Ana Sayfa Blog Sayfa 2230

Taksim Geçici Sergi Platformu propaganda basınının kafasını karıştırdı

Propaganda basınında geçtiğimiz hafta İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Taksim’e yerleştirdiği “Geçici Sergi Platformu”nun 652 milyon liraya mal olduğuna dair haberler yer aldı. Bu haberle birlikte de “Ödediğiniz paralar bakın nereye gidiyor, Büyükşehir Belediyesi halkın parasını çarçur ediyor” kampanyası başlatıldı.

Aklı başındaymış gibi gözüken kişilerden görüşler alındı, “Bu bütçe restorasyon işlerine harcansaydı, çok daha iyi olurdu” gibi yorumlar yapıldı.

625 milyon değil, bin TL

Arkasından hala adına “ana akım” denen medya, bu haberlere referansla “Büyükşehir’in tartışmalı Taksim Platformu” başlığını kullanmaya başladı. Ancak paylaşılan fotoğraflarda yer alan bilgilendirme panosunda bütçe olarak kocaman rakamlarla “625 bin lira” yazıyordu. Yani toplam 180 metrekarelik bir sergi alanı ve iki taraflı tribünleri olan bir çelik yapı ve sergileme düzeneği, aydınlatması v.b. için makul sayılabilecek bir bütçe.

Elbette ki kimsenin aklına böyle bir hata yapabilecekleri gelmedi. Haberi yapmadan önce kendi çektikleri ve yayınladıkları fotoğrafa acaba hiç bakmamış olabilirler mi?

Bin misli, küçük bir hata değil. Tetikte beklediklerini ve bu işin tam da zamanı deyip bu hatanın görev icabı, yani dezenformasyon yaratmak için yapıldığını varsayalım.  Kimin aklına gelir maliyeti bir yerine iki değil, on da değil, yüz de değil, maliyeti bin misli büyütmek? Kim yalanın bu kadarına cesaret edebilir? Bu kadarı da biraz fazla değil mi?

Doğrudan doğruya iletişimle ilgili görev verilen bir yapıdan söz ediyoruz “yandaş” basın dediğimizde. Oysa politik taraf olmak anlamında olmadığı için bu yapıya “yandaş” yerine “propaganda” basını demenin daha yerinde olduğunu düşünüyorum.

Evet, bugün bu kanaldan doğal olarak hiç bir objektif bir bilgi, yorum almak mümkün değil. Ancak o kadar da umutsuz olmamak lazım. Bu bağımlı yapı kimi zaman öyle bir hata yapıyor ki, objektif gazetecilik yöntemleri ile bile elde edilemeyecek bir çok bilgiyi bir anda ortaya faş edebiliyor.

Geçtiğimiz hafta yaşanan bu tuhaflık da bunlardan biri. Bu yüzden propaganda basınının neden böyle bir ölçek hatası yaptığı benim kafamı kurcalıyor.

Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı yerleştirmesi.

‘Çöp projeler’

Bu hatanın dezenformasyon amacıyla, bilerek yapıldığını düşünenler olabilir. Ben bu hatanın görev icabı, yani dezenformasyon niyeti ile değil, daha “samimi” nedenlerle yapılmış olabileceğini düşünüyorum.

Büyük ihtimalle bir kafa karışıklığı yaşandı. Öyle tahmin ediyorum ki hiç alışık olmadıkları türden, bağımsız bir tasarımcı tarafından projelendirilen geçici yerleştirme olan Taksim Platformu’nu, AKM gibi bir yapı zannettiler ve bu yüzden hata yaptılar. Yani bildikleri kriterlerle algıladılar ve yorumladılar. Bu yüzden gördükleri rakamları yanlış okudular. Çünkü teşne oldukları ahbap çavuş ilişkileri ile yürütülen kamusal nitelikli projelerde böylesine bir sonucun ortaya çıkması mümkün değil.

Kamu yönetimlerinde bilindiği gibi, ister şu görüşten, ister bu görüşten olsun, tasarım işleri tıpkı diğer konularda olduğu gibi, yandaşlık ilişkileri ile yürütülür. Kabataş’taki Martı Projesi gibi örneklere uzanmaya gerek bile yok. Sıradan bir durumdur bu. Büyükşehir Belediyesi’nin rafları binlerce uyduruk projeyle doludur. Bunların uygulanmaması değil, uygulanması çok daha büyük bir israf yaratacağı için bir kenarda öyle beklerler. “Çöp projeler” adı verilen projelerin gerçekte çok önemli ve görünür olmayan ikinci bir işlevi daha vardır. Muhalif olabilecek sembolik sınıfları, mimarları, sanatçıları, yazarları bağımlı kılmak ve susturmak. (Geçmişteki bir İBB Belediye Başkanı bu konudaki talimatın yukarıdan geldiğini söylemişti.)

Bugüne kadar Büyükşehir Belediyesi’nde uygulanan yöntem sembolik üretimin, planların, projelerin eleştirel bir yöntemle geliştirilmesi değil, ahbap-çavuş ilişkileri ile yönetilmesiydi. Politik görüşü ne olursa olsun, yönetimlerin kamusal alanda mimari tasarım, sanat gibi faaliyetlerdeki önceliği, üretimin bağımlı bir ilişki ile koşullandırılmasıydı.

 Büyükşehir tarihinde ilk bağımsız bir proje

“Taksim Geçici Sergi Platformu” ise bir geçici yerleştirme olmasına rağmen, Büyükşehir’in tarihinde ilk defa alışık olunmayan bir yöntemle, bağımsız bir mimar tarafından tasarlanmıştı. Hemen yanıbaşındaki devasa Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı (CİB) yerleştirmesi ise, üzerindeki uyduruk süslemelerle, rüküşlüğü ile sırıtıyordu.

Bu yüzden üç günde montajı yapılan bu mütevazı yapıyı gözlerinde büyüttüler. Gözlerinde büyüttükleri gibi maliyetini de binle çarptılar. Çünkü devasa bütçelerle hazırlanan koca koca projelerin nasıl işlevsiz kaldıkları, çöpe dönüştükleri ortada. Bu hatanın nedeni bu kadar basit. Ancak bu propaganda basınının istemeden de olsa ortaya koyduğu bu gerçeği  önemsemek gerektiğini düşünüyorum.

Ancak mesele bu hatalı haberle sona ermedi. Bugüne kadar Taksim Meydanı bir dolu ticari kullanıma sahne olduğu, devasa çadırlar kurulduğu halde hiç bir karar almayan, hiç bir konuda harekete geçmeyen Koruma Kurulu, üstelik daha montaj aşamasında (7 Şubat’ta) platformun kaldırılması için aniden bir karar aldı. Kurul da tıpkı onlar gibi bu geçici platformu AKM gibi bir bina zannetti ve hemen harekete geçti.

Bu davranışı da aynı propaganda basınında olduğu gibi “politik” nedenlere bağlayanlar var. Ancak bu görünen nedenin ötesine de bakmak gerekli.  Bu kararda Kurul denen yapının “ideoloji içindeki ideolojisi”ni de dikkate almak gerektiğini düşünüyorum. Piyasa mimarları ile iş gören, basmakalıp uygulamalarla patronajını geliştiren bu bürokratik yapının, böylesine deneysel bir mimari tasarımdan haz etmeyeceği dikkate alınmalı.

