzerinden hareket ediyor ve bir türlü sona ermiyor.

Yakın zamanlarda çok ses getirmiş HBO’nun Çernobil dizisi (oldukça etkileyici bir dizi olduğunu belirteyim) işte tam da bu hususları ıskalıyor. Köhne Sovyet rejiminde “yaşanmış ve bitmiş” bir ”kazayı” dünyanın diğer yerlerindeki nükleer sızıntılardan, felaketlerden hiç bahsetmeden anlatmayı başarıyor. Dünü dünde bırakıyor, geçmişle bugün arasına bir çizgi çekiyor. Dizinin yol açtığı tartışmadan istifade eden ABD’deki Nükleer Enerji Enstitüsü (NEI) Sovyetlerdeki reaktörlerle ABD’deki reaktörlerin farkını anlatan ve bu felaketin ABD’de asla yaşanamayacağını iddia eden bir beyanat verdi yakın zamanlarda mesela. Suç, at gözlüğü takmış bürokratlara ve eski teknolojiye atılmış oldu. “Burası” ve “orası” arasına yine kalın bir çizgi çekildi. Dizinin en sonunda (5. bölümün sonu) olayın devamı orijinal görüntüler ve altyazılar eşliğinde anlatılırken, Amerika’daki sızıntılardan bahsetmek yahut Japonya’dan bir görüntü eklemek bile işin rengini değiştirirdi. Fakat yine de tartışmanın geldiği bu nokta bana göre dizinin başarısızlığından çok (ki dizi pek çok açıdan gayet iyiydi), nükleer lobisinin motivasyonunu gösteriyor.

Toparlayayım: Plütonyumun yarılanma süresi 24 bin yıl. Bu tarz bir atığın gelecek 24 bin yıllık süreçte güvenle muhafaza edileceğinin garantisini hiçbir kurum, hiçbir devlet veremez. 24 bin yılı geçtim, 10 bin yıl önce insanlığın durumunu düşünün. Ortada devlet bile yoktu.

Los Alamos/New Mexico’da 1957’den beri nükleer atık deposu olarak kullanılan ve “G Bölgesi” (Area G) diye anılan bir yer var. Buraya her sene 100 milyon dolar harcanıyor. 2070’e kadar bütçesi çıkmış; ancak raporlarda tedbirin kalkması için öngörülen süre 3046 olarak geçiyor (Masco 2010). Şimdi 2019’dan 3046’ya ulaşıncaya kadar içinizden yüzer yüzer sayın.

2700’lerde ben gülmeye başlıyorum, ya siz?

Okuma önerileri

Bu yazıdaki bilgilerin önemli bir bölümü konuyla ilgili çalışan Profesör Kate Brown’dan geliyor. Kendisini Talinn’deki bir konferansta dinleme imkânı buldum, hemen yazılarını/kitabını okumaya giriştim. Hararetle tavsiye ediyorum.

  • Brown, Kate. 2019. Manual for Survival: A Chernobyl Guide to the Future. Allen Lane.

Japonların atom bombasından sonra nükleer santral kurmayı nasıl kabul ettiklerine dair:

  • Brown, Kate. 2017. “Marie Curie’s Fingerprint: Nuclear Spelunking in the Chernobyl Zone.” Arts of Living on a Damaged Planet, kitabının içinde. M91–105. Minneapolis and Londra: University Press of Minnesota.
  • Konuyla ilgili Pınar Demircan’ın yazısı burada. Diğer yazılarını da Google’dan bulabilirsiniz.

Yazıda geçen Los Alamos’la ilgili:

  • Masco, Joseph. 2010. “Mutant Ecologies: Radioactive Life in Post-Cold War New Mexico.” Global Political Ecology, kitabının içinde, (der.) Richard Peet, Paul Robbins ve Michael J. Watts, 285–303. Londra; New York: Routledge.

Türkçe okumak isteyenler:

  • Cohen, Martin ve Andrew McKillop. 2016. Kıyamet Makinesi. İstanbul: İletişim Yayınları.

