Ana Sayfa Blog Sayfa 2229

İda Koçak’ın vegan yemek talebi karşılandı, açlık grevi sonlandı

Tutuklu bulunduğu Ankara Sincan L Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda kendisine vegan yemek verilmemesini protesto etmek için açlık grevine başlayan vegan trans mahpus İda Koçak’ın talebi açlık grevinin dokuzuncu gününde karşılandı.

Pembe Hayat’ın aktardığına göre kendisini ziyarete giderek bilgi alan bir avukat, İda’nın talebinin kabul edildiğini ve vegan yemek verildiğini bildirdi. Açlık grevini sonlandırdığını duyuran Koçak İda, “Talebim destekler sayesinde kabul edildi. Herkese teşekkür ediyorum” dedi.

Ne olmuştu?

Trans aktivist Diren Coşkun’un sosyal medya hesapları üzerinden İda Koçak’ın açlık grevine girdiğini duyurması sonrasında olay, çok fazla kişinin tepkisini çekmiş, #İdayaSesVer hashtagi üzerinden insanlar tepkilerini dile getirmişti.

Konuyla ilgili çalışmalara başlayan Pembe Hayat Derneği, Ankara Sincan’da yer alan cezaevinin psikososyal servisi ile iletişime geçerek konuyla ilgili bilgi talep etmişti.

Çanakkaleliler madene karşı şantiyede, panelde ve meydanlarda

Çanakkale’de yapılması istenen maden projelerine karşı tepki gösteren halk hafta sonu da eylemdeydi. Cumartesi günü Su ve Vicdan Nöbeti şantiye ziyaretlerini sürdürürken, çadırlı nöbetlerini sürdüren eylemciler Çanakkale Sahil’de “el ele” ismiyle gerçekleştirdikleri eylemlerini gerçekleştirdi. Çan Çevre Derneği ise bölgenin karşı karşıya olduğu madencilik tehditlerini konuşmak üzere bir panel düzenledi.

‘Şirket yeni dönem için malzeme tedariki yapıyor’

Çanakkale’de yürütülen madencilik projelerine karşı aylar süren mücadeleyi yürüten Su ve Vicdan Nöbeti her cumartesi olduğu gibi bu Cumartesi de şantiye ziyareti gerçekleştirdi. Kanadalı Alamos şirketinin Çanakkale ili Çan ilçesi Etili Köyü‘nde bulunan şantiyesine giden eylemciler “Yerli ya da yabancı fark etmez, Kazdağları’nda madencilik istemiyoruz” dedi.

Her cumartesi Kirazlı şantiyesine yapılan ziyaretin bu sefer Etili şantiyesinde gerçekleşmesinin sebebi olarak şirketin Mart ayında yeniden çalışacağı söylentisi olduğu belirtildi. Yapılan ziyaret sonucunda şantiyede yeni dönem için malzeme tedariki yapıldığı ve işçilerin yerleşik düzenlerine devam ettiği gözlemlendi.

Çan ve Kazdağları’nda Yaşamın Geleceği

Aynı gün içerisinde Çan Çevre Derneği ise “Çan ve Kazdağları’nda Yaşamın Geleceği” isimli bir panel düzenledi. Çan Esnaf kooperatifi salonunda gerçekleşen panelde konuşmacı olarak şu isimler katıldı:

Halk Sağlığı Uzmanı Doç Dr. Gamze Varol, Çanakkale Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Hicri Nalbant, Çan Ziraat Odası Başkanı Hasan Şahin, Çevre Hukukçusu Avukat İsmail Atal, Dr. Besim Karakadılar ve Çan Çevre Derneği Başkanı Hamza Yıldız.

‘Politikacıların bizi dinlemeli’

Gamze Varol ve İsmail Atal konuşmalarında “Bugün burada tüm siyasiler olmalı, belediye başkanları olmalı, tüm basın burada olmalı. Bu koltuklarda oturacak yer olmamalı. Siyasilerin, karar vericilerin, politikacıların bugün burada bizi dinlemek dışında yapılacak daha önemli işleri olamaz” dedi.

El ele eylemler 10. haftasında: Kazdağları maden sahası mı ilan edildi?

Kazdağları’nda 213 gündür çadırlı direniş sürdüren eylemcilerin başlattığı ve her Cumartesi Çanakkale merkez sahilinde gerçekleştirdiği El ele eyleminin 10. haftasında da eylemciler bir araya geldi.  Alamos Gold’un ve Doğu Biga Madencilik’in hala bölgede varlığını sürdürdüğünü ve onlarca projenin de beklemede olduğunu söyleyen eylemciler “Kazdağları maden sahası mı ilan edildi?” diye sordu.

‘Her gün ceza kesiliyor’

Orman Bölge Müdürlüğü, Valilik ve Jandarma ormanları, temiz bir çevrede yaşama hakkımızı koruyacağına son bir haftadır her gün, Kirazlı’da çadırlı nöbet tutan yaşam savunucularına ceza kesmekte, aynı kişilere her gün kimlik sorarak, çadırlarını kontrol ederek baskı kurmaya çalışmaktadır” denilen açıklama şu şekilde devam etti:

“Bilinsin ki korkmuyoruz. Çünkü Anayasanın 56. Maddesi gereği sağlıklı bir çevrede yaşama hakkımızı savunuyoruz. Çünkü sincaplara, karacalara, ağaçlara verdiğimiz sözü tutuyoruz. Onlar ormandan gidene kadar Kazdağları’nı terk etmiyoruz.”

Küresel iklim değişikliğinin gerçek çözümü ne?

Geçtiğimiz hafta içinde İzmir’de üst üste çevre ve küresel iklim değişikliği ile ilgili iki toplantı yapıldı. İlk toplantı 20 Şubat perşembe günü İzmir Büyükşehir Belediyesi’nce tarihi Havagazı Fabrikası’nda düzenlenen İzmir Yeşil Şehir Eylem Planı’ ile bir süredir yine Büyükşehir Belediyesi tarafından sürdürülen İzmir Sürdürülebilir Enerji ve İklim Eylem Planı’nın ortaklaştırılması için düzenlenen çalıştaydı.

İkincisi ise ertesi günü Selahattin Akçicek Kültür Merkezinde Çevre Mühendisleri Odası İzmir Şubesi ve Konak Belediyesi tarafından düzenlenen ‘İklim Değişikliği, Kent ve Sağlık’ sempozyumuydu.

Bilindiği gibi İzmir Büyükşehir Belediyesi 2015’den bu yana Başkanlar Sözleşmesi’ne (Convenant of Majors for Cilimate and Energy-CoM) üye… Büyük çoğunluğu Avrupa ülkelerinden olan içlerinde Paris, Londra, Kopenhag gibi belediyelerin de yer aldığı irili ufaklı beş bine yakın kentin belediye başkanları bir araya gelerek yönettikleri kentlerin sera gazı emisyonlarını düşürmeye çalışıyor. Sera gazı emisyonlarını sınırlamak için uluslararası çabaların yetersiz kaldığı bu dönemde, yerel temelde önemli bir girişim; CoM… Sisteme giren birçok kent 2030 yılında karbon nötr’ hale gelmeyi hedefliyor.

İzmir, 2030’a kadar  emisyonlarını yüzde 40 azaltacak

İzmir Büyükşehir Belediyesi ise önce 2020’ye kadar %20 azaltım sözü verirken şimdi hedefini 2030 yılına kadar %40 azaltım olarak değiştirmeye hazırlanıyor. Diğer yandan Büyükşehir Belediyesi bu dönemde de Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) Yeşil Şehirler Programı’na katılmış.  Ülkemizde EBRD’nin bu programına katılan ilk belediye olan İzmir Büyükşehir Belediyesi, şimdi bu program için ‘İzmir Yeşil Şehir Eylem Planı’nın’ (YŞEP) oluşturmaya ve bu eylem planını ‘İzmir Sürdürülebilir Enerji ve İklim Eylem Planı’ ile bütünleştirmeye çalışıyor. Hazırlanacak planın uygulanması ile aralarında su, hava ve toprak konularının da yer aldığı kapsamlı bir dizi çevre sorunuyla mücadele edilmesi ve ayrıca kentin sera gazı emisyonlarının 2030 yılına kadar %40 azaltılması hedefleniyor.

Toplantıda bu hedefler için belirlenen yüzden fazla hedefin öncelik sıralaması yapıldı. Küresel iklim krizine hazırlıklı, çevre ve ekosistem sorunlarını mümkün olduğu ölçüde en aza indirme gayreti içinde bir kent olabilmek; başlangıçta kulağa hoş geliyor. Küresel iklim değişikliği sonucu meydana gelecek ekolojik yıkıma dirençli kentler oluşturmak tabii ki çok önemli. Ancak bu hedeflerin uygulanabilirliği ayrı tartışma konusu. Küçük bir örnek vermek gerekirse İzmir’in sera gazı emisyonlarının neredeyse %60’a yakını sanayiden kaynaklanıyor ve sanayi emisyonların kontrolü üzerinde yerel yönetimlerin bir yetkisi yok.

‘Sürdürülebilir kalkınma’ hayali

Resme bir de farklı açıdan bakalım: Yeşil Gazete’de geçen hafta yayımlanan dikkat çekici bir yazı vardı: ‘Kapitalizm gezegenin kanseridir; çok geç kalmadan operasyon yapalım…’ Double Down News’te 30 Ocak 2020 tarihinde yayımlanan, George Monbiot’nun konuşmasından Ömer Madra’nın yaptığı çeviri, aslında yıllardır anlatmaya çalıştığımıza benzer dikkat çekici ifadelerle dolu. Kapitalist sistemin kaynakları ve büyüme kapasitesi sınırlı olan gezegenimiz için tamamen öldürücü bir kanser olduğu vurgulanan yazıda, bu sistemin sadece iklim krizini yaratmadığı, gezegenimizi tamamen ve hızla bir çöküşe götürdüğü vurgulanıyor.

