Ana Sayfa Blog Sayfa 1997

Arap dünyasının ilk nükleer santrali faaliyete geçti

Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Başbakanı ve Dubai Emiri Muhammed bin Raşit el Maktum, ülkenin kuzeybatısındaki sahil şeridinde inşa edilen Barakah Nükleer Enerji Santrali‘nin faaliyete geçtiğini duyurdu.

Güney Kore Elektrik Şirketi (KEPCO) ve Emirates Nuclear Energy Corporation (ENEC) tarafından kurulan Barakah Nükleer Santrali Arap dünyasının ilk nükleer santrali olma özelliğini taşıyor.

Katar: Bölge barışı için tehlike

El Maktum Barakah Nükleer Enerji Santrali’nin tamamen barışçıl amaçlara hizmet edeceğini söylerken tesisin konuşlandığı İran Körfezi kıyısındaki bir diğer ülke olan Katar  nükleer santralin faaliyete girmesinden dolayı rahatsız.

Zira BBC’de yer alan habere göre Katar resmi makamları yaptığı açıklamada Barakah Santrali’nin, “bölgesel barışa ve çevreye karşı çirkin bir tehdit” teşkil ettiğini dile getirdi.

Barakah Nükleer Santrali gibi Körfez kıyısına konuşlanmış olan bir diğer nükleer santral ise uyguladığı nükleer program nedeniyle ABD yaptırımlarına uğrayan İran’a ait Bushehr Nükleer Santrali.

Uluslararası Nükleer Danışmanlık Grubu Başkanı Dr. Paul Dorfman’ın geçen seneki değerlendirmesine göre Körfez’deki gergin jeopolitik ortamın nükleer silahları geliştirme ve üretme kabiliyeti sağladığı için nükleer enerjiyi bu bölgede diğer yerlere göre daha tartışmalı bir konu haline getirirken santral Körfez’de radyoaktif kirliliğe neden olabilir.

Görsel: BBC

Uranyum zenginleştirme yapılmayacak

BAE, Barakah Nükleer Santrali’nin yapımına başlanması için 2008 yılında Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile anlaşma imzalayarak nükleer tesislerde uranyum zenginleştirme faaliyetinde bulunmayacağını taahhüt ettiği bir dizi anlaşma imzaladı.

Ayrıca Barakah Nükleer Enerji Santrali’nin Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı‘nın (IAEA) denetimlerine açık olduğunu duyurdu.

21 milyon ton karbon emisyonu önlenecek

ENEC’e göre “en yüksek güvenlik standartlarının” uygulandığı, ekonomiyi çeşitlendirmek ve karbondan arındırmak için önemli bir rol oynayacak olan santral  yılda 3.2 milyon otomobilin yoldan çıkarılmasına eşdeğer olan 21 milyon ton karbon emisyonunu önlemeye yardımcı olacak.

Ne var ki aynı zamanda güneş enerjisine ağırlıklı olarak yatırım yapan BAE’nin daha ucuz ve güvenli güneş enerjisi varken politik gerilim ve terör ortamında nükleer enerjiye yatırım yapması uzmanlar tarafından eleştiriliyor.

Elektriğinin dörtte birini karşılayacak

BAE ve Güney Kore’den şirketlerin oluşturduğu bir konsorsiyum tarafından 22,5 milyar Dolar’a inşa edilen tesiste üretim her biri 1400 Megavat kapasiteli APR- 1400 tipinde 4 basınçlı su reaktörüyle gerçekleştirilecek.

Reaktörlerin tamamı devreye girip tam kapasite çalıştırılırsa 5 bin 600 megavat gücünde elektrik üretmesi beklenen santralin ülkedeki elektrik enerjisi ihtiyacının yüzde 25’ini karşılayacağı belirtiliyor. Nüfusu 10 milyon olan BAE’de çöl sıcağı ortamında yaşamanın yüksek klima kullanımı dolayısıyla enerji tüketimi anlamına geldiği ifade ediliyor.

Demircan: Gerçek niyet enerji değil

Yeşil Gazete Nükleer Editörü ve nükleersiz.org Koordinatörü Pınar Demircan ise Arap yarımadasının nükleer programa katılmasının temel nedeninin politik hesaplarla ilgili olduğuna dikkat çekiyor.

Demircan’a göre Barakah Nükleer Santrali’nde 1400 Megavat reaktörle üretilen elektriğin kilovatsaati 11 Dolar Sent fiyatından satılacak olup  1170 Megavatlık fotovoltaik  panelden elektriğin kilovatsaatinin  2,42 Sent fiyatından satılması enerjiyi dert edinir görünen yetkililerin samimiyetlerinin gerçek olmadığının en büyük ispatı.

Demircan durumu “Dünya Nükleer Enedüstri Durum Raporu’nda 2009 yılından bugüne güneş enerjisi üretim maliyetlerinin yüzde 89, rüzgar enerjisi üretim maliyetlerinin ise yüzde 43 oranında düştüğü ve nükleer enerji yatırım maliyeti yüzde 26 oranında arttığı görülürken bugün  nükleer enerji yatırımlarının enerji üretimi dışında bir amaca hizmet ettiği çok açık” şeklinde yorumluyor.  Demircan dünya genelinde nükleer santral inşaatlarının da son 6-7 yıl içinde planlananlara göre yüzde 30 azalarak gerçekleştiğinin altını çiziyor.

‘Kalıcı darbe iklim kriziyle yaşanacak’

Nükleer enerjinin fosil yakıtların kullanıldığı enerji sistemlerinin alternatif temiz enerji gibi çıkarılarak endüstrinin ayakta kalmaya çalıştığını ifade eden Demircan nükleer enerjiye esas kalıcı darbenin iklim kriziyle vurulacağını  şu sözlerle açıklıyor:

“2009 yılında nükleer santral kurmak için kolları sıvayarak bir sürü anlaşmayla bağlanan BAE, komşusu Katar gibi iklim krizi riskleriyle karşı karşıya olduğunu gördüğünde çok geç olacak, zira su seviyeleri 5 metre yükseldiğinde nüfusunun yüzde 96’sının yaşadığı Katar sahil bandının  yüzde 18,2’si  su altında kalacak.

‘Deniz suyunun ısınması büyük tehlike’

Güney Koreli bilim insanlarının İran Körfezinin dünyanın en sıcak denizlerinden biri olduğunu söylediğini  belirten Demircan Barakah Nükleer Santrali’nin soğutma suyunu denizden alarak denize deşarj edecek olmasının da deniz suyu sıcaklığını arttıracağına ve Körfez’deki biyoçeşitliliğin olumsuz etkileyeceğine işaret ediyor.

