Ana Sayfa Blog Sayfa 1998

Ugandalı iklim aktivisti Hilda Flavia: İklim krizini bilmeden etkileriyle yüzleştik [İklim Kuşağı-7]

Nakabuye Hilda Flavia, 23 yaşında iklim değişikliği ve çevre hakları aktivisti, Fridays For Future Uganda kurucusu ve organizatörü. Doğayı seviyor ve bu nedenle ne pahasına olursa olsun tek evi olan “Dünya” için savaşmaya karar vermiş: 

Ben bütün bu iklim krizinin bir kurbanıyım ve bunu söylemekten korkmuyorum. İklim adaletsizliği eğitimimi riske atmaya ve herkes için savaşmaya zorladı, jenerasyonum başarısızlığa uğrayacağına sınavlarımda başarısız olmayı tercih ederim. İşte bu yüzden geleceğimiz için mücadele etme görevini üstlendim.”

Flavia ile iklim aktivistliğine başlama hikayesini, amaçlarını, talep ve planlarını konuştuk. 

Atlas Sarrafoğlu: İklim grevine başlamak için ilham kaynağın neydi? Yaşadığın yerde, günlük yaşamında iklim krizinin etkileriyle karşılaşıyor musun?

Hilda Flavia: Çocukken iyi bir ortam olan Masaka bölgesindeki ormanlar, bataklıklar, tarlalar ve göllerden ve nehirlerle ve bol su ile çevrili köyümü ziyaret ederek büyüdüm. Zaman geçtikçe hava değişmeye başladı, şiddetli yağışlar, kuvvetli rüzgarlar, artan sıcaklıklar, seller ve diğer felaketlerin yanı sıra, hava modelleri tahmin edilemez olmaya başladı, mevsimler değişti. Ailem, bu etkilerin bir kısmını, hayvanlar için su sağlayan akarsuları kurutan yükselen sıcaklıklar nedeniyle ekili alanlarımızı/bahçelerimizi ve hayvanlarımızı tamamen kaybettiğimiz ölçüde yaşadı.

Bütün bu etkiler biz iklim değişikliğini bilmeden gerçekleşti. Yaşam tarzımız değişti. Gelir kaynağımızı olan ekili alanları kaybettiğimiz için, birkaç ay okulu kaçırmak zorunda kaldım, çünkü babam borçlarını ödeyemedi. Kimsenin bu duruma düşmesini istemem ve bu nedenle 2017’deki iklim değişikliği hakkında bilgi sahibi olduğumda, hayatımı bir fark yaratmak için adamaya karar verdim. Greta‘nın parlamentonun önünde grev yaptığını görmem grevlerime başlamam için bana ilham kaynağı oldu.

‘Bir kız çocuğu olarak bunları yapmak çok zor’

Nasıl eylemler yapıyorsun ve ne tür bir tepki görüyorsun?

Ocak 2019’dan beri, önce tek başıma grev yaptım ve şimdi de arkadaşlarımla birlikte grev yapıyorum. İklim farkındalığı yaratmak amacıyla okullara, üniversitelere ve farklı gruplarla konuşmaya gidiyoruz.

Plastik kirliliğini sona erdirmeyi ve sulak alanları korumayı amaçlayan dünyanın ikinci büyük tatlı su alanı olan Victoria Gölü üzerinde bir kıyı temizleme faaliyeti başlattım.

Aktivizmimle ilgili hem olumlu hem de olumsuz tepkiler alıyorum. Bir kız çocuğu olarak, topluluğumda ortaya çıkmak ve haklarımız için taleplerde bulunup, mücadele etmek çok zor çünkü kızlar daha düşük bir cinsiyet olarak görülüyor ve gençlerin yaşlılardan bir şey yapmalarını istemeleri o kadar da kabul gören bir şey ​​değil.

Hükümetten talepleriniz neler ve ülkendeki “iklim farkındalık” durumu nedir?

Kısacası, hükümetin ülkede iklim değişikliğinden herkesin farkında olması için bir İklim Acil Durumu ilan etmelerini ve ardından somut eylemlerle iklim farkındalığını getirecek sürdürülebilir ve özverili karar vermelerini istiyoruz. Bu, Paris Anlaşması ve hedeflerine ulaşılması yönünde uyumlu olmalı.

‘Yalnızca gençlerin mücadelesiyle olmaz’

Sence içinde bulunduğumuz bu iklim krizini durdurmak için ne gerekiyor?

İklim kriziyle sadece gençler olarak mücadele edemeyiz. Bunu acil olarak ele almak için herkese ve her ülkeye ihtiyacımız var. Bu, iklim eylemini ciddiye almak ve bununla mücadele için daha somut adımlar atmak demek.

Ayrıca, hızlı olumlu çevresel etkileri teşvik eden belirleyici ve özverili kararlar alan hükümetler de buna dahil. Amaç insanları ve gezegeni, kâr amacının üstünde tutmak olmalı.

Kariyer ve iklim aktivizminde gelecek ile ilgili planların neler?

İklim Hareketi için grev yapan milyonlarca gence katıldım ve hayatımı buna adamaya karar verdim, FridaysForFuture Uganda’yı kurdum ve iklim grevlerine katılmak için her Cuma dersleri kaçırıyorum. Uganda’nın göllerini ve nehirlerini sık sık temizliyorum, kıyılarda yaşayan halklara yönelik, hem gölden hem de oradaki çöplerden toplanan atıklarla  briket yapmak gibi bazı sürdürülebilir uygulamalar ve faaliyetler başlatmayı planlıyorum. Kamuya, kurumsal şirketlere ve liderlere iklim acil durumu talep eden açık mektuplar yazan aktivistlerin bir parçası olmaya devam edeceğim, başaracağımız güne kadar savaşmayı bırakmayacağım.

Topluma ve dünyaya fayda sağlayacak sürdürülebilir becerilerimi geliştirmeye yardımcı olması amacıyla sürdürülebilir kalkınma konusunda yüksek lisans yapmayı planlıyorum.

Küresel Güney’in* daha fazla duyulması için ne yapılmalı?

Her düzeyde iklim adaletine ihtiyacımız var. Seslerimizi duyurun ve değerli kılın. Afrika ve Küresel Güney’deki aktivistlerin iklim değişikliğinden veya fosil yakıtların yakılmasından ya da sulak alanlarda bulunan veya gelişmiş ülkeler için uygun olmadığından ülkelerimize gönderilen çöplerinizden nasıl etkilendiğimizi size söylemesini beklememelisiniz. Sizin için uygun değilse, kesinlikle bizim için de uygun değildir.

İklim aktivistliği haricinde neler yapıyorsun? Hobilerin neler?

Doğayı seviyorum, sanatı seviyorum (çizimler ve resimler, tasarımlar). “Cömert olma” gibi bir hobi olup olmadığını bilmiyorum ama cömertlik yapmaktan hoşlanıyorum.

2020’den sonra iklim hareketinin nasıl değişeceğini düşünüyorsun?

İklim Hareketi devam ediyor, sizi izliyor ve yetişkinler çocuk gibi davranmaya devam ederse, biz de yetişkin gibi davranmaya devam edeceğiz.

İklim grevlerine başlamak isteyenler için ne önerirsin?

Katılmak için asla geç değildir. Doğru kararı verdiğinizi, bugün yaptığınız eylemlerin, yarın sizin ve ailenizin ne tür bir gelecek yaşayacağını belirleyeceğini söyleyebilirim.

 

*İklim değişikliğine sera gazı olarak katkıları düşük olmasına rağmen krizin sonuçlarından en fazla etkilenen düşük ve orta gelirli Asya, Afrika ve Latin Amerika’da yer alan ülkeleri ifade etmek için kullanıldı.

Hilda Flavia: We faced the effects of climate crisis without knowing what it is [Climate Generation Talks-7]

Nakabuye Hilda Flavia, 23 year old Ugandan climate change and environmental rights activist, founder and organiser of Fridays For Future Uganda. She loves nature and therefore she has decided to fight for her only home “Earth” at any cost:

I am a victim of this whole climate crisis and I am not afraid to say so. Climate injustice forced me to risk my education and fight for everyone, I rather fail my examinations than fail my generation. Therefore, I am on a mission to fight for our future.”