Gelişmeden sadece ekonomik büyümenin algılandığını ve yıllık ortalama %3’lük ekonomik büyüme ile dünyanın 24 yılda ikiye katlandığını; politikacıların memnun olduğu ve savunduğu bu tablonun kaynaklarını tüketerek dünyayı büyük bir hızla sona doğru götürdüğü belirtiyor Monbiot konuşmasında… Çünkü dünyanın kaynakları sınırlı ve her 24 yılda kesinlikle iki kat artmıyor…  ‘Sonlu bir gezegende sonsuz büyüme, felaket için yazılmış bir reçeteden başka bir şey değildir’ diyen Monbiot uzun ve örneklerle zenginleştirdiği konuşmasının sonunda gezegenimizin hayatta kalmasının tek koşulunun kapitalizme veda etmekle mümkün olabileceğini vurguluyor.

Tek yol, kapitalist sistemi terk etmek

Yıllarca ‘sürdürülebilir kalkınma’ diye bir kavramın olamayacağını anlatıp durduk. Kalkınmanın sadece ekonomik boyutu ile ele alınmasının yanlış olduğunu, ‘ekonomik büyüme’ ile küçük bir kesim zenginleşirken gitgide dünyanın büyük bir bölümünün yoksullaştığını,  ekonomik ve sosyal eşitsizliklerin günden güne büyüğünü vurguladık. Herkesi zengin etmek, bugün 100 tane daha kaynaklarını sömürecek gezegen bulmaktan geçiyor. Bunu yapamayacağımıza göre; ekonomik büyümeye dayanmayan, eşitlikçi, minimalist, sürdürülebilir bir yaşam tarzını ortaya koyan bir sisteme bir an önce geçmemiz gerekiyor. Küresel iklim değişikliği, çevresel kaynakların tükenmesi, türlerin soyunun yok olması, kısaca ekolojik çöküş,  kapitalist sistemin sonucudur. Ekolojik çöküşü durdurabilmenin yolu kapitalist sistemi terk etmekten geçiyor… Ama zamanımız gerçekten çok azaldı, hatta kalmadı…

Tekrar İzmir örneğine dönecek olursak yerel yönetimlerin kapitalist sistemin bazı kuruluşlarıyla uygulamaya çalıştığı gerek ‘Yeşil Şehir Eylem Planı’ gerekse ‘Sürdürülebilir Enerji ve İklim Eylem Planı’ kentlerimizi; yaşadığımız ekosistemleri, dünyamızı içine düştüğü ekolojik çöküşten, sorunun temelde bir sistem sorunu olması nedeniyle kurtarmayacaktır. Ancak yine de bu çabalar toplumun konuya ilgisini artıracak ve belki de kapitalist sistemi değiştirebilmesi için bugün artık çok değerli olan insanlığa  ‘zamanı’ kazandıracaktır.

Havalimanı inşaatı nesli tükenmekte olan göçmen kuşlara karşı

Yeşil Gazete için çeviren: Karya Ayyıldız

Filipinler‘in başkenti Manila’nın 25 kilometre uzaklığında, Bulacan şehrinde 2500 hektarlık alana yayılmış “aeorotropolis” tesisi, Manila Koyu’nun yaklaşık 30.000 hektarlık kısmını kaplayacak olan altyapı çalışmasının bir kısmını oluşturuyor.

Kuş gözlemcileri ulusal yapılanması olan Filipin Yabani Kuşlar Kulübü’ne (WBCP) göre, hali hazırda nesli tükenmekte veya tükenmeye yakın olan 12 kuş türü, havalimanı projesinden olumsuz etkilenecek. Bu türler arasında IUCN Kırmızı Liste’de neslinin tükenmekte olduğu belirtilen siyah suratlı kaşıkçı (Platalea minor) isimli az rastlanan bir su kuşu da bulunmakta. BirdLife International’a göre, sık sık çamur tabakalarını ziyaret eden bu kaşıkçı kuş türünden dünyada toplamda 2250 birey bulunuyor.

Ocak ayının sonunda gerçekleşen bir basın toplantısında WBCP’den Cristina Cinco, “Doğu Asya – Avustralya Uçuş Rotasını kullanan 50 milyon göçmen kuştan %27’si Filipinler’den geçiyor” demişti: “60 göçmen türden bahsediyoruz ve korunması gereken 12 tür var.”

Rakamlara, bu yıl 11-19 Ocak tarihlerinde gerçekleştirilen ve  WBCP kuş gözlemcilerinin 24 siyah suratlı kaşıkçı tespit ettikleri, senelik Asya su kuşu sayımı sonucunda ulaşıldı. Gözlemcilerin inşa halindeki havalimanının konumunda tespit ettikleri nesli tükenmekte olan türler Manila Koyu’nda neredeyse bir asrı aşkın süredir görülmüyordu. Cinco bunun aynı zamanda ülkede görülmüş en büyük tür toplanması olduğunu söylüyor.

Önerilen Bulacan Aerotropolisi

Ülkenin en yüksek gelirli şirketi San Miguel Corporation (SMC) tarafından yapımı planlanan 15 milyar dolarlık Bulacan havalimanı projesi, Filipinler’in ulaşım, iş ve ticaret merkezi olan Manila Koyu’nda yapılması planlanan 22 altyapı projesinden biri. Başkan Rodrigo Duterte’nin Build, Build, Build (İnşa, İnşa, İnşa) kampanyasının bir parçası olarak onaylanan bu proje, ülkenin şimdiye kadarki en masraflı altyapı projesi. Projenin Manila Ninoy Aquino Uluslararası Havaalanı (NAIA) hava trafiğini azaltması ve yıllık 100 milyon yolcu taşıması bekleniyor. Koyda yapılması planlanan, halen onay aşamasında bulunan diğer projelerinin aksine aerotropolis çoktan onaylanmış, 15 Ocak’ta ise projenin temeli atılmıştı.

Cinco, havaalanı projesinden etkilenecek türün yalnızca kaşıkçı kuşlar olmayacağını söylüyor. Aynı alanda bulunan nesli tükenmekte olan birkaç kuş türü daha var. Bu türler arasında, her ikisi de IUCN’nin tehlike altındaki türler listesinde bulunan, Uzak Doğu çulluğu (Numenius madagascariensis) ile Büyük kızılbacak (Calidris tenuirostris) ve Çin akbalıkçılı (Egretta eulophotes) da bulunuyor.

Asya suçulluğu (Limnodromus semipalmatus), Kıyı çamurçulluğu (Limosa lapponica), Kara kuyruk çamurçulluğu (Limosa limosa), Kervançulluğu (Numenius aquata), Kızıl boyunlu kumkuşu (Clidris ruficollis), Kızılbacak (Caidris canutus) ve Kızıl kumkuşu (Calidris ferruginea) gibi neredeyse tehlike altındaki türler de havaalanı proje sahası çevresinde görülüyor,  dolayısıyla aynı tehditlerle karşı karşıyalar.

Uzak Doğu Çulluğu sayısı dünya çapında azalırken Cinco, WBCP üyelerinin Manila Koyu boyunca en geniş kıyısal sulak alana sahip bölge olan Bulacan’da bu sahil kuşundan binlercesini gözlemlediklerini söylüyor. Bu sulak alanın önemini vurgulayan Cinco, türleri çevrelerinde koruyabilmek adına bu bölgenin Ramsar alanı ilan edilmesi gerektiğine dikkat çekiyor.

Bulacan’ın sulak alanlarındaki göçmen kuşlar arasında tespit edilen, nesli tükenmekte olan bir Uzak Doğu çulluğu (Numenius madagascariensis) ken / Flickr

Wetlands International’dan Arne Jensen’a göre çevresinde beş şehir bulunan Manila Koyu, yoğun mevsim zamanında, %75’i göçmen kuşlardan oluşan, 200,000’den fazla su kuşuna ev sahipliği yapıyor. Manila Koyu’nda bulunan önemli sulak alanların çeyreğine denk gelen bir alan ise  Bulacan yetki sınırında.

Çevre Bakanlığı’ndan alınan verilere göre her yıl 32’si tehlikede ve 19’u neredeyse tehlikede olan türler olmak üzere, 50 milyondan fazla su kuşu dünyanın en büyük göçmen kuş uçuş güzergahı olan Doğu Asya – Avustralya Uçuş Rotası’nı kullanarak Filipinler’den geçiyor. Filipinler, yıllık göç mevsimi zamanında 80’den fazla türe ev sahipliği yapan uluslararası öneme sahip yedi belirli sulak alana ve Ramsar bölgesine sahip.

Cinco, Bulacan’daki gün doğumu ve batımlarının yüz binlerce kuşu çektiğini söylüyor, ki bu da alanın çevresel önemini kanıtlar nitelikte. Planlanan bu projelerinin kuşları yerinden ettiğini anlatan Cinco, “Elbette araziyi kullandığınızda kuşlar habitatlarını kaybediyor. Nereye gidecekler?” diye soruyor: “Taşınacakları aşikar fakat uçuş rotası üstündeki etkileri ne olacak?”

Makalenin İngilizce Orijinali

İran’da deprem Türkiye’de can kaybı

İran’ın Türkiye sınırında yer alan Hoy kentinde Pazar günü 08.53 ve 19.00’da art arda iki tane 5.9 şiddetinde deprem meydana geldi. 60’ın üzerinde artçının takip ettiği sarsıntılar Van, Hakkari, Iğdır ve Ağrı illerinde de yoğun olarak hissedildi.

9 kişi öldü

Depremin en çok hissedildiği Van’ın Başkale ilçesinde enkaz altında kalan dördü çocuk toplam dokuz kişi hayatını kaybetti. 2’si yoğun bakımda olmak üzere toplamda 50’nin üzerinde yaralı olduğu belirtiliyor.