(Yeşil Gazete)

 

 

 

 

 

12 Eylül’ün yıldönümü vesilesiyle faşizm ve demokrasi – Murat Özbank

‘Faşist iktidarlar, örneğin şu sıralar 39’uncu yıldönümünü idrak ettiğimiz 12 Eylül cuntası gibi askeri darbe rejimlerinden farklı olarak  ‘tepeden inmezler,’ ‘tabandan çıkarlar. Onu diğer iktidar biçimlerinden ayıran şey popüler bir destek tabanına sahip olmaları, varlıklarını bu popüler destek tabanına borçlu olmalarıdır’

İkinci Dünya Savaşı’nda insanlık öylesine büyük bir yıkım yaşadı ve bu yıkımın sorumlusu ‘faşist’ rejimler, o dönemin ‘liberal’ ve ‘sosyalist’ rejimlerinin ittifakı ile öylesine ağır bir yenilgiye uğratıldı ki, 1945 sonrası dünyasının siyaset tartışmalarında ‘faşizm’ sözcüğü kendisine ancak otoriter, merkeziyetçi, dışlayıcı, sivil toplumun özgürlük alanlarını boğmaya çalışan, şiddete dayalı çözümleri savunan siyasal hareketleri, liderleri ve rejimleri aşağılamak için kullanılan bir hakaret sözcüğü olarak yer bulabildi. Soğuk savaş yıllarında ABD’nin önderliğindeki ‘liberal’ Batı Bloğu’nun da, Sovyetler Birliği’nin önderliğindeki ‘sosyalist’ Doğu Bloğu’nun da aralarındaki her türlü ideolojik görüş ayrılığına rağmen, muhtemelen üzerinde ortaklaşabildikleri tek düşünce, ‘faşizmin’ bir daha geri gelmemek üzere tarihin çöplüğüne atılmış olduğu hissiyatıydı. Evet. liberalizmle sosyalizimin ideolojik mücadelesi sürüyordu ama faşizm yarıştan çekilmiş, tarih sahnesinden elenmişti. Savaş sonrasının dünyasında küresel hegemonya yarışı artık münhasıran liberalizmle sosyalizm arasındaydı.

1990’lı yılların ikinci yarısında (yani soğuk savaşın Sovyet bloğunun havlu atmasıyla bitmesinin üzerinden ancak beş-altı yılın geçmiş olduğu, Francis Fukuyama’nın ‘tarihin sonu’, Samuel Huntington’un ‘medeniyetler çatışması’ tezlerini dolaşıma soktuğu, Türkiye’nin güneydoğusunda, Afrika’da, Rwanda’da, Avrupa’nın göbeğinde, Bosna’da ve dünyanın daha bir çok yerinde etnik kimliklere yönelik şiddetin tavan yaptığı bir dönemde) Kanada’da doktora yaptığım üniversitedeki Hegelci bir hocamız, dinlemeye istekli birilerini her bulduğunda, içinde Alexandre Kojeve’e, Leo Strauss’a ve Carl Schmitt’e bolca referanslar verdiği uzun konuşmalarla, ‘faşizmin’ artık geçmişte kalmış, en fazla tarihçileri ilgilendirebilecek bir şey olduğu yolundaki yaygın hissiyatın ne kadar yanıltıcı olduğunu anlatmaya çalışırdı. Faşizmi savunduğu için değil, tam aksine insanları yeniden yükselme potansiyelinin her daim canlı olduğuna inandığı faşizme karşı nasıl önlem alınabileceği üzerine düşünmeye teşvik etmek, onları ‘faşizm artık bitti’ hissiyatının verdiği rehavete karşı uyarmak için…