Ayrıca Körfez’deki ülkelerin sızıntı veya kaza meydana geldiğinde oluşacak kirlilik açısından dokuz yıldır radyoaktif kirliliğin denize karışmasını önleyemeyen Japonya örneğinden  ders alması gerektiğini ifade eden Demircan özellikle desalinasyon yöntemiyle deniz suyunu kullanan bu ülkeleri yakalandıkları nükleer sevda nedeniyle büyük bir tehlikenin beklediğine işaret ediyor.

Çeşme Belediyesi plastik kirliliğini iki yıl içinde yüzde 30 düşürme taahhüdü verdi

Çeşme Belediyesi, Dünya Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF) tarafından başlatılan Plastik Atıksız Şehirler Ağı (Plastik Smart Cities) programına katılan İzmir’de uygulamaların başlayacağı pilot ilçe olarak seçildi.

WWF-Türkiye tarafından yapılan açıklamaya göre belediyenin programa katılması dolayısı ile 27 Temmuz 2020 günü Çeşme Belediye Başkanı M. Ekrem Oran ile WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) Yönetim Kurulu Başkanı Uğur Bayar’ın katılımı ile protokol imzalandı.

Protokol kapsamında Çeşme’de gerçekleşen plastik kirliliğinin iki yıl içinde yüzde 30 oranında gerilemesi gerekiyor. İzmir’in ise en geç 2030 olmak üzere, 2025-2030 arasındaki bir dönemde plastik kirliliğini sıfıra indirmesi gerekiyor.

Plastik kirliliği için son tarih 2030

Plastik Atıksız Şehirler Ağı (Plastik Smart Cities) platformuna üye olan şehirlerin 2030 yılına kadar doğaya plastik atık bırakmayacağına dair bir niyet beyanı imzalaması, bunun akabinde 6 ay içinde bir eylem planı geliştirerek pilot bir bölgede iki yıl içinde plastik kirliliğini yüzde 30 oranında düşürecek uygulamalara başlaması gerekiyor. 

Bunun dışında, bu çalışmalara liderlik edecek kurum içi personel ataması ve sürdürülebilirlik raporlarının bir parçası olarak mevcut durum ve yıllık hedefleri belirleyen bir izleme planı geliştirmesi ve bunları paylaşması gerekiyor.

Türkiye Akdeniz’i en fazla kirleten ülke

WWF tarafından 2018 yılında yayınlanan “Plastik Kapanından Çıkış: Akdeniz’i Plastik Kirliliğinden Kurtarmak” raporundaki bilgilere göre ise Türkiye Akdeniz’i en fazla kirleten ülke konumunda bulunuyor.

Bununla birlikte Akdeniz’deki kirliliğin yüzde 95’i plastik atıklardan oluşturuyor ve Akdeniz’de bir kilometre karede 5 milimetreden küçük 1,25 milyon plastik parça bulunuyor.

Altı ayda en az 522 milyon 349 bin 599 hayvanın yaşam hakkı gasp edildi

Hayvan Hakları İzleme Komitesi (HAKİM), 2020 yılının ilk altı ayında yaşanan hayvan hakkı ihlalleri raporunu online düzenlediği basın toplantısında açıkladı.

Rapora göre altı ay içerisinde en az 522 milyon 349 bin 599 hayvanın yaşam hakkı gasp edildi. En az 521 milyon 582 bin hindi ve tavuk eti için öldürüldü. En az 251 hayvan zehirlenerek öldürüldü. En az 726 hayvan avcılar tarafından katledildi.  764 bin 347 hayvan ihmal nedeniyle hayatını kaybetti. 2 bin 275 hayvan araç çarpması nedeniyle öldü.

2 milyon 36 bin 175 hayvan cinsel şiddet gördü

Raporda cinsel şiddete maruz kalan hayvanlara yönelik veriler de yer aldı. Buna göre en az 2 milyon 36 bin 175 hayvan cinsel şiddete maruz bırakıldı.  Bu vakaların bir milyon 468 bin 735’i hayvan suni tohumlama yöntemiyle, 567 bin 435’i hayvan elektro ejakülasyon yöntemiyle gerçekleşti.

Türkiye’de hayvana yönelik tecavüzün üstü örtülen suçlardan olduğu belirtilen raporda  bu dönemde beş cinsel şiddet vakasının raporlandığı aktarıldı.

Ayrıca 2020 yılının ilk altı ayında en az 221 hayvanın işkenceye maruz bırakıldığı belirtildi.

Biltekin: Amacımız acıyı görünür kılmak

Toplantı HAKİM’den Fatma Biltekin’in konuşması ile başladı. Pandemi döneminde artan hayvan hakkı ihlallerine dikkat çeken Biltekin “Hayvan hakkı ihlallerini raporlamamızdaki en temel amaç toplumun büyük bir kesimi tarafından yok sayılan hayvanların yaşadıkları acıyı görünür kılmaktı” dedi.

İhlallerin yargı ve yasamadaki yansımasına değinen Biltekin, hayvan hakkı ihlallerinin yoğun olduğu Ocak – Haziran 2020 tarihleri arasında yalnızca hayvan haklarıyla ilgili 2 kanun teklifi kaydı bulunduğunun altını çizdi.

Biltekin, “Meclis’te milletvekilleriyle yaptığımız görüşmelerde öncelikle hayvanlara bakış açısının değişmesini hedeflerken, aynı zamanda, mücadele edilmediği takdirde hayvanların aleyhine olacak şekilde yasaların hazırlanmasına engel olmak” dedi.

Akdağ: Hayvanlar ‘mal’ statüsünden çıkarılmalı

Biltekin’in ardından sözü devralan, Hayvan Hakları ve Etiği Derneği’nden Ezgi Akdağ “2020 yılının ilk 6 ayında “en az”  522 milyon 349 bin 599 yaşam hakkı gaspı raporlandı” dedi.

Akdağ, “Yaşamın bütün canlılar için değerli olduğunu, yaşam hakkının siyaset üstü bir mesele olduğunu tekrar hatırlatıyoruz” dedi.  Hayvanların insanlar tarafından gasp edilen haklarının bir an önce geri verilmesi gerektiğini belirten Akdağ, bunun için de hayvanların hukuksal olarak mal statüsünden çıkarılması gerektiğinin altını çizdi.

Akdağ konuşmasının devamında “Bu 6 aylık rapor, pek çok veriye ulaşamamıza rağmen, hayvanların yaşadıkları ihlallerin ne kadar derin ve toplumsal bir sorun olduğunu gösteriyor” dedi.

