Ana Sayfa Blog Sayfa 2382

Hamidiye Suyu vakası ve neo-liberalizmin entipüften dünyasının ideolojik sembolleri

‘Hamidiye Suyu olayı ve felaket bir çevre kirliliği yaratan plastik ambalajlı içme suyu sorunu, kamu modelini yeniden düşünmek ve iyileştirmek için harika bir örnek.’

Tuhaf zamanlarda yaşıyoruz. Belki de onun yerine “komik zamanlarda yaşıyoruz” demek daha doğru olurdu. Tartıştığımız en ciddi konular bile karikatür konusu olabilecek nitelikte. Karikatür konusu olabilecekler de tersine.

Son günlerin siyasal tartışma gündemini belirleyen konusu Hamidiye Suyu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerini İmamoğlu kazandıktan sonra  Türk Hava Yolları dahil, içlerinde bakanlıklar, bankalar da olmak üzere kamu kuruluşları Hamidiye Suyu alımından vazgeçmiş. Buna karşılık İmamoğlu’nu destekleyen geniş bir kitle de Hamidiye Suyu’na sahip çıkmak için kampanya başlatmış. Bayilikler almak, dağıtmak, kullanmak için sıraya girmiş. Şu işe bir bakın!

Hamidiye Suyu, söylemeye bile gerek yok, geçmişte İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni kazanan ve şehrin kamusal alanını Yeni-Osmanlıcı unsurlarla şekillendirmeye çalışan siyasal İslam’ın gündelik hayatımızda inşa ettiği bir sembol. Geçmişte bir kamu hizmeti iken özelleştirildikten, üstelik de Rekabet Kanunu’na aykırı olarak tıpkı diğer kamu hizmetleri gibi imtiyazlı şirketlere devredildikten sonra gündelik hayatımıza zorla sokulan, suyu metalaştıran bir uygulama. Seçme şansımız yok: Nasıl kamu alanlarında, hava limanlarında bazı gazeteleri bulamıyorsanız, örneğin vapurlarda, uçaklarda, Beltur tesislerinde, kamu kuruluşlarında Hamidiye Suyu içmek zorundasınız. Ancak seçimler sonrası siyasal İslam’ın bu nadide ideolojik sembolü ve dayatması karşı tarafın, CHP’nin eline geçti. Bu sembolü CHP’nin değiştirmeye çalışmasını beklersiniz, değil mi? Hayır, bu defa AKP değiştirmeye, kamusal alanlardan dışlamaya çalışıyor!

Sultan 2. Abdülhamit’in emriyle hayata geçirilen Hamidiye Suyu, Cendere Dağıtım Fabrikası.

Süreç içinde değişen siyasi kodlar  

Ne günler görüyoruz, ona “Yüce Hakan” adını verdikleri Sultan 2. Abdülhamid’e düşman olmuş; “Kızıl Sultan” diyenler sahip çıkıyor. Hayrola diyeceksiniz, geçmişten bugüne bu semboller üzerinden kutuplaşan tarafların siyasal kodları mı değişti?

Hiç öyle değil. Neo-liberal dünyanın cilvesi. Neo-liberalizmin entipüften dünyasında bütün ideolojik sembolllerde, fetişleştirilen konularda olduğu gibi Hamidiye Suyu hikayesinin ve Sultan 2. Abdülhamit meselesinin de yerli yerinde durduğu, geçmişteki işlevini gördüğü pek söylenemez. Hamidiye Suyu tartışmasının gösterdiği gibi, bu tür semboller bu entipüften dünya içinde yer değiştirip, başlangıçta olmayan bambaşka değerler, görünümler kazanabiliyor ya da başka amaçlar için kullanılabiliyor.

2. Abdülhamit, gerçekte İmparatorluğun modernleşmesinde en büyük rolü oynamış bir padişah. Öyle sunulduğu gibi muhafazakar falan hiç değil. Hazret sarayına özel opera yaptırmış, izliyor. Avrupa ülkelerini örnek alıp, kızları okullaştırıyor. Üstelik siyasal planda da modernleşmenin bir önderi. Bir tür bugünkü Avrupa Birliği gibi olan bir siyasal tasarımı, modern millet sistemini kurumsallaştırmaya çalışan da o. Ama onun karşısında duranların, özellikle ulus-devletleşme sürecinin dinamiklerini yaratanların, özellikle de Alman genelkurmayının cin fikirli kurmaylarının etkisindeki asker kökenli yöneticilerin empoze ettikleri “milletin kapsamında yalnızca Müslümanlar olacak” düsturu sayesinde, tek milletçi bir perspektiften okunuyor ve ister istemez “İslamcı padişah” olarak anılıyor.

Diğer taraftan şehirdeki kamu hizmetlerinin modernleşmesinde yer alan Hamidiye Suyu da, tıpkı özel bir şirket olan Terkos Suları İdaresi’nin şehrin bir bölümünde evlere bağladığı basınçlı su sistemi gibi endüstriyel bir sistem. Yani klasik imparatorluklar dönemindeki gibi şehre yerçekimine bağlı olarak, kanallar içinden akıtılarak gelmiyor. Avrupa’dan ithal edilen buhar makineleri pompalanarak ve çelik borular ile basınçlı bir su sistemi olarak getiriliyor. 50’den fazla membadan akıtılarak kaynağına yakın su, bir maslakta toplanarak Cendere istasyonundan şehre pompalanıyor. Kullanıcıları arasında kışlalar, kamu binaları, okullar da var. Ancak satılmıyor. Beyoğlu ve Şişli sınırları içinde bazı kamusal alanlarda halka dağıtılıyor. Projeyi hazırlayan, sunan, geliştiren, uygulayanlar bugünün TRT yapımı dizilerinde söylendiği gibi “yerli ve milli” değil.