O yıllarda büyük bir cevvaliyetle demokrasinin hem ekonomik hem de kültürel anlamda daha kapsayıcı, çoğulcu ve eşitlikçi bir yönde nasıl derinleştirilebileceğini ve yaygınlaştırılabileceğini düşünmeye, bunun yollarını araştırmaya çalışan, yirmili yaşlarının sonlarında, otuzlu yaşlarının başlarında, genç irisi doktora öğrencileriydik. Aramızda dünyanın bir çok değişik ülkesinden gelmiş insanlar vardı. Bazı arkadaşlarımız kendi ülkelerinde insan hakları savunuculuğu yapan, muhalif aktivistlerdi. Çoğumuz yukarıda kulaklarını çınlattığım hocamızın ‘karamsarlığını’ şevk kırıcı bulur, ona kızardık. İtiraf edeyim ben de, hocamızın ‘tehlikeyi’ biraz abarttığını, teorik bir ihtimalin uyandırdığı soyut kaygılar nedeniyle, güncel gerçekliğin sunduğu somut demokratikleşme imkanlarını gözden kaçırdığını düşünürdüm.

Aradan 20 küsur yıl geçti. Bizim daha kapsayıcı,  eşitlikçi ve çoğulcu bir yönde yaygınlaştırmaya ve derinleştirmeye çalıştığımız demokrasiler, tam aksine giderek daha dışlayıcı, hiyerarşik ve tek sesli bir hal alarak sığlaştılar. O sığlığın ‘neo-liberal’ bataklığında, şu sıralar adına kibarca ‘sağ popülizm’ demeye başladığımız şey yükselişe geçti. Rusya’da Putin milliyetçiliği, Amerika’da Trump’ın ‘beyaz üstüncülüğü’, Macaristan’da Orban’ın ‘illiberal’ demokrasisi (ki illiberal kelimesinin karşılığını sözlükler ‘bağnaz, hoşgörüsüz, hasis’ olarak veriyor) iktidara geldi. Nihayet Brezilya’da Bolsonaro’nun başkanlık seçimlerini kazanmasıyla birlikte ‘faşizm’ kelimesinin de ‘itibarı’ iade edildiğinde, ben çoktan yukarıda andığım hocamın 20 küsur yıl önceki şevk kırıcı karamsarlığının, aslında öngörülü bir gerçekçilik içerdiğini düşünmeye başlamıştım bile. Son altı yıldır Türkiye’de yaşamakta olduğumuz ‘yerlici ve millici’ kutuplaşma bize dünyadaki bu ‘nadide’ örneklerle boy ölçüşebilecek bir deneyim imkanı sunuyordu çünkü.

Peki nedir ‘faşizm’ ve onu ‘demokrasiden’ ayıran temel fark nedir?

Yaygın inancın aksine, “faşist” iktidarların ayrıştırıcı özelliği şiddet yanlısı, baskıcı ve dışlayıcı olmaları değildir. Faşist iktidarlar şiddet yanlısı, baskıcı ve dışlayıcıdır elbette de, onları bu özellikleri paylaşan diğer iktidar biçimlerinden ayıran şey popüler bir destek tabanına sahip olmaları, varlıklarını bu popüler destek tabanına borçlu olmalarıdır. İngiliz tarihçi Eric Hobsbawm’ın iki dünya savaşı arasında yükselen faşist hareketlerden bahsederken yaptığı tespit bu anlamda önemlidir. “Faşist sağ ile faşist olmayan sağ arasındaki en önemli fark,” der Hobsbawm, “faşizmin kitleleri aşağıdan seferber ederek varolmasıdır. Faşizm, geleneksel gericilerin nefret ettiği, ‘organik devlet’ savunucularının etrafından dolaşmaya çalıştığı demokratik ve popüler siyaset çağına aittir.”

Dolayısıyla faşist iktidarlar, örneğin şu sıralar 39’uncu yıldönümünü idrak ettiğimiz 12 Eylül cuntası gibi askeri darbe rejimlerinden farklı olarak  ‘tepeden inmezler,’ ‘tabandan çıkarlar.’ Faşist liderler, kendini başkan ilan eden, hatta cumhurbaşkanı seçtiren Kenan Evren gibi generallerden farklı olarak önce silah gücüyle iktidara gelip, sonra oturdukları iktidar koltuğunun olanaklarını kullanarak kendilerine popüler bir destek tabanı oluşturmazlar. Faşist liderleri önce sahip oldukları popüler destek tabanı iktidara taşır, onlar sonra, bu destek tabanının onlara kazandırdığı ‘meşruiyet’ algısının verdiği ivmeyle, devletin ‘meşru’ şiddet araçlarını ve ekonomik imkanlarını kullanarak, iktidarlarını ve onları iktidara taşıyan popüler destek tabanlarını daim kılmaya çalışırlar.