254 konut 297 ahır yıkıldı

AFAD tarafından yapılan açıklamada 08.53’te meydana gelen deprem sonrasında 254 konut ve 297 ahırın yıkıldığı, 694 yapının ağır hasar aldığı belirtildi. Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk ise “Başkale, Saray, Gürpınar ilçelerindeki  birkaç köy okulunda ufak çaplı hasar meydana geldi” dedi. Enkaz altında kalan bir vatandaşın ise olmadığı söylendi.

Başkale’de halk geceyi çadırlarda geçirdi. Fotoğraf:AA

Çadır ve malzeme yardımı

Deprem, Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (AFAD) tarafından paylaşılan bilgide deprem sonrasında bölgeye 1160 adet 16.5 metrekarelik, 264 adet 28 metrekarelik ve 20 adet 112 metrekarelik çadır ile battaniye, yatak ve ısıtıcı gibi malzemelerin tedarik edildiği söylendi.

Depremden en çok etkilenen Başkale ilçesinde, ‘evlerde kalmayın’ uyarısı yapılırken halk, AFAD ve Kızılay ekipleri tarafından kurulan çadırlara yerleştirildi.

 

Koronavirüsün sekiz kişiyi öldürdüğü İran ile sınır kapıları kapatıldı

Türkiye’nin komşu ülkelerinden İran’da Çin’in Vuhan kentinde ortaya çıkan yeni tip Koronavirüs (Kovid-19) sebebiyle hayatını kaybedenlerin sayısı sekize yükseldi. İran Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada vaka sayısının ise 43 olduğu duyuruldu.

Böylece İran, 2 bin 444 kişinin virüs sebebiyle öldüğü Çin’den sonra ölüm sayısının en fazla olduğu ikinci ülke oldu. Toplamda 31 eyaleti bulunan İran’da 12 eyalette eğitime ara verildi.

Sınır kapıları kapatıldı

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, ise Pazar günü yaptığı basın açıklamasında Türkiye’nin önlem amacıyla İran ile sınır kapılarını kapatacağını duyurdu: “İran’la 3 adet kara hudut kapımız mevcut: Ağrı Gürbulak, Van Kapıköy ve Hakkari Esendere. Buna ilaveten Iğdır’dan Özerk Nahçıvan Bölgesi’ne açılan Dilucu Sınır Kapısı da mevcut. Bakanlığımız bünyesinde görev yapan bilim kurulumuzun önerisiyle tavsiye kararları kapsamında sınır hareketinin azaltılması noktasında ilave tedbirlere ihtiyaç duyuldu. İran’daki tablonun giderek artış göstermesi sebebiyle komşumuzla sınırlarımızı geçici olarak kapatma kararı aldık.”

Basın açıklaması sırasında Fahrettin Koca- Fotoğraf: AA

Ulaşım tek yönlü durdu

Dışişleri, Milli Savunma, İçişleri, Ulaştırma, Ticaret ve diğer ilgili bakanlıklarla koordinasyon halinde olduklarını söyleyen Koca, “İçişleri Bakanlığı, İller İdaresi tarafından İran sınırıyla ilgili kararlar tüm valiliklere bildirildi. Uluslararası sağlık tüzüğü çerçevesinde İran’dan ülkemize yapılacak kara ve demiryolu geçişleri bugün saat 17.00 itibarıyla geçici olarak durduruldu. Tüm uluslararası uçuşlar ise saat 20.00 itibarıyla tek taraflı ve geçici olarak durduruldu. Yani İran’dan Türkiye’ye gelişler durdurulmuş oldu. Türkiye’den İran’a gidişler ise devam ediyor olacak” ifadelerini kullandı.

‘Tüm önlemler alındı’

Koca açıklamasının devamında “Türkiye’ye virüsün girmemesi adına Dünya Sağlık Örgütünün önerdiği tedbirlerden çok daha fazlasını ve çok erken dönemde uygulamaya başladık. Sağlık sistemimiz bu türden salgınlarla baş edebilecek kadar güçlüdür” dedi.

Vaka tespiti durumunda uygulanacak tüm önlemlerin önceden belirlendiğini söyleyen Bakan, “Yeteri kadar antiviral ilaç, medikal malzeme gibi ihtiyaçlar depolandı, tedarik zincirlerimiz sağlam. Bu noktada endişe edecek bir durumun olmadığını söylemek istiyorum” diye konuştu.

‘İklim adaletine dayalı, devrimci bir dönüşüme ihtiyacımız var’

Yeşil düşüncenin özellikle derin ekoloji yaklaşımı, insanların ekolojik bilinçlerini artıracak ya da hatırlatacak bir deneyimi mutlaka yaşayacaklarını söyler. Benim ekolojik bir bilinçle ilk karşılaşmam neydi hatırlamıyorum, ama bunu düşündüğüm zaman aklıma hep Ümit Şahin ve Ömer Madra gelir. Sorularımın cevaplarını ya da yeni sorularımı onların ürettiği iklim ve ekoloji içerikleriyle oluşturdum, dersem az olmaz.

Madra ve Şahin, yaklaşık 12 yıldır Açık Radyo‘da birlikte hazırlayıp sundukları Açık Yeşil’in belirli programlarını iki kitap halinde derlediler. Açık Yeşil derlemesinin ilk kitabı geçen yıl nisan ayında yayımlanmıştı. Açık Yeşil2 ise ocak ayında yayımlandı. Kendileriyle Yeşil Gazete için kitapların oluşum süreci ve içeriğine yönelik kapsamlı bir röportaj yaptık. Derlemenin yol gösterici ve çeşitliliğine yönelik keyifli bir okuma olmasını diliyoruz.

***

Bahar Topçu: Açık Yeşil Programlarının kitaba dönüşme ihtiyacı nereden kaynaklandı? Kitaplaşmasının anlamı sizin için ne oldu?

Ömer Madra: Tam olarak nereden kaynaklandığını hatırlamıyorum, ama bundan daha önemli bir konu olmadığını düşündüğüm ve ekoloji konularında bir rehber oluşturacak kadar geniş bir birikim oluştuğu için, diyebilirim. Ümit Şahin’le 2007’de çıkan kitapta da iklim krizi deyimini zaten Türkiye’de ilk defa biz kullanmıştık. Bu konunun mümkün olan en geniş kitlelere yayılabilmesi için iyi bir fırsat diye düşündük. Açık Radyo dinleyicilerinin de destek olması çok hoş oldu tabii. Programları deşifre etmekte ve başka alanlarda ortaklaşa bir iş yapılmış oldu; sonuç da bence iyi, hayırlı bir iş oldu.

Ümit Şahin: Açık Yeşil programı Ömer abiyle yazdığımız ilk kitabın sonrasında başladı. O kitap için 2006’da konuşmaya başlamıştık, kitap benim yaptığım mülakatlardan, bir tür nehir söyleşilerden oluştu. Biz mülakatları 2006’da yaptık, kitap 2007’de çıktı. İşte Açık Yeşil’i yapmaya da o kitap çıktıktan sonra başladık. Dolayısıyla Açık Yeşil bir kitapla başladığı için en sonunda yine bir kitaba dönüşmüş olması doğal bir süreç gibi geliyor bana. Tabii Açık Yeşil’e başlarken ileride kitabını yaparız diye hiç düşünmedik, ama böyle 10-12 yıl devam edince ve toplamı 560 programı bulunca, ”içinden çok şey çıkar” diye düşündük. Bir de programın 10’uncu yılıydı kitabı düşündüğümüzde, onuncu yılın envanterini çıkaralım gibi bir fikir oluşmuştu ve sonuç bu oldu. Bir yandan son 10-12 yılda iklim değişikliği ve iklim hareketleri nereden nereye geldi görmüş olduk, ama bir yandan ekoloji hareketlerinin de bir tür almanağı gibi oldu.

Ö.M: Biraz iddialı gibi gelecek ama bir tarz rehber niteliği de taşıyor. Birçok ilginç konu üzerinde çalışmış, bu konulara neredeyse ömür vermiş insanlarla görüşmek, mülakat yapmak fırsatı bulduk. Onları da yansıtmak iyi oldu. Antoloji gibi bir şey de oldu yani.

B.T: İlk kitaptaki programların bazılarında yeşil hareket, özellikle de Avrupa’daki yeşil hareket için öncü isimlerin hayatlarını anlattığınız bölümler var. Ben o isimlerin çoğunu kitaptaki programlardan duydum mesela. Bu öncü isimlerin hayatlarını anlatırken, her şeyi olduğu gibi anlatıyorsunuz. Oysa tam da böyle biraz ideal insan olma, pürüzsüz yaşamlar zamanında yaşıyoruz.

Ü.Ş: Herkes tutarlı olmak için ölüp bitiyor değil mi bu aralar?

B.T: Evet, aynen. Teşekkürler. Tam doğru kelimeyi bulamıyordum. Doğru insan olma, örnek, lider kişilik olma zamanlarındayız; ama anlattığınız insanlar…

Ü.Ş: Hepsi sorunlu insanlar.

(gülüşmeler)

İklim hareketini kadınlar üzerinden okumak…

B.T: Sizinle bunu konuşmak istiyorum aslında. Bilinçli bir seçim sanıyorum, onları böyle anlatmak.