Sorun şimdilik merkeziyetçi rejime direnen İmamoğlu’nun bu sistemin içinde yer alıp, yer almayacağı. Çünkü bu kurumlar, ki bunların en başında hem özel, hem kamu olarak şehrin enerjisini emen tekelci, imtiyazcı, dışlayıcı yapıların başında Büyükşehir şirketleri geliyor ve bunlar bugünkü neoliberal, otokratik rejimin ideolojisini yeniden üretiyorlar.

Bunlar iktidarlara bağımlı, sekülerleşmemiş entelektüel ortamlar yaratarak, her türlü eylemsellikleri ile şehrin kaynaklarını, değerlerini çöpe dönüştürüyorlar. Binlerce misli bütçe harcansa da o hazırlanan planlar, projeler bir kara delik gibi şehrin enerjisini yutuyorlar. Ama bu devasa kurumların dışında kalan bağımsız bir kaç kişinin gönüllü çalışmasıyla yapılan iş bir anda başka bir enerji yayıyor.

Bu yüzden bu propaganda basınının yaptığı değerlendirme hatasıyla ortaya saçtığı gerçeğin gösterdiği gibi, asıl bu muazzam bürokratik yapıların neden çöp ürettiğine bakmak gerektiğini düşünüyorum. Şehrin mevcut değerlerinin korunamadığını söylemek eksik kalıyor, çünkü bu model yalnızca mevcut olanı değil, daha doğmamış olanı öldürüyor, yok ediyor.

 

 

[Cadı Kazanı] Zehirsiz Sofralar * – Nuran Seyhan Bayer

İklim krizi kapıya dayanmışken, böcek ilaçları baş köşeye çoktan oturmuştu, kırk katır mı kırk satır mı hesabı.. Nasıl yok olmak istersiniz.? Seç beğen al..

Canlı öldürücü (nedense sadece böcek öldürücü deniyor) tarım ilaçları çoook uzun zaman önceden beri zaten sofralarımızı ‘süslüyor’. Zehirden kazanç sağlamanın en karlı yollarından biri bu çünkü. Üstelik yalnızca kazanç değil, ün de sağladı. DDT’nin böcek öldürücü etkilerini bulan kişi Nobel Ödülü ile şereflendirildi: “Ademoğlu kendi yarattığı şeytanın farkına varamamıştı yine (**)

80 yıldır zehirleniyoruz

1940 yılından beri hayatımıza giren ve her yıl listeye yenileri eklenen bu ‘canlı öldürücüleri’, insanoğlunun doğayla savaşında kullandığı kimyasal silahlar aslında. Bildiğimiz geleneksel savaşta kullanılan kimyasal silahlar için kıyamet koparılırken, bunlara cennetin kapıları sonuna kadar açıldı. Ve 80 yıldır bitkiler kadar toprağı, yeraltı sularını, havayı kirleten bu zehirli maddeler, birçok böcek, kuş, arı ve pek çok canlıyı yok ederken, kemiklerimizin yapısına kadar girip, ölünceye kadar orada kaldı.

Üstelik bir ilaç piyasaya sürülmeden önce uzun araştırmalarla sağlığa zararları irdelenirken bunlar tamamen biyolojik deneylerin sınırları dışında kaldı.

Çocuğunuz için ne yaparsınız?

Doğada karşılığı bulunmayan bu sentetik maddelere uyum sağlamak söz konusu olabilir mi, söylemek zor, ama eğer böyle bir şey mümkünse, buna  sadece insan ömrünün yıllarını değil, kuşakların ömrü gerekir.

Bu kimyasallar için harcanan her bir dolar karşılığında ödenen 5-8 dolarlık sağlık harcaması bile karar vericilerin gözünü açmıyorsa ne açar acaba? Ya da daha kötüsü umurlarında değil. İnsanlar ölebilir, birçok kanser türüyle savaşabilir; yeter ki kirlilikten kazanç sağlayanlar mutlu olsun.

“Çocuğum için canımı veririm” diyenler söyledikleri bu sözün ne anlama geldiğini ve bunun için yapabileceklerini, şapkalarını önlerine koyup bir kez daha düşünmeliler. Emzirdiğinde sütünden bebeğine geçen bu kimyasalların, sonraki yıllarda çocuğun sağlığını belirleyeceğini hala bilmiyorsa o anne-babalar için bir kitap öneriyorum: Sessiz Bahar

‘Bir kişi bile fark yaratabilir’

ABD eski başkan yardımcılarından Al Gore, kitaba yazdığı önsöze şöyle başlıyor:

“SESSİZ BAHAR hakkında yazmak, seçimle gelen bir devlet görevlisi için eziklik yaratan bir deneyimdir, çünkü bir nirengi noktası oluşturan RACHEL CARSON’un bu kitabı, düşüncelerin gücünün politikacıların gücünden çok daha büyük olduğunu yadsınamaz biçimde kanıtlamaktadır.”

Ve şöyle bitiriyor:

“Onun yaptıkları, aydınlattığı gerçek, özümsettiği bilim ve araştırma, pestisitlerin kullanılmasının sınırlandırılması için güçlü dayanaklar sağlamakla kalmadı, aynı zamanda bir kişinin nasıl bir fark yaratabileceğinin güçlü bir kanıtını da oluşturdu.”

Hala ZEHİRSİZ SOFRALAR’ın imza kampanyasına bile imza vermediyseniz , zaten çocuğunuz için canınızı verseniz de bir yararı olmayacak.

 

“Olanca kötülüğün, karanlığın içinde her şeye rağmen ışık vardır ve ışığa zaten en çok ‘karanlık zamanlar’da ihtiyaç duyarız. Her doğum bir mucize, her insan yeni bir başlangıçtır ve insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulunabildikleri sürece umut da vardır. Dünya sevgisini mümkün kılan, içinde yaşadığımız dünya için sorumluluk alıp ortak eylemde bulunma yetimizdir.”                 

Hannah Arendt

 

 

 

*Bir süredir Buğday Derneği öncülüğünde yürütülen kampanyanın adı

* *Albert Schweitzer: “Ademoğlu kendi yarattığı şeytanın farkına bile zor varır.” (Seksist olan Ademoğlu kelimesini burada özellikle değiştirmek istemedim)

 

‘Kapitalizm gezegenin kanseridir, çok geç kalmadan operasyon yapalım’

Çeviren: Ömer Madra /Açık Radyo 

(Double Down News’te 30 Ocak 2020 tarihinde yayımlanan George Monbiot’nun konuşmasından alınmıştır.)

*

Her insan büyür: Çocukluk çağımızda büyürüz ve yetişkin olduğumuzda tepede bir düzlüğe varırız. Ondan sonraki tek büyüme biçimimiz dışa doğru olabilir ancak, ki aslında onu yapmayı da hiç istemeyiz. Vücudumuzda belli bir noktadan sonra büyümemizi durduran bir düzenleyici sistem vardır zaten.