Atlas: What was your inspiration to start climate striking? Do you face the effects of climate crisis in your daily life where you live?

Hilda: As a child, I grew up visiting my village in Masaka district with a good environment surrounded with forests, swamps, plantations and plenty of water from lakes and rivers. As time went by, the weather started changing, heavy rainfalls, strong winds, rising temperatures, floods, among other things, weather patterns started being unpredictable, seasons changed. My family experienced some of these effects as well to the extent that we lost our plantation/gardens completely and livestock due to the rising temperatures that dried out the streams where we used to fetch water for the animals.

All these effects happened without us knowing about climate change. Our life style changed because we lost our income source which was the plantation, I had to miss school for some months because my Dad couldn’t afford to pay for my tuition. I wouldn’t wish this to happen to anyone else and therefore, when I got to know about climate change in 2017, I decided to dedicate my life to make a difference. When I saw Greta striking out of her parliament, she inspired me to start the strikes as well.

‘Being a girl is challenging in my community’

How do you mobilize and what kind of reaction do you get about your activism?

Since January 2019, I and now together with my friends, have been striking. We move to different schools, universities, communities and different groups creating Climate awareness.

I started a lake shore clean up Activity on Lake Victoria which is the second largest fresh water body in the world that is aimed at Ending plastic pollution and preserving water bodies.

I get both positive and negative reactions towards my Activism. Being a girl child, it’s very hard to come out in my community and demand /fight for our rights because girls are seen as an inferior gender and it’s not so often that youth come out to demand elders to do something.

What are your demands from your government and what is the “climate awareness” situation in your country now?

Briefly, we demand government to declare a climate emergency in the country so that everyone is aware of Climate change, then make sustainable, selfless decision into concrete action that will bring about climate action. This should be in line with the Paris Agreement and achieving its goals.

What do you think is neccessary to stop this climate crisis we are living in? 

We cannot fight the climate crisis alone as youth, we need everyone and every country to treat Climate crisis as an emergency, this means taking climate action seriously and take more concrete steps towards combating it.

It also includes governments making decisive and selfless decisions that encourage rapid positive Environmental changes. This should include putting people and the planet before profit.

What are your future plans in career and climate activism?

I decided to dedicate my life and joined millions of young people striking for Climate Action, I founded FridaysForFuture Uganda and I miss classes every Friday to take part in the climate strikes. I also clean Uganda’s lakes and rivers often, I plan to start training lake shore communities some sustainable practices and activities such as making brickets out of garbage collected from both the lake and from there dumpings. I have been and will continue being part of Activists writing open letters to public, corporate organisations and leaders demanding urgent Climate Action, until it’s achieved, I will not stop fighting.

I plan to study a master’s degree in sustainable development to help train my community sustainable skills which will benefit the country and the world at large.

What should be done for Global South* to be heard more?

We need Climate Justice at all levels. Make our voices heard and count. You shouldn’t wait for activists from Africa and the Global South to tell you how we are affected by climate change, or by your burning of fossil fuels, or by your garbage that ends up in our water bodies or sent to our countries because it’s not good for your developed countries. If it’s not good for you, it definitely isn’t good for us either.

‘It is never too late to join’

What do you do apart from climate activism. What are your hobbies?

I like Nature, I like art(drawings and paintings, designs).  I don’t know if there’s such a hobby of being generous but I like doing acts of generosity.

How do you see the climate movement changing after 2020?

The Climate Movement is here to stay, it’s watching you and we will continue to act like adults if adults continue to act like children.

What would you suggest to the ones who want to start climate striking?

It’s never too late to join. You have made the right decision, your actions today will determine the kind of future you and your family live tomorrow so do your best.

* It was used to refer to countries in Asia and Africa and Latin America that are most affected by the consequences of climate crisis despite little contribution to greenhouse gas.

 

Gelişmekte olan ülke çocukları için toksik tehdit: Kurşun

Kurşun, çevremizde her yerinde bulunabilir. Hava, toprak, su ve hatta evlerimizin içinde (mobilyalar). Çevrede doğal olarak bulunmasının maruz kalmamız üzerindeki etkisi yok denecek kadar az olmasına karşın asıl sorun  kurşun kullanımının yarattığı etkide ortaya çıkar. Kurşuna maruziyetimizin büyük kısmı, şimdilerde olmayan ancak geçmişte yaygın olarak kullanılan kurşunlu benzin kullanımı, kömürlü termik santraller, bazı endüstriyel tesis türleri (akü vb ürünlerin üretim ve geri dönüşümünün yapıldığı tesisler), PVC plastik üretimi kullanımı ve bertarafı, geçmişte evlerde kullanılan kurşun bazlı boyalar olmak üzere, fosil yakıtların kullanılması gibi insan faaliyetlerinden kaynaklanır. 

İnsan vücudunda birikim yapabilen kurşun, sağlığı tehdit eden boyutlara ulaşabilmekte, ayrıca vücudumuzdaki birçok önemli enzimi baskılayabilmektedir. Bunun yanında hayatın erken dönemlerinde maruz kalınmaya başlanırsa, ilerleyen yaşlarda artarak ortaya çıkan birçok olumsuz sağlık sonuçlarına yol açabileceği; özellikle nörolojik sorunlar başta olmak üzere birçok gelişimsel sorunlara neden olabileceği bilinmektedir. 

‘Kabul edilebilir’ bir limit yok

Kurşun maruziyeti, özellikle gelişmekte olan ülkelerde, vahşi kapitalist üretim sistemi nedeniyle ciddi bir sorundur. Yeterli ve etkili halk sağlığı/çevre sağlığı yönetimi olmayan bu ülkelerde, üretiminde ya da kullanımında bir şekilde kurşun salan ya da içeren ciddi endüstriyel faaliyetler sürdürülmekte, bunun ve daha birçok faktörün de yardımıyla maruz kalınan su toprak ve hava aracılığıyla önemli miktarda kurşun, çocuklar başta olmak üzere tüm insanlara ve diğer canlılara geçmektedir.

Geçtiğimiz günlerde UNICEF ve Pure Earth adlı iki organizasyonun ortak çalışmasıyla ortaya konan bir rapor, kurşun maruziyetine uğrayan çocuklarının sayısının 800 milyonu aştığını tahmin ediyor. Üstelik kandaki kurşun oranları, kabul edilebilir en üst limit olan 5 µg/dL’nin üstünde!

Amerika Hastalıkları Önleme ve Kontrol Merkezi (CDC), çocuklar için zehirli kabul edilen kandaki kurşun miktarı sınırını 1970’lerde 60 µg/dL’den 40 µg/dL’ye, 1980’lerde 25 µg/dL’ye, 1990’larda ise 10 µg/dL’ye kadar indirmişti. Bugün ise artık çocuk ve gebeler için kabul edilebilir bir sınır değer bulunmuyor.  Bu nedenle olması gereken ideal değer ‘0’ olarak kabul edilmekte. Yani belirlenen 5 µg/dl kan-kurşun düzeyi üst limit olarak tanımlanmış olsa da bunun altındaki değerlerde bir sıkıntı olmayacağı anlamı çıkarılması mümkün değil. Bu durum, tehdidin boyutunu daha da artırıyor. Zira, aktif koruyucu önleme acilen ihtiyaç duyan 800 milyon çocuk sayısına 5 µg/dl kan-kurşun seviyesinin altındakiler de eklendiğinde, sayının çok daha büyüyeceği aşikar. 

Rapor kurşuna maruziyetin hangi miktarlarda ne tür sağlık sorunları yarattığını aşağıdaki tablodaki şekilde özetlemiş.