Ö.M: Evet, sadece çevreci olarak değil kimlik olarak da son derece öncü kişiler. Sadece basit birer çevreci olarak algılanamazlar. Bunun bence en ilginç örneği Ümit’in program sırasında keşfettiği Eunice Newton Foote. Açık Yeşil 2’ye iklim hareketini baştan sona kadınların öncülüğünde okumanın mümkün olduğunu anlatarak başladık. Kilometre taşlarında onlar var ve işte benim gençlik aşkım Jane Fonda’ya kadar gidiyor. Donella Meadows mesela; kadın 1972’de Büyümenin Sınırları’nı yazıyor kocasıyla beraber ve bu işlerin böyle olacağını ilk yazanlardan biri. Ama Foote hakikaten olağanüstü, çünkü ta Amerikan İç Savaşı bile başlamadan önce kadın hakları dahil pek çok alanda çalışan, bu arada da küresel ısınmanın karbondioksitten kaynaklandığını ve atmosferde çoğalırsa ayvayı yiyeceğimizi söylemiş biri. Eunice Newton Foote’u daha önce bilmiyordum ama Rachel Carlson’u tanıyoruz mesela, çevre hareketinin öncü isimlerinden, kurucularından biri olarak onun da ne kadar aktif biri olduğunu ve şimdi yeni aktivistlerin uğradığı hakaretlere, aşağılamalara onun da uğradığını net olarak görüyoruz. “Evde kalmış histerik karı” diye bahsedilmiş kendisinden mesela. Greta Thunberg’e de söylenenlerin haddi hesabı yok. Jane Fonda’ya da Hanoi Jane derlerdi 1970’te, Vietnam Savaşı’na karşı çıkıyor diye. Bence bunları vurgulamak çok önemli.

B.T: Bence de, yeşil hareketle tanıştığım ve çevre meseleleri için harekete geçmek istediğim zaman, hayatta kendimi o kadar tamamlamadığım, biraz daha rahat etmem gerektiği gibi bir dönüş almıştım. “Dünya’yı biraz daha kirlet ondan sonra çevre aktivisti olmaya hak kazan” mı demek istediler, bilmiyorum.

Ü.Ş: Bu dediğin çok yaygın bir şeyin yansıması. Biz de Türkiye’de Dünya’yı daha yeterince kirletmediğimiz için bir şey de yapmamız gerekmediğini düşünüyoruz ya, bütün suç Amerika’da, Avrupa’da falan. Aynı mantık. Bizim daha önemli sorunlarımız var çevreye gelene kadar. Bu işte, yılların önyargısıdır.

Ö.M: Önce devrim yapalım.

Petra Kelly.

Ü.Ş: Ya da önce iyice bir kalkınalım. Önceki soruna gelince, birinci kitaptaki kişilerin bir kısmı yeşil hareketle tanıştığım dönemlerden itibaren, Petra Kelly gibi benim için efsane olan isimler, hayranlıkla takip ettiğim, benim kuşağım için kült denebilecek kişiler. Bir de tabii biz yeşil hareketle ilgilenmeye başladığımız yılların hemen başında Petra Kelly öldürüldü. O travmayı gayet iyi hatırlıyorum. Bir de, Barry Commoner gibi hem aktivist hem araştırmacı olan, bilim insanı olarak da öncü insanlar var. Bunların hepsi benim bir şekilde takip ettiğim isimlerdi. O yüzden bu isimlerin bazılarını ölüm yıl dönümlerinde bazılarını öldüğü gün (Edward Goldsmith gibi), bazılarını doğum gününde anma fırsatı bulduk. Sistematik olamadı, olsaydı keşke, mesela Rachel Carlson programı yapsaymışız iyi olurmuş. Ama mesela oradaki isimlerden benim için en önemlisi kitaptaki hacminden de belli olduğu gibi Ivan Illich. Benim için öncü bir isim, ustam gibi bir kişi. Hem mücadele ve aktivizm biçimi, hem düşünceleri açısından. Düşünceleri ve bütün hayatıyla ona çok uzun yer verdik. Yeşil hareketin Türkiye’deki ilk kuşakları için bu isimlerin hepsi çok önemliydi. Yeni arkadaşların bu isimleri iyi bilmemeleri çok doğal. Bu kitaptaki bölümler böylece hem bizden bir tür aktarım hem de onlara bir anlamda saygı duruşu oldu.

Ö.M: Sadece yazı çizi olarak değil de kişilikleriyle de, mesela Manisa Tarzanı gibi birini anmak da çok önemliydi. O hiç hatırlanmıyordu, eminim yani.

Manisa Tarzanı.

Ü.Ş: Sadece Manisa’da hatırlıyorlar.

Ö.M: Ama adam önemli biri, eylemle söylemi bir olan çok ilginç biri ve Türkiye’de bayağı erken bir zamanda bütün hayatını bu işe vermiş.

Ü.Ş: Gerçekten bu tür öncü kişiliklerin çelişkilerle dolu olması bir tür kural gibi. Rudolf Bahro gibi bir insan, delilik düzeyinde bir coşku ve radikalizmle hareket eden bir isim mesela. Manisa Tarzanı baştan aşağıya kendini bir persona olarak kurmuş. Kendini bir mite dönüştürmüş bir insan. James Lovelock mesela, 100 yaşını geçti galiba, kendisiyle sürekli çelişen biri…

Ö.M: Evet, James Lovelock’ın son hali tartışılabilir. Nüfus fazlasından şikâyet ediyor. Azaltırsak çözülür demeye getiriyor. Bu anlamda sözleri var.

Ü.Ş: Ben Petra Kelly’nin çok büyük hayranıyımdır. Fakat Avrupa Yeşilleri, biraz çatlak ve her şeye mani olan fazla radikal bir kişi olarak hatırlıyorlar onu. Kelly’nin o olağanüstü enerjisi, liderlik karizması falan olmasaydı acaba Alman Yeşilleri bu kadar hızlı büyüyebilir miydi? Bütün o kişiliklerin bu çelişkileri, zorlukları. Zor insanlar bunlar. Bu açıdan da incelenmeyi hak ediyorlar.

Ö.M: Bir de doğa korumacılar var. Bütün ömrünü bu işe vermiş Tansu Gürpınar, ne kadar çarpıcı bir kişilik. Ancak bu kitap sayesinde tanıdık, radyoda kendisiyle konuştuktan sonra dönüp yazdıklarına da bakmak hayranlık vericiydi. Hem eylemi hem de söylemi bir olan biri olduğunu fark ettik. Ama bunlar bilinmiyor. O açıdan bu kitaplar biraz antolojik mahiyette de işe yarar diye düşünüyorum.

Türkiye’nin pozisyonu: Sonsuza dek emisyonu artırmak

B.T: 10 İklim Değişikliği Taraflar Konferansı için yaptığınız programlarını ikinci kitapta derlediniz. Daha çok bir dinleyici olarak sormak istiyorum. Yaptığınız programlarda neden Türkiye’nin iklim müzakerelerindeki rolü için ayrı bir program yok.

Ü.Ş: Bahsediyoruz aslında.

B.T: Evet ama, biz burada bu işi tartışıyoruz ve her zaman iklim hareketi için de bir çıkmaz Türkiye’nin konferanslardaki pozisyonları. Türkiye’nin bir programlık tavrı yok mu yani?

Ü.Ş: Cevabı kendin söyledin. Türkiye’nin politikalarıyla ilgili konuşulacak fazla bir şey keşke olsaydı da bol bol konuşsaydık. Türkiye’nin pozisyonu hâlâ savunmacı. Savunmacı pozisyon neredeyse kalmadı iklim konferanslarında. Eskiden vardı, 1970’lerde 80’lerde hatta belki 90’larda bile, ama…

B.T: Savunmacı pozisyon yeterince kirletmediğini savunmak, değil mi?

Ü.Ş: Evet ben çok kirletmedim, neden benden bir şey istiyorsunuz? Eskiden bu çok yaygındı, artık pek kalmadı. Hele ki Paris Anlaşması’ndan sonra tamamen ortadan kalktı. En küçük ülke bile “tamam ben üzerime düşeni yapmakla yükümlüyüm” diyor. En hızlı büyüyen, kirleten ülkeler de biraz zorlamayla olsa da bir şeyler yapacağını söylüyor. Türkiye ise sonsuza kadar emisyonunu artırma stratejisi dışında bir şey açıklamadı bugüne kadar.

Ö.M: Büyüme ve kalkınma modeli…

Ü.Ş: Büyümeyle beraber emisyonu da artırma modeli… Diğerlerinde de var büyüme ama Türkiye hem büyüyeceğim hem de emisyonumu artıracağım, hiçbir zaman da azaltmayacağım diyor. Bu pozisyon Türkiye’ye özgü bir pozisyon haline geldi neredeyse. Böyle bir pozisyonun nesini konuşalım?

Ö.M: Resmi görevlilerin hepsi Türkiye’nin resmi pozisyonunu savunma durumunda. Bunun dışında da bir sürü riyakar katılımcı oluyor, onlarla görüşüyorsun, ama Türkiye’ninki zor.

Ü.Ş: Umutsuz vaka.

B.T: Kendi yerel iklim hareketiyle, sivil toplum kuruluşlarıyla uyumlu çalışan bir ülke örnek verebilir misiniz?

Ü.T: Senin dediğin anlamda pek yok aslında. Yani en iyi diyebileceğim ülkelerde de bu sefer ön plana sivil toplum kuruluşlarından ziyade delegasyonlar çıkıyor. Onlar gerçekten iyi çalışıyorlar, onların sesi çıkıyor. Sivil toplum Amerika, Türkiye gibi devletin bir şey yapmadığı ülkelerde daha ön planda. Avrupa Birliği’nin falan belli bir farkı olabilir. Ama Avrupa’nın sivil toplumu da hiçbir zaman AB’nin pozisyonuna bayılmıyor, onu zorluyor. Dediğin tarzda bir şey bence pek yok.

B.T: Greta da söylüyor zaten bu meselenin artık hükümetlere ve politikacılara bırakılamayacağını. Ömer Madra mesela uzun zamandır iklim hareketi için bir kritik kitleden bahsediyor. “İklim hareketinde gerçek bir değişimin olması için harekette kritik kitleye ulaşabilirsek eğer, politikacılar tepkisiz kalamayacaklardır, mutlaka bir şey yapacaklardır” şeklinde bir görüş var. Yapılması gereken o halde sadece sokaklara dökülmek, grevler yapmak mı yani?