Fatih/Gülhane’de yer alan Hamidiye Çeşmesi ve sebili.

İmtiyazcı tekellerin ettiği…

Halkın borulardaki metal kokusundan dolayı bu suyu pek beğenmediği, kaynağından tuğla ve taş kanallarla gelen suları daha kaliteli bulduğu söylentiler arasında. Hamidiye Suyu’nin şehir hizmetlerinin modernleşmesinde yer alan önemli bir uygulama olduğunu söylemek gerekiyor. Tıpkı tarifeli vapur seferleri gibi, toplu taşıma sistemi gibi. Buna karşılık 2. Abdülhamit’e sahip çıktığını iddia edenler onu bir kamu sistemi olmaktan çıkarıp çevreyi kirletecek şekilde, plastik ambalajlar içinde halka satıyorlar. Oysa 30 sene öncesine kadar Hamidiye suyu bilenler bilir, çeşmelerden akardı. Ancak 80’lerden sonra bu kamu sistemini geliştirmeyi beceremeyen, piyasa tekelleri ile yandaşlarına çıkar sağlamaya çalışan yönetimler bunu neo-liberal modelde dönüştürdüler ve kamusal niteliğini yok ettiler.

Ayrıcalıklı bir piyasa kuruluşu olarak zorla ve seçeneksiz olarak kamusal alanlarda satılmaya/sunulmaya başlandı.

Kamusal alanı imtiyazlı bir tekel haline dönüştüren her yönetim modeli kamusal niteliğini kaybeder ve yolsuzluklara boğulur. Ayrıca Hamidiye Suyu yalnızca küçük bir örnek. Asıl büyük sorun o değil. Şehrin kamusal hayatını iğdiş eden Beltur, Bimtaş, Kültür AŞ gibi şirket kılığındaki imtiyazcı tekeller. Bunlar her alanda şehrin kamusal alanların sekülerleşmesini, katılıma açılmasını, bağımsız fikirlere açılmasını engelliyorlar. Bir bakıma onlar fikir üretimini milletler sistemi içine hapseden neo-klasik Hamidyen sistemin günümüzde karikatürleşmiş kalıntıları. Şehrin düşünce, üretim, özgürlükler alanını çürütüyorlar. Umudum başarıya odaklanan bir yeni yönetimin bu kamusal hizmetlerin yeniden kamusal bir nitelik kazanması için yeni bir deneyim geliştirmesi.

Münasebetsizce fetişleştirilen bu entipüften konuların gerçekte neo-liberal işleyişi perdeleyen bir işlevleri olduğunu görüyoruz.  Şunu söylemek isterim: Hamidiye Suyu olayı ve felaket bir çevre kirliliği yaratan plastik ambalajlı içme suyu sorunu, kamu modelini yeniden düşünmek ve iyileştirmek için harika bir örnek. İmamoğlu’nun bu fırsatı kullanmasını ve yönetimsellik meselesini yeni bir deneyime dönüştürmek için bu fırsatı kullanmasını diliyorum.

(Yeşil Gazete)

 

İklim felaketi

‘Problemin büyüklüğünü anlayacak olursak kazara, bir şeyler yapmadan durmak mümkün olamayacak. Çünkü çocukların dediği gibi, evimiz yanıyor ve sizler farkında değilsiniz.’

Sonunda anladım! Artık bilim insanları da dahil olmak üzere akıl sahibi insanların iklim değişikliği konusunda neden ciddi adımlar atmadıklarını biliyorum. Bunu anlamam için 5,8 büyüklükte bir deprem gerekti, ama olsun. Artık biliyorum.

Bu insanlar iklim değişikliğinin büyüklüğünü kavrayamıyorlar. İnsanın düşünce yapısı böylesi büyük bir değişikliği kavramaya müsait değil. Depremde olduğu gibi en anladığını düşünenimiz bile gerçeklerden uzak kalabiliyor. “7,3 büyüklükteki bir deprem 5,8 büyüklükteki bir depremden 32 kat daha şiddetlidir” dedikten sonra bir öğrenci, “Yani buradan kalkıp merdivenlere gitmeyelim” diyebiliyor. “Bırakın merdivene gitmeyi, olduğunuz yerden ancak sürünerek uzaklaşabilirsiniz o sallantıda” deyince de “Nasıl yani?” diyorlar. Depremin vereceği hasarı anlattığımda ise “Peki köprüde trafik çok kötü mü olur?” sorusu gelebiliyor. Kısacası, aklımız almıyor öylesi kötü bir durumu, aklımız almadığında da hazırlıklı olmamız imkansızlaşıyor ve bir süre sonra da aklımızın ermediği bu durumu tamamen aklımızdan çıkartıyoruz.