Bu anlamda, faşist iktidarların, demokratik iktidarlardan temel farkı, bunlardan ilkinin ‘halktan kopuk’ olması, diğerininse halkın rızasına dayanması değildir. Her iki rejimde de siyasal iktidar, halkın önemli bir çoğunluğunun rızasıyla kurulur, her iki rejimde de siyasal iktidarın bekası bu popüler destek tabanının muhafaza edilmesine, hatta mümkünse genişletilmesine bağlıdır.

İki rejim arasındaki temel fark, birinde düzenli aralıklarla seçimlerin yapılması, diğerinde ise hiç seçim yapılmaması da değildir. Her iki rejimde de düzenli aralıklarla seçimler yapılır. Demokrasilerde, siyasal iktidarlar seçimle gelip seçimle gittikleri için; faşist rejimlerde ise siyasal iktidar gücünü borçlu olduğu popüler destek tabanını muhafaza ettiğinden emin olmak, ‘dostlarına’ meşruiyetini ispat etmek, ‘düşmanlarına’ gücünü göstererek göz dağı vermek istediği için…

Hayır, demokrasi ile faşizm arasındaki temel fark, siyasal iktidarların her iki rejimde de muhtaç oldukları popüler destek tabanının nasıl oluşturulduğunda ve muhafaza edildiğinde, Amerikalı dilbilimci ve eleştirel aydın Noam Chomsky’nin veciz ifadesiyle ‘rızanın nasıl imal edildiğinde’ gizlidir. Faşist iktidarlar muhtaç oldukları popüler destek tabanını halkın üzerine pek düşünülmemiş, akıl ve vicdan terazisinde tartılmamış korkularını, önyargılarını ve hınçlarını, kitlesel iletişim araçları üzerinden yürütülen ‘algı mühendisliği’ yöntemleriyle harekete geçirerek oluşturmaya veya muhafaza etmeye çalışırlar. Demokratik rejimlerde ise iktidarlar, seçmenleri, açık, özgür, şeffaf ve adil bir politik tartışma ortamında, akıllarına ve vicdanlarına hitap ederek ikna edebildikleri ölçüde popüler desteğe kavuşabilirler, sahip oldukları popüler desteği bu şekilde muhafaza edebildikleri sürece iktidarda kalır, seçmenleri bu şekilde ikna edemedikleri ilk seçimde de iktidardan düşerler.

Tek cümleyle ifade etmek gerekirse, faşist iktidarlar dışlayıcı, kutuplaştırıcı ‘ideolojik propagandadan’, demokratik iktidarlar ise kapsayıcı, uzlaştırıcı, ‘akılcı tartışmalardan’ beslenirler.

Hadi bu yazıyı, ‘ileri demokrasi’ deyiminin Türkiye’nin siyasi literatürüne ilk girdiği günden beri kendime sorduğum bir soruyu size de musallat ederek bitireyim: Bu genel kavramsal çerçeve içerisinde düşündüğünüzde, Türkiye’yi yöneten siyasal iktidarı siz nasıl tanımlardınız? Demokratik mi, faşist mi?

(Yeşil Gazete)

İnsanlığın dizleri artık tutmuyor – Zülfü Dicleli

‘Thomas Piketty’nin de dediği gibi, mülkiyeti kutsal kılma aşamasından çıkıp kapitalizmin ötesine geçmenin zamanı gelmiştir.’

Bugün küresel gelişmelerin başlıca itici kuvvetlerini iklim değişikliğinin derinleşen ve yaygınlaşan etkileri ile demokrasiye yönelik küresel saldırı oluşturuyor.