Tablodan da anlaşılacağı üzere her türlü kan- kurşun seviyesi ciddi problemlere neden olabiliyor.  CDC kan-kurşun seviyesi ile ilgili olarak aşağıdaki önemli tespiti yapıyor: 

Çocuklarda güvenli kan kurşun seviyesinden bahsedilemez. Çünkü kandaki düşük kurşun seviyelerinin bile IQ’yu, dikkat etme yeteneğini ve akademik başarıyı etkilediği birçok çalışma ile gösterilmiştir. Kurşuna maruz kalmanın etkileri ne yazık ki düzeltilemez. Bu etkilerin geri döndürülemez gibi göründüğüne dair kanıtlarla birlikte, zararlı etkileri olmayan tanımlanmış bir kan-kurşun seviyesinin olmaması, birincil önlemenin yani maruziyeti engellemenin kritik önemini ortaya çıkartmaktadır”

Bu tespit bile tek başına kurşuna maruziyetin en düşük seviyelerde bile ne derece tehdit yarattığını ortaya koymakta. Ancak ne yazık ki gelişmekte olan ülkeler ve hatta Türkiye gibi kâğıt üzerinde gelişmiş ülkeler, ekonomiyi, çevre ve sağlıktan daha çok önemsedikleri için söz konusu maruziyetin önlenemez hale gelmesine neden oluyor. Termik santral ısrarı ve endüstri sahalarının kontrolsüzlüğü, organize sanayi bölgelerinin yaygınlığı bu durumun göstergesi. 

Termik santraller ve geri dönüşüm sektörü büyük risk  

Yapıcı ve arkadaşları tarafından 2006 yılında yapılan bir çalışma bu endüstri faaliyetlerinin yakınlarında yaşayanların kurşuna olan maruziyetinin düzeyini anlamamıza yardım olacak niteliktedir. Bu çalışma durumun ülkemizde de ne kadar vahim bir halde olduğunu ortaya koymaya yetecek nitelikte. Çalışmada, Muğla’nın Yatağan ilçesindeki kömüre dayalı üretimin, çocukların kan-kurşun seviyelerine etkisini belirlemiş ve incelenen çocukların %95.7’sinin 10 μg/dL’den daha yüksek kan-kurşun seviyesine sahip olduklarını ortaya konulmuştu. Bu; benzer şekilde kömürlü termik santralleri ya da kömür üretim sahaları bulunan Adana, Eskişehir, Maraş, Zonguldak ve daha birçok yerde, benzer bir tablonun olduğunun işaretlerini veriyor. 

Mesele aslında sadece kömürlü endüstriyel faaliyetle sınırlı değil. Diğer endüstriyel faaliyetlerin de kurşuna olan maruziyeti arttırdığına dair birçok çalışma mevcut. Örneğin geri dönüşüm sektörü de bu maruziyetin meydana gelmesinin ana kaynaklarından biri. Bu sektörde  çocuk işçiliğinin de yaygın olduğu biliniyor. Ayrıca mutlaka o faaliyetin yapıldığı alanın hemen dibinde yaşamaya da gerek yok. Örneğin bu faaliyetlerden dolayı ortaya çıkan kurşun ile kirlenmiş yeraltı ve yer üstü suları ile bir şekilde temas ettiğinizde de kurşundan nasibinizi alabiliyorsunuz. Ya da tükettiğiniz ürünler bir şekilde kurşunlu bir içeriğe maruz kalmışsa siz de o gıda üzerinden kurşuna maruz kalabiliyorsunuz.

Gerek UNICEF’in raporu gerekse de birçok akademik çalışma, kurşuna maruziyetin üst sınırının üstünde kurşuna maruz kalmış olan çocuk sayısının, küresel olarak tüm çocukların üçte birinden fazla olduğunu ortaya koyuyor. Bu da gelecek nesillerin ortaya çıkabilecek pek çok sağlık problemleriyle baş başa kalacağını gösteriyor. İşte bu bile ekonominin öncelenmesinin, kapitalizmin doğası gereği, gerek insanın gerekse de diğer canlıların daha problemli bir gelecekle yüz yüze kalacağının işareti.

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] İçtiğimiz süt ne kadar ‘temiz’?

Çocukların kimi zaman günlerinin başlangıcına kimi zaman da kapanışına eşlik eder süt. Bazı çocuklar mutlulukla bazılarıysa dünya başlarına yıkılmışçasına karşılar onlara uzatılan içi süt dolu bardağı. Peki, süt bardağın içine nasıl, nereden gelir? Hani şu marketlerde marka marka, kutu kutu dizilen litrelerce süt. Sahi, ne çok süt var buralarda! Kendi halinde hayvan yetiştiricileri ve çayırlarda gezip, otlayan ineklerle böylesine bir süt üretimi mümkün mü gerçekten?

Adele Tariel, İthaki Çocuk’tan çıkan, “çevreyle uyum içinde, özgürce yaşamak için mücadele veren tüm hayvan yetiştiricilerine” adanmış 1000 İnek kitabında, çocuklara, günümüzde sütün masamıza gelişinin arkasındaki sürecin nasıl işlediğini, süt sektörünün gerçeğini anlatıyor.

Hikâyede, günlerden bir gün, bir çiftçinin ve onun Sürmeli, Kahveli, Çiçekli isimli üç ineğinin yaşadığı çiftliğe, yazarın deyimiyle tuhaf bir ziyaretçi gelir. Nereden çıkıverdiği belli değildir, ama neden geldiğini çok iyi biliyor gibidir. Çünkü adam, aslında sistemin ta kendisidir.

Ona uzatılan bir bardak sütü kafasına dikerken, çiftçiye sütünün çok lezzetli olduğunu ve daha fazla süt satmak için daha fazla ineğinin olması gerektiğini söyler. İşte bu kısacık cümle ile ineklerin varlığı süt satmayı sağlamaktan ibaret hale gelirken, çiftçinin “Biraz daha süt satmak için bir kaç ineğim daha olsa hiç de fena olmazdı” düşüncesiyle dipsiz bir kuyuya dönüşür.

Adele Tarier.

Sistem açgözlü. Sürmeli, Kahveli, Çiçekli’ye eşlik edecek Benekli, Cüsseli ve Gamzeli de ne?! Bundan böyle adamın hep daha çok ineği olmalı, çünkü ne kadar çok inek o kadar çok süt, ne kadar çok süt de o kadar çok para demek. Hatta inekleri de bundan böyle makineler sağmalı, öyle ya, böylesi çok daha kazançlı. Sistem her yeni inek ve makine için kurdele keserken, çiftlik artık isim yerine sırtlarına birer numara yapıştırılmış 1000 inek ve gözlerinin altında koca mor halkalı bir çiftçiden ibaret hale dönüşmüştür. 

Tabii her hikâyenin bir de sonu vardır. Kim bilir, belki de çiftçinin yapamadığını inekler yapıverir ve çiftçin aklı başına gelir. Ancak şu soruyu da sormak gerekir: Başka canlılar söz konusu olduğunda, insanın böylesine hatalar yapıp sonrasında bunlardan ders çıkarmaya hakkı var mı? Üstelik 1000 İnek gibi kitaplar aracılığıyla daha çocukluktan itibaren böyle önemli meseleleri sorgulayıp anlayabilecekken.

Şirketlerin ‘sürdürülebilirlik’ raporlarına ne kadar güvenebiliriz – Sabriye Ak Kuran*

Son yıllarda sürdürülebilirlik kavramının popülaritesi her geçen gün bir kat daha artıyor. Öyle ki kavramın yanına bir isim getiriliyor ve sanki her şey birden sürdürülebilir olacakmış gibi sunuluyor. Örneğin tarımın önüne sürdürülebilirlik kavramı getirilince hem mevcut sistemin değiştirilmesine gerek kalmıyor hem de yaşanan sorunlar karşısında umut tacirliği yapılarak sürdürülebilir tarım alternatif bir çözüm yolu olarak sunuluyor. Sadece tarım da değil sürdürülebilir turizm, sürdürülebilir ulaşım, sürdürülebilir sanayi, sürdürülebilir kentler ve sürdürülebilir inşaat teknikleri derken neredeyse her alan ve sektör, sürdürülebilirlik kavramdan nasibini alıyor. Yani bir nevi kavram çoktan moda haline gelmiş durumda. Üstelik tıpkı moda sektöründe olduğu gibi üzerine otursun oturmasın, içini doldursun doldurmasın, ihtiyacı olsun olmasın bütün sektörler bu akıma ayak uyduruluyor.