Turan: Hayvan hakları politik bir mesele

Basın toplantısı, raporun açıklanmasının ardından hayvan haklarının yasamadaki sürecini anlatmak üzere HDP Mersin Milletvekili Rıdvan Turan’ın konuşması ile sürdü.

“Doğa üzerindeki her türlü saldırıyı kendine hak gören insanın bir demokrasi inşa edemeyeceğini görüyoruz” diyen Turan Meclis’in de bu gerçekliği görmesi ve yalnızca insanları değil tüm ekolojiyi kapsayacak şekilde çalışması gerektiğini söyledi.

Hayvan Hakları Kanunu’nun halen çıkmaması üzerine “Sosyal medya yasası, baro yasası geçti. Cumhurbaşkanın ‘ol’ demesi ile bu yasalar çıktı. Hayvan Hakları Kanunu’nun çıkması da benzer bir taleple çıkabilirdi, ancak bu yasama yılında da ertelendi. İstedikleri tüm yasaları istedikleri zaman çıkarıyor Meclis çoğunluğundan dolayı…” diyen Turan bu süreçte muhalefetin de eksikleri olduğunu belirtti, özeleştiri verdi.

‘Yasa bir an önce çıkmalı’

“Önümüzde yeni bir dönem var; sorunların çelişkilerin bir yumağa dönüştüğü ortada. Mezbahalar, yunus parkları, av, deneyler… Hepsini bir arada düşündüğümüzde sanki bu kurulu nizam hayvanları yok etme esası üzerine kurulmuş gibi görünüyor. Bunu kabul etmek mümkün değil” dedi ve yasanın acilen çıkması gerektiğini söyledi.

“Hayvan hakları politik bir mesele” diyen Turan, hayvan hakları savunucularla birlikte mücadele etmeye devam edeceklerini söyleyerek konuşmasını bitirdi. 

Ballı: Hayvanların kaybedecek zamanı kalmadı

Hayvanlara Adalet Derneği’nden Av. Melike Ballı, Hayvanları Koruma Kanunu’nundaki “sahipli-sahipsiz hayvan” ayrımı ve hayvana yönelik işlenen suçlardaki mevcut cezaları anlatarak başladı konuşmasına.

Av. Ballı, “Hayvana yönelik işlenen suçlarda hayvan sahipli ise 4 aydan 3 yıla kadar mala zarardan hapis cezası alabiliyor, sahipsiz ise cüzi miktarda para cezası ödüyor, siciline işlemiyor, fail aramıza karışıyor. Öncelikle bu ayrımın mutlaka kalkması lazım, ‘sahipli-sahipsiz hayvan’ ayrımını kabul etmiyoruz” dedi.

‘Ceza alt sınırı üç yıl olmalı’

Ballı, “Hayvana yönelik gerçekleştirilen öldürme, zalimce davranış, işkence, cinsel şiddet, hayvan dövüştürme, bir hayvan neslini yok etme fiillerine ceza alt sınırını, yeni infaz yasasından önce 2 yıl 1 aydan başlamak üzere hapis cezası yaptırımı getirilmesini talep ediyorduk. Ancak bu talebimiz yeni infaz yasası ile değişti çünkü bu talebimizin karşılığı yeni yasada 15 gün hapis cezası. Bu sebeple ceza alt sınırının 3 yıl olmasını talep ediyoruz” dedi ve yasal olan her şeyin meşru olmadığının altını çizdi.

Ballı sözlerine, “Biz herkes için adalet istiyoruz, toplumsal adaletin bir bütün olduğunu biliyoruz. Bunun için çalışmaya devam edeceğiz” diyerek son verdi.

Yağcı: Marmaris’teki yunus parkı tamamen kapatılmalı

Toplantının son konuşmacısı Yunuslara Özgürlük Platformu’ndan Öykü Yağcı oldu. Yağcı güzel bir haberle başladı konuşmasına: “Marmaris Hayvan Hakları Derneği (MAHAKDER) ilçedeki yunus parkının işletmesini yapan şirketin satış ofisi ve gösteri merkezine kilit vurulduğunu açıkladı. Marmaris Belediyesi Meclis Üyesi ve Muğla Barosu Doğayı Koruma ve Hayvan Hakları Komisyonu Temsilcisi Avukat Ayşegül Mungan ve Marmaris Hayvan Hakları Derneği’nden Tülay Yıldız ile irtibat halindeyiz” ifadesiyle başladı.

Yağcı, “Marmaris Belediyesi’ne yapılan bilgi edinme başvurusu sonucu ortaya çıkan ruhsatla ilgili bir sorun nedeniyle tesisin faaliyetlerinin askıya alındığı tahmin ediyoruz” dedi ve önceki yıllarda yunus parklarına karşı gerçekleştirilen eylemleri hatırlattı.

TBMM Hayvan Hakları Araştırma Komisyonu’nun nihai raporunda, 10 yıllık kapsamlı mücadelenin sonucu olarak, Türkiye’de yunus parklarının yasaklanması ve mevcutların kapatılması tavsiye kararı olarak sunulduğuna dikkat çeken Yağcı “Marmaris’teki yunus parkı bir daha açılmamak üzere kapatılmalıdır” dedi. Konuşmasının devamında ise şunları söyledi:

Marmaris’teki yunus gösteri ve terapi merkezi henüz tamamen kapatılmadı, belediye tarafından sadece mühürlendi. Bundan sonraki süreç çok daha önemli. Şu anda yunusların ve 1 bakıcının tesiste olduğunu öğrendik. Yasalarca tesisin ‘malı’ olarak görüldüklerinden bakım ve korunmalarından park sahipleri sorumlu.

Tutsak ettikleri hayvanlara ise bazı hallerde Tarım ve Orman Bakanlığı el koyabiliyor. El konulmazsa, ne yazık ki sezon içi ve dışında yaptıkları gibi bu hayvanları satabilirler. Şu anda biz koruma için çabalıyoruz. Bu yönde kurumlara başvurularımızı & takibini yapmaya başladık. Kaş ve Fethiye’den sonra bu tesisin de yasaklanması, yunus parklarının bulunduğu diğer şehir ve ilçelerde yereldeki mücadelelere ve tüm parkların kapatılması için TBMM’deki mücadelemize güç vermesi açısından çok önemli.

Özgüner: ‘Hayvan Hakları Yasası için yapılacak eyleme de herkesin destek vermesi gerekiyor’

Basın toplantısı, 9 Kasım 2019’da hayatını yitiren HAKİM kurucusu, hayvan hakları savunucusu Burak Özgüner’in annesi Eray Özgüner’in konuşmasının ardından sona erdi. Eray Özgüner, “Hayvan hakları aktivistleri Meclis’te de sokakta da yıllardır mücadele etti. Artık bu yasanın hayvanların lehine çıkması gerekiyor. Hayvan Hakları Yasası için yapılacak eyleme de herkesin destek vermesi gerekiyor” dedi.