Ne var ki, zaman zaman sistem bozulur ve hücrelerden biri çoğalmaya, denetimsiz bir biçimde büyümeye başlar. Buna kanser deriz. Kanser tedavi edilmezse çoğu zaman ölümcüldür. Kanser dediğimiz şey, temelde, sonlu bir sistem içinde sonsuz büyüme demektir. Bu sistem, insan vücududur.

İşte kapitalizmde olan şey, tastamam budur. Kapitalizm, sonlu bir yaşayan sistem içinde sonsuz büyümeye dayalıdır. Kapitalizm gezegenimizin kanseridir ve tıpkı insan bedenindeki kanser gibi, onu kesip atmak zorundayız.

Yetişkin hayatımın tamamı boyunca şirket kapitalizmine, tüketici kapitalizmine, eş-dost-ahbap kapitalizmine saydırdım durdum. Bunların hepsi gerçek birer sorun tabii ama asıl sorun konusunda bende jetonun düşmesi hayli uzun zaman aldı.

Seküler din: Kapitalizm

Belki de sorun, kapitalizmin türü sorunu değildir.

Belki de sorun, kapitalizmdir. Bunu söylemek neredeyse dine küfretmek kadar büyük bir günah, çünkü kapitalizm bizim seküler dinimiz zaten. Bu, 19. yüzyılda “Tanrı öldü” demek gibi bir şey. “Kapitalizm çuvalladı, kapitalizm gezegeni mahvediyor, asıl problem kapitalizm” diye konuşmak bir çeşit kâfirlik oluyor. İnsanın kendisini bunu söyleyecek kadar güvenli hissetmesi için bayağı kuvvet toplaması gerekiyor. Ama şurası benim için gayet açık: Artık tüm kanıtlar sorunun kapitalizm olduğunu bize anlatmak üzere kapının önüne dizilmiş durumda.

O zaman gezegen faciasına birazcık bakalım şimdi. Ve unutmayalım ki bu sadece iklimin çökmesi değil; gezegen sistemlerinin tam tekmil arıza yapması: Toprağı kaybediyoruz, temiz suyu kaybediyoruz, böcekleri kaybediyoruz, bu gezegeni paylaştığımız tüm diğer canlı türlerini kaybediyoruz, mercan kayalıklarını kaybediyoruz, yağmur ormanlarını, denizleri, her şeyi her şeyi kaybediyoruz ve bu kaybediş olağanüstü bir hızla gerçekleşiyor. Nefes kesici bir hız bu. Her şey ömrüm boyunca asla görmeyeceğimi sandığım hızla gerçekleşiyor. Torunlarım görür diye korktuğum şeyleri daha şimdiden görüyorum ben – ve o kadar da yaşlı değilim.

Peki, buna sebep olan şey ne? Bunun arkasında yatan itici güç ne?

Sonlu gezegende sonsuz büyüme

İtici güç, ekonomik büyüme. Yılda yüzde 3 oranında büyüyen bir küresel ekonomi her 24 yılda ikiye katlanır, sonra gene ikiye katlanır, sonra gene ikiye katlanır. Üstüne atlayıp dörtnala gitmemiz beklenen yörünge bu işte. Hükümetlerin istediği de bu: Sürekli ikiye katlansın, katlansın, katlansın. Gezegen de aynı oranda büyüyor olsaydı itirazımız olmazdı belki ama sonlu bir gezegende yaşıyoruz.

Sonlu bir gezegende sonsuz büyüme, felaket için yazılmış bir reçeteden başka bir şey değildir. Daha şimdiden gezegen sınırlarını aşıp duruyoruz. Bu can alıcı kırmızı çizgileri aşmamalıyız çünkü onların ötesinde bizi bekleyen şey, kaos: İnsanların ve yaşayan dünyanın geri kalanının kitlesel imhası. Üstelik bu, şu andaki ekonomik faaliyet seviyelerinde. Bunu ikiye katlamak, sonra bir daha ikiye katlamak istiyor musunuz sahiden? Ama bu yapılamaz ki.

Büyüme, sermaye birikimi için yapılan bütün girişimlerin, kâr etme çabalarının, kendimizi zengin etme çabalarının toplam sonucudur. Ekonomik büyüme ile bunu götüremeyiz.

Bugüne kadar bunun yapılmasının tek yolu, dünyanın en güçlü bölgelerinin, dünyanın daha güçsüz bölgelerinden fiilen materyal ve ucuz emek gücünü çalıp bunu kendi para kasalarımıza aktarmakta dünyanın gittikçe daha fazla alanını kullanmamızdı.

Ama tabii, ondan sonra dünyanın gittikçe daha fazla bölgesini çöplük olarak kullanmamız, çöplerimizi sonunda bütün dünya temelde bir hafriyat ve çöplük alanına dönüşene kadar atmamız gerekecekti. Tüm atmosfer bir karbondioksit çöplüğü halinde. Şehirlerimiz birer hava kirletme çöplüğü. Topraklarımız bir-iki gün kullandığımız, sonra da sıkılıp attığımız ve arkamızda bıraktığımız bir çöplük sahası.

Eğer ekonomik büyüme devam edecekse, bunu yapmak zorundayız. İhtiyacımız olmayan şeyleri satın almak, hemen sonra atacağımız şeyleri almak zorundayız, yoksa sistem gıcırdayarak durma noktasına gelir. Ve ekonomik büyüme gıcırtıyla durma noktasına gelirse, kapitalizm de gıcırtıyla durma noktasına gelir. Kapitalizmle ekonomik büyüme birbirinden ayrılamaz.

Büyüme, sermaye birikimi için yapılan bütün girişimlerin, kâr etme çabalarının, kendimizi zengin etme çabalarının toplam sonucudur. Ekonomik büyüme ile bunu götüremeyiz. Şimdiye kadar gezegenin başına gelmiş olan en feci şey budur.

Ekonomik büyümeyi sürdüremiyorsak, bu, kapitalizmi sürdürmeyi de başaramayız demektir. Bu da yeni bir sisteme ihtiyacımız var demektir. Yeni bir sistem diyorsam, eski bir sistemin yeni bir kopyasını kastetmiyorum tabii. Ben Sovyet Komünizmi istemiyorum. Bence o da feci bir sistemdi. Aslında o da büyümeyle kafayı bozmuş bir sistemdi; devlet planlamacılığıyla muazzam miktarda emek gücü ve muazzam miktarda kaynağı son derece verimsiz bir biçimde seferber ederek devasa seviyelerde büyüme gerçekleştirmenin peşindeydi. Bu, hem bir çevre faciasına yol açtı, hem de insanî bir faciaya.