Hâlbuki sürdürülebilirlik geçici bir yenilik olmanın çok daha ötesinde ve kapsamlı bir olgu. 1987 tarihli Brundtland Raporu’nu sürdürülebilirlik kavramının kaynağı olarak kabul edecek olursak, kavram bu belgede “bugünün ihtiyaçlarını, gelecek kuşakların da kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme olanağından ödün vermeksizin karşılamak” şeklinde tanımlanır ve bu da geçici değil sürekliliği olan bir sürece işaret eder. Bu yüzden eğer herhangi bir alanda sürdürülebilirlikten söz edilecekse, geleceğe bakmak ve gelecek nesillerin çıkarlarını da korumak bir zorunluluk haline gelir. Dolayısıyla tarım sektörünün başına sürdürülebilirlik kavramının getirilmesi ile sektörün birden sürdürülebilir hale gelmeyeceğini tahmin etmek zor olmasa gerek. Çok açıktır ki sürdürülebilirlik, değişiklik gereksinimi ile ortaya atılan sezonluk bir yenilik değil, pek çok alanda dönüşümü gerektiren bir süreçtir. Bu sürecin devamlılığı da sorunlar karşısında ortak bir sorumluluğun benimsenmesine bağlıdır.

Şirketler güven veriyor mu? 

Sürdürülebilirlik böylesine büyük bir amaca (gelecek kuşakların ve bugünkü kuşakların ihtiyaçlarının karşılanması arasında denge sağlamak) gebe bir süreci yönetmenin aracı haline gelince, sürecin bir parçası olmak isteyen ve bu anlamda sorumluluk alan çok sayıda paydaş ile karşılaşılıyor.

Stratejilerini değiştiren ve performanslarını sürdürülebilirlik çerçevesinde değerlendiren paydaşlardan birisi de şirketler. Dünya genelinde olduğu gibi Türkiye özelinde de çeşitli sektörlerde yer alan şirketler, sürdürülebilirlik çalışmalarını gündemlerine alarak çeşili raporlar yayımlıyorlar. Böylece finansal, sosyal ve çevresel performanslarını gösteren sürdürülebilirlik raporları aracılığıyla hem iç hem de dış paydaşları ile iletişim kanalları kuruyorlar.

Türkiye’de 2017 yılı verilerine göre sayıları 50.000’e yaklaşan gıda işleme şirketi[1] bu yönde adım atan ve bu başlangıcı yapanlardan. Elbette ki, sayıları on binleri aşan bu şirketlerin tamamının rapor hazırladığını söylemek yanlış olur. Zaten bu yazının amacı da nicel bir analize odaklanarak şirketlerin sürece ne oranda katkı sunduklarını tartışmak değil, şirketlerin hazırlamış oldukları sürdürülebilirlik raporlarına ne kadar güvenilebilir/bu raporlardan nasıl emin olunabilir sorusuna yanıt bulmaya çalışmak. Böyle bir sorunun akla gelmesi ise şaşırtıcı değil. Başta da belirttiğim üzere sürdürülebilirlik pek çok alanda moda bir kavram haline gelmiş durumda. Gıda işleme şirketlerinin yayımlamış oldukları raporlara derinlemesine bakıldığında da şirketlerin bu modaya hızla ayak uydurdukları görülüyor. Ancak şirket raporlarının gezegeni koruma konusunda gereken güveni vermediğini ve tatmin edici düzeyde olmadığını rahatlıkla söylenebilir. Sırasıyla birkaç noktada bunu detaylandırmaya çalışacağım.

Eşik değerin olmaması

Türkiye’deki gıda işleme şirketlerinin çeşitli kriterlere bağlı kalarak hazırlamış oldukları sürdürülebilirlik raporlarına şöyle bir göz gezdirildiğinde, insan kendisini ilkokul yıllarında sıkça kullandığı boyama kitaplarından birisi ile karşılaşmış gibi hissediyor. Belki bu tespit yanıltıcı gelebilir hatta “Ne münasebet o raporlarda şirket taahhütleri, stratejileri ve yönetim yaklaşımları sıralanmakta” diyenler de olabilir. Ancak büyük büyük ve rengârenk çerçeveler içerisinde verilen görsellerin insana ilk başta hissettirdiği temel duygulardan birisi bu.

Daha detaylı bir okuma yapıldığında ise, bazı soruların yanıtlarına ulaşılamıyor. Bu sorulardan en önemlisi şu: Hazırlanan sürdürülebilirlik raporlarının konusu olan şirket faaliyetleri sürdürülebilir midir yoksa gezegenin ve bütün canlıların varlıklarını tehdit eden bir etken olarak devam mı etmektedir? Bir sürdürülebilirlik raporundan ilk olarak bu sorunun yanıtını vermesi beklenir. Ama sorunun cevabının olmadığı görülüyor. Bunun sebebi ise, raporlardaki bilgilerin belirli bir eşik değere dayandırılmaması. 

Bir örnek vermek gerekirse, Türkiye’nin gıda alanında güçlü markalarından birisi olan Ülker’in 2019 yılı Sürdürülebilirlik Raporu’nda toplam su tüketiminin 739.533 m3, atık su miktarının ise 518.000 m3 olduğu[2] belirtiliyor. Bununla birlikte, raporda bu kullanımın belirli bir eşiği aşıp aşmadığı konusu üzerinde durulmuyor. Yani, Ülker firmasının su tüketim rakamı ve atık su miktarına bakarak bu firma faaliyetleri sürdürülebilirdir ya da değildir diyemiyoruz. Çünkü sürdürülebilirlik raporlarında çoğunlukla mevcut durum tespit edilir. Hangi durumda bu faaliyetlerin sürdürülemez olduğunu belirten bir eşik değer olmadığı için söz konusu firma faaliyetlerinin sürdürülebilir olup olmadığını anlamak çok zor.

Başka bir ifadeyle, şirket faaliyetlerinin sürdürülebilirliği tartışılmıyor, şirketlerin etkileri ölçülüyor ve raporlanıyor. Bir bakıma şirketlerin sürdürülebilir kalkınmaya katkı sunmuş gibi gösterilmeleri sağlanıyor. Bu durumda şirket faaliyetleri sürdürülemez olsa bile su tüketimini, sera gazı emisyonlarını ve atık miktarını küçük ölçeklerde azaltan şirketler, sürdürülebilir kalkınmaya katkı sunmuş oluyor. Bu ise hatalı bir bakış açısı. Bir şirketin sürdürülebilirlik ilkesini kabul ettiği ve bu anlamda sorumluluklarını yerine getirdiğinden söz edilebilmesi için bu raporlarda belirli bir eşiğin belirlenmesi gerekli. Aksi halde kademeli olarak etki düzeyinin azaltılması ve daha az olumsuz etkiye sebep olmak sürdürülebilirlik açısından yeterli olmayacaktır.[3]

Zorunlu olmaması

Sürdürülebilirlik raporları ile ilgili yanıtına ulaşılamayan önemli sorulardan bir başkası, bu raporların beklenildiği gibi bir fark yaratıp yaratmadığı.  Birçok şirket faaliyetlerinin sosyal, ekonomik ve çevresel sonuçlarını hesaplar ancak bu raporlar şirketlerin hitap ettikleri kitle ile iletişim kurmalarında yetersiz kalır. Zaten burada asıl mesele de raporlamanın yaygınlık kazanması ya da sayısının arttırılması değil raporların kullanılır bir hale gelmesidir. Mevcut durum ise bunun tam tersi. Raporlar herkesin erişimine açık, ancak neredeyse hiç kimse tarafından dikkate alınıp tartışılmaz. Çünkü bu raporlar yalnızca şirketlerin faaliyetlerini nasıl yönettiklerini yansıtan birer durum belgesi niteliğinde. Bu da demek oluyor ki, sürdürülebilirlik raporlarının hazırlanması bir zorunluluktan ziyade tercih meselesi. Sürdürülebilirlik raporlarının zorunlu bir temele dayanmayan ve şirket yetkililerinin gönüllü girişimlerine bağlı olan bu özelliği, raporların yarattığı etkiyi de tartışmaya açık bir hale getirir.