 

 

Pakdemirli: İzmir’deki yangının 300-400 hektar alanı etkilediğini tahmin ediyoruz

İzmir‘in Menderes ilçesi Çile köyü yakınlarında 2 Ağustos Pazar günü öğleden sonra çıkan, rüzgarın da etkisiyle hızla yayılan yangın 22 saat sonra kontrol altına alınabildi. Soğutma çalışmalarına günün ilk saatleriyle birlikte helikopterler de katıldı.

Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli yaptığı açıklamada resmi rakamlar olmamakla birlikte çıkan yangında tahminen 300-400 hektar alanın etkilenmiş olabileceğini ifade etti.

Yangının çıkış sebebiyle ilgili de açıklama yapan Pakdemirli “Arkadaşların bir tespiti var. Başlangıç noktasında yiyecek içecek materyali bulunmuş. Yanlışlıkla çıkarılmış olabileceği düşünülüyor” dedi. Bakan, olay ile ilgili bir kişinin gözaltına alındığını aktardı.

Fotoğraf: Yusuf Soykan Bal /AA

79 konutlu sitede geniş önlem

Pakdemirli’nin de aktardığına göre yangın Pazar günü saat 13.24’te meydana geldi. Müdahale ise 10 dakika içerisinde başladı.  Bölgede yeni bir yangın çıkmasının önüne geçmeye çalışan ekipler, alevlerin arasında kalan Koru Sitesi çevresinde de önlemleri artırdı.

Yangın nedeniyle 79 konutlu sitenin arıtma tesisi ile bahçesi büyük oranda tahrip oldu. İzmir Orman Bölge Müdürlüğü ekiplerinin site çevresinde aldığı tedbir sayesinde evlerde büyük çaplı bir hasar oluşmadı.

Bakan Pakdemirli “Bazen iletişim kazaları olabiliyor. Geç saatlerde çıkan bir sitenin yandığına dair haber doğru değil. Burada zarar gören sadece bir sitenin hidrofor kulübesi. Onun dışında hiçbir yerleşim yeri, hiçbir insanımız zarar görmedi” ifadelerini kullandı.

 

 

Yılın ilk altı ayında kömür santrali sayısı ilk kez düşüşe geçti

Küresel kömürlü termik santrali filosunun sayısı yılın ilk altı ayında ilk kez düşüşe geçti ve endüstri döneminin başlangıcından bu yana ilk kez açılan kömür santralinden daha fazlası kapandı.

Fosil yakıt sektörünü izleyen ABD merkezli bir araştırma ve savunma grubu Global Energy Monitor tarafından yayınlanan çalışmaya göre bu düşüş büyük ölçüde Avrupa ve ABD’de yaşanan kapanmalara bağlı.

Dünyanın en büyük yıllık sera gazı üreticisi olan Çin ise dünyada faaliyet gösteren kömür yakıtlı elektrik santrallerinin yarısına ev sahipliği yapıyor. Ayrıca rapora göre şu anda üretim aşamasındaki santrallerin yüzde 90’ını Çin’de yer alıyor.

‘Temiz enerji daha ucuz bir seçenek oluyor’

Guardian’ın aktardığına göre Global Energy Monitor’den Kömür Programı Direktörü Christine Shearer, küresel düşüşün sebebi olarak karbon fiyatındaki artış ve kirlilik düzenlemesinin sıkılaştırılmasının ardından Avrupa’da gerçekleşen rekor sayıda santralin kapanmasını gösteriyor.

Shearer bir başka etkenin ise koronavirüs salgınının yarattığı ekonomik şok olduğunu belirtiyor. Temiz enerjinin artık birçok yerde en ucuz seçenek olduğunu belirten Shearer “Bu, ülkelerin enerji planlarını yeniden değerlendirmeleri için bir fırsat” diyor.

Temmuz ayında erkekler en az 36 kadını öldürdü

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Temmuz ayında en az 36 kadının erkekler tarafından öldürüldüğünü, 11 kadının ise şüpheli şekilde ölü bulunduğunu duyurdu.

Yayınlanan rapora göre öldürülen 36 kadından 18’inin neden öldürüldüğü tespit edilemedi, beşi ekonomik bahaneyle, 13’ü de boşanmak istemek, barışmayı reddetmek, ilişkiyi reddetmek gibi kendi hayatına dair karar almak isterken öldürüldü.

‘Cezasızlık sürdükçe şiddet sürüyor’

Platform yaptığı açıklamada “18 kadının hangi bahaneyle öldürüldüğünün tespit edilememesi, kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin görünmez kılınmasının bir sonucudur” dedi.

Bu belirsizliğin şiddeti artırdığına değinen Platform “Kadınların kim tarafından, neden öldürüldüğü tespit edilmedikçe; adil yargılama yapılmayıp şüpheli, sanık ve katiller caydırıcı cezalar almadıkça, önleyici tedbirler uygulanmadıkça şiddet boyut değiştirerek sürmeye devam ediyor” ifadelerine yer verdi.

11 kadını evli olduğu erkek öldürdü

Raporda kadınların kimler tarafından öldürüldüğüne de yer verildi. Buna göre 36 kadının üçünün kim tarafından öldürüldüğü tespit edilemedi.

11’i evli oldukları erkek, beşi birlikte olduğu erkek, beşi tanıdığı biri, dördü eskiden evli olduğu erkek, ikisi akrabası, ikisi babası, ikisi eskiden birlikte olduğu erkek ve ikisi de oğlu tarafından öldürüldü.

Kadınlar en çok evlerinde öldürüldü

Kadınların 18’i evinde, altısı sokak ortasında, ikisi arabada, ikisi arazide, ikisi otelde, biri ıssız bir yerde ve biri de iş yerinde öldürüldü. Dört kadının nerede öldürüldüğü ise tespit edilemedi.

24’ü ateşli silahlarla, beşi kesici aletle, üçü de boğularak, biri darp edilerek ve biri de yüksek atılarak öldürüldü. İki kadının nasıl öldürüldüğü tespit edilemedi.