Gezegenimizin yaşamakta olduğu iklim değişikliğinin etkileri çeşitleniyor: Dünyanın her yerinde, özellikle kutup bölgelerinde buzullar eriyor. Bunun sonucunda deniz düzeyleri artan bir hızla yükseliyor. Sıcaklıkların artması ve buzulların azalması yaban hayvanlarını ve onların habitatını etkiliyor, türlerin yok oluşu hızlanıyor, birçok hayvan yer değiştiriyor. Yağmur ve kar yağışı artarken bazı bölgelerde de kuraklıklar yaygınlaşıyor. Alışılmadık iklim olayları ve doğal afetler yaşanıyor. Orman yangınları sıklaşıyor, su sıkıntısı artıyor, bazı bitki türleri bozuluyor. Arılar azalırken sivrisinekler, denizanaları ve tarım zararlıları gibi bazı hayvanlar çoğalıyor. Sanayi ve tüketim ürünlerinin atıkları hava, toprak ve suyun kirliliğini artırıyor.

Aynı zamanda demokrasiye yönelik küresel çapta bir tehditle karşı karşıyayız. Freedom House’un 2018 raporu, 2006’dan bu yana 113 ülkede özgürlüklerin net olarak azaldığı ve küresel özgürlüğün art arda 12 yıldır gerilemekte olduğunu bildiriyor. Böylece İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana git gelli de olsa genel olarak yükselmekte olan demokrasi dalgası güçlü bir otoriter dip akıntısı tarafından durduruluyor. Demokrasi dünya çapında bir resesyona girmiş bulunuyor. Otokratlar inisiyatifi ele alıyor, demokratlar savunma konumlarına çekiliyor, rekabetçi politika ve özgür ifade alanı daralıyor. Otoriter liderler artan ölçüde içeride daha baskıcı, dışarıda daha saldırgan hale geliyor ve rüzgârı arkalarına aldıklarına olan inançları artıyor.

* * *

İçinde yaşadığımız ve Antroposen olarak adlandırılan çağın belirleyici özelliği, bir bütün olarak insan faaliyetinin gezegensel bir kuvvet haline gelmiş olması. Daha önceleri gezegenimizin hayatında sadece bir katılımcı olarak yer alan insan faaliyeti bugün artık egemen faktör haline gelmiş bulunuyor.

İnsan faaliyetinin tüm veçheleri ise ekonomik faaliyet tarafından—belirlenmese bile—mutlaka derinlemesine etkileniyor. Ekonomik faaliyetin genel işleyişini ise bugün neoliberal kapitalist (mutlak kapitalist) zihniyet belirliyor. Bu bağlamda insanın önüne koyduğu amaçlar hem doğal ekosistemlerin hem diğer canlıların ve bizzat insanın çıkarlarıyla derinden çelişiyor.

İklim değişikliği, yoksulluk, kronik hastalıklar ya da modern terörizm gibi birçok problemimizin “sürekli daha çok büyüme” hayalinin peşinde koşmaktan kaynaklandığı artık şüphe götürmüyor. Üretkenliği sürekli artırma ve kontrol edilemeyecek kadar karmaşık hale gelmiş sistemleri kontrol etme tutkusu yeni problemler yaratmaktan başka bir işe yaramıyor.

Bugün ileri sürüldüğünün tersine “Dördüncü Sanayi Devrimi” falan değil, tekelci kârların ve rekabet-düşmanı davranışın meydan okunamayacak kadar sisteme içkin olduğu bozuk, asalak bir enformasyon kapitalizmi yaratılmış bulunuyor.

Bu işleyiş her yerde insanın (ve genel olarak tüm canlı hayatın) gezegenle olan ilişki ve bağlantılarını ve aynı zamanda insanlar arası ilişki ve bağlantıların kalitesini bozuyor ve değiştiriyor. İlişkilerin asimetrisi artıyor, dengeler altüst oluyor.  İnsan faaliyetinin ekolojik sistemlere ve iktidar sahibi azınlık elitlerin çoğunluğa bindirdikleri giderek artan yük taşınabilir olmaktan çıkıyor.