Bir danışmanlık şirketi olan G&A Institute’nin 2020 yılında yayımladığı bir raporunda,[4] S&P 500 endeksindeki şirketlerin %90’nın sürdürülebilirlik raporu yayımladığı belirtilir. Bununla birlikte, şirket raporlarının sürdürülebilir gelişme hedeflerine uyumunun %36 düzeyinde kaldığının altı çizilir. Bu da sürdürülebilirlik raporlamasına yönelik eğilimin arttığını doğrular ancak bu eğilimin beklenen etkiyi yaratamadığını gösterir. Bu nedenle tıpkı çevresel etki değerlendirmesi analizlerinde olduğu gibi sürdürülebilirlik raporlamalarının da yaptırımı olan birer belge niteliğine kavuşturulması ve zorunlu hale getirilmesi hayati önemdedir.

Meşrulaştırma aracı olması

Sürdürülebilirlik raporları ile ilgili bir başka sorun da, söz konusu raporların şirket faaliyetlerini meşrulaştıran bir araca dönüşme riskleridir. Bilindiği gibi, sürdürülebilirlik raporları bir sonuç belgesidir. Bu raporlarda yalnızca olumlu gelişmeler yer almaz. Bunların yanında şirket faaliyetlerinin olumsuz taraflarının da gösterilmesi gerekir. Sorun da tam bu noktada başlar. Raporlarda şirket faaliyetlerine ilişkin olumsuz bilgilere ya çok az yer veriliyor ya da hiç değinilmiyor. Olumsuz bilgilerin ifşa edilmesi durumunda ise, verilen zarar çoğu zaman önemsizmiş gibi gösteriliyor. Bu yolla da olumsuz şirket faaliyetleri meşrulaştırılıyor.

Şirketlerin sürdürülebilirlik raporlarını kullanarak çevreye etkilerini hafifletme çabalarına, bir başka gıda devi olan Sütaş’ı örnek verebiliriz. Şirketin 2017 yılı sürdürülebilirlik raporunda “2017 yılında Sütaş Grubu 2015 yılına oranla yüzde 47 büyüme sağlarken, sera gazı artışı %13 seviyesinde kaldı”[5] ifadeleri kullanılarak sanki %13’lük bir artış düşükmüş gibi yansıtılıyor. Bir bakıma büyüme oranındaki artış nedeniyle sera gazı emisyonları artışı haklı gösterilir. Bu ise, şirketin sürdürülebilirlik raporunu kullanarak sağladığı ekonomik faydaya karşılık olumsuz yönlerini meşrulaştırma stratejisinin en belirgin şeklidir. Kısacası, milyar dolarlık büyüme hacmine sahip şirketler faaliyetlerinin olumsuz etkilerinin farkındalar, ama sürdürülebilirlik raporları aracılığıyla bu etkilerin düzeyini önemsizmiş gibi gösterebilirler.

Toparlayacak olursak, yaklaşık 200 bin yıldır üzerinde yaşadığımız gezegeni korumak esas amaç ise, şirketlerin yayımladığı sürdürülebilirlik raporlarına güvenemeyiz. Söz konusu raporlar hem şirket faaliyetlerinin sürdürülebilir olup olmadığını açıklamıyor hem de çevresel bozulmanın üstünün örtülmesinde bir araç işlevi görüyor. Tek çelişkili nokta bu da değil. Doğanın korunmasının bağlayıcılığı ve yaptırımı olmayan bir takım şirket raporlarına dayandırılmasından daha az sürdürülebilir ne olabilir?Bugün rapor hazırlayan şirketler yarın iş ilişkileri ve ticaretlerini kötü etkilediği gerekçesiyle bu raporları hazırlamaktan vazgeçtiklerinde ne yapacağız? Böyle şirketlere istedikleri kapasiteye ulaşmaları için süre tanıyıp tekrar katkı sunmalarını mı bekleyeceğiz? Yeterince zenginleştiklerinde ve yeniden rapor hazırlamaya razı olduklarında onlara teşekkür mü edeceğiz?

Anlatmak istediğim, sermaye birikiminin devamlılığının kolaylaştırılması ve meşrulaştırılması yoluyla doğa korunamaz. Eğer şirketler ihtiyaçları olan doğal girdileri hiç durmaksızın kullanmak yerine bir fark yaratarak korumak amacındaysalar bu bir modaymışçasına sürdürülebilirlik kavramına sarılmakla değil, bu kavramın ilk başta ifade ettiği (sürekliliği olan bir süreç) şekline geri dönmekle mümkün olur.

(Dr./Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi)

*

[1] GAIN, Turkey’s Advanced Food Sector Provides Opportunities in Spite of Economic Downturn, GAIN Report, No: TR9006, 2019, s. 2.

[2] Ülker Bisküvi Sanayi A.Ş., Ülker 2019 Sürdürülebilirlik Raporu, 2019, s. 58.

[3] Mark Mcelroy, Is It Possible That GRI Has Never Really Been About Sustainability Reporting at All?, Sustainable Brands, 2017.

[4] Governance&Accountability Institute, Inc., Trends on the Sustainability Reporting Practices of S&P 500 Index Companies, 2020 Flash Report S&P 500, 2020, s. 3,15.

[5] SÜTAŞ Süt Ürünleri A.Ş., Sütaş 2017 Sürdürülebilirlik Raporu,  2017, s. 10.

[Cadı Kazanı] Altın ‘yatırımınız’ pandemileri engeller mi?

Geçtiğimiz günlerde bir TV kanalındaki “yatırım uzmanı” , en iyi “yatırım” aracının “hala” altın olduğunu, üstüne basa basa vurguluyordu. Gramı 400 TL yi geçen bir maden parçası için , yurdum insanları bankalardan kredi çekip kuyumculara koşturmuşlar: Evlenenenlerin, yeni doğan bebeklerin gelecekteki yaşamlarını “pandemilere” teslim etmek için. Nedense hiçbirinin aklına bir ağaç, bir orman hediye etmek gelmemiş. Anadolu insanı yüzyıllardır doğan her bebek için bir kavak ağacı diker, çehiz olarak sandığa “tohum” koyardı. Bu kadim bir bilgiydi, çünkü insanlığı gelecekte kurtaracak iki şeyden biri ağaç, diğeri tohumdu.

Pandemi borsası, altın borsasını ikinci sıraya itince , bir de düğünler yasaklanınca kimse altını düşünmedi. Haberler, sosyal medya, öncelikle solunum yollarını tutan , nefes aldırmayan Covid-19’ la nasıl savaşacağımızı anlatıp, canlı yayınlar yaptı, doğru nefes alma teknikleri oldukça sık gündeme geldi. Covid-19  “kurbanları” nefes alamazken altının gramının ne kadar olduğunu düşünüyorlar mıydı sizce! Belki ölmeyip yaşasalardı,  en önemli akciğerimiz  Kazdağları için onlar da eylem yapardı. Nefes alabilmenin değerini acı bir tecrübeyle anlamışlardı çünkü.

Kazdağları, kendisi bir mücevher 

Tam bir yıl önce Cadı Kazanı’mda , pandemi ufukta bile gözükmezken yine Kazdağlarını yazmıştım ve başlığı ilginçtir ki “Nefes borumdaki Kazdağları”ydı . Şöyle başlıyordu yazım:

Bazen, bir şey yerken, küçük bir parça nefes borunuza kaçar ve sizi inanılmaz rahatsız eder. Aslında nefes alabiliyorsunuzdur ama sürekli öksürerek, kendinizi harap edersiniz, öyle ki ölecekmiş gibi hissedersiniz. İşte Türkiye’de yaşamak böyle bir şey… Nefes borunuza takılan sürekli bir şeyler var. Günlerdir nefes borumda duran şey: Kazdağları..“

Altın ve maden için Kazdağlarını muhteşem ekolojik yapısını bozmanın bedelini ağır bir şekilde ödeyeceğimizin ilk sinyali geldi kapımıza dayandı ama karar vericilerin bundan haberi yok galiba . Kazdağları’nı delik-deşik etmeye, siyanürle zehirlemeye kararlılar. Maden Yasası‘nda  yapılan  son değişikliklerle ise akciğerimizi işlevsiz kılacaklar.