‘Kadın haklarına yönelik saldırılar arttı’

Raporda koronavirüs salgını ve beraberinde evden çıkma kısıtlamalarının kadınlar için daha zor koşullar ortaya çıkardığı belirtildi. İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik tehditler ile kadın haklarına yönelik saldırıların da arttığı belirtilen metinde şu ifadeler yer aldı:

Bu ay, Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi tartışmaya açıldı ve sözleşmeye yönelik saldırılar arttı. Kadınların modern haklarına yönelik saldırılar söz konusu olduğunda kadın cinayetleri ve kadına yönelik şiddet, eşit ve özgür yaşam hakkımıza yönelik saldırılar artmaktadır. Kadınları yaşatan İstanbul Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması bir yana, Sözleşmenin tam ve etkin uygulanması için kadınlar mücadeleye devam ediyor.

Kadim üretim havzasında yarış pisti olur mu?

İzmir’in tüm çevresel birikimleri ve doğal varlıkları son yıllarda artan bir hızla kapitalist sistemin toplu bir saldırısı altında… Bu saldırı son dönemde yaşadığımız pandemi günlerini fırsat bilen, tek dertleri tüm doğal kaynakları sömürerek para kazanma peşindeki sermaye tarafından daha da artırıldı.

Tüm dünyada son yaşadığımız ve yaşamaya da devam ettiğimiz pandeminin etkisi ile ‘yeni normal’ tartışılırken bu normalin içinde artık gökdelenlerin, alış-veriş merkezlerinin (AVM), dev binaların olmayacağı konusunda hemen hemen fikir birliğine varılmışken İzmir’de; kent merkezinde yeni gökdelenlerin, yeni AVM’lerin yapımına büyük bir hızla devam ediliyor.

Yaz mevsiminde çektiği su sıkıntısı ile ünlü Çeşme’de imar planları değiştiriliyor, ‘yeni Cannes olacağız’ yutturmacasıyla dev otel ve golf sahaları yapılması planlanıyor. Bu da yetmiyormuş gibi Selçuk’ta da yılların Meryem Tabiat Parkı’nın SİT derecesi düşürülerek bu bölgede de ‘turistik’ yapılaşmanın önü açılıyor.

İşte tüm bunların arasında İzmir’in merkezine yakın en güzel ilçelerinden Güzelbahçe’ye de bir go-kart pisti yapılmaya çalışılıyor. Hem de Yelki Mahallesi’ne; zeytinlik bir bölgenin tam ortasına…

Güzelbahçe ilçesi kent merkezindeki aşırı yapılaşmadan, gökdelenlerden ve yoğun trafikten kaçanların oturduğu; yerli insanının tarımla geçindiği küçük ve sessiz bir ilçe… Üstelik yarımada olarak isimlendirilen Urla, Karaburun ve Çeşme ilçelerinin de giriş kapısı… Ayrıca başka bir özelliği daha var; kentin kadim üretim havzasının da başlangıç noktası… Üstelik go-kart pistinin kurulmaya çalışıldığı yer de bu havzanın içinde…

Ne demek kadim üretim havzası?

Hazırladığı bir raporda İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü Tasarım Mimarlık ve Kent Araştırmaları Merkezi Müdürü ve Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şeniz Çıkış kadim üretim havzası kavramını şöyle tanımlıyor:

Dünyanın farklı yerlerinde sadece insanların değil, doğanın ve tüm varlıkların varlık hakkı gözetilerek yürütülen geleneksel tarım faaliyetlerinin eylem alanlarına Kadim Üretim Havzası adı veriliyor.

Prof. Dr. Çıkış’a göre bu havzalar altı temel özelliği barındırmalı:

  • Arazi kullanımı ve o araziye uygun ekim tekniklerinin uygulanmalı,
  • Monokültür tarımın yerine yıl içinde ardışık olarak ve yıllar içinde değiştirilerek tarım yapılmalı
  • Zengin bir biyolojik çeşitliliğe ev sahipliği yapılmalı
  • Üretimin insani boyutu olmalı
  • Toplumsal yardımlaşma becerisi yüksek olmalı
  • Havza sahipliliği; yani bölge insanın tüm havza olanaklarından hakkaniyet ölçüsünde yararlanması…

Yelki’de gelişmiş biyoçeşitlilik

Prof. Dr. Şeniz Çıkış’a göre Güzelbahçe-Yelki tarımsal alanı yukarıdaki belirtilen altı kriterin pek çoğunu sağlıyor. Bölgede aktif olarak ürün elde edilen tarlalarda ilaçlama asgari düzeyde uygulanıyor ve küçük ölçekli, çeşitlilik arz eden ve yıllara göre değişen ürünler elde ediyor.  Yelki’de pestisit ve gübre kullanımındaki kısıtlılık dolayısı ile biyoçeşitlilik bugüne kadar oldukça iyi korunmuş.

Bölgede domuz, tilki, porsuk, sansar, sincap, kirpi, keler, köstebek, kaplumbağa ve bukalemun bugün rahatça görülebilen doğal yaşamın üyeleri… Bölgenin doğal bitki örtüsü de canlı ve çok çeşitli bitki türleri barındırıyor.  Bölge insanı Yelki’nin Çamlı çayına yakın kısımlarında su bulunduğundan dolayı domates, bakla, susam, nohut, enginar, lahana, karnabahar gibi sebzeler yetiştiriyor.

Kadim havzanın iç kısımlarında kalan tarlalarda ise susuz tarım yapılıyor ve buğday, arpa, yulaf gibi tahıllar yetiştiriliyor. Üstelik yıllar içinde oluşan bütüncül ekosisteme dayalı bu bölgede tarımı daha da geliştirecek, köylü ve kentli dayanışması sonucu sürdürülebilir mimari ve peyzaj kriterleri kapsamında çevreyi kalkındıracak projeler de hazırlanıyor. Bu projelerin ilk adımı ise bölgenin Avrupa bisiklet rotalarına bağlanmasını da sağlayacak yeni bisiklet yolları geliştirilerek sınırlı olarak doğa turizmine bu kadim üretim havzasının açılması…  Yapılmaya çalışılan gürültü, yoğunluk ve hava kirliliği kaynağı bir go-kart pisti tüm bu projelerin de; yüzyılların mirası kadim üretim havzasının da sonu olacak.