Ö.M: Yalnız iklim hareketi için değil dünyadaki bütün sosyal dönüşümler için gerekli bir kritik kitle var. Bu artık ölçülmüş bir şey.

B.T: Nüfusun en az yüzde 3,5’unun gösterilere katılması mı?

Ö.M: Evet, mesela Hong Kong gibi bir yerde artık yüzde 25’lere çıkıyor bu rakam. Dünya’nın en güçlü yönetimi Çin bile bastıramıyor. Bu böyle ama öbür taraftan çok çelişkili durumlar var. Maldivler’de mesela, ilk defa seçimle gelen Cumhurbaşkanı, ilk hükümet toplantısını skubayla denizin altında yapmıştı. Yakın gelecekte iklim felaketleri adaları mahvedeceği için; ama onu da devirdiler. Muazzam bir devlet başkanıyken bile tutturamayabiliyorsun bu baskılar karşısında.

B.T: Nedeni de bu muydu? Genelde iklim krizi olmaz ya!

Ö.M: Büyük ölçüde buydu. Kendisini tanıma şansım da olmuştu. Müthiş bir adamdı, ama devirdiler ve resmen dışarı attı kendini, canını zor kurtardı. Delegasyonlarda uğraşıp dönüşümcü şeyler söyleyenlerin işi de hiç kolay değil. Filipinler’de mesela, ayrıntılı olarak konuştuk kitapta da var, Yeb Sano, ama onu da attılar. Kendisine bile sormadan, Filipinler’in çıkarlarına aykırı davrandığı; daha doğrusu Filipinlilerin temsil ettiği fosil yakıt çıkarlarına ters düştüğü için. Yani Cumhurbaşkanından tut Filipinler’in delegasyon şefine kadar gidebiliyor bu süreç. Onun için de tek yol… (gülüşmeler)

‘Sürekli ve öngörülemez devrimci süreç’

Ü.Ş: Ben son soruna cevap vermeye çalışayım. Elbette, kelimenin asıl anlamıyla sabahtan akşama kadar sokağa çıkamayız demiştik, yani eylem yapma anlamında. Dolayısıyla yapılacak bir sürü başka şey var, örneğin örgütlenmek gibi, diğer insanlara bu konuyu anlatmak, bu konuyu öğrenmek veya yaşamımızı ona göre düzenlemek gibi; bu konuda yazmak çizmek, kampanya yapmak bir sürü şey yapabiliriz. Ama ne yaparsan yap, 100 bin kişilik mitinglerden salon toplantılarına kadar diğer insanlara bir şekilde değeceğin, onlarla bir araya geleceğin işler yapmadan yaptıkların bir anlam taşımaz. O yüzden dar anlamda eylemden bunu anlıyorsak, evet eylem yapmadan bu iş olmaz, ama yaptığın eylemin bir işe yaramasının ölçütü ne diye de sorulabilir.

Ö.M: Sürdürülebilirlik.

Ü.Ş: Evet, birincisi süreklilik, ikincisi de şu ki; aslında ihtiyacımız olan şeyin devrimci bir dönüşüm olduğunu hepimiz biliyoruz. Devrimci dönüşümlerin ya da devrimci ayağa kalkışların en önemli özelliği nedir? Öngörülemez olmasıdır. Öngörülemez olan bir şeyin ortaya çıkmasının tek yolu da o eylemin sürekli hale gelmesidir. Yani, sürekli ve giderek daha çok insanın katıldığı bir eylemlilik örgütlediğiniz zaman bir gün sizin hiçbir şekilde kontrol edemeyeceğiniz bir devrimsel dönüşümü siz aslında başlatmış olursunuz. Bunu örnekleri tarihte ve dünyanın her yerinde çok sayıda var. Bizdeki Gezi de böyle bir şeydi.

Ö.M: Yani, Eunice Newton Foote’un ortaya çıktığı zamanları düşünürsek bana sorarsan 1848 devrimlerinin de etkisi var. Fransa’dan Amerika’ya gidiyor tabii ki. Devrim öyle bir şey yani…

Ü.Ş: Dolayısıyla biz burada bir devrimden bahsediyorsak, birilerinin oturup devrimi örgütleyeceği düşüncesi yanlış bir hayal. Böyle bir şey hiçbir zaman olmadı ve olmayacak. Ancak o inat ve o eylemcilik sürekli hale gelir, belli bir hedefe yönelir ve onu ısrarlı bir şekilde toplumda daha geniş kesimlere duyurursunuz, işte o zaman yüzde 3,5’la mı olur 5,5’la mı olur bilmiyorum. ama belli bir noktaya geldiği zaman öngörülemez bir devrimi ateşleyecektir. Bundan başka bir yol zaten herhalde yok.

Ö.M: Bence de yok ve bu iyi bir soru bence, daha önceki bütün tartışmaları da akla getiriyor. Devrim lafını kullanmak da bir çeşit tabuydu yakın zaman öncesine kadar. Halbuki şimdi Bernie Sanders Amerika Birleşik Devletleri tarihinde, uzun yıllardan sonra ilk defa sosyalizmden bahsediyor ve çok da ciddi bir destek alıyor. Özellikle de Alexandria Ocasio Cortez gibi genç kadınların büyük desteğiyle yürüyor. Devrimi konuşmak bu yüzden önemli. Bu kadınlardan konuşurken Rosa Luxemburg en önemli figürlerden biri, üstelik Lenin gibi bir figüre kafa tutmuş ve onu demokrasiyi savunmamakla eleştirmiş ve Lenin bile bir şey diyememiş.  İşte böyle bir kadının genel grev meselesi de tekrar gündeme geldi ve başarılı oluyor. Yani, bir kişi yaptı bunu. Çağırdığı genel greve 7,5 milyon insan katıldı. BBC’nin Greta’nın babasıyla yaptığı röportajda babası kızının daha önce pek gülmediğini, şimdiler daha mutlu olduğunu söylüyor ama adam aynı zamanda çok endişeli. Yapılan hakaretler ve gelen eleştirilerin de ötesinde, artık Bolsonaro’ları falan düşünürsek, işleri gerçekten zor.

‘Türkiyeliler toplumsal mücadeleye inanmıyor’

B.T: Açık Yeşil 2’nin son bölümünde iklim hareketinden röportajları paylaşıyorsunuz. Farklı mücadele ve çalışmalardan örnekler de diyebiliriz. Bunların hepsi kazanım. Yani belli bir mücadele ile kazanılmış direniş ya da kampanyalar.

Ü.Ş: O konuda biraz taraflı olabiliriz, evet.

B.T: Bu kadar ciddi ve büyük meselelere karşı mücadele eden bireyler, kendi çabalarıyla kazanımlar sağlayıp küresel bir gündem oluşturabiliyorken; üstelik bunlar Türkiye’den insanlarken, ana akım neden bu kadar ilgilenmiyor?

Ü.T: Bir kere, Türkiye’deki toplumsal mücadele kazanmayı çok bilmiyor. Kazananlar da hemen bir bahane bulunabiliyor.  Aslında bu zaten iptal olacaktı, gibi bir ruh hali çok yaygın. Ben bizzat yaşadım bir sürü bu tür deneyim. Nükleer karşıtı harekette de gördük. Kyoto Protokolü için de mesela büyük bir kampanya yaptık, Açık Radyo’nun da içinde olduğu, 170.000 imza topladık daha internetin bu kadar yaygın olmadığı bir dönemde ve o imzaların büyük kısmı sokakta toplandı. Türkiye ondan sonra Kyoto’ya taraf oldu. Fakat herkes de dönüp bize dedi ki, Türkiye zaten Kyoto’yu onaylayacaktı.

Türkiye’de toplumsal harekette bu alışkanlık var. Tamam, biz de demedik ki biz onaylattık diye. Ama bize dönüp de ilk söylenen şeyin bu oluşu, toplumsal mücadeleye inançsızlıkla ilgili aslında. İnsanlar sokağa çıkmaya, toplumsal mücadeleye inanmıyor. İnansaydı zaten Türkiye’de bu kadar insan iklim değişikliğinden kaygı duyarken yapılan iklim mitingleri en fazla 5 – 10 bin kişiyle sınırlı kalmazdı. Bütün diğer konular için de aynı şey geçerli. Bir tek kadın meselesi farklı. Bir tek kadınlar gerçekten, 8 Mart’larda falan olağanüstü bir kitle topluyorlar. Onun dışında hiçbir toplumsal hareket bence inanmıyor aslında toplumsal mücadeleye, kitlesel anlamda bakarsak. Kitapta başarıları ön plana çıkarmamız bilerek yani aslında. Gerçekten mücadele ederek, sonunda bir şekilde kazanırsınız.

Büyük Anadolu Yürüyüşü.

Ö.M: Başka da yol yoktur zaten.

Ü.Ş: Hani bir laf vardır: Mücadele ederseniz, kaybedebilirsiniz; ama mücadele etmezseniz çoktan kaybetmişsiniz demektir.

Ö.M: Yalnız Türkiye’de değil, dünyada da en temel sorun medyanın tamamen fosil yakıtçıların elinde olması. Bunu yakından biliyoruz. Yok sayılıyor. Avustralya bütün bir kıta halinde yandı. Tarihinin gördüğü en büyük kuraklıklardan birini yaşıyor. 1 milyardan fazla hayvan bilinebildiği kadarıyla yok oldu. Avustralya için artık ayrı bir felaket hesabı açmak söz konusuyken medya halen bunun küresel iklim kriziyle ilgisi olmadığını yazabiliyor. Çünkü medya Murdoch’un emrinde, Murdoch da petrolcü. O yüzden kömürcüleri destekliyorlar tabii ki. Türkiye’de de böyle. O yüzden de böyle biraz.. Ama Ümit’in sözünü ettiği, özellikle kendisine sol yakıştırması yapan kesimlerin ciddi, kendi iç engellemelerinin olduğunu da düşünüyorum. En büyük kayıplardan birini Büyük Anadolu Yürüyüşü’nde yaşadığımızı düşünüyorum. Muazzam bir isyandı. Türkiye’nin yedi ayrı bölgesinden yüzlerce insan yürüyerek geldiler.