Yeşil Gazete’de haber olarak da yer alan TEMA VAKFI’nın “Kazdağları Yöresi’nde Madencilik” başlıklı bilimsel araştırmasını okuyunca, Kazdağları’nın günlerce değil artık hayatım boyunca nefes borumda takılı kalacağını anladım. Çünkü Kazdağları yöresinin %79’u  artık maden ruhsatlı. Rapora göre bir ekosistem bütünü olan tüm orman varlığının sadece %20’si herhangi bir ruhsat sınırına dahil değil. Kazdağları; Milli Park, Tabiat Koruma Alanı, Gen Kaynaklarını Yerinde Koruma Sahası gibi koruma sistemlerinin yanı sıra , canlı tür çeşitliliği ve ekosistem özelliklerini bir arada değerlendirerek önemli alanları belirleyen bir başka koruma yaklaşımı olan “Önemli Doğa Alanları” (ÖDA) kapsamında. ÖDA hassas ve benzersiz doğal alanları belirlemek için kullanılır ve canlı türlerin nesillerini sürdürebilmeleri için özel önem taşıyan coğrafyaları tanımlar.

Ne kadar çok altın, o kadar az nefes

TEMA VAKFI’nın araştırmasında yer alan bu harita Kazdağları Yöresi’nin Önemli Doğa Alanları’nı ( sarı renkli olanlar) belirtiyor. Her canlın ekosistemimizde yeri çok önemli ve bir denge unsuru.En ufak bir fiziksel müdahale , ekosistemimizi dönülmez bir yola soktuğunda , insanlık   da dönülmez bir yola girmiş olacak. 

Her şeyi belirleyen karar vericiler değil bizleriz aslında. Eğer hiç birimiz altın almaz, altına yatırım yapmazsak, altın aramanın da gereği kalmayacak.

Ekonomiyi, kendinizin ve çocuklarınızın geleceği için dönüştürme şansınız hala varken kullanın, yoksa çocuklarınız için canınızı da verseniz işe yaramayacak.

Ekosistem için bir böcek bile altından daha değerli. Şimdi şapkalarınızı önünüze koyup düşünün. Altın mı, nefes alabilmek mi?

*

Olanca kötülüğün, karanlığın içinde her şeye rağmen ışık vardır ve ışığa zaten en çok ‘karanlık zamanlar’da ihtiyaç duyarız. Her doğum bir mucize, her insan yeni bir başlangıçtır ve insanlar bir araya gelip ortak eylemde bulunabildikleri sürece umut da vardır. Dünya sevgisini mümkün kılan, içinde yaşadığımız dünya için sorumluluk alıp ortak eylemde bulunma yetimizdir.”

Hannah Arendt

                                                                                                                                 

 

 

 

 

Ekolojist, yeşil ve çevrecilere öğütler-2: Düşünce ve eylem biçimlerimizi neden değiştirmeliyiz?

“Bir şeyleri değiştirmek isteyen insan önce kendinden başlamalıdır”

Sokrates

“Aydınlarımızın çoğu kulaktan dolma aydın… Kitap okumuyorlar. Daha acısını söyleyeyim, okudukları kitapları anlamıyorlar…

Türk aydını hâlâ ümmet aydınıdır… İlericilerimizin hiçbirinin kendi düşüncelerinin dışındaki düşüncelere tahammülü yoktur. Çok büyük bir rahatlıkla kavga çıkarabilirler. Dinleyemezler bile. Bunu aşmadıkça ki ben buna totaliter aydın tipi diyorum; … bunu aşmadıkça, Türk aydınının senteze ulaşması mümkün değildir. Türk aydınının önce kendinden şüphe etmesi lazım..”

Attilâ İlhan

Eski Yunan’daki … özgürlük faaliyetten bağımsızlık değil, faaliyet için vardı. Özgürlük bir alan değil, bir eylemdi … Fustel de Coulange’ye göre, … Bir Atina’lının hayatının nasıl geçtiğine bakın. Bir gün kendi ‘deme’ (Antik Yunanistan’ın Attika bölgesindeki yönetsel alan) meclisine çağrılır ve bu küçük birliğin dini ve siyasi çıkarları üzerine kafa yormak zorundadır… Ayda üç kez, düzenli olarak genel halk meclisine katılır ve mecliste hazır bulunmamasına izin verilmez. Oturum uzun sürer. Oraya yalnızca oy vermek için gitmez; sabah meclise gelip geç vakte kadar orada kalır ve konuşmacıları dinler. Oturumun açılışından itibaren orada bulunup tüm konuşmaları dinlememişse, oy kullanamaz … Onun için bu oy en ciddi meselelerden biridir. Bir seferinde siyasi ve askeri liderlerin –başka bir deyişle, çıkarlarını ve hayatını bir boyunca emanet edeceği kişilerin- seçilmesi gerekir; başka bir seferinde bir verginin koyulması ya da bir yasanın değiştirilmesi gerekir. Yine, savaş durumunda kendi kanının ya da oğlunun kanının döküleceğini çok iyi bilerek, savaş konularında oy vermelidir … Eğer yanılırsa, çok geçmeden bunun acısını çekeceğini ve her bir oyuna kendi geleceğini ve hayatını rehin bıraktığını bilir.”

Murray Bookchin/ Özgürlüğün Ekolojisi 

1960 Anayasası’nın özgürlükçü ikliminde yaşamış 68 kuşağı artık yönetim ve yürütme görevlerinde olamayacak kadar yaşlandı. 68 kuşağından el almış 78 kuşağı ise devlet görevlerinden emekli olma yaşına gelse de özellikle sivil toplum örgütleri, üniversiteler ve siyasi partilerde karar alma organlarında hâlâ söz sahibi. 12 Mart Muhtırası’nın ve 12 Eylül Askeri Darbesi’nin faşist uygulamalarından çok çekmiş bu iki kuşak ve sonrasındaki Özallı yıllara denk gelen ve tamamen apolitik yetişen 88 ve 99 kuşakları eylem ve düşünce alışkanlıkları bakımından neoliberalizme ve neoliberal faşizme karşı deneyimli değil.

Bu kuşakların gençlik dönemlerinde, internet ve cep telefonları yaygın olmadığı için bilgisayar ve internet iletişiminin araçlarını (sosyal medya) kullanmayı ya iyi bilmiyor ya da bunları güncellemediği kendi eski değerler dizilerine (paradigma) ve algılarına uygun kullanıyor. Dünya’nın büyük savaşlar, devrimler ve karşı devrimlerle çalkalandığı dönemlerde yaşayan, aynı zamanda 88 ve 99 kuşağının ebeveyni ve bütün okullarında hocası olan özellikle ilk iki kuşağı, ABD’nin başını çektiği komünizm düşmanlığı ve soğuk savaş ortamının totaliter toplum mühendisliği uygulamaları biçimlendirdi. 88 ve 99 kuşağını da üniversitelerdeki üyeleri yoluyla etkileyen bu totaliter kuşakların değer ve düşünce kurgusunda, Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi, demokratik kitle örgütleri kavramı, grev, miting ve toplu yürüyüş gibi klasik kitlesel ya da tam tersi bütün bunları komünistlik ve dinsizlikle yargılayan algı ve eylem biçimleri var. 1960 Anayasası’nın sağladığı yasalarla görece iş güvencesine ve sendikal haklara sahip bu kuşakların önemli bir kısmı demokrasiyi bir Atinalı gibi özümseyememiş; onu sadece kendisi için isteyen aydınlanmacı, ulusalcı, milliyetçi (Türk-İslam sentezci veya milli görüşçü) bireylerden oluşuyor.

Devlet korumasının (sosyal devlet) devam ettiği, ilkokuldan liseye, sınıfsız toplum düzeni seçme sınavlarıyla henüz yok edilmemiş; başarılı-başarısız, çoğunlukla kadın-erkek karışık aynı sınıflarda oturmuş; parasız, eşitlikçi eğitim modelinin biçimlendirdiği çoğunluğu laik bireylerden oluşan bu dört kuşak, orta direğin varlığını sürdürdüğü, ağırlıklı olarak dar ve orta gelir grubu ailelerin paralı özel üniversiteye hazırlık kursları ve özel dershaneleri tatmamış çocuklarıydılar.