Urla Seferihisar, Çeşme ve Güzelbahçe arasında yer alan doğa koridoru, tarım ve yerleşim alanları

Güzelbahçeliler projeye karşı

Kadim üretim havzasını korumak ve bu yüzlerce yıllık doğal mirası gelecek kuşaklara aktarmak için Güzelbahçelilerin ve meslek örgütlerinin çabası sürüyor. Havzanın en can alıcı noktasında yapılmak istenen go-kart pistinin yapımını engellemek için çok sayıda Güzelbahçelinin üye olduğu Güzelbahçe Kültür, Çevre ve Güzelleştirme Derneği; (GÜLDER) ve İzmir Tabip Odası hukuksal yollara başvurdu. Açılan davaya dernek üyesi olmayan Güzelbahçeliler de şahsen katılıyor. Ayrıca Güzelbahçe Belediyesi de projeye karşı…

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ise yerel karar mekanizmalarına müdahale ederek go-kart pistinin yapılmasını sağlamaya çalışıyor. Bakanlığın 11 Kasım 2019 ve 16 Haziran 2020 bölge ile ilgili imar plan düzenlemeleri go-kart pistinin önünü açmaya yönelik… Her iki plana karşı da GÜLDER, İzmir Tabip Odası ve Güzelbahçelilerin açtığı davalar sürüyor.

Gülder Başkanı Halk Sağlığı Uzmanı Dr. Tuğrul Şahbaz Çevre ve Şehircilik Bakanlığının yerel yönetimleri atlayarak hazırladığı imar planının “Tarım Arazilerinin Korunması, Kullanılması ve Planlanmasına Dair Yönetmeliğin ‘tarım arazileri için toprak koruma projesine uyulması, zeytincilik yasasında zeytinliklerin bulunduğu alanlarda zeytin tarımı için gerekli yatırımlar dışında hiçbir yatırım yapılamaz’ …” hükmüne aykırı olduğunu ve açılan her iki davayı da kazanacaklarını belirtiyor.

Belki bu davalar yürekli insanlar ve meslek odalarının çabalarıyla kazanılacak. Belki İzmir Güzelbahçe bölgesindeki kadim üretim alanı şimdilik go-kart pistinden, gürültüden, hava kirliliğinden, benzin kokusundan, yoğunluk artışından mahkeme kararıyla korunacak. Ama yarın?

Sorunun temel nedenini hiç gözden kaçırmamız gerek. Gittikçe vahşileşen kapitalist sistem daha fazla üretim ve tüketim için başta ormanlarımız, tarım alanlarımız, su kaynaklarımız, havamız olmak üzere tüm doğal kaynaklarımıza saldırmaya devam edecek. Bugün İzmir’de, yarın başka yerde… Gerçek çözüm için daha fazla düşünmemiz ve çabalamamız gerekiyor; zaman kaybetmeden…

KADEM önce İstanbul Sözleşmesi’ne destek çıktı, sonra LGBTİ+’ları hedef aldı

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan Bayraktar’ın başkan yardımcılığını yaptığı Kadın ve Demokrasi Derneği (KADEM), İstanbul Sözleşmesi’ne destek açıklamasının ardından yeni bir açıklama yayınlayarak LGBTİ+’ları hedef gösterdi.

1 Ağustos Cumartesi günü bir açıklama yayınlayan KADEM, İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik eleştirilere 16 soruda cevap vermiş, sözleşmenin uygulanması gerektiğine dikkat çekmişti. Açıklama üzerine eleştiri alan dernek, eleştirilere cevaben bir paylaşım daha yaptı.

‘Eşcinsel hareketleri tehdit olarak görüyoruz’

KADEM, sosyal medya hesabı üzerinden yaptığı paylaşımda “Konumumuz, aileye verdiğimiz değer ve neslin devamlılığının önemi açısından tehdit olarak gördüğümüz eşcinsel hareketler ile yan yana anılmayı kabul etmiyoruz. Lobicilik faaliyetleri ile hem bugünümüze hem de yarınlarımıza sirayet etmeye çalışan bu gayrı ahlâkî hareket ile mücadelemiz devam edecek. Aslolan şiddetle mücadele olmasına rağmen yersiz tartışmalarla konuyu başka noktalara taşıyanların iyi niyetli olduğunu düşünmüyoruz” ifadelerine yer verdi.

16 maddelik destek açıklaması

Derneğin İstanbul Sözleşmesi’ne destek için yayınladığı açıklamada İstanbul Sözleşmesi’nin ve 6284 sayılı kanunun kadını üstün cinsiyet ilan etmediği, aksine sadece kadın oldukları için maruz kaldıkları aşağılama, şiddet türlerine karşı koruma imkanı sunduğu belirtiliyordu.

Ayrıca “LGBT gibi yönelimlere kapı araladığı” iddiasına da “Bu sözleşmenin eşcinsel yönelimlerin meşrulaşmasına sebep olduğunu iddia etmek ise en hafif tabirle kötü niyetliliktir” şeklinde cevap veriliyordu. Açıklamanın tamamı şu şekilde:

1. İstanbul Sözleşmesi nedir?

Tam adı “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi”dir. 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılmış, 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girmiştir. İstanbul’da imzaya açılması sebebiyle bu şekilde isimlendirilmiştir.

İstanbul Sözleşmesi, kadınlara yönelik her tür şiddete karşı hukuki çerçevede detaylı bir koruma sağlayan ilk uluslararası belgedir.

Özel olarak kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddet ve ev içi şiddeti hedef alan ilk Avrupa Sözleşmesi olma niteliğini taşıyan Sözleşme, bugüne kadar Türkiye dâhil 34 ülke tarafından onaylanmıştır. Türkiye, Sözleşme’yi imzaya açıldığı 11 Mayıs 2011 tarihinde imzalamış, 14 Mart 2012 tarihinde ise onaylamıştır. Böylece Türkiye sözleşmeyi onaylayan ilk ülke olmuştur.

İstanbul Sözleşmesi’nde, sözleşmeyi parlamentolarından geçirmiş hükümetlerin kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetin her türüyle mücadele etmek için bir dizi kapsamlı tedbir alması istenmektedir. Sözleşmenin her bir maddesinde şiddet eylemlerinin meydana gelmesinin önlenmesi, mağdurlara yardım edilmesi ve faillerin adalet önüne çıkartılması amaçlanmaktadır. Sözleşme, örneğin aile içi şiddet, ısrarlı takip, cinsel taciz ve psikolojik şiddet gibi, kadına yönelik farklı şiddet türlerinin suç olarak kabul edilmesini ve bunlara karşı yasal yaptırımlar getirilmesini gerekli kılmaktadır.

2. İstanbul Sözleşmesinin amacı nedir?

Sözleşme’nin 1. Maddesinde açıkça belirtildiği üzere Sözleşme’nin amacı;

  • Kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak
  • Kadına karşı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirmek de dâhil olmak üzere, kadınlarla erkekler arasında önemli ölçüde eşitliği yaygınlaştırmak
  • Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlamak
  • Kadına karşı şiddeti ve aile içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak
  • Kadına karşı şiddet ve aile içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamaktır.

3. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 Kanunu ile kadınların kanunları kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilecekleri yönündeki iddialar gerçeği yansıtıyor mu?