Ü.Ş: Devlet engelledi. Yürüyenler de kendi içlerindeki tartışmalar nedeniyle yeterince direnemediler tabii.

Ö.M:  Onunla ilgili yaptığımız bence kitaptaki en ilginç röportaj, oradaki ruh halini iyi yansıtıyor. Çok heyecan vericiydi. Üstelik de Türkiye’nin en büyük göçmen topluluğu Sarıkeçililerin de başında olduğu bir şey. Yani yazık oldu, ama başka yolu da yok.

İklim adaleti…

B.T: İklim krizinin bir insan hakları meselesi olduğuna, sivil hak hareketleriyle hem stratejik, araçsal hem de özü itibariyle aynı değerleri paylaştığına dair pek çok şey var ayrıca programlarda. Yine de iklim adaleti hareketi halen diğer toplumsal hak hareketlerinden farklı diyebiliriz. İklim bilimini aktarmak için yapılması gerektiği gibi sürekli rakamlardan bahsedilmesi bir yandan meseleyi insansızlaştırdığı eleştirisine neden olabiliyor. Diğer yandan, gezegenin bugünü ve geleceği için en önemli mesele oluşu, gündelik hayattan uzak bir algı da yaratabiliyor. İklim adaleti hareketinin özellikle geçmişteki hak hareketleriyle olan bağlantısıyla ilgili sizin ne düşündüğünüzü merak ediyorum.

Ö.M: Türkiye’deki siyasi hareketlerin de gayet iyi bildiği gibi, insanlığın en temel kavramı adalet. Adalet Partisi vardı eskiden, şimdi Adalet ve Kalkınma Partisi var, herkes adalet kavramını yerleştirmek istiyor bir yere. Çok temel bir kavram bu gerçekten, Tevrat’ta da görebiliyorsun, en önemlisi, adalet olmaksızın insanlık meselesi tartışılamıyor. Hatta George Monbiot’nun bence çok hoş bir sözü var: “Yeryüzünün olağanüstü nimetlerinden yararlanma hakkına, onların içinde yaşayabilmek hakkına sahip insanların yeni doğmuşlardan ya da doğmamışlardan bunu esirgemesi yeryüzünün gelmiş geçmiş en büyük adaletsizliğidir” diyor, ki ben de katılıyorum buna.

O yüzden iklim adaletinin bütün mücadelelerin temelinde yer alması gerekir. Bütün bu mücadeleler de buna bağlanıyor zaten. DM25 hareketinin kurucularından Hırvat felsefeci Srecko Horvat, insanlığın en temel probleminin çocukları kavramamak olduğunu söylüyor. “İnsanlık her şeyi çözdü, bir sürü devrim yaptı, endüstri devrimi, tarım, ama bu çocukları kavramayı başaramadı” diyor Şimdi çocukların ve gençlerin başını çektiği bir adalet hareketi iklim meselesiyle buluştu. Bu, hem ikisini birleştiren ilk büyük hareket hem de muhtemelen sonuncusu olacak, eğer başarılı olamazsak. Benim zihnimin bir kısmını bu sorunlar işgal ediyor ve bunu yansıtabildiysek ne ala diye düşünüyorum.

Ü.Ş: Ben biraz yeşil düşünce tarafından cevap vermeye çalışayım. Yeşil düşünce ve yeşil harekete yapılan en büyük suçlamalardan bir tanesi ekolojik sürdürülebilirlikten bahsederken meselenin toplumsal boyutunu görmezden geldiğidir. Adaletten, yoksullardan, dezavantajlı kesimlerden falan değil, sadece diğer canlılardan veya gezegenin bütününden, ekosistemden ya da genel bir insan türünden bahsetmekle eleştirilir. Bu aslında haksız bir eleştiri, çünkü geri dönüp baktığımızda yeşil düşüncenin ilk çıkışından itibaren, en önemli adalet vurgusu olan gelecek kuşakların haklarının hep olduğunu görürüz.

Demin Ömer abinin söylediği, gelecek kuşakların bizim yararlandığımız haklardan yararlanmaları gerekir fikrini ortaya atan çıkışından itibaren yeşil düşünürlerdi. Ama yine de o dönemde özellikle 1960’larda bugün zengin çevreciliği diye etiketlenen bir şeyin etkisi de vardı tabii. Önemli olan nüfusu azaltmaktır, insanlar çoğaldıkça böyle oluyor diyen ve bu anlamda zenginlerin mi yoksa yoksulların mı çoğaldığını çok da sorgulamayan, aralarında bir denklik varmış gibi bir tür yanıltmaca yapan bir nüfus vurgusu da vardı. Bir de, azgelişmiş ülkelerin ya da yoksulların yaşadığı bu adaletsizliği pek fazla görmeden hepimiz aynı gemideyiz, bütün insanlık bundan aynı şekilde etkileniyor gibi herkesi uyarmak adına toplumsal eşitsizlikleri görmezden gelen bir genel söylem de vardı. Bunların yeşil hareketi temsil edebilecek kadar güçlü olduklarını düşünmüyorum ama sonuçta bu önemli bir şeydi, geriye bakıldığında bir sürü kitap bunlardan bahseder, bir sürü insan bunları hatırlar.

İklim adaleti kavramının bu kadar ön plana geçmesi buna karşı bir tür savunma ihtiyacından kaynaklanıyor. Biz, yoksulların, dezavantajlı grupların, kadınların ve gelecek kuşakların bu sorunlardan daha fazla zarar gördüğünün altını çizmek için iklim adaleti diyoruz. Aslında ben sürdürülebilirlik hareketinin de başından itibaren bir adalet hareketi olduğu kanısındayım, örneğin birinci kitapta bizim de uzun uzun üzerinde durduğumuz Barry Commoner’ın da söylediği şeylerden biridir, daha 1968’de. Zaten yeşil hareket bütünüyle 68’in mirasçısı, hatta miras bile denemez, 68 kuşağının yarattığı bir harekettir ve 68; bir toplumsal adalet talebidir. Hem de muhafazakârlığa bir başkaldırıdır.

Dolayısıyla yeşil hareket iklim meselesi ön plana geçmeden önce de adalet talebiyle ortaya çıkmıştı. Bu anlamda bir toplumsal dönüşüm talebini temsil ediyordu. Ama son 10-15, hatta 20 yılda, başta bahsettiğim olumsuz görünen mirastan kurtulmak için iklim adaleti fazlasıyla vurgulanmaya başladı. Bugün hala pek çok kitapta böyle net ayrım konduğunu görürsünüz. Sanki bir tarafta adaleti hiç görmeyen zengin çevreciler, diğer tarafta ise yoksul çevreciler var. Böyle bir şey aslında pek yok, ama bu bir tür savunma mekanizması olarak konuyor. Hareketi “temizlemek” sola doğru çekmek için. Oysa yeşil hareket zaten solda olan bir hareketti. O yüzden iklim adaleti vurgusu önemli. Biz de bu vurguyu sık sık yapıyoruz. Aslında bu zaten bir adalet hareketidir. Çevre adaletinin tanımında şöyle bir vardır: Çevresel hizmetlerden avantaj sağlayan insanlarla, kirlilik gibi çevresel zararlara maruz kalan insanlar aynı toplumsal kesimlerden değildir. Biri zenginler biri yoksullardır. Bunu dert etmek zaten çevre adaleti kaygısını ortaya çıkarır, ki aynı şeyi çok rahat iklim değişikliği için de söyleyebilirsiniz, ona da iklim adaleti diyoruz zaten. En başından beri işin temeli buydu. Biz de Açık Yeşil’de hareketlerden bahsederken hem en sondaki röportajlarda hem de en başta çocukların hareketinden bahsederken bunları vurgulamaya çalıştık.

Ö.M: Tamamen katılıyorum 68’in başlattığı bir şey olduğuna bunun. Hatta Rachel Carson aslında 1962’de yazarak başlattı. Ayrıca tam bir halka olarak, sonsuzluk hareketi olarak da birleşiyor: 68 hareketinin adalet talebi öncülerinden Jane Fonda’nın Beyaz Ev önünde yaptığı son açıklamada ben bütün ilhamımı Greta Thunberg ve Extinction Rebellion’dan aldım demesiyle ve 82. yaşını tutuklu kutlamasıyla bütünleşiyor.

B.T: Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Ü.Ş: Oturup sıfırdan bir kitap yazmaya başladığınız zaman, bu belli bir plandan yola çıkmak anlamına geliyor. Bu kitap ise kaotik bir sürecin sonucu aslında. Bu da ilginç ve özgün bir yanı olabilir. Kısmen güncel gelişmelerden kısmen yeni yayımlanan raporlardan, araştırmalardan; kısmen o sırada yapılan bir eylem veya kampanyadan, kısmen de birisinin ölüm veya doğum gününden… Yani büyük ölçüde tesadüflerle örülen bir 560 haftanın içeriğinden seçilenler olduğu için kaotik bir kitap içeriği denebilir. Biz tabii kitap haline getirirken elimizden geldiği kadar kategorize etmeye, belli bir forma sokmaya çalıştık.

Bunu şuraya bağlamak için söyledim. Biraz önce konuştuğumuz o devrimin öngörülemezliğindeki gibi, bu işler önceden planlayarak olmuyor. Bu kitap gibi başı sonu olmayan, belki bu kitap gibi bitmemiş, başı sonu belli olmayan bir dizi mücadeleye ihtiyacımız var. Kimsenin obsesif bir mükemmeliyetçiliğe kapılmaması lazım. 1,5 dereceyi engelleyemedik, eyvah, bittik. Yok artık öyle böyle şey. 1,6 derece için uğraşırsın. O da olmadıysa 1,65 derece için uğraş! Önceden bilme şansın yok. Toplumsal mücadele kaotik, öngörülemez, bilinemez bir şey. Metafor olsun diye söylüyorum, kitabın da öngörülemez bir yanı vardı. Baştan bir kitap planlamamıştık ama sonunda ortaya böyle bir şey çıktı işte.