50 derecelik İstanbul

İklim değişikliği de böyle bir durum. “RCP 8.5 senaryosuna göre ülkemizdeki ortalama sıcaklık yüzyılın sonunda 6-7 derece artabilir (ve sıcaklık dağılımının standart sapması da buna bağlı olarak artar)” denildiğinde anlar şekilde kafa sallayan insanlar, “Bu ısınma bu yüzyılın sonunda İstanbul’da 50 derecenin üzerinde sıcaklıkların görülmesi anlamına gelir” denilince “ama canım sen de abartıyorsun, 50 derece görülmüş sıcaklık mı?” eleştirisi geliyor. İşte tüm problem burada, beynimiz anlayamadığı bu değişimi, anladığı şeyler cinsinden açıklamaya çalışıyor. Ama ne yazık ki iklim değişikliğinin gelecekteki boyutu beynimizin bildiği şeylerle kıyaslayarak anlayabileceği bir seviyenin çok üzerinde. “Küresel ısınma” deyince çok sıcak bir günde 37 derece olan sıcaklığın 39-40 dereceye çıkacağını hayal ediyor insanlar. 37 dereceden 39-40 dereceye çıkan hava sıcaklığı için de hayat düzenlerini fazla değiştirmek zorunda olmadıklarını düşünüyorlar. Oysa problem bu kadar basit değil. Bugün İstanbul’da “çok sıcak” dediğimiz 37 derece torunlarımızın çağında normal bir sıcaklık olacak. Hatta çok sıcak bile olmayabilir. Bunu kafamız bir türlü almıyor. 50 derece sıcaklık nasıl bir şey ki?

2007’den bu yana yazılarımı Son Buzul Erimeden isimli blogda topluyorum. Geçenlerde bir soru geldi, “Peki son buzul erirse ne olur?” diye. Bu dünya açısından aslında o kadar da alışılmadık bir durum değil. Dinozorların yaşadığı dönemde ortalama sıcaklık bugünkünden yaklaşık 10-12 derece fazla olduğundan dünyada buz olan bir bölge yoktu. Dünya bu yüzyılın sonuna kadar 5-6 derece ısınacak olursa, tüm buzullar erime yoluna girer. Bu buzullar kısa sürede erimez ama biliyoruz ki bundan 5-6 derece sıcak bir dünyada, yeteri kadar süre verirsek, tüm buzullar eriyecektir. Bu buzullar eridiğinde de deniz seviyesi 70-80 metre yükselecektir. Buraya kadar tamam, ama sonrasını aklımız almıyor. “Nasıl yani, Taksim ada mı olacak? Olmaz öyle şey” diyerek reddetmeye girişiyoruz.

Evimiz yanıyor ve farkında değilsiniz!

Son IPCC raporu buzulların erimesine bağlı olarak deniz seviyesinde olması beklenebilecek artışla ilgili görüşünü biraz değiştirdi. Bir önceki raporda yüzyılın sonuna kadar “50-80 cm yükselme beklenebilir” denilirken, son raporda “deniz seviyesinde 2 metrelik bir artış olabileceği gerçeği göz ardı edilemez” deniliyor artık. Deniz seviyesinde 2 metrelik bir artış İstanbul’da Eminönü, Karaköy, Kadıköy, Beşiktaş, Bebek, Üsküdar ve Beykoz’un sular altında kalması anlamına gelir.

Yani kısacası, beynimizin algılamakta zorlandığı büyük değişiklikler artık günlük yaşantımıza girmeye başlayacak. Bir sabah kalkacağız ki Kadıköy metrosunu su basmış ve araçlar sadece Ayrılık Çeşmesi’ne kadar çalışıyor. O zaman da “Canım bu bir kerelik bir olay, böylesi kırk yılda bir olur” diyeceğiz. Ayamama Deresi taştığında da aynen öyle demiştik. Bu olaylar yüz yılda bir olurdu. Ama nedense bu taşkınlar durmadı. Durmayan taşkınlara yorumumuz da “Tabii her tarafı betonla doldurduk, su akacak yer bulamıyor” oldu.

Beynimiz problemin büyüklüğünü anlamamamız için elinden geleni yapıyor aslında. Çünkü problemin büyüklüğünü anlayacak olursak kazara, bir şeyler yapmadan durmak mümkün olamayacak, çünkü çocukların dediği gibi, evimiz yanıyor ve sizler farkında değilsiniz. Farkında değilsiniz, çünkü değişikliğin azar azar oluşan bir şey olduğunu ve hayatınızı kökten değiştirmeyeceğini düşünüyorsunuz. Oysa iklim değişikliği hayatı temelinden değiştirecek. O yüzden belki artık iklim krizi bile değil, iklim felaketi dememizin vakti geldi. Yoksa beynimiz durumun ciddiyetini anlamamaya devam edecek.

(Yeşil Gazete)

Akbank Caz Festivali başlıyor

17-27 Ekim tarihlerinde 130’dan fazla yerli ve yabancı sanatçının performanslarıyla 36 ayrı mekanda gerçekleşecek Akbank Caz Festivali’nde, toplam 35 konser, 3 söyleşi, 25 atölye yapılacak.

Bu yıl 29’uncu kez düzenlenecek “Akbank Caz Festivali” farklı ülkelerden caz sanatçılarını ağırlayacak. 17-27 Ekim tarihlerinde 30’dan fazla yerli ve yabancı sanatçının performanslarıyla 36 ayrı mekanda gerçekleşecek festivalde, söyleşiler ve atölyeler de düzenlenecek.

Her yıl “Şehrin Caz Hali” sloganıyla düzenlenen organizasyonda, lise çağındaki gençlere caz müziğini tanıtma ve sevdirme amacıyla bu yıl sekizincisi düzenlenen “Liselerde Caz Atölyeleri” kapsamında 10 liseden gençler, Yavuz Akyazıcı Project ile bir araya gelerek caz müziğini ve enstrümanlarını daha yakından tanıma fırsatı bulacak.