Yanlış şeyleri ölçmek…

Dolayısıyla, yeni sistemler tasarlamak zorundayız: İnsanın mutluluk ve esenliğini yurtiçi gayri safi hasıla ile birbirine karıştırmayan yeni sistemler. Bu ne kadar çılgınca bir fikir ki? Keyfi bir rakam seçiyoruz ve diyoruz ki: “İşte ekonomimiz büyüyor, yaşasın! Harika gidiyoruz! Her şey bizim için çalışıyor!” Valla, şurası açık ki, öyle olmuyor işte. Elde balyozla gece bir mağazaya dalıp oradaki bütün malları yağmalayıp götürsek, ekonomik büyümeye katkıda bulunmuş oluruz. Çünkü birisinin mağazayı tamir etmesi, birisinin çalınan malların yerine raflara yenilerini koyması, polisin bunu kimin yaptığını bulması, mahkemelerin de bizi yargılaması gerekir. Bütün bunların ekonomik büyümeye katkısı olur tabii de insanın esenliğine katkıda bulunmuş olur mu peki? Cevap: muhtemelen hayır. Bir nehre çöplerimizi atarsak, başkaları nehirdeki kirlenmeyi temizlemeye uğraşacaktır ve bunun da ekonomik büyümeye katkısı olacaktır, ama esenliğimize katkısı olacağını söyleyemeyiz. Yanlış şeyleri ölçmekle meşgulüz biz.

Paramızın doğal servet edinme hakkına dönüştüğünü söylüyorlar bize. Niye ki?

Ama kapitalizmin tek problemi bu değil. Onun yaptığı başka bir şey daha var. Kapitalizm bize paramızın hiçbir insanın elinden çıkmamış nesnelere dönüşebileceğini söylüyor. Yeterli paran varsa bir toprak parçası alabilirsin diyor bize. Ya da özel uçağınla atmosferi kirletme hakkını satın alabilirsin diyor. Ya da mavi yüzgeçli orkinos filetosu satın alabileceğimizi söylüyor – o türü yokoluşa sürüklemekte olmamıza rağmen. Ya da kesilmesi Amazon ormanlarında yoğun yıkım yaratmasına rağmen sen gene de maun ağacından mobilya satın alabilirsin diyor kapitalizm. Bu bizim hakkımız oluyor. Paramızın doğal servet edinme hakkına dönüştüğünü söylüyorlar bize. Niye ki? Bize bir sterlinin, doların, yen’in ya da başka bir şeyin bir simgeye, itibarî paraya dönüştüğünü, bunun bize hiçbir insanın imalatı ya da el yapımı olmayan belirli miktarda bir zenginliğe hak kazandırdığını söyleyen gayri adil bir ilke. Hayatta yok böyle bir şey. Ama işte bu gayri adil varsayım, kapitalizmin yüreğini oluşturuyor. Yani, yeterli parayı biriktiren, tevarüs eden ya da gasp edenlerin o parayı ortak hazinemizden yani hepimizin hayatta kalması için temel dayanağımız olan ortak malzemeden, müşterek kaynaklarımızdan devasa bir parçayı kapıp götürmek için rahatça kullanabilecekleri varsayımına dayanıyor.

Eş-dost-ahbap kapitalizmi

Dahası, bu paranın sahipleri o parayla ne isterlerse yapabilirlermiş gibi, sanki bu onların doğal hakkıymış gibi davranıyorlar. Bir uçak satın al. O uçağa binlerce litre jet yakıtı doldur. Ondan sonra ailenle birlikte dünyanın yarısını kat et. Afrika’da küçük bir köyün bir yıllık karbonunu bu gezide atmosfere sal. Bu hakkı sana kim veriyor peki? Sermaye veriyor tabii.

Kapitalizmin temel inançlarından biri, paranı doğal servet edinmek için kullanabileceğin, onu doğal servete dönüştürebileceğin inancı. Ama bunu yapabileceğini söyleyen bir adalet ilkesi, adil bir insan hakkı yok.

O yanlış, gayri adil ilkeyi alıyorsun, sonra da artık kapitalizm bitti diyorsun.

Kapitalizm çevre krizimizin, insani krizimizin, sosyal adalet krizimizin ta kalbinde yer alıyor, ama bizim tek yaptığımız şey, kapitalizmi muhafaza etmek. Aslında bunu yapmakta o kadar başarılıyız ki, kapitalizmin kendisinden bahsetmiyoruz bile.

Yani şöyle söyleyeyim, ben bu işi 34 yıldır yapmaktayım ve ancak son birkaç yıldır kapitalizmin kendisinden bahsetmeye başladım; ondan önce tüketici kapitalizminden, eş-dost-ahbap kapitalizminden bahsediyor, sadece onların kötü şeyler olduğunu sanıyordum.

Kapitalizm, biraz da kömür gibi. Kömür, bazılarımız için çok yararlı oldu, içimizden bazılarını zengin etti ama artık onu geride bırakmak zorundayız, çünkü fark ettik ki kömür faydadan çok zarar getirmekte.

Sistemimizin bütün tabanına, ekonomimizin bütün tabanına, medeniyetimizin yaslandığı bütün tabana fiilen hayır demenin gerektirdiği bilişsel sıçrama asıl sorunu oluşturuyor. Bu o kadar büyük ve acı veren bir edimdi ki, hiç farkına varmadan, bilinçsiz bir şekilde, bunu yapmaktan kendimi alıkoydum. Sanıyorum pek çoğumuzun, hatta bütün toplumun yaptığı da bu işte – yüzleşmeden kaçınma.

Ne var ki bu meselenin gözlerinin içine bakmak zorundayız: Bunun bir sorun olduğunu kabul etmek zorundayız. Bakın, bu konunun üzerine gitmeyi bu kadar zorlu kılan şeylerden biri de, kapitalizmin birçok kişiyi zengin etmiş olduğu konusunda hiçbir şüphe olmaması. Gerçekten de kapitalizm birçok kişinin hayatını daha iyi hale getirmiş bulunuyor. Ama, öte yandan, birçok kişinin hayatını da daha kötü hale getirmiş olduğuna da şüphe yok. Zira kapitalizm daima kölelikle, sömürüyle, kolonyal hırsızlıkla ve başka halkların kaynaklarının yağmalanmasıyla iç içe olmuştur.

Kapitalizm hastanelerimizi, okullarımızı, üzerinde yaşadığımız altyapıyı ve refahımızın büyük kısmını sağlayan parayı da yaratmıştır. Dünyanın bazı insanlarına muhteşem hizmetler sağlamıştır. Ama bu, biraz da kömür gibi. Kömür, bazılarımız için çok yararlı oldu, içimizden bazılarını zengin etti ama artık onu geride bırakmak zorundayız, çünkü fark ettik ki kömür faydadan çok zarar getirmekte. Aynı şekilde kapitalizmi de geride bırakmak zorundayız, çünkü şimdi artık görüyoruz ki onun da faydadan çok zararı var.

Ve nasıl ki kömürü bırakıp yenilebilir enerjiye ve enerji tasarrufuna geçmek zorundaysak, kapitalizmi de bırakıp insan esenlik, sağlık, refah ve mutluluğuna geçmek zorundayız: Yani, yurtiçi gayrisafi hasılayı azamiye çıkarmayı hedeflemeyen, insanın ve yaşayan gezegenin esenliğini maksimize etmeyi hedefleyen bir sisteme geçmemiz şart.