Bugün bütün toplumlarda artan eşitsizlik, işsizlik, tıkanan üretkenlik, yavaş ekonomik büyüme, artan borçlanma düzeyleri hüküm sürüyor ve buna rağmen iklim değişikliğinin ve türlerin yok oluşunun hızlanması durmuyor.

* * *

Helsinki’de kurulu BIOS Research Unit tarafından Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Raporu’nu geliştirmek için BM siparişi üzerine hazırlanan yeni bir rapor, “İnsanlık tarihinde ilk kez olarak ekonomiler enerji verimliliği daha düşük olan enerji kaynaklarına geçmekteler” diyor. “Bu, enerjinin bütün biçimleri için geçerli. Sanayi uygarlığındaki temel ve temel olmayan insan faaliyetlerini desteklemeye devam etmek için gereken kullanılabilir enerjiyi üretmek artık daha az değil daha çok çaba gerektirecektir.” Rapor aynı zamanda şu saptamayı yapıyor: “Ekonomiler gezegenimizin ekosistemlerinin enerji ve madde kullanımının yarattığı atıklarla başa çıkma kapasitesini tükettiler.” Sonuç: Elde edebildiğimiz yeni enerji, o enerjiyi elde etmek için kullandığımız enerjiye kıyasla azalmaktadır.

Bunun anlamı ekonomik faaliyetin yarattığı toplam yeni değerin düzenli olarak azalmakta (dolayısıyla bu artı değeri paylaşım kavgasının sertleşmekte) olduğudur. Yeni teknolojilerin sağladığı olanakların da kullanılmasıyla tekelleşmenin görülmedik boyutlara varması, gelir ve servet eşitsizliklerinin tırmanması, sosyal huzursuzluğun ve küresel göçlerin yaygınlaşması ile otoritarizm dalgasının ve küresel anlaşmazlıkların, gerginliklerin ve yerel çatışmaların yükselişi, bütün bunlar aynı gezegensel krizin değişik görünüm biçimleri olarak ortaya çıkıyor.

O nedenle bugün insanlık olarak karbon emisyonumuzun ve materyal atıklarımızın yol açtığı iklim değişikliğinin ve küresel ısınmanın getirdiği yıkıcı sonuçların geri döndürülemez hale gelmesinin eşiğine gelmiş olmamız yüzünden değil —sadece bu yüzden değil— aynı zamanda ne yaparsak yapalım sanayi uygarlığımızdaki temel ve temel olmayan insan faaliyetlerini sürdürebilmek için gereken kullanılabilir enerjiyi giderek daha az temin edebileceğimiz için de—böyle çifte bir tarihsel zorunluluk yüzünden—insan faaliyetlerini ve insanın çıkarlarını yeniden tanımlamamız, odak noktamızı değiştirmemiz gerekiyor.

İnsan faaliyetlerini ve insanın çıkarlarını insan-doğa ve insan-insan ilişki ve bağlantılarını hegemonyacı olmayacak, sadece bir tarafın yararına işlemeyecek, yeniden uyumlu bir birlikte var oluşu mümkün hale getirecek şekilde tanımlamak zorundayız.

Burada tutulacak ana halka, enerji tüketimimizi—fosil yakıtlardan yenilenebilir kaynaklara geçmekle yetinmeyip—mutlak olarak düşürmek ve bunu sürekli kılmaktır. 2019 yılı içinde vardığı sonuçların BM Sürdürülebilir Kalkınma Raporuna yansıması beklenen yukarıda adı geçen “Ekonomik Geçişin Yönetişimi” başlıklı BIOS Araştırması, bu hedefe yönelik olarak başlıca 4 ana alanda—enerji, ulaşım, gıda ve inşaat—üretim ve tüketim tarzlarımızı değiştirmemiz gerektiğini belirtiyor.