“Kampüste Caz” ile Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Kayseri Erciyes Üniversitesi, Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi, Adana Çukurova Üniversitesi ve Gaziantep Üniversitesi’nde eğitim gören gençler, caz davulcusu Ediz Hafızoğlu‘nun “Nazdrave” projesiyle buluşacak.

Konserler, atölyeler ve söyleşilerin yanında bu yıl yeni bir konsept olarak “Caz Saati” bölümüne yer veren festivalde, “Caz Mutfakta”, “Caz Brunch” ve “Akşamüstü Caz” programlarında, caz müziği ile  yemek kültürü birleştirecek; “Caz Odada” bölümüyle de müzikseverlere farklı bir müzik dinleme deneyimi sunacak.

Bebop Project

Festival kapsamında, 50. yılını kutlayan ve 1969’dan bugüne bin 600’ün üzerinde albümü müzikseverlerin beğenisine sunan ECM Records, farklı kuşaklardan müzisyenlerin yer aldığı bir seçkiyi cazseverlerle buluşturacak. Seçkide Art Ensemble of Chicago, Louis Sclavis Quartet, Mats Eilertsen Trio, Yonathan Avishai Trio, Jakob Bro Trio feat. Joey Baron, Thomas Morgan ve uzun yıllar ECM çatısı altında çalışmış olan Charles Lloyd Sky Trio da yer alacak.

Louis Sclavis Quartet

Festivale, aralarında Akbank Sanat, Cemal Reşit Rey Konser Salonu, Zorlu PSM, Babylon, Caddebostan Kültür Merkezi, Moda Sahnesi, Nardis Jazz Club, Summart Sanat Merkezi, The Badau, Bova, Tamirane Akasya, Avusturya Başkonsolosluğu, Soho House, Zuhal Concept, Sofa Hotel Autograph Collection ve Feriye’nin de bulunduğu 36 mekan ev sahipliği yapacak.

Ayrıntılı program için tıklayın

‘Doğa belgeselleri insanları yanlış yönlendiriyor’

Araştırmacılar, doğa belgesellerinin, vahşi yaşamı insan tarafından tahrip edilmemiş ve bozulmamış gibi göstererek, “izleyiciyi bifiil yanlış yönlendirebildiği” konusunda uyarıyor.

Anlatıcılığını David Attenborough’un üstlendiği, BBC ve Netflix’te yayımlanan son dört belgeseli inceleyen bilim insanları, bunların insan faaliyetlerinin doğaya yönelik tehdidinin derecesini yansıtmadığını söyledi. Araştırmacılar People and Nature’da yayımladıkları makalede, “Doğa çoğunlukla hiç bozulmamış gibi yansıtılıyor ve insanların doğal dünyadaki varlığı ve etkileri nadiren gösteriliyor” ifadelerini kullandı.

Oxford, Newcastle, Kent ve Bangor üniversitelerinden bilim insanları, Netflix dizisi Our Planet’in senaryosunun yüzde 15’inin çevresel tehditlere ve korumaya ithaf edildiğini belirtti. Bu oran, BBC dizileri Planet Earth II ve Dynasties’e kıyasla epey yüksek. Ancak araştırmacalara göre bu belgesel de doğal dünyanın ne denli tehdit altında olduğunu görsel açıdan göstermede hala başarısız.

Independent‘a konuşan Bangor Üniversitesi’nden baş araştırmacı Julia Jones, “Doğa belgeseli yapımcıları, kamera açılarını insana dair herhangi bir iz göstermeyecek şekilde ayarlayarak, kurnazca davranıyor ve izleyiciyi bifiil yanıltıyor” diye konuştu. “Ekranda gördükleri şey, doğanın çoğunlukla iyi işlediğini gösterirken, izleyici de durumun biyolojik çeşitlilik için o kadar da kötü olmadığına inanmaya yönlendirilebilir” diyen Jones, sözlerine şöyle devam etti:

“Ticari tarım, madencilik ve ulaştırma altyapısının varlığı -hatta egemenliği- ekranda daha belirgin olsa ve korku uyandıran vahşi görüntüler için ayrılan alan azaltılsa, doğal yaşama yönelik tehditlerle Batılı yaşam tarzlarındaki yüksek tüketim arasındaki kaçınılmaz bağlantıyı görmezden gelmek daha zor olur.”

Öte yandan bilim insanları doğa belgesellerinin, çevreyi koruma desteğini ne kadar artıracağı konusunda bölünmüş durumda. Önceki araştırmalar, insanların kişisel yaşamlarında değişiklik yapmaya ve doğayı koruma desteğini artırmaya istekli olduğunu ileri sürmüştü. Bu genellikle, politika değişikliğinin daha muhtemel olduğu anlamına geliyor. Ancak çalışmanın yazarlarından ve Kent Üniversitesi’nde doktora öğrencisi Laura Thomas-Walters, “Bu değişikliklerin gerçekleştiği mekanizmaları hala anlamıyoruz” dedi: Bir belgeselde doğayı tehdit altındaymış ya da hiç bozulmamış gibi göstermenin, nihayetinde insanları doğayı korumaya katkıda bulunabilecek şekillerde nasıl etkilediğini incelemek için kayda değer sayıda araştırmaya ihtiyaç var.”