Ancak sosyal devlet koruması onları neoliberalizme ve neoliberal faşizm sokağının dindar çocuklarına karşı korumasız ve deneyimsiz bıraktı; göstere göstere gelenlere karşı ne yapacaklarını bil(e)mediler. Gelenlerin nasıl geldiğini inceleyip eksiklerini göremediler. Kiminin güvendiği dağlara, sonradan ABD’nin çocukları oldukları anlaşılan, “12 Eylül Askeri Darbesi” yağdı. Kimi, “Yetmez, ama evet” dedi. Ve sonunda ‘yeni-liberal faşizm’i (neo-liberal faşizm) kucaklarında buldular.

Yukarıdaki nedenlerle hâlâ, sistemin kolayca bozguna uğratacağı; demokrasiyi kendi örgütünde özümsememişlerin çoğunlukta olduğu bu kuşaklar, kimi zaman dört yıl önce güle oynaya seçtikleri (barolar birliği) başkanlarına şimdi “tü kaka” diyebiliyor. Tüm bu yüzden de sayılabilir, karşılaştırılabilir ve hesap verilebilir olmayan; daha çok medyada görünme çabasına kurgulanmış, katılımcılarını ağır risklere sokan eksik eylemler planlıyor ve uygulamaya çalışıyorlar.

Bu yazı dizisinin Uzun değil, kısa yazmak” başlıklı ilkinde, “Düşünce ve eylem biçimlerimizi değiştirmeliyiz?”  diye yazmıştım. Düşünce ve eylem biçimlerimizi değiştirmemizin en önemli nedeni ülkemize faşizm mevsiminin gelmesidir.

EYÇ (ekolojik, yeşil, çevreci) politikaları kelime dağarcığımıza ve düşünce dünyamıza sözünü ettiğimiz kuşakların iyi bilmediği  ‘sürdürülebilirlik’ ve ‘görelelik’, ‘kaos teorisi’ vb. kavramlarını getirdi. İnsan haklarına, kadın, çevre, çocuk, gelecek kuşakların haklarını ekledi.  

Türk insanı ve totaliter ya da apolitik bu kuşaklar, düşünmeyi ve sorgulamayı öğreten bir eğitim modeli içinden gelmiyor. Bu durum, bütün iş ve eylemlerimize yansıyor. Evlilik, iş, meslek seçimlerimiz bunların en önemlileri. Düşünme sürecinden geçmemiş, sorgulama yapmadan planlanmış, kimi zaman eski model ya da tam tersi batı toplumlarında geçerli, ama toplumumuza uyarlanmamış çeviri iş ve eylemler tasarlıyoruz. Bu çeviri eylem biçimlerinin bazıları 2013 Mayıs ayında başlayan Gezi Parkı Eylemleri’nde deneyimlendi. En son HDP ve Barolar Yürüyüşleri’ni, totaliter sistem, ‘ülkenin bekası’ ve ‘Korona pandemisi yasakları’nı vb. bahane ederek sert biçimde engelledi. Gün geçmiyor ki toplu basın açıklamalarımız yine pandemi yasakları bahane edilerek yasaklansın, izin verilmesin. 80’li, 90’lı yıllarda ve 2000’li yılların başına kadar sistemin ılımlı yaklaştığı ve engellemediği Aliağa Termik Santralı ve Akkuyu-Mersin ile en son 2006 Sinop Nükleer Santral karşıtı mitinglerine, sevgi zincirleri ve Bergama Altın Madeni Karşıtı Boğaz Köprüsü yürüyüşleri gibi eylemlere, şenlikli de olsa ve dünya salgını yasakları ve kısıtlamaları olmasa dahi, sistem artık gaddarca yaklaşıyor; köylü kadınlar bile gözaltına alınıyor, coplanıp biber gazı sıkılıyor. Eyleme katılanlar vatan haini ve terörist ilan ediliyor.

Eylem yapmayalım mı?

O halde klasik ya da geçmiş yıllarda yaptığımız açık alan eylemlerini yapmayalım mı? Ben de sizlere şu soruyu soruyorum: “Hiç kimse süt içmezken, ya da kaç kişinin süt içtiğini bilmezken, ineğe yem verelim mi?” Bence yapalım, ama eylemlerimiz iyi düşünülsün, sürdürülebilir ve katılımcıları zarar vermeyen, sayılabilir, dolayısıyla karşılaştırılabilir ve gidişatı izlenebilir  yöntemlerle olsun. Birbiriyle eşzamanlı ve ille de bir ‘B’ planı ya da seçeneği olan eylemler yapalım. Eylemleri çeşitlendirelim. Ama önce, eski Yunan’da olduğu gibi ‘Eylem’in ne demek olduğunu düşünelim.

Küresel Korona salgınının (pandemi) bütün şiddetiyle sürdüğü günlerde toplu yürüyüş, toplu basın açıklamalarının yapmanın iktidarı haklı kılan gerekçelerle engelleneceğini ve eylemcileri ölümcül bir hastalık korona bulaşması riski altına sokacağımızı vb. neden düşünemiyoruz?

Çünkü engellenebileceği bal gibi bilinen, engellenmese de gazete ve televizyonlarda bir günlük haber olunduktan sonrası düşünülmeyen eylemler planlamak ve yapmak kolay. Çünkü bu kuşakların da içinde olduğu halkımızın düşünce kurgusunda (eğitim ve uygulamasında) sürdürülebilirlik, sayılabilirlik, hesap verilebilirlik, demokratiklik vb. olmadığı için eylemlerin 6N1K’sı (Ne, Neden, Nerede(n), Ne zaman, Nasıl, Ne kadar ve Kim) yok. Halkımız ve iki yılda bir yapılan genel kurullarda örgütlerin üyeleri, eylemin öncesini, eylem ânında ve sonrasında düzenli izlenmesini; sayılabilirliği, hesap verilebilirliği sorgulamaz. Teknik yönleri dahil eylemin analiz edilmesini; raporlanmasını ve başarılı ve hatalı yönlerinin tartışılmasını, bir denetleme kurulunca denetlenmesini istemez, istese de örgütün seçimleri öncesinde raporları okumaz. Çünkü bunlar, düşünme ve üzerinde çalışmayı gerektiren zaman alıcı ve sıkıcı işlerdir. Adayların ve üyelerin birinci gün yaptıkları konuşmaları genel kurul üyelerinin çok azı sonuna kadar dinler ve Pazar günü hiçbir zaman tüm üyelerin gelmediği için bütün üyeleri temsil etmeyen az sayıdaki ‘yeterli çoğunluğun’ oyları ile hiç tanımadıkları, sorgulamadıkları bir yönetimi ve başkanlarını (sırf kendi siyasetlerine yakın diye) seçerler.

Bunun en önemli nedeni yukarıdaki totaliter aydınların farklı seslere katlanamaması ya da karşısındakini dinlememesi, dinlese de ortak metinleri olmadığı için anlamaması olabilir. Bir başka neden, okuma eksikliğimizdir. Bundan sonraki yazımın konularından biri olacak ‘okuma’ ve ‘ortak metinlerimiz’, başta EYÇ’ler ve toplum liderleri için gerekir. Sorgulama alışkanlığı konunun farklı boyutlarında okuma ve dinleme yapmayı gerektirir ki düşünülürse hepsi de bireysel önemli eylemlerdir. Çünkü: Özgürlük bir alan değil, bir eylemdir.

İstanbul Sözleşmesi muhafazakar kesimi birbirine düşürdü: AKP, Dilipak’ı dava ediyor

AKP, Yeni Akit yazarı Abdurrahman Dilipak‘a dava açıyor. Dilipak geçtiğimiz günlerde yayınlanan “AKP’nin papatyaları” başlıklı yazısında, parti içinde fonlarla zenginleşen bir kesim olduğunu savunmuş, bu kesim için “fahişeler ve onların türevleri” ifadelerini kullanmıştı.

AKP Genel Sekreteri Fatih Şahin, Dilipak’la ilgili yaptığı yazılı açıklamasında, Sözleşme’ye işaret etmeden “kadına yönelik fiziki veya sözlü, her türlü şiddetin karşısında durmanın bir insanlık vazifesi olduğunu” belirtti ve şunları kaydetti:

Partimizin kurumsal itibarını zedelemeye, toplumsal barışımızı tahrip etmeye, halkın bir kesimini cinsiyet farklılığına dayanarak aşağılamaya yönelik ayrımcı ve bayağı söylemler yaptırımsız kalmamalıdır.