Ö.M: Greta’nın devamlı olarak üzerinde durduğu 1,5 derece raporu var. Buna istinaden “Ben kendi fikrimi, siyasi görüşümü söylüyor değilim, açıp bakıyorum, dünyanın en büyük bilim heyeti bunu söylüyor” diyor. Bilim insanları 1,5 derece raporunda, “12 yılımız kaldı, 12 yıl sonra gerekli radikal tedbirler alınmadığı takdirde geri dönüşsüz noktaya varacağız” diyorlar. Kitabın giriş bölümünde Antoine de Saint Exupery’nin 1948’de yayınlanan Citadelle kitabından bir alıntı var ve bence çok yerinde seçmiş bilim insanları: “Gelecek meselesi” diyor, “öngörme meselesi değildir, gerçekleştirebilme meselesidir.” Bence mükemmel bir alıntı.

Plastik ayak izini azaltmak-3: Kişisel bakım, mutfakta değişim, evcil hayvan mamaları

Önceki iki yazımızda plastik ayak izini azaltmanın bazı kolay ve zor yollarını yazmıştık. Zor yollarını yazmaya devam…

1- Kişisel bakımın çevresel maliyeti

Kişisel bakım, toplumdaki bazı algıların paralelinde gelişebilen, kimi zaman reklamların etkisiyle kimi zaman da kişinin kendi tercihleriyle sürdürülen bir öz bakım işi. Asgari düzeyde yapılması, bir arada yaşamanın getirdiği bazı durumların sıkıntı yaratma potansiyelini ortadan kaldırır. Örneğin sıcak havalarda, ter kokusu giderici kullanmak, alternatif yollarla yapıldığında maliyetsiz olabilen faydalı bir tercihtir. Ancak bunu daha da ileri taşıyıp yapılan işi çeşitlendirmek faydadan çok zarar verebilir.

Aslında bu durumu kişisel tatminin derecesiyle birlikte değerlendirmekte fayda var. Kişisel bakımın maliyetini anlamak üzere örneklersek; daha önce de bahsettiğimiz gibi, önce “sabun kurutuyor” diye deterjandan hallice olan şampuan, üzerine de saç kremi kullanmak; duş jeli ile yıkandıktan sonra bir de losyon sürmek, kurulandıktan sonra da nemlendirici krem kullanmak, ciddi anlamda maliyeti olan bir eylem olarak nitelendirilebilir. Üstelik bunu her gün yapmak tam bir kâbus halini alabilir. Sizin için değil tabii ki çevre için. Aslında maruz kaldığınız kimyasal açısından sizin için de ciddi anlamda riskli, ancak konumuz o değil.

Olay sadece bununla da bitmiyor elbette. Farklı tekniklerle pazarlanan ve içine konuldukları tek kullanımlık kaplardan ne oldukları anlaşılabilen makyaj malzemeleri, temizleme jelleri/bezleri/sıvılarının  ciddi bir ambalaj yüküne sahip olduğunu unutmamak gerek. Kadın erkek fark etmez, kişisel bakımı çok fazla çeşitlilikte, her gün ve hatta günde birkaç defa yapıyorsanız, ambalaj çöplüğüne ciddi katkılar sağladığınızı bilmeniz gerekiyor. Bakım malzemeleri alanınızı şöyle bir kontrol ederseniz ne derecede plastik çöp ürettiğinizi de göreceksiniz. Kişisel olarak bakımlı olmanın verdiği hazzın yanına, bir balinanın midesinden çıkan ambalaj atıklarını da koyarak belki bir karşılaştırma yapabilirsiniz.

Kişisel bakım alışkanlıklarınızı gözden geçirmeniz ve varsa daha az ambalajlı ve daha az kimyasallı alternatifleriyle değiştirmeniz, kendiniz ve çevre açısından oldukça anlamlı olacaktır. Bunun -eğer çalışansanız- çalıştığınız kurumun politikasıyla doğrudan ilişkisi olabilir. Her gün “bakımlı” olmayı ve makyaj yapmayı teamül olarak yerleştirmiş kurum ve kuruluşların bu çöp üretim alışkanlıklarının değiştirilmesinde kayda değer bir değişikliğe gitmeleri işleri daha da kolaylaştıracaktır.

2- Bulaşık süngeri, sarı bez ve diğer mutfak ekipmanları

Geleneksel hale gelmiş olan “sarı bez serili mutfak lavabosu görüntüsü” temiz ve yıkanmış bir mutfağın adeta resmi gibidir. Neredeyse her evde bu seromoni bulaşıklar yıkandıktan sonra adeta bir ayin gibi gerçekleştirilir. Ancak bunun değiştirmenin zamanının geldiğini söylememiz lazım. Çoğunlukla sentetik ve petrol türevli malzemeden yapılan mutfak temizliği malzemeleri (sünger, bez, vb.) ciddi anlamda mikroplastik parçacık yayma potansiyeline sahipler. Üstelik bunların çoğunluğu arıtma tesislerini aşıp denizlere ve göllere ulaşıyor.  O halde daha çevreci olan alternatiflere yönelmek birçok anlamda fayda sağlayacaktır. Örneğin doğal malzemelerden yapılmış sünger, fırça ve daha basit ve işlemden geçmemiş kumaşları mutfak malzemesi olarak kullanmak, plastik salımınızı sıfıra indirecektir.

3- Hayvan severiz ama ya doğa?

Çoğumuz için hayvanlar hayatımızın merkezinde ya da yakınında olan canlılar. Kimimiz evimizde kimimiz ofiste kimimiz de sokakta besliyoruz. Ancak bu sevginin bir de çevresel maliyeti söz konusu. Siz hiç içerisine konulan yemeğin, ya da bitmiş yiyeceğin içine sinen kokusuna gelip ambalajı kemiren köpeklerin o poşetleri de yediğine şahit oldunuz mu? Ben oldum. Sadece ona da değil, hayvanların mamalarının konulduğu küçük/büyük paketlerin ambalajlarına da!

Hayvan sevmek, doğaya da saygılı olmayı zorunlu kılar. Bu sebeple hayvan beslerken doğa ve çevre için en saygılı ve zararsız yol ne ise onun bulunması ve onun gerçekleştirilmesi gerekir.  Aksi takdirde hayvan sevginizi sorgulamanızda fayda var. Mama alırken özellikle kaliteli açık mamaları tercih etmek ya da hayvanın beslenme alışkanlığına uygun olarak kendimizin yediği şeylerle (kırıntılarıyla değil) hayvanları beslemek birçok anlamda ambalaj azaltımına neden olacaktır. Hatta marketlerde satılan tek seferlik mamaları almamak bile, başlı başına bir ton çöpten kurtulmamıza yardımcı olacaktır.

Zor gibi görünüyor olabilir, ancak artık ambalaj atığı sorunu için bazı ciddi adımlar atmamız gerekiyor. Aksi tüm bahaneler, doğal yaşama bir yerden verdiğinizi, bir başka yerden zehirlemenize neden olmaktadır. Bu da hayvan sevgisi olarak açıklanamaz. Kirlettiğimiz çevrede onlar da yaşıyor. Hatta çoğu şehirde bulunan çöplüklerde beslenmeye çalışıyorlar. Beslediğiniz bir hayvanın mama poşetinin, bir başka yerdeki, başka bir hayvan için kabus olabileceğini unutmayın.

Doğayla kalın!

 

 

Dünyaya yardım etmenin basit yolları: Kenevir tuvalet kağıtları

Çeviren: Alev Karakartal

Ticari olarak yetiştirilen kenevir pek çok şekilde kullanılabilir. Çevreye duyarlı ve sürdürülebilirdir, büyümek için gübre veya böcek ilacı gerektirmez. Kenevir bitkisi 70 gün gibi kısa bir sürede hasat edilebilir, süreç boyunca az su gerektirir ve toprağı yenileme gücüne sahiptir. Elyafları, tuvalet kağıdı gibi birçok malzemenin gerekli olduğu durumlar için mükemmeldir.

Çevre dostu bitkiden mükemmel bir tuvalet kağıdı üretilebilir. Lifleri kokusuzdur, küf ve diğer bazı mantarlara karşı dayanıklıdır ve sağlıklı bir cilt için gerekli antibakteriyel ve antifungal özelliklere sahiptir. Kenevirden yapılmış tuvalet kağıdı yumuşak, ancak dayanıklıdır; ağırlığının dört katına kadar sıvı emme kabiliyeti vardır.

 Kenevirin tuvalet kağıdı için neden bu kadar uygun olduğuna ilişkin şunlar söylenebilir:

  • Kenevirden tuvalet kağıdı üretmek normal tuvalet kağıdına göre daha ucuzdur, çünkü işlemde daha az enerji ve kimyasal kullanır. Sıradan tuvalet kağıdı, ağacın liflerini parçalamak için sert kimyasallar gerektirir ancak kenevir bitkisi için bunu yapmak gerekmez. Tuvalet kağıdı için bitkinin sadece selüloz kısmını gerekir; ağaçların % 30’u selülozdur, ancak kenevi r% 85 oranında selülozdan oluşur.
  • Kenevir, diğer kağıtlardan çok daha fazla biyolojik olarak parçalanabilir.
  • Kitlesel ormansızlaştırma yoluyla ormanların yok edilmesinin önüne geçer. Kenevir ağaçlardan çok daha hızlı büyür ve çoğalır. Ağaçların ise gerekli olan hasat ve işleme işlemleri için gerekli olgunlaşmaya ulaşmaları en az birkaç yıl ister. Bu da yeni ağaçlarının büyümesini beklenirken, daha fazla ormanın yok edilmesine yol açar. Kenevirin büyümesi ve olgunlaşması için ise sadece 70 gün yeter.
  • Dönüm başına ağaçlara göre dört kat daha fazla malzeme (selüloz elyaf) üretir.
  • Bir acre alanda (4046.86 m²) on ton kenevir yetiştirilebilir ve bu da onu dünyanın en iyi biyokütlesi haline getirir.