Küresel ısınma İskenderiye’yi sular altında bırakabilir

Küresel ısınmanın yol açtığı iklim krizinin olumsuz etkilemesi beklenen kıyı kentlerinden biri de İskenderiye. Mısırlılar, giderek yükselen su seviyesi ve dalgaların önüne geçebilmek için beton bariyerler inşa ediyor.

Mısır’da Büyük İskender tarafından en az 2 bin yıl önce kurulan İskenderiye şehri, tarih boyunca birçok işgal, yangın ve depreme rağmen ayakta kaldı. Ancak bu kadim şehir şimdi yeni bir tehlike ile karşı karşıya: Küresel ısınma nedeniyle yükselen su seviyesi.

Beş milyonu aşkın nüfusuyla Mısır’ın en büyük ikinci şehri olma özelliği taşıyan İskenderiye, aynı zamanda ülkenin önemli bir limanı. Kent, Mısır’ın yüzde 40’lık endüstriyel faaliyetini barındırması nedeniyle üretim merkezi olarak biliniyor.

Ancak tarihi ve canlılığıyla büyük önem taşıyan bu şehir, şimdi sular altında kalma riskiyle karşı karşıya. Üç tarafından Akdeniz’e kıyısı olan İskenderiye’yi yükselen su seviyesinden korumak isteyen Mısırlı yetkililer, dalgaların önüne geçebilmek için kıyılara beton bariyerler inşa ediyor.

Deniz seviyesi giderek yükseliyor

Mısır’ın Su Kaynakları ve Sulama Bakanlığı, ülkedeki deniz seviyesinin 1993 yılına dek ortalama 1.8 milimetre yükseldiğini ancak sonraki 20 yılda bu artışın yılda 2.1 milimetreye yükseldiğini açıkladı. 2012’den bu yana ise ülkedeki deniz seviyesi artışı yılda 3.2 milimetreye kadar yükseldi.  Yapılan ölçümlemeler aynı zamanda İskenderiye karasının da aynı oranda denize doğru batmakta olduğunu gösteriyor. Bu durum, tehlikeli sel riskinin de artmasına neden oluyor.

2018’de yapılan bir araştırma, Nil Deltası‘ndaki 734 kilometre karelik bir alanın 2050 yılına dek sular altında kalacağına işaret ediyor. Söz konusu bölgede yaşayan insanlar bu sorun nedeniyle hali hazırda çeşitli problemler yaşıyor. The Independent’e konuşan Şatbi mahallesi sakinlerinden 52 yaşındaki Ebu Randa, 2015’te yaşanan sellerden bu yana evinde iki kez tadilat yapmak zorunda kaldığını söylüyor: “Tehlikeli olduğunu biliyoruz. Tüm bu bölgenin sular altında kalacağını biliyoruz. Ancak başka bir alternatifimiz yok.”

67 yaşındaki balıkçı Seyyid Halil ise 2015’teki selin ardından yüzlerce kişinin evlerini terk etmek zorunda kaldığı El Meks mahallesinde yaşıyor. Son yıllarda hemen hemen her kış mevsiminde evlerinin deniz suları altında kaldığını söyleyen Halil, “El Meks mahallesinin birkaç on yıl sonra hala var olabileceğini hayal etmek güç. Tüm bu evler yok olabilir. Bu gördüğünüz evler bir gün yer altı müzesi olacak” diyor.

Mısır hükümeti mahalleyi korumak için deniz koruması inşa etse de mahalle sakinleri bu çalışmaların pek bir değişiklik yaratmadığını söylüyor. 39 yaşındaki balıkçı Abdülnebi el Sayyid şöyle konuşuyor:  “Her yıl dalgalar bir önceki yılkinden daha güçlü bir şekilde geliyor. Herhangi bir gelişme görmüyoruz. Sadece insanları evlerini terk etmeye zorluyorlar.”

Antik kalıntılar da risk altında

Şehirdeki arkeolojik kalıntılar da tehlike altında. Bunlardan biri olan ve Ortaçağ’da antik Faros Feneri’nin kalıntıları üzerine inşa edilen Kayıtbay Kalesi‘nin özellikle tehdit altında olduğunu belirten Mısır Kıyı Koruma Müdürü Aşur Abdül Kerim, güçlü dalgaların kalenin duvarlarını itmeye devam ettiğini açıkladı. Yetkililer bu nedenle Kale’yi koruma altına alabilmek amacıyla çevresine deniz bariyerleri inşa etmek zorunda kaldıklarını söylüyor.

Abdül Kerim’in ifadelerine göre, Mısır hükümeti İskenderiye kıyıları boyunca inşa edilen bariyer ve diğer koruyucu önlemler için 120 milyon dolardan fazla bir bütçe ayırdı. Bariyerler olmadan kıyı üzerindeki yapıların zarar göreceğini söyleyen Abdül Kerim, “Böyle bir şey olursa, onarım 25 milyar dolara yakın bir bütçeye mal olabilir” diyor.

Son olarak 2015’te şiddetli bir fırtınanın etkisi altına giren ve yaklaşık üçte biri sele kapılan İskenderiye’de, sel sonucu en az altı kişi ölmüş ve çok sayıda bina yıkılmıştı.

Birleşmiş Milletler dünyadaki deniz seviyesi artışının 2100’e dek 0.98 metreyi bulabileceğine dair yaptığı açıklamada, bu artışın kıyı şehirlerini, deltaları ve deniz seviyesine yakın ülkeler için risk oluşturduğu konusunda uyarmıştı.