Herkes zenginler gibi yaşarsa, 100 gezegen gerekir

Peki bu sistem neye benziyor? Bu sistemin özünde yatan, benim kişisel yeterlik-kamusal lüks diye adlandırmak istediğim ilke. Eğer hepimiz kendi özel lüksümüzü maksimize etmeye çalışırsak, yani örneğin bol yatak odalı, kocaman bir bahçesi olan, özel yüzme havuzuna, özel tenis kortuna, çocuklar için özel oyun alanına sahip, kendi özel sanat koleksiyonumuzu barındıran bir ev satın almaya kalkışırsak, doğrusu bu ya, bütün bunları içine alacak fiziki bir mekân dahi bulmak imkânsız olacaktır. Bu şekilde bir hayat tarzı tutturmak istersek öylesine büyük bir alana ihtiyaç duyacağız ki bu şartlar altında Londra, İngiltere’nin büyük bir kısmını, İngiltere de gezegenin büyük bir kısmını kaplayacak, yeryüzünde başka herhangi bir ülkeye yer kalmayacak.

Bugün herkes çok zengin insanların yaşadığı gibi yaşamaya kalkarsa birçok gezegene, beş gezegene, on gezegene, yüz gezegene ihtiyacımız olacak. Ama sadece bir tane gezegenimiz var.

Oysa, bunun yerine şöyle dediğimizi düşünelim: Lüksümüz olsun gene, ama bu kamusal lüks olsun; muhteşem kamusal yüzme havuzlarımız, şahane tenis kortlarımız, müthiş sanat koleksiyonlarımız, muazzam müzelerimiz, devasa halk merkezlerimiz, devasa gençlik merkezlerimiz, devasa oyun alanlarımız, kendimiz için biriktirdiğimiz bütün o harika şeyler olsun, ama hepsini kamusal yarar için yapalım. O zaman, o alanları yaratırken, başka insanların alanlarını almamış, aksine, başka insanlar için alan yaratmış oluruz. Herkes kendisi için özel alan yaratmaya çalışınca bu kaynakları nasıl yeniden yeniden yeniden çoğaltmak zorunda kalıyorsak, bunu kamu için yaptığımızda, çok daha az kaynak kullanmış olacağız. O zaman, çevre tahribatı olmaksızın, gayet yüksek hayat standartlarına sahip gerçekten zengin ve doyurucu bir hayatımız olacaktır.

Elbette kendi özel alanlarımız da olmalı, ama özel alanlar bütün paranın döndüğü, tüm tüketimin yapıldığı, tüm uğraşların yürütüldüğü alanlar olmamalı. Daha iyi kamusal alanlara, paylaşacağımız şeylerin bulunduğu alanlara ve kapitalizmin paramparça ettiği toplumsallıkları bu paylaşma süreci ile yaratacağımız yerlere sahip olmak için uğraşmalıyız. Böyle bir toplumsal lüks kavramı etrafında topluluklar inşa edebiliriz.

Yeni bir ekonomik sisteme ihtiyaç var

Bu yüzyılı tamamlamamızın başka bir yolu olduğunu sanmam. Günümüz zenginlerinin krallar gibi yaşayacağına, günümüz yoksullarının da zenginler gibi yaşayacağına, herkesin mütemadiyen yayım yayım yayılacağına, kapitalizmin bize söylediği şekle uygun olarak yığım yığım yığınak yapacağına ve böylelikle, şu anda yaptığımız gibi her yirmi dört yılda bir ekonomik faaliyetlerimizi ikiye katlayacağımıza inanmayı sürdürürsek, bunun tek muhtemel sonucu olacaktır: Felaket.

Tümüyle yeni bir ekonomik sisteme ihtiyacımız var çünkü kapitalizm tümüyle diğer insanlardan kaynak söküp almaya bağlı bir sistem.

Ve kapitalizm, aynı zamanda, tümüyle savaşa bağımlı bir sistem. İnsanlar, ellerindeki kaynakları başkalarına verip karşılığında avuçlarını yalamak istemezler. Onun için de, direnirler. Dolayısıyla, onların bu direnişini kırmak için güçlü ülkeler tanklarıyla, toplarıyla, uçaklarıyla, ordularıyla gelir, insanları kendi deliklerine geri tıkmak ve istedikleri kaynakları da onların elinden almaya girişir. Irak savaşı bunun klasik örneği idi. Bu, açıkça petrol için girişilmiş bir savaştı ve onun gibi bir yığın savaş yapıldı – Kaynak Savaşları diyoruz bunlara. Hâlâ dünyanın dört bir tarafında yürütülüyorlar. Kaba kuvvete ve askerî saldırıya yaslanmayan ya da topraklarını, kaynaklarını ve emeklerini gasp etmek için insanları ezmek ve köleleştirmek üzere daha sinsi bir sistem geliştirmeyen bir kapitalist sistem tasavvur etmek çok zordur. Bu, pek çok insanı çok büyük çapta zengin kılmış bir sistemdir. Ama ayrıca onun pek çok insanı yoksullaştırmış, yoksunlaştırmış ve köleleştirmiş olduğunu da inkâr etmenin hiç anlamı yok.

Kapitalizmin çevre üzerinde yarattığı etkiler belirginleştikçe, onun yoksullaştırdığı insan sayısının zenginleştirdiklerinden çok daha fazla olduğu ortaya çıkacaktır. Bu mesele üzerinde yeniden düşünülmesi, şimdiye kadar insanlığa yapılmış en büyük idrak çağrısıdır.

Zorlu bir uğraş bu. Ve karmaşık. Basit bir cevabı da yok. Aslına bakarsanız, ekonomik büyüme ve YİGSH gibi basit cevaplar soktu bizi bu keşmekeşin içine. Bu uğraşı için gezegenin en iyi beyinlerine ihtiyacımız olacak. Bunların çoğu da kurumsal kimlik taşımayanlardan gelecek, çünkü kurumsal yaşam muhakeme yeteneğimizi öldürüyor.

Esas ihtiyaç duyduğumuz şey, birçok farklı alandan bağımsız düşünürlerin bir araya gelmesi ve tüm gezegen sistemini – kapitalizm dediğimiz bu gezegen sistemini – yeniden düşünmesi.

Su ve Vicdan Nöbeti yoluna devam ediyor – Pınar Bilir * 

26 Temmuz’da başlayan Su ve Vicdan Nöbetimiz dört hedef belirlemiş ve yola çıkmıştı:

  1. Kirazlı Balaban bölgesinde yapılan ağaç kesimine bir an önce son verilmesi, ki buna orman katliamına son verilmesi demek daha doğru bir tabir.
  2. Bu sahada kesilen ağaç sayısının tespiti. Burada hedeflediğimiz ağaç sayısını tespit edip onun üzerinden politika üretmek değil, ÇED raporuna aykırı hareket edildiğini ispat etmekti.
  3. Kirazlı başta olmak üzere Kazdağları yöresindeki metalik madencilik projelerinin ve ruhsatlarının iptal edilmesi.
  4. Kirazlı Balaban’da tüm bilimsel raporlara rağmen 215 ha alanın “insan derisinin yüzülmüş” haline gelen görüntüsünden sorumlu olanların yargılanması.

Nöbet boyunca ilk günlerde kesim devam etmiş olsa da sonrasında aslında kesim işçilerinin vicdanı ile durmuş, zaman zaman gözümüzün göremeyeceği uzak köşelerde kesimler devam etmişti. Ağaç sayısına ilişkin ilk tespit TEMA Vakfı tarafından yapıldı ve 195.000 ağacın katledildiğini belirttiler. Ekim ayında Türkiye Ormancılar Derneği tarafından yapılan açıklamada 347.815 ağacın katledildiği açıklandı. Yani, şirketin iddialara verdiği cevapta söylediği 45.600 ağaç devede kulak kaldı.