ABD’de kişi başı yılda 50 kilo tuvalet kağıdı kullanılıyor

Günümüzde kesilen ağaçların% 35’i kağıt talepleri için kullanılıyor. Düzenli depolama sahalarındaki tüm katı atıkların dörtte biri kağıt hamuru ve kağıt fabrikalarından geliyor. ABD’de kişi başına yılda ortalama 50 kilo tuvalet kağıdı kullanıyor ve bu da kağıt hamuru ve kağıt üretiminin tüm zehirli hava atıklarının% 20’sinden sorumlu olmasına neden oluyor. Ayrıca, bir ton kağıt, 20.000 galon (76.000 litre) suyu kirletiyor.

Bütün bu nedenlerle, çevrecilerin alternatif olarak kenevir kullanımını savunmaları mantıklı bir zemine oturuyor. Kenevir tuvalet kağıdı kullanmak, milyonlarca ağacı kurtaracak ve gezegenimizi korumaya yardımcı olacaktır ! Daha yeşil bir geleceğe doğru ilerlemenin basit bir yolu olarak ağaç bazlı ürünleri kenevir bazlı ürünlerle değiştirmeyi deneyin. Bazen dünyaya yardım etmek, doğru tuvalet kağıdını seçmek kadar kolaydır!

Makalenin orijinali için tıklayın

Dünyayı ağaçlar mı kurtaracak?

Gezi Davası 18 Şubat tarihinde sonuçlandı; Mahkeme yurtdışında bulunanlar hariç bütün sanıklar hakkında beraat kararı verdi. Bu karar pek çok küllenmiş tartışmayı yeniden alevlendirirken yepyeni tartışma başlıkları da açtı. İlk gününden beri Gezi’yi desteklemiş biri olarak tartışmaların beni en çok ilgilendiren kısmı elbette ağaç meselesi oldu.

Mesele üç beş ağaç mıydı?

Bilmeyenler ve unutanlar için birlikte hatırlayalım Gezi Direnişi’nin neden, nasıl ve ne zaman başladığını:

AKP Hükümeti’nin Taksim Gezi Parkı’na, İstanbul 6’ncı İdare Mahkemesi ve 2 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun olumsuz kararlarına rağmen Topçu Kışlası yapma projesi vardı. Parkın duvarlarının bir kısmının yıkılması ve beş ağacın yerinden sökülmesi üzerine Taksim Dayanışma Grubu üyelerinin iş makinelerini engelleme çabasıyla başladı her şey. Takvimler 27 Mayıs 2013’ü gösteriyordu. Kimse eğip bükmeye çalışmasın; Evet, mesele bu beş ağaç, ağaçlar ve parktı. İnsanlar kendilerinin fikri alınmadan, üstelik hukuka aykırı yol ve yöntemlerle ve zorbalıkla ellerinden alınmaya çalışılan ağaçlarını ve parklarını korumak için oradaydı. Aslında polis bu eylemlere karşı olması gerektiği gibi yaklaşsa, aşırı güç ve biber gazı kullanmasa, kentte ve ülkede benzeri çokça yaşanan eylemlerden biri olarak kalacaktı Gezi Direnişi. 30 Mayıs sabahı göstericilerin çadırlarının yakılması Gezi Direnişi’ni küçük çaplı bir eylemden kitlesel bir eyleme dönüştürdü.

Mesele yalnızca Gezi Parkı’ndaki ağaçlar mıydı?

Elbette hayır! Ülkede her şey dört dörtlüktü, doğa korunuyor, ağaçlar ve ormanlar korunuyor da bir tek Gezi’de mi sorun yaşanıyordu? Yine bilmeyenler ve unutanlar için birkaç örnekle hatırlamaya çalışalım:

Neredeyse Gezi’den tam iki sene önce Artvin Hopa’da yurttaşlar dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yapacağı mitingi, özellikle bölgede yapılmak istenen HES’ler nedeniyle protesto etmek istemişler ve polisin gereksiz şiddetiyle karşı karşıya kalmışlardı. Atılan yoğun gaz bombası nedeniyle emekli öğretmen Metin Lokumcu yaşamını yitirmiş, evlere yapılan baskınlarla çok sayıda yurttaş gözaltına alınmıştı.

Yine Artvin Cerattepe’de maden arama faaliyetlerine karşı halk direnişinin başlangıcı 1980’lerin sonuna kadar uzanıyordu. Amasra’da yapılması planlanan termik santrale karşı direnen halk 2010 Nisan’ında Bartın Platformu’nu kurmuş ve amansız bir mücadelenin içine girmişti. Bergama’da altın madenine karşı köylülerin direnişi Hopdediks[1] gibi kendiliğinden oluşan figürlerle neredeyse bir halk efsanesine dönüşmüştü. Karadeniz’in pek çok deresinde halk, sularının ticari meta haline dönüştürülmesine ve doğalarının katledilmesine kahramanca direniyordu. Samsun’dan Sarp sınır kapısına kadar yüzlerce kilometre sahil bandında denizin doldurulması ile yapılan Karadeniz Sahil Yolu’na Ordu halkının direnişi ve beş kilometrelik Ordu kent merkezi sahilinin kurtarılması hafızalarda çok tazeydi henüz.

Örnekleri çoğaltmak mümkün, fakat gerek yok. Özeti şu ki, Türkiye’de halk doğasını, ormanını, suyunu, sahilini, ağacını korumak konusunda önemli bir gelişme kaydetmişti. Kapitalist sistemin aç gözlü canavarları halkın doğal kaynaklarına saldırdıkça halk da ne yapması gerektiğini öğrenmiş, doğasını ve geleceğini korumanın mücadelesini vermekteydi. Sistem, siyaset ve medyayı arkasına alıp saldırdıkça halk demokratik direniş ile hak arama yol ve yöntemlerinde ustalaşmaya başlamış, bu konudaki ürkekliğini üstünden atmıştı. Soruyorum size, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın köyünde HES’e karşı direniş olacağını; Yaşasın Derelerin Özgürlüğü sloganının atılacağını kim söyleyebilirdi? 2020 tarihi yazılırken bu da aktarılacak gelecek kuşaklara.

Çevrecilik dünyanın kurtuluşuna ışık tutuyor

İnsanın insana zulmü tarih boyunca var oldu, halâ devam ediyor. Aslında insan doğaya da uzun zamandır zulmediyor. Ne var ki bu zulmün hissedilir sonuçları yeni sayılır. Toplumlar doğaya savrulan her darbenin bir bumerang gibi dönüp suratlarında patlayacağını anladı. Bu nedenle doğayı koruma mücadelesi diğer hiçbir konuda olmadığı kadar destek görüyor. Örneğin işçi hakları, sınıf mücadelesi, insan hak ve özgürlükleri gibi konular siyasi olarak değerlendirilip sırt çevrilebilen alanlar olarak yalnızlaşabiliyor. Oysa ağaç için, su için, temiz hava için; özetle yaşam için verilen mücadeleye hangi inanç ya da siyasi görüşten olursa olsun kimse sırt çeviremiyor.

Time dergisi Greta Thunberg’i yılın kişisi olarak seçtiğinde hatırı sayılır bir kesim büyük bir korkuya kapıldı. Zira Greta’nın kişisel özelliklerinin yanı sıra savundukları da yerleşik kapitalist sömürü düzenini kökünden etkileyebilecek potansiyele sahipti. Ne yazık ki dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sağlıklı analiz yapma yetisini çoktan kaybeden gruplar Greta’nın adını lekelemeye çalıştılar, tıpkı Gezicilerin lekelenmeye çalışılması gibi. Ancak bu grupların unuttuğu bir şey vardı; ağaç için, doğa için, yaşam için mücadele edenlere atılan lekeler iz bile bırakamıyor, penceredeki su damlası gibi akıp gidiyordu.

Gezi tertemizdi ve Gezicilerin meselesi de sadece ve sadece ağaçtı.

Çünkü ağaç her türlü zulme karşı direnişin, haksızlığa isyanın, haklıyla yan yana oluşun sembolüydü artık. Ağacı korumak demek yaşamı korumak, bütün canlıların onurlu bir şekilde yaşamasını savunmak demekti. Ağacın yanında saf tutmak kapitalist sömürü düzenine sobe demekti, korkusuzca ve haykırarak. Baskıya başkaldırmaktı ağaç, ezilene omuz vermek, bir yumruk gibi kenetlenmekti.

Düzenin egemenleri, düzenden beslenenler durumu çabucak fark edip önlem almaya çalıştılar. Ve en iyi yaptıkları şeyi yaparak Gezi’yi şeytanlaştırmaya çalıştılar. Polis bunun için hınçla saldırdı, provokatörler bunun için çabaladı, yandaş ve Fetöcü medya 24 saat bunun için yazıp çizdi; Ancak, yapamadılar, yenildiler. Çünkü Geziciler tuzağa düşmedi. Hepimiz oradaydık, şarkı söyleyip dans etmekten başka hiçbir şey yapmadık. Elimizi kirleteceğimizi umdular ama kirletmedik.

Yıllar önce yapamadıklarını şimdi yapmaya çalışıyorlar, yine ve umutsuzca. Fakat halk her şeyin farkında; ağaçlar kazandı, dünyanın her yerinde kazanıyor, dünyayı ağaçlar kurtarıyor!

***

[1] Giydiği çizgili pijama, çıplak üstü nedeniyle kendisine bu lakap takılan Bergamalı Bayram Yıldız.