Sırrı Süreyya Önder tahliye edildi

Sırrı Süreyya Önder, tutuklu bulunduğu Kandıra F Tipi Hapishanesi’nden tahliye edildi.

Anayasa Mahkemesi’nin ‘hak ihlali’ kararı verdiği, eski Halkların Demokratik Partisi (HDP) milletvekili Sırrı Süreyya Önder tahliye edildi. Önder, 2013’te Kazlıçeşme’de düzenlenen Newroz etkinliğindeki konuşmasıda “terör örgütü propagandası yapmak” suçunu işlediği gerekçesiyle 3 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırılmıştı. Önder, 6 Aralık 2018’de tutuklanarak Kandıra 1 Nolu F Tipi Cezaevi’ne konulmuştu.

Anayasa Mahkemesi, 3 Ekim’de Sırrı Süreyya Önder’in ifade özgürlüğü hakkının ihlal edildiğine hükmetmişti. Yüksek Mahkeme, kararını Önder’e ceza veren 26. Ağır Ceza Mahkemesi’ne göndermişti. 26. Ağır Ceza Mahkemesi, bugün Önder’in tahliye edilmesi için infaz savcılığına yazı gönderdi.

Önder, işlemlerinin tamamlanmasının ardından tahliye edildi.  Sırrı Süreyya Önder’i kalabalık bir grup cezaevinin önünde karşıladı.

Açıklama yapmaya hazırlandığı sırada bir gazetecinin “Arkanız çöp oldu” diye uyarmasının ardından Önder, “Bir şey olmaz yav, çöp gibi yerden çıktım” dedi. Sırrı Süreyya Önder şunları söyledi:

‘Bir yanımız hep içeride’

“İçerideki arkadaşlarımızın da hepinize çok selamları var. Normalde insanın böyle zamanlarda sevinmesi lazım fakat bir yanımız hep içeride. Ne zaman ülke topyekun demokratikleşme, barış yolunda adım atarsa sevincimizi o zaman yaşayabiliriz. AYM’nin kararı oy birliğiyle almasını çok değerli buluyorum, umarım bu diğer yargılamalar için de ön açıcı olur. Sözümüzü söylemişiz, her zaman da söyledik. Hiçbir şey bunu söylemekten alıkoyamaz, çünkü inandığımızı söyledik. 10 aydır tek başıma olduğum için konuşma melekelerim de biraz zayıflamış. Hepinize teşekkür ediyorum, ayağınıza sağlık.”

Önder’in serbest kalmasının ardından Twitter’dan açıklama yapan HDP, “Barış, demokrasi ve özgürlüğün bedelini ikirciksiz ve umutla kucaklayan sevgili Sırrı Süreyya Önder, hoş geldin, sefalar getirdin. Seçilmişlerimiz başta olmak üzere siyasi tutsakların tümü özgürleşene kadar durmayacağız” dedi

Anayasa Mahkemesi, hak ihlali kararında, Önder’in o tarihte devam eden çözüm sürecinin önemli aktörlerinden olduğuna dikkati çekerek, konuşmasının da hangi dil ve üslubu kullanırsa kullansın, sürecin başarılı şekilde yürütülmesi ve sonra erdirilmesi talebini amaçladığını vurgulamıştı.

Okyanustan plastik toplama projesinde ilk başarı

Hollandalı bilim insanları tarafından okyanuslardaki plastik atıkları toplamak için geliştirilen düşük maliyetli proje, ilk başarısını elde etti. Pasifik Okyanusu‘nda Türkiye‘nin üç katına yakın bir alana yayılan atık yığınının olduğu bölgeye bırakılan 600 metre uzunluğundaki bariyerde, bir tonluk balık ağlarından kamyon lastiklerine ve mikroplastiklere kadar çok sayıda atık toplandı.

Guardian gazetesi, bariyeri geliştiren Ocean Cleanup (Okyanus Temziliği) projesinin yaratıcısı Boyan Slat‘ın planlarına göre bu bariyeri birkaç ayda bir ziyaret edecek bir gemi, bariyerde toplanan plastikleri toplayarak geri dönüşüm için karaya çıkaracak.

Bölgedeki plastiğin nasıl toplanacağı son yıllarda cevabı aranan bir soruydu. Slat’ın projesi, sürekli bölgede dolaşan bir gemi gerektirmediği için düşük maliyetiyle öne çıkıyordu. Daha önce prototipi denenen bariyer, sert okyanus koşullarına dayanamayarak parçalanmıştı.

Günümüzde okyanuslarda 1,8 trilyon plastik parçası olduğu tahmin ediliyor. Guardian her yıl 8 milyon ton plastiğin karadan denize karıştığını, 800 bin ton balıkçılık ekipmanının da bunlara ek olarak okyanuslara düştüğünü veya bırakıldığını aktarıyor.

BBC, projenin durumuyla ilgili dün Rotterdam’da bir basın toplantısı düzenleyen Slat’in toplanan plastiklerin satışıyla birkaç yıl içinde projenin kendini finanse edebilir duruma geleceğini söylediğini aktardı.  Slat, bu plastikleri kullanarak projeler yapmak isteyen kişiler sayesinde özel bir pazarın da oluşabileceğini ekledi.

Penguen dışkısında mikroplastik

Plastik atıklarla ilgili iki ayrı gelişme de bugünkü Telegraph gazetesinde yer aldı. Gazetenin bilim muhabiri Henry Bodkin, penguenlerin bedenlerinde ilk defa mikroplastik izine rastlandığını yazdı.