Şirket hala çalışmalarını sürdürüyor 

Peki, Kazdağları ve yöresinde maden projeleri iptal edildi mi?

Su ve Vicdan Nöbeti “Bizi görün, fark edin, bu madenleri istemiyoruz” diyen Çanakkale ve yöre halkının 10 yılları aşkın süredir verdiği mücadelenin fark edilir yüzü oldu. Yüzbinlerce insan 26 Temmuz’dan ekim ayı sonuna kadar aralıksız bölgeyi ziyaret etti ve katliama tanıklık etti. 13 Ekim’de işletme ruhsatı yenilenmeyen şirket, resmi internet sitesinden de Türkiye’deki inşaat faaliyetlerini durdurduğunu açıkladı.

Oysa şirket hala alt yapı çalışmalarına devam ediyor ve Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporunda yer almayan Kumarlar Köyü’nde üstlendiği bir barajın yapımını sürdürüyor. İnşaat faaliyetlerinin durması gerekirken altın madeni için verilen ÇED’e aykırı olarak, Kumarlar Köyü’ne inşa ettikleri barajdan maden sahasına su hattı çektiler. Ayrıca yine ÇED’e aykırı bir işlem yaparak, maden sahasında sıyrılan üst toprağı depolamayı da sürdürüyorlar. Yetkililer bu toprağın yol yapımında kullanıldığını, bölgenin rehabilite edileceği zaman başka bir sahadan toprak getirileceğini söylediler.

Reklam başka, hayat başka

Şimdilerde şirketin sosyal medya reklamlarına denk geliyor olmalısınız. 12.5 km yol yaptıklarına, öğrencilere burs verdiklerine, yöre halkı için içme ve kullanma suyu göleti inşa ettiklerini anlatıyorlar. Ama iş, reklamlarda anlatılan gibi değil.

Köylerin zamanında İmece usulüyle açtığı yol, şirketin ruhsat alanı dışında kalınca alternatif bir güzergahı bulup bir yol inşa ettiler. Bizler saha ziyaretlerimizde bu yol yapımı çalışmasına denk geldiğimizde şirket henüz işletme ruhsatı almamıştı. Ancak, o dönemde de çokça dile getirdiğimiz gibi, şirket işletme ruhsatı alacağından öyle emindi ki işletme ruhsatı almadan yol yapımına başlamıştı. Şimdi ruhsatın yenilenmediği bir dönemde, şirket CEO’su çalışmalarına Mart 2019’da başladıklarını açıkladı. Aynı tarihte, yine resmi internet sitelerinde, bekledikleri son izni Enerji Bakanlığı’ndan aldıklarını belirtmişlerdi. Aslında sahada 2017 yılında ağaç kesimi ve 2018’de de bu yolun inşaatı başlamıştı. Yani, yaptıkları reklamlarla, işletme izni almadan çalışma yapmaya başladıklarını; dolayısıyla suçlarını itiraf ediyorlar.

Altınzeybek-2 Barajı adını verdikleri, ÇED kapsamında olmayan bir köyde inşa ettikleri barajın ise içme ve kullanma suyu depolamak amacıyla yapıldığını söylüyorlar, oysa bu barajın su toplama havzasında ÇED olumlu raporu almış olan kurşun madeni bulunuyor. Malum reklamlarında bu detayı belirtmeye gerek duymamışlar. Ama kurşun madeni çalıştığında, onların Altınzeybek-2 dediği, bizim içinse Kumarlar Göleti olan barajdan içme ve kullanma suyu kaynağı yaratılamaz. Zaten şirketin de köylere su verme gibi bir arzusu olduğunu düşünmüyoruz.

İlk günkü gerekçelerle, nöbet sürüyor

Su ve Vicdan Nöbeti ilk gün ne söylediyse, hangi gerekçelerle yola çıktıysa hala aynı yolda yürümeye devam ediyor. Her cumartesi işletme ruhsatı yenilenmeyen şirketin bir çalışma yapıp yapmadığını denetlemek için sahaya gidiyor. Maden sahası etrafındaki tüm köyleri ziyaret ediyor ve olan biteni, yeni gelişmeleri doğrudan muhataplarından dinliyor. Kumarlar Köyü’nün baraj yapımına değil, barajdan madene su verilmesine karşı örgütlenen mücadelesi ve köy kadınlarından biri olan Cemile’nin “köyümüzden aldığınız suyla Çanakkale halkını zehirleyemezsiniz” söylemiyle dayanışmayı büyüterek devam ediyor. Çanakkale’deki tüm kurumlarla görüşmelerini sürdürüyor, hukuki süreçleri takip ediyor, madenin mart ayında tekrar faaliyete geçmesi ihtimaline karşı alternatif eylem planları belirliyor. Çünkü bizler Çanakkale halkı olarak biliyoruz ki Kazdağları ve yöresindeki metalik madencilik projeleri buradaki yaşamı bitirecek. Bu bir Su Hakkı Mücadelesi, bu Su bizim.

(*) Su ve Vicdan Nöbeti Koordinasyonu 

 

Mercan resiflerinin 80 yıllık ömürleri kaldı

Küresel ısınmadan çok etkilenen alanlardan biri denizler. Yapılan yeni bir araştırmada, ısınan hava nedeniyle mercanlarla birlikte yaşayan simbiyotik alglerin daha fazla asit salgıladığı, bu nedenle resiflerin giderek artan oranlarda beyazladığına dikkat çekildi.

Milyonlarca küçük mercan polipinin bir araya gelerek oluşturduğu resifler, aynı zamanda bünyesinde geniş bir habitat bulunduruyor. Araştırma, hem resiflerin hem de habitatın yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu gösteriyor.

Ntv‘nin aktardığına göre, ABD’nin San Diego kentinde düzenlenen Okyanus Bilimleri Konferansı‘nda paylaşılan araştırma; resiflerin sadece 80 yıllık ömrü kaldığını, 2100’ü görebilecek çok az sayıda mercan kayalığı bulunduğunu ortaya koydu. Araştırma sonuçlarına göre, bilinen mercan resiflerinin çoğu, 2045 yılına kadar yok olacak.

‘Sahilleri temizlemek yetmez, iklim değişikliğiyle mücadele etmeli’

Mercan resiflerinin sonunu getiren şey ise, küresel iklim değişikliği. Artan hava sıcaklıkları nedeniyle resiflerin bulunduğu bölgelerde yaşayan simbiyotik algler daha fazla asit salgılamaya başlıyor. Bu da mercan bölgelerinde suyun asitlik oranının artmasına neden oluyor. Aşırı asit ise mercan resiflerinin beyazlatıyor. Bu da mercan resifleri için ölüm anlamı taşıyor.