Öncelikle belirtmek gerekir ki bahsedilen iki düzenleme de sadece kadınları kapsamına almaz. Erkekler de dahil tüm aile fertleri -özellikle çocuklar- bu düzenlemelerin koruma kapsamına dâhildir ve bu durum hem İstanbul Sözleşmesi hem de 6284 sayılı kanun metinlerinde açıkça belirtilmiştir. Düzenlemelerden faydalanabilecek olanlar kadınlar değil, kadın ya da erkek fark etmeksizin ‘mağdur’lardır.

Türkiye’de ve pek çok toplumda yaşanan şiddet vakalarından edinilen tecrübe şunu net bir şekilde göstermiştir ki; şiddet mağdurları, büyük ölçüde de kadın mağdurlar, failin ve çoğu zamanda sosyal çevrenin baskısından korkarak uzun süre şiddet vakalarını saklamaktadır. Polise veya başka bir yetkili makama başvurulması büyük çoğunlukta mağdur can korkusu yaşamaya başladığında gerçekleşir. Şiddet bu boyuta geldikten sonra ise her geçen dakika mağdurun aleyhine işler. Bu sebeple koruma başvurusu durumunda, delillendirme zaman alacağından akut bir tedbir olarak hakim, şiddet mağduru lehine tedbir kararına hükmedebilmektedir. Bu kararın Ceza Yargılamasıyla bir ilgisi olmadığı gibi, hiçbir şekilde gözaltına alınma vb anlama da gelmemektedir. Aleyhine tedbir kararı verilen tarafa, hükmedilen tedbir kararına itiraz hakkı tanınmaktadır. İddia olunan mağduriyetin gerçekleşmediğini mahkemeye ispat eden kişi hakkında verilen tedbir kararı anında kaldırılmaktadır. Ayrıca verilen bu tedbirler kişilerin siciline işleyen kayıt niteliğinde değildir. Sadece şiddet tehlikesinin bertaraf edilmesini amaçlamaktadır.

Her yasa bir şekilde suistimal edilebileceği gibi bu düzenlemenin de suistimal edilme durumu bir kişinin evden uzaklaştırılmasıyla sonuçlanır. Bu bir mağduriyet olmakla birlikte diğer tarafta eğer her ihbar ciddiye alınmazsa oluşabilecek yaralanma ve can kaybının yaşatacağı mağduriyet ilkiyle kıyaslanamayacak derecede kritiktir.

4. İstanbul Sözleşmesi sadece kadınları mı kapsıyor?

Hayır. Sözleşme sadece kadınları kapsamamakla birlikte daha çok kadınlar için geçerlidir. Çünkü kadınların kadın oldukları için (zorunlu kürtaj, kadın sünneti, vb.) maruz kaldıkları veya erkeklere kıyasla daha fazla maruz kaldıkları türden (cinsel taciz ve ırza geçme, ısrarlı takip, cinsel taciz, aile içi şiddet, zorla evlendirme, zorla kısırlaştırma) şiddet türlerini kapsamaktadır. Bu şiddet türleri erkeklerle kadınlar arasındaki eşit olmayan güç ilişkileri ve kadınlara karşı yapılan ayrımcılıktan kaynaklanmaktadır.

Ancak, erkekler de, çoğu kez daha az sayıda olmak ve sıklıkla da daha hafif şiddet türlerine maruz kalmak üzere, Sözleşmenin kapsadığı aile içi şiddet ve zorla evlendirme gibi bazı şiddet türlerine maruz kalmaktadırlar. Sözleşmede bu gerçek kabul edilerek, Sözleşmeye taraf olan devletler sözleşme hükümlerini erkekler, çocuklar ve yaşlılar dâhil olmak üzere, aile içi şiddetin tüm mağdurlarına uygulamaya teşvik edilmektedir. Devletler Sözleşmeyi söz konusu aile içi şiddet mağdurlarına uygulayıp uygulamayacaklarına karar verebilirler.

5. İstanbul Sözleşmesinde LGBT gibi yönelimlere kapı aralayan maddeler var mı?

Hayır. Sözleşme, üçüncü bir tür oluşturmaya ya da LGBT eğilimlerini hukuk normu olarak belirlemeye veya teşvik etmeye yönelik herhangi bir hüküm taşımamaktadır. Aynı cinsiyetten olan çiftlerin yasal olarak tanınması da dâhil olmak üzere cinsel yönelimle ilgili olarak ortaya yeni standartlar koymamaktadır. Bu sözleşmenin eşcinsel yönelimlerin meşrulaşmasına sebep olduğunu iddia etmek ise en hafif tabirle kötü niyetliliktir.

“Cinsel yönelim” kavramı sadece Sözleşme’nin 4. Maddesinde geçmektedir. Maddede şiddet ile mücadelede hiç kimseye ayrımcılık yapılmaması; din, dil, ırk, vb. pek çok unsurla birlikte, toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelime dayalı şiddetin de kabul görmemesi gereği vurgulanmıştır. Madde kesinlikle bir dayatma içermemektedir. Maddenin kapsamına bütün insanlar girmektedir. Zaten herhangi bir insanın şiddetten korunma şemsiyesinin dışında tutulması düşünülemez.

6. Uluslararası bir sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi, Ankara’da imzalandığı ve Türkiye dışında hazırlandığı halde neden “İstanbul Sözleşmesi” adı verilmiştir?

Tam adı “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” olan sözleşme Türkiye’nin Avrupa Konseyi dönem başkanlığında, 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açıldığı için kısaca İstanbul Sözleşmesi olarak anılmaktadır. Bu bir uluslararası teamüldür; Kopenhag Kriterleri, Pekin Sözleşmesi örneklerinde de olduğu gibi.

7. İstanbul Sözleşmesiyle ilgili ailenin yatak odasına kadar karışılıp “kocaları tecavüzcü” ilan ettiği şeklindeki düşünceler doğruyu yansıtıyor mu?

Evlendiklerinde eşler birbirlerinin himayesinde sevgi ve güven içerisinde yaşayacaklarını düşünürler ki bu tam olarak böyle olmalıdır. “Koca tecavüzü” denilen durum normal, sağlıklı ilişkiler değil, insan onuruna da İslam değer yargılarına da ters biçimde yaşanan zorbalıklardır. Bu tür zorbalıklara maruz kalan bir insanın yaşadığı şiddetten kurtulması için imkân sağlamak ailelerin yatak odasına karışmak değil, İslami öğretideki karşılığıyla mazluma yardım etmek olarak nitelenmelidir.