Atlantik Okyanusu’nun güneyindeki penguenlerin dışkılarında yapılan inceleme sonucunda bu dışkıların yüzde 20’sinde mikroplastik tespit edildi.Araştırmalarını Scientific Report adlı sitede yayımlayan bilim insanları, mikroplastiklerin Antarktika’daki besin zincirinin bir parçası haline geldiğini duyurdu.

Mikroplastikler bağışıklık hücrelerine zarar veriyor

İnsan bedenine de giren mikroplastiklerin etkilerini araştıran bilim insanları, bu parçacıkların bağışıklık sistemine zarar verdiğini tespit etti. Araştırmacılar, mikroplastiklere maruz kalan bağışıklık hücrelerinin diğerlerine kıyasla üç kat hızlı öldüğünü tespit etti. Bu durum bedende iltihaba yol açabiliyor.

Coca-Cola denizden toplanan atıktan şişe yaptı

Telegraph gazetesinde yer alan bir diğer haberde ise Coca-Cola‘nın ilk defa denizlerden toplanan plastik atıkları kullanarak plastik şişe yaptığı aktarıldı. Akdeniz’den toplanan düşük kaliteli plastikleri özel bir yöntemle yüksek kaliteli plastiğe çevirmeyi başaran şirket, dün ilk defa bu yöntemle 300 adet şişe üretti.

Konuyla ilgili konuşan Coca-Cola Batı Avrupa Başkanı Tim Brett, bu şekilde üretilen şişelerin sayısını artırarak önümüzdeki yıl bu şişeleri kullanan ürünleri pazara sürmeyi planladıklarını söyledi ve ekledi: “Dünyanın çok kısıtlı kaynakları çöp olarak bir kenara atılıyor. Bunu düzeltmek için daha fazla şey yapmamız gerektiğini biliyoruz. Tek kullanımlık plastik terimini tedavülden kaldırmayı hedefliyoruz.”

KHK’lilerin ‘Büyük Buluşması’na Valilik engeli

KHK’li Platformu’nun 5-6 Ekim’de düzenlemeyi planladığı Büyük Buluşma, Ankara Valiliği tarafından yasaklandı. Gerekçe, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na uygun olmayışı…

KHK’lilerin bu hafta sonu Ankara’da yapmayı planladığı Büyük Buluşma Valilik tarafından yasaklandı. KHK’li Platformu, 5-6 Ekim 2019 tarihinde Çankaya Belediyesi’ne bağlı Yılmaz Güney Sahnesi’nde düzenleyeceği etkinlik için Valiliğe iki ayrı başvuru yapmıştı.

HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu ve İHD Genel Merkezi tarafından ayrı ayrı iki başvuru yapılmasına rağmen, Valilik sosyal medya duyuruları üzerinden etkinliğin yasaklandığını bildirdi.  Ankara Valiliği tarafından etkinliğin yapılacağı Yılmaz Güney Sahnesi Müdürlüğü’ne gönderilen yazı şöyle:

HDP Kocaeli İl Başkanlığı organizesinde Kocaeli ilinde düzenlenen etkinlikte ‘5-6 Ekim tarihlerinde Ankara ilinde KHK konusu ile ilgili toplantı yapılacağı’ şeklinde beyanlarda bulunulduğu çeşitli yazılı ve görsel medya organları ile sosyal medyada yapılan paylaşımlardan anlaşılmıştır.

Aynı zamanda sosyal medyada KHK’lı Platformu uzantılı hesaptan yapılan paylaşımlarda ‘Sen Yoksan Bir Eksiğiz’ çağrısı ile 5-6 Ekim 2019 tarihlerinde İlimiz Çankaya İlçesi Yılmaz Güney Sahnesi’nde ‘Büyük KHK Buluşması’ adı altında çağrılarda bulunulduğu anlaşılmıştır.

Konu ile ilgili düzenlenmek istenilen etkinlik 5442 Sayılı İl İdaresi Kanunu ve 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu kapsamında Valiliğimizin 02.10.2019 tarihli ve … sayılı yazısı ile yasaklanmıştır.”

Alman takımının bayrağı ‘haç var’ diye maça alınmamış

Başakşehir ile UEFA Avrupa Ligi kapsamında dün maça çıkan Borussia Mönchengladbach’ın sportif direktörü, polisin Alman taraftarının bayraklarını üzerinde haç var diye stadyuma almadığını söyledi; UEFA’ya şikayet edeceklerini bildirdi.

Alman ekibi Borussia Mönchengladbach’ın sportif direktörü Max Eberl, Başakşehir maçı öncesi İstanbul polisinin Alman taraftarların bayraklarını ‘üzerinde haç var diye’ stadyuma almadığını belirterek, bunu UEFA’ya şikayet edeceklerini söyledi.

UEFA Avrupa Ligi J Grubu’nda dün Başakşehir Fatih Terim Stadyumu’nda oynanan maç 1-1 sonuçlandı. 

Die Welt gazetesinin haberine göre, sportif direktör Eberl taraftarların yaşadıklarını ‘polis diktatörlüğü’ olarak nitelendirdi: 2019 yılında Avrupa’da polisin böyle diktatörlük yapabildiğini, stadyuma hangi bayrağın alınıp alınmayacağını söylediğini görmek beni inanılmaz üzüyor. Böyle bir kural yok. Şehir amblemimizde Hristiyanlıkla ilgili bir sembol olduğu için taraftarlarımızın stadyuma alınmak istenmemesini kınıyorum.”