Hepsinde amaç, doğal ekosistemler üzerindeki yükü azaltmak ve iyi bir yaşam için yeterli olanaklar sağlamak olmalıdır. Sera gazlarında net emisyon 2050’ye kadar sıfıra inmelidir. Bunun için tüm enerji altyapısı dönüştürülmelidir. En başta fosil yakıtlardan vazgeçilmelidir. Ulaşımda, şehirlerde bisiklet ve yürümenin ağırlığı artırılırken şehir içi ve şehirlerarası ulaşımda büyük ölçüde elektrikli kamusal ve yarı kamusal ulaşıma geçilmelidir. Gıdada her düzeyde kendi kendine yeterlilik teşvik edilmelidir. Uluslararası gıda ticareti meta piyasası olmaktan çok gıda güvenliğinin kritik bir unsuru olarak görülmelidir. Üretim ve tüketimde süreç içinde süt ve et ürünlerinden büyük ölçüde bitki tabanlı diyetlere geçiş düzenlenmelidir. Konutta, inşaat sektöründe yüksek emisyona yol açan beton ve çeliğin hâkimiyetine son vermek üzere ahşaba dayalı üretim ve tüketime geçilmelidir.

Bu geçiş politikalarının zorunlu bir önkoşulu dönüşümsel sosyal amaçlarla ve ekonomik faaliyetin maddi sınırlarıyla uyumlu olmasıdır. Bu ise ancak çalışmak isteyen herkesin sürekli, kamusal olarak finanse edilen ve yerel olarak yönetilen bir işe sahip olmasının sağlanmasıyla mümkün olabilir. Bireyler, örgütler ve ülkeler ekonomiye kendi başına bir amaç olarak değil iyi bir yaşamı mümkün kılan bir araç olarak yaklaşmalıdır. Ekonomik faaliyet ekonomik büyüme sağlayarak anlam kazanmak yerine altyapıları ve uygulamaları doğal ekosistemler üzerine fazla yük bindirmeyen, fosil yakıt sonrası bir dünya doğrultusunda yeniden inşa etmekle anlam kazanmalıdır.

* * *

Bugün koşullar öyledir ki böyle bir geçiş sağlanamazsa insan faaliyetinin mevcut tarzının doğal ekosistemlere ve insanlığa bindirdiği durmaksızın artan yük kaçınılmaz olarak her alanda yıkım, çöküş, kaos ve kargaşaya, kısaca barbarlığa ve savaşlara yol açacaktır.

Neoliberal kapitalist piyasa ekonomisinden çok farklı böyle bir ekonomik faaliyete ve uluslararası serbest ticaret çevresinde kurulu mevcut dünya politik sisteminden gezegensel sınırlara sahip yeni bir jeopolitik düzene geçiş elbette ancak yerel ve küresel düzeyde yeni bir politik anlayış ve gücün eseri olabilir.

1200 küsur sayfalık yeni kitabı Sermaye ve İdeoloji ile ilgili olarak geçen hafta L’Obs dergisine verdiği röportajda Thomas Piketty’nin de dediği gibi, “Mülkiyeti kutsal kılma aşamasından çıkıp kapitalizmin ötesine geçmenin zamanı gelmiştir.”

Ekonomik faaliyet, serbest piyasalar doğal ve kaçınılmaz yasaların değil aslında devlet müdahalelerinin, kamusal ve özel eylemlerin ürünüdür, insan yapısıdır. Aynı şekilde ulusal gelir dağılımları da anonim küresel kuvvetlerin ya da teknolojik değişimlerin değil, rant peşindeki elitlerin kontrol ve lobi gücünü yansıtan politik tercihlerin sonucudur. Ahlak ve etiğin de şu ya da bu doğal zorunlulukla bir ilgisi yoktur. Ekonomik faaliyetin anlamı politik olarak, kolektif bir şekilde inşa edilir. Sermayeyi sermaye yapan, üretim araçlarının mülkiyetine sermaye işlevi görme imkânını bahşeden de sadece ve sadece ilgili yasalardır. Bu da bunlara meydan okumayı kolaylaştırır. Yasaları değiştirip tahkim edecek gücünüz varsa şirketlerin ve mülkiyetin işlevini de sosyal ve çevresel amaçlara hizmet edecek şekilde değiştirebilirsiniz.

(zulfu.blog’dan alınmıştır)