Araştırmacılar, yaptıkları projeksiyonda, 2100 yılında yeryüzünde yalnızca Meksika’nın Aşağı Kalifornia eyaleti kıyıları ile Kızıldeniz’in sıcaklık ve asitlilik değerleri bakımında yapay mercan resifi için elverişli olacağı fakat buraların da akarsuların denize döküldüğü bölgelere yakın olması nedeniyle mercan resifleri için uygun ekolojik çevre olmadığı değerlendirmesinde bulundu.

Araştırma ekibini yöneten Renee Setter, “Sahilleri temizlemek, denizlerdeki kirlilik oranlarıyla mücadele etmek değerli bir şey. Bunları yapmaya devam etmeliyiz ancak günün sonunda mercan resiflerini korumak istiyorsak iklim değişikliğiyle mücadele etmek gerekiyor” ifadelerini kullandı.

Mercan resifi,  denizlerin sığ kısımlarında biriken mercan iskeletlerinden meydana geliyor. Resiflerin oluşması için milyonlarca küçük mercan polipinin bir araya gelmesi ve derinliği 45 metreyi aşmayan, sıcaklığı ise 21°C ve üzeri deniz sularında yaşaması gerekiyor.

Bilim insanları, son yıllarda küresel iklim değişikliği etkilerinin mercan resiflerine verdiği zararlara dikkati çekiyor. Avustralya açıklarındaki 2300 kilometre uzunluğundaki Büyük Bariyer Resifi’nde, son 20 yılda artan okyanus sıcaklıkları nedeniyle, çok kez, “ağarma” adı verilen, resiflerin kireçlenerek canlı yaşamını barındırma özelliğini yitirdiği tahribatlar görüldü.  2016 ve 2017 yıllarında görülen denizel sıcak hava dalgaları, Büyük Bariyer Resifi’ndeki mercanların yarısının ölümüne yol açtı.

Bergama’dan Kaz Dağları mücadelesine iki belgesel 24 Şubat’ta Kadıköy’de

Bergama halkının altın madenciliğine karşı mücadelesini anlatan “Geleceğin İzinde” ve Kaz Dağları Nöbeti’ni konu alan “Başka bir yaşamın mümkün olduğuna inanıyoruz” isimli belgeseller 24 Şubat Pazartesi günü Kadıköy’de izleyiciyle buluşuyor. Tasarım Atölyesi Kadıköy ev sahipliğinde düzenlenen etkinlik 19.00’da başlayacak.

Kazdağları İstanbul Dayanışması ve Doğanın Çocukları tarafından düzenlenen etkinlikte belgesel gösterimlerinin ardından bir söyleşi gerçekleştirilecek. Yereldeki ekoloji mücadelelerinin tartışılacağı söyleşide video aktivisti ve yönetmen Hakan Tosun da yer alacak.

 

TEMA Vakfı: Türkiye’nin Su Kanunu bir an önce çıkarılmalı

TEMA Vakfı, Avrupa Birliği Su Çerçeve Direktifi ile uyumlu su yönetimi ve su koruma politikalarının hayata geçirilmesini teşvik etmek ve Türkiye’de su varlıklarının korunmasında katılımcılığın artmasını sağlamak amacıyla ‘Katılımcı Nehir Havza Yönetim Projesi’ni hayata geçirdi.

Bu kapsamda yürütülen çalışmalar doğrultusunda TEMA Vakfı ve proje ortakları Avrupa Çevre Bürosu (EEB) ve Dünyanın Dostları Hırvatistan (FoE) tarafından 21 Şubat Cuma günü Ankara’da Su Diyaloğu Toplantısı gerçekleştirildi.

Toplantının açılış konuşmasını yapan TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Deniz Ataç “Su sıkıntısı olan bir ülke olarak kabul edilen Türkiye’nin su varlıklarının su politikalarıyla iyi bir biçimde korunmasını sağlamak artık bir zorunluluk” dedi.

Nehir Havza Yönetim Planları çerçevesinde Türkiye’de 25 nehir havza bölgesinin belirlendiğini söyleyen Ataç kimsenin hangi havzada yer aldığını veya oradaki su varlıkları konusunda bilgi sahibi olmadığını söyledi. Ataç, projeyle bu bilgileri paylaşmayı hedeflediklerini söyledi.

‘Nehir Havza yönetiminde katılımcılık olmazsa olmaz’

Şu an için ülkemizde Su Yönetimi Genel Müdürlüğü’nce 5 havzanın Nehir Havza Yönetim Planı hazırlanmış durumda. Diğer havzalarda da plan hazırlık süreçleri devam ediyor.

Bu planlarda belirtilen ‘Tedbirler’ programının acilen hayata geçirilmesi gerektiğini vurgulayan Ataç, “Nehir Havza Yönetim Planları doğrultusunda çalışmalara başlanan 5 havzanın yalnızca yüzde 17’sinde su varlıkları iyi su durumunda. Dolayısıyla su varlıklarımızın durumu hakkında acil harekete geçmemiz gerekiyor. Bu, havzada yaşayan her vatandaş; havzada suyu kullanan her sektör ve suyun yönetiminden sorumlu her kurum için bir sorumluluk. Bu sorumluluk ancak etkin ve her düzeyde katılımcılıkla gerçekleştirilebilir” dedi.

‘Türkiye acilen su kanununa kavuşmalı’

Ataç konuşmasının devamında “Mevzuatımızda su konusunda, SÇD’ye uygun olarak birçok uyumlaştırma çalışması yapılsa da hala bu mevzuata çatı oluşturacak bir Su Kanunu’na kavuşmuş değiliz. Umudumuz, Türkiye’nin acilen su kanununa kavuşmasıdır” ifadelerini kullandı.

698 su varlığından yalnızca 119’u iyi durumda

Su konusunda çalışmalar yürüten STK’ların da katıldıkları toplantıda; su varlıklarımızın miktar, kimyasal ve ekolojik açılardan büyük oranda bozulduğuna dikkat çekildi. Toplantıda Türkiye’de şimdiye kadar Büyük Menderes, Meriç-Ergene, Konya Kapalı, Susurluk ve Gediz Nehir Havza Yönetim Planlarının hazırlandığı ve bu planlara göre 5 havzada durum tespiti yapılan 698 yer altı ve yer üstü suyu kütlesinden yalnızca 119’un iyi su durumunda olduğunun altı çizildi.

AB üyelerinden deneyim aktarımı

Toplantıda Avrupa Çevre Bürosu Su Politikaları Uzmanı Sergiy Moroz ve Dünyanın Dostları Derneği Hırvatistan (FoE) Željka Leljak Gracin ise iyi örnekler ve deneyim paylaşımı raporlarını katılımcılara sundu.

İnceleme yapılan yer üstü su kütlelerinde ‘iyi su’ durumları şu şekilde paylaşıldı:

  • Büyük Menderes Havzasında 134 su kütlesinden 23’ü (%16,9)
  • Meriç-Ergene Havzasında 120 su kütlesinden 4’ü (%3,3)
  • Konya K. Havzasında 92 su kütlesinden 12’si (%13)
  • Susurluk Havzasında 156 su kütlesinden 16’sı (%10,2)
  • Gediz Havzasında 30 su kütlesinden 3’ü (%10)

‘İyi su’ durumları yer altı su kütlelerinde ise şu oranlarda ölçüldü:

  • Büyük Menderes Havzasında 38 su kütlesinden 17’si (%44,7)
  • Meriç-Ergene Havzasında 12 su kütlesinden hiçbiri (%0)
  • Konya K. Havzasında 18 su kütlesinden 3’ü (%16,7)
  • Susurluk Havzasında 22 su kütlesinden 7’si (%31,8)
  • Gediz Havzasında 76 su kütlesinden 34’ü (%45)

Ceren Damar davasında ağırlaştırılmış müebbet kararı

Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesi Araştırma Görevlisi Ceren Damar Şenel‘in kopya çekerken yakaladığı öğrencisi Hasan İsmail Hikmet tarafından öldürülmesi üzerine açılan davanın karar duruşması bugün görüldü.