Taraftarların başından geçenlerin aktarıldığı haberde “Alman taraftarların maç günü en başından itibaren polis tarafından taciz edildiği, kimsenin izlemediği bir maçta taraftarların maçın ilk düdüğünden yirmi dakika öncesine kadar stadyuma alınmadığını, iki taraftarın ise geçici olarak polise vurdukları iddiasıyla gözaltına alındığını – fakat video kayıtlarının bunun aksini gösterdiği” aktarıldı.

12 hak savunucusu örgütten Meclis’e ortak çağrı: Hayvanlardan yana taraf ol

12 hayvan hakları savunucusu örgüt, 4 Ekim Dünya Hayvanlar Günü’nde yazılı bir açıklama yayınlayarak 4 Ekim’i kutlamadıklarını ve yasta olduklarını belirtti. Örgütler, TBMM Hayvan Hakları Araştırma Komisyonu’na, hayvanların haklarının teslim edilmesi çağrısında bulundu.Hayvan hakları savunucusu 12 örgüt, yaptıkları ortak açıklamada, hayvanlara yönelik şiddet, zulüm ve esaret koşulları yüzünden 4 Ekim Dünya Hayvanlar Günü’nü kutlamadıklarını ve yasta olduklarını açıkladı. TBMM Hayvan Hakları Araştırma Komisyonu’nun kuruluşuna ve çalışmalarına verdikleri önemin altını çizen hak örgütleri, bugüne dek Türkiye’de gündeme gelmeyen birçok hayvan hakları ihlâlinin parlamentoda tartışıldığına, ancak bazı konulardaki hak ihlâllerinin önemsenmediğine dikkat çekti. Örgütlerin, komisyonun taslak raporuna değindikleri ve endişelerini dile getirdikleri açıklamada öne çıkan başlıklar şöyle:

İyi ama yeterli değil: Komisyon, hayvan haklarını tartışmaya açmak için değil, ülkemizde hayvan haklarının nasıl daha etkin gözetileceğini, hayvanlara yönelik şiddete karşı ne tür önlemler alınacağını belirlemek için kurulmuştur. Komisyonda birçok hayvan hakları ihlâli tartışılmış ve ülkemizdeki hayvan hakları açısından, bugüne dek parlamentoda gündeme getirilmemiş birçok hak ihlâli hakkında önemli kararlar taslak raporda yer bulmuştur. Sivil toplum katılımının sağlanması açısından, komisyon, Türkiye’de bir “iyi uygulama” olarak örnek teşkil etse de bu, hayvanlar için ne yazık ki yeterli değildir.

Yasaklamalar getirilmeli: Komisyon, özellikle yunus parkları, faytonlar, hayvan deneyleri, “ucuz et” politikası adı altında sürdürülen canlı hayvan ithalatı ve “folklorik” olarak tanımlanan hayvan “güreş”lerine yasaklama getirmediği takdirde, bu hayvanların bireyliği, hakları, beden dokunulmazlığı, şiddetsiz bir ortamda yaşama hakkı da görmezden gelinmiş olacaktır.

Rapor zulüm ve esaret koşullarındaki tüm hayvanları kapsamalı: Komisyon raporu, sistematik zulüm ve esaret koşulları altındaki tüm hayvanları kapsamadığı takdirde, hayvan hakları ile ilgili yasama çalışmalarına kaynak gösterilecek bir politika belgesi olacak; hem parlamento, hem idare, hem de yerel yönetimler, bu rapora atıfta bulunarak raporda hakları yok sayılan hayvanlara zulmedilmesini daha da meşrulaştıracak, bu hayvanlara yönelik hak ihlâllerinin engellenmesi için tedbirler almamakta direnecektir. Yine aynı şekilde, komisyon raporu doğrultusunda hazırlanacak olan, 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun değişikliği ile ilgili yasa teklifi de bu hak ihlâllerini önemsemeyecek, yaptırım konusunda eksik kalacaktır. Hayvanlara reva görülen tüm acılar, bu politika belgesi kaynak gösterilerek yıllar boyunca devam ettirilecek; bu zulüm ve esaret koşulları üzerine tartışılmasının da önü kesilecektir.”

Örgütler, çok yakında raporunu tamamlayarak TBMM Genel Kurulu’na sunacak olan TBMM Hayvan Hakları Araştırma Komisyonu’na hayvanlardan taraf olmaları ve topluma da hayvan haklarına saygı gösterilmesi çağrısında bulundu: “Toplumumuzu hayvanlara âdil davranmaya ve hayvan haklarına saygı göstermeye, TBMM Hayvan Hakları Araştırma Komisyonu’nu da hayvanların haklarını teslim etmeye çağırıyoruz.”

Ortak bildiriyi imzalalayan hak örgütleri şöyle: Başka Bir Hayat Diliyorum Derneği, Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği, Deneye Hayır Derneği, Dört Ayaklı Şehir Topluluğu, Faytona Binme Atlar Ölüyor İnisiyatifi, Gaziantep Doğa ve Hayvan Dostları Derneği, Hayvan Hakları İzleme Komitesi (HAKİM), Hayvan Hakları ve Etiği Derneği, Hayvanlara Adalet Derneği (HAD), Hayvanları Koruma Derneği Manisa (HAKDEM), Ortaca Hayvan Dostları Derneği (HAYDOS), Yunuslara Özgürlük Platformu.