Tüm kadınların haklarını korumak için çalışmalarımızı sürdürmek görevimiz ve sorumluluğumuzdur. Ayrıca AK Parti’li kadınlara dönük asla kabul etmeyeceğimiz açıklama ve nitelemelerle de mücadelemiz sürecektir. Bunu temin için gerekli hukuki ve cezai müracaatlarda bulunmak ve yargısal süreçlerin takipçisi olmak her zaman öncelikli görevimizdir.

Dilipak, açıklamanın ardından sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda “İlginç. Tamam. Harika. Sözleşmeyi de benim yazımı da ya okumamışlar. Ya da anlamamışlar. Bu vesile ile anlarlar belki” diye yazdı.

Partiden de tepki var

AKP Sözcüsü Ömer Çelik, söz konusu yazıyı Dilipak’ın ismini vermeden şu sözlerle eleştirmişti:

Bir kişinin kadınlara karşı kullandığı dil, kendi insanlığına verdiği nottur. Hiçbir siyasi, sosyal veya hukuki tartışmada kimse mutlak doğruyu temsil edemez. Sosyal, hukuki ve siyasi konularda kadınların şahsiyetlerini hedef almak utanç vericidir.

(…) Bir görüşü savunmak için kadına dönük sözel şiddet kullanmak, bir görüşü eleştirmek için kadınların insanlıklarına, şahsiyetlerine, namuslarına saldırmak utanılması gereken bir barbarlıktır.

Yenişafak Gazetesi yazarı Ayşe Böhürler de Twitter‘dan yaptığı paylaşımla “Edep yahu!” diyerek şu ifadeleri kullandı: “Fesüphanallah! Edep yahu! Alt üst tarafı bir uluslarası sözleşme… Fahişe mi diyor… Kendi karısı, kızı, gelini aynı fikirde mi acaba? Ayıp ki ne ayıp!”

Dilipak’a Twitter’dan tepki gösteren bir diğer isim ise eski AKP milletvekili Mehmet Metiner‘di. Metiner paylaşımında “Dilipak’ı sever sayarım. Lakin ‘AKP’nin Papatyaları’ bahsinde İstanbul Sözleşmesi’ni savunan kadınlar için dedikleri yakışıksız ve kırıcı. ‘Fahişe’ sözcüğü hangi bağlamda kullanılmış olursa olsun ziyadesiyle sorunlu ve üzücü. Eleştiri, onur ve hukuk gözetilerek yapılmalı” demişti.

Fatma Şahin ve KADEM’e yüklendi

Dilipak yazısında sözünü ettiği AKP içindeki, uluslararası fonlarla ve kamu fonlarıyla zenginleşerek lüks içinde yaşamaya başlayan söz konusu kesim için “fahişeler ve onların türevleri” ifadelerini kullanmış ve bu kesimin aynı zamanda “aileyi tehdit etmek üzere” AKP’nin başına bela edildiğini yazmıştı.

Yazıda ayrıca “Şeytan Üçgeni’nin bir diğer ayağı” olarak nitelendirdiği “Avrupa Konseyi Çocukların Cinsel Sömürü ve İstismara Karşı Korunması”, CEDAW ve İstanbul Sözleşmesi‘nden çıkılmasını savunmuş, bu sözleşmeleri  “felaket” olarak değerlendirmişti. Abdurrahman Dilipak, sözleşmelerin sorumluluğunu da eski Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı, Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin‘e ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan‘ın kızı Sümeyye Erdoğan Bayraktar‘ın yönetim kurulunda başkan yardımcısı olarak yer aldığı KADEM‘e yüklemişti.

Mahkeme, ODTÜ Rektörlüğü’nün Onur Yürüyüşü yasağını iptal etti

Ankara 7. İdare Mahkemesi, ODTÜ Rektörlüğü’nün, Ankara Valiliği‘nce alınan 2017 tarihli LGBTİ+ etkinlik yasağını gerekçe gösterdiği 9. ODTÜ LGBTİ+ Onur Yürüyüşü yasağını iptal etti.  

ODTÜ LGBTİ+ Dayanışması’ndan temsilcilerin ODTÜ Rektörlüğü’ne karşı açtığı davada, sürecin yetki, sebep ve amaç gibi çeşitli unsurlarının da yanlış yürütüldüğünü savunan Dayanışma haklı bulundu.

Mahkeme kararında Valiliğin Kasım 2017’de OHAL Kanunu’na dayanarak ilan ettiği süresiz LGBTİ+ etkinlik yasağını Nisan ayında Bölge İdare Mahkemesi tarafından kaldırdığı, bununla birlikte 3 Ekim 2018 tarihinde Ankara Valiliği’nin Emniyet Müdürlüğü’ne ilettiği ikinci süresiz LGBTİ+ etkinlik yasağının da 23 Mart’ta Ankara 2. İdare Mahkemesi tarafından kaldırıldığı hatırlatıldı.

Ankara’daki LGBTİ+ yasaklarının iptali nedeniyle ODTÜ Rektörlüğü’nün yasağının hukuki dayanağının kalmadığı anlaşıldığından, dava konusu işlemde hukuka uygunluk bulunmadığı sonucuna varıldı.

Ne olmuştu?

ODTÜ öğrencilerinin, Onur Haftası kapsamında 12 Mayıs 2019’da kampüste gerçekleştirmek istediği Onur Yürüyüşü’ne üniversite yönetimi tarafından izin verilmemiş, gerekçe olarak Ankara Valiliği’nin 18 Kasım 2017 tarihli LGBTİ+ etkinlik yasağını gösterilmişti.

10 Mayıs 2019’da yasağa rağmen yürümek isteyen öğrencilere ODTÜ Rektörlüğü’nün çağrısı üzerine kampüse gelen polis biber gazı, plastik mermi ve fiziksel güç kullanarak saldırmış, 21 öğrenci ve bir öğretim görevlisi gözaltında alınmıştı.

Yürüyüşe katılan 18 öğrenci ve bir öğretim görevlisinin “toplantı ve gösteri yürüyüşlerine muhalefet” suçlamasıyla üç yıl hapisle yargılandığı dava ise devam ediyor. Baroların Kuğulu Park’taki eylemine destek veren Dayanışma davanın 10 Temmuz’da yapılan son duruşmasına katılmadı. Bir sonraki duruşma ise 10 Aralık’ta yapılacak.

Bir günde 19 orman yangını: Çanakkale’de 25 hektar alan yandı

Çanakkale‘nin Yenice ilçesinin Kızıldam köyünde çıkan yangın, 19 saatin ardından kontrol altına alındı. Orman Genel Müdürü Bekir Karacabey, yaklaşık 25 hektarlık alanda çıkan yangına havadan ve karadan müdahale edildiğini söyledi:

Dün saat 14.04 sıralarında bu yangın çıktı ve 14.20’de ilk müdahaleyi yaptık. Buraya hava araçlarıyla iki uçak, yedi helikopter, on dozer, 48 arazöz ve yaklaşık 250 personelimizle birlikte ve ilçe belediyelerimizin gönderdikleri arazözlerle müdahale ettik.

Karacabey, yangına müdahale ekiplerinin Kızıldam’a doğru giden yangını köye ulaşmadan durdurduğunu ve köyün zarar görmediğini söyledi.

12 ilde 19 yangın

Dün, Çanakkale’yle aynı zamanlarda Türkiye, farklı bölgelerinde orman yangınlarıyla boğuştu. 

Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, 12 ilde meydana gelen 19 orman yangınından 15’inin kontrol altına alındığını, üçünün söndürüldüğünü bildirdi.

Bakan; İzmir Torbalı, Manisa Soma, Antalya Manavgat ve Aksu, Hatay Dörtyol, Muğla Marmaris ve Seydikemer, İzmir Aliağa ve Balçova, Konya Beyşehir, Hatay Alahan ve İskenderun, Şırnak, Gaziantep İslahiye ve Balıkesir İvrindi’de çıkan orman yangınların kontrol altına alındığını; Bursa Kestel ve Gürsü ile Aydın Bozdoğan‘daki yangınların ise söndürüldüğünü söyledi.