Ankara 33’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmada sanık hakkında “kişiyi yerine getirdiği kamu görevi nedeniyle kasten öldürmek” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verildi. Hikmet, aynı zamanda “ruhsatsız silah bulundurmak” suçundan bir yıl, “silahla tehdit” suçundan da iki yıl hapis cezası aldı. Cezalarda indirim uygulanmadı.

Baba Damar: İnsaf, vicdan ve hukuk bekliyoruz

Duruşma öncesi Ceren Damar’ın ailesi, kadın örgütleri ve Çankaya Üniversitesi Hukuk Fakültesinden akademisyenler, Ankara Adliyesi önünde basın açıklaması yaptı. Öldürülen akademisyenin babası Mustafa Damar, duruşma öncesinde adliye önünde bir açıklama yaparak “Yargımızın gerçek sahibi olan yüce milletime seslenmek istiyorum. Biraz insaf, biraz vicdan, biraz hukuk bekliyoruz. Çok şey mi istiyoruz?” dedi.

Sanık avukatından 15 Temmuz suçlaması

Dokuz8 Haber muhabiri Esra Tokat’ın aktardığına göre duruşmada savunma yapan sanık Hikmet’in avukatı Vahit Bıçak’ın “Cumhurbaşkanımızın 15 Temmuz sonrası emriyle başlatılan birlik çağrısına rağmen Ceren Damar 15 Temmuz lehine tweet attı” ifadeleri salonda büyük tepki topladı.

Bıçak savunmasının devamında “Ceren Damar bir kadın cinayeti davası değildir. Karşınızda bu kadar ağır bir suçun mağdurunun oturduğunu unutmayın. Sanık maktulenin cinsel taleplerine boyun eğmek zorunda kalmıştır. Cinsel saldırı suçunu oluşturuyor. Sanık cinsel saldırı suçunun mağdurudur” ifadelerini kullandı.

Sanık avukatının savunmasının alınmasının ardından mahkeme dördüncü duruşmanın sonunda kararını açıklayarak Hasan İsmail Hikmet’i suçlu buldu.

‘Berat Albayrak haberine erişim engeli’ haberimize erişim engeli

Maliye ve Hazine Bakanı Berat Albayrak‘ın Kanal İstanbul güzergahında arsa aldığına yönelik iddiaların yer aldığı haberlere erişim engeli getirildiğini duyurduğumuz haberimize de erişim engeli geldi.  Erişim Sağlayıcıları Birliği tarafından tarafımıza gönderilen yazıda, Yeşil Gazete’de yer alan erişim engeli haberine yönelik haberin siteden kaldırılması talep edildi.

Haberde yer alan iddialar

Cumhuriyet Gazetesi’nden Hazal Ocak’ın 20 Ocak 2020 tarihindeki haberinde Albayrak’ın Kanal İstanbul güzergahında yer alan yaklaşık 13 dönümlük araziyi, kayınpederi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın projeyi duyurduğu 2011 yılından bir yıl sonra satın aldığı yönünde iddialar yer alıyordu.

Berat Albayrak’ın 12 Şubat tarihli talebi ile İstanbul Anadolu 7. Sulh Ceza Hakimliği onlarca haber sitesinde yer alan habere erişim engeli getirmişti. Albayrak daha sonra bir açıklama yapmış, araziyi kendisinin değil, babasının aldığını söylemişti.

Erişim engeline erişim engeli

Erişim engeli haberinin yer aldığı Yeşil Gazete’ye iletilen yazıda “5651 sayılı Kanun’un 9 uncu maddesi çerçevesinde mahkeme hükmünde belirtilen içeriğe erişimin engellenmesi kararı tarafımıza iletilmiştir.  Ancak ‘HTTPS protokolüne’ tabi içeriklere erişimin engellenmesi teknik olarak mümkün olmadığından söz konusu hak ihlali teşkil eden içeriklerin yayından kaldırılmasını ve tarafımıza ivedilikle bilgi verilmesini rica ederiz” denildi.

 

Kamuda çalışan LGBTİ+’ların yalnızca yüzde 4.4’ü iş yerinde açık davranabiliyor

Kaos GL Derneği ve Kadir Has Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Araştırma Merkezi; Türkiye’de kamu ve özel sektörde LGBTİ+’ların durumunu inceledikleri yıllık araştırma sonuçlarını açıkladı.

İstihdamda LGBTİ+’lara yönelik ayrımlığın boyutunu ortaya koyan rapordaki en önemli sonuçlardan birisi ise gizliliğe zorlama.  Kamuda çalıştığı kurumda cinsiyet kimliği, cinsel yönelim ve cinsiyet özellikleri yönünden tamamen açık olduğunu beyan eden katılımcıların oranı yüzde 4.4 ile sınırlı kaldı.

İşe alım süreçlerinde yalnızca yüzde ikisi açık

Geçen yılki araştırmaların sonucunda bu oran yüzde yedi olarak tespit edilmişti. Raporda bu durum “Görüldüğü kadarıyla, LGBTİ+’lara yönelik ayrımcılık ve nefret söyleminin yeniden üretilmesine neden olan koşullar kamuda özel sektöre nazaran çok daha vahim bir tablo oluşturmaktadır” şeklinde ifade ediliyor.

İşe alım süreçlerinde açık davranan LGBTİ+ oranı ise sadece yüzde 2.1 oldu. LGBTİ+ çalışanların istihdam edilmeme riskini bertaraf etmek için zorunlu bir kapalılık stratejisi izlemek zorunda kaldığının söylendiği raporda “Ayrımcılığa uğrama riski işe alındıktan sonra da devam ettiğinden, aynı strateji LGBTİ+ çalışanların çalışma hayatlarının tümünü belirlemektedir. Kapalılık, özel sektöre oranla kamuda çok daha kaçınılmaz hale gelmektedir” denildi.

Rapor hakkında

İstihdamda LGBTİ+’ların durumunu araştıran çalışmanın 2019 sonuçları “Türkiye’de Kamu Çalışanı Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans ve İntersekslerin Durumu” ve “Türkiye’de Özel Sektör Çalışanı Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans ve İntersekslerin Durumu” başlıklı iki raporda kamuoyu ile paylaşıldı.

Prof. Dr. Melek Göregenli, Prof. Dr. Mary Lou O’Neil, Dr. Reyda Ergün, Dr. Selma Değirmenci ve Doğancan Erkengel’in hazırladığı raporların editörü ise Kaos GL İnsan Hakları Program Koordinatörü Murat Köylü.