8. Karı-koca anlaşmazlıklarında eğitimle hallolacak pek çok evlilik problemlerinin çözümü için adım atılmayıp evlilikleri onarmak yerine, dağıtmak yönünde mi çalışmalar yapılıyor?

Öncelikle belirtmek gerekir ki aile içi huzurun tesisi ve anlaşmazlıkların çözümü noktasında evlilik öncesi, esnası ve sonrasında ücretsiz olarak Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından pek çok eğitim verilmektedir. Bunlardan başlıcaları şunlardır:

  • Ücretsiz bir şekilde evlilik çağına gelmiş ve aile kurmak için bir araya gelen çiftlerin, evlilik hayatına hazırlanmaları ve evliliğe iyi bir başlangıç yapabilmeleri amacıyla “Evlilik Öncesi Eğitim Programı”; Aile bireylerinin karşılaştıkları sorunları en aza indirilebilmeleri ve sorunların aile odağında çözülmesine yönelik olarak Aile Eğitim Programı (AEP) sunulmaktadır.
  • Ailelere ‘aile ve boşanma süreci danışmalığı hizmeti’ adı altında, boşanma öncesi ve esnasında; aile içi iletişim becerilerini kazandırmak, çatışmaların yapıcı bir şekilde çözülmesi ve aile içi destek, psikiyatrik rahatsızlığı olduğu düşünülen bireylerin sağlık tedavilerinin yaptırılması için sağlık kuruluşlarına yönlendirmek, aile içi iletişim sorunları nedeniyle boşanma noktasına gelen ailelerin aile ilişkilerinin yeniden yapılandırılması sürecinde aynı zamanda çocuklarıyla ilgili yaşadıkları sorunların çözümü yönünde danışmanlık yapmak gibi hizmetler; Boşanma sonrası ise; tek ebeveynliğin getirdiği sorunlar ve çocuklarla ilişkilerinin düzenlenmesi konusunda çocuk odaklı danışmanlık yapılmaktadır.
  • Bunlara ek olarak kişinin toplumda yeni konumuyla yer alması, yeni konuta ve yaşama uyum sağlayabilme, maddi sorunlar ile başa çıkabilme konularında danışmanlık hizmeti verilmektedir.

Dolayısıyla anlaşmazlıkların halli için eğitim imkânlarının sunulmadığını söylemek haksızlık olacaktır. Ancak tüm uğraşlara rağmen çözümü mümkün olmayan sorunlar ve şiddet olaylarının devam ettiği bir evliliği sürdürmekte ısrarcı olmakta da bireysel ve toplumsal bir fayda bulunmamaktadır. Ailelerin dağılmasıkimsenin isteyeceği bir durum değildir. Ancak ilişkilerin sürdürülebilmesi eğitimin yanı sıra, iki taraflı sağlıklı iletişime, sevgi ve saygıya bağlıdır. Bu iletişimi, sevgi saygı göstermeyip şiddete başvurup bir tarafa zulmedilen bir ilişkide artık “aile”den bahsedemeyiz.

9. İstanbul Sözleşmesinde yer alan “kadının beyanının esas” alınması ne demektir?

Toplumda “Kadının beyanı” olarak sıklıkla ifade edilen konu, gerçekte şiddet mağdurunun beyanıdır. Şiddet mağduru kadın olabileceği gibi erkek de olabilir. Ayrıca bu kısım İstanbul Sözleşmesinde değil 6284 sayılı kanunda geçmektedir. Mağdurun beyanının esas alınması 6284 Sayılı kanun gereğince yalnızca, mağduru ölüm ve şiddet tehdidinden koruma amacıyla geçici olarak verilen tedbir kararlarında geçerlidir.

10. İstanbul Sözleşmesi yürürlüğe girdikten sonra artan kadın cinayetleri ile İstanbul Sözleşmesi arasında bir ilişki var mı?

İşlenen kadın cinayetlerinin İstanbul Sözleşmesi sebebiyle işlenip işlenmediğinin kaydını tutan bir sistem olmadığı gibi, İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı kanunla birlikte önlenen kadın cinayetlerine ilişkin bir matematiksel veri de yoktur. Fakat öldürülen kadınların ne kadarının koruma başvurusu yaptırdığına bakıldığında bunun çok küçük bir oran olduğunu görüyoruz. 6284 sayılı kanundan yararlanmamış bir kadının katlinin bu kanuna ve İstanbul Sözleşmesi’ne dayandırılması en hafif deyişle abesle iştigaldir.

Şiddet mi arttı yoksa görünürlüğü mü arttı tartışmaları dahi sağlıklı bir sonuç bulabilmiş değildir. Bu sebeple ihtimaller üzerinden değil somut vakalar üzerinden meseleye yaklaşılmalıdır. Aksi takdirde söz konusu cinayetlerin Sözleşmenin doğru bir şekilde uygulanmadığından kaynaklandığı ve iptali durumunda şiddet ve cinayet vakalarının birkaç kat artacağı gibi bir hipotez de öne sürmek mümkün olabilir.

İstanbul Sözleşmesi ve kadın cinayetlerinin artması arasında doğrusal hiçbir bağlantı yok iken, kadın cinayetlerini önlemek üzere getirilmiş bir düzenlemenin günah keçisi ilan edilmesini anlamak pek mümkün gözükmemektedir. Cinayetler gerçekten arttıysa burada bakılması gereken pek çok değişkenli sosyolojik ve psikolojik toplumsal süreçlerdir. Burada Sözleşmenin bu kadar hedefe konması asıl sebeplerin görmezden gelinmesi anlamına da geliyor. Bu noktada şiddet sebebi olarak istatistiklere de yansıyan alkol kullanımı, iletişimsizlik ve bazı yanlış geleneklerin masaya yatırılması elzemdir.

11. 6284 Kanunu aileyi yıkan bir kanun mu?

Hayır. Kanun, evlerinde risk altında olan – ne yazık ki en sık rastlanan şiddet türü olan – aile yakınları veya eşleri tarafından tehdit edilen mağdurların güvenliğini sağlamalarını gerekli kılmaktadır.

Şiddet insanlık dışı bir olgu olup aile birliğine en çok zararı veren durumdur. Sürekli şiddetin uygulandığı bir evde zaten sağlıklı bir aile birliğinden bahsedilemez. Birbirine saygılı, sevgi ve muhabbetin olduğu bireylerden müteşekkil aileler kanun kapsamında değildir. Esasen bahse konu tedbirler de şiddet ortaya çıktığında ilgilisinin talebiyle alınabilecek koruyucu veya önleyici tedbirlerdir. İhtiyaç duyulmadıkça hiçbir sözleşme, kanun metni veya tedbir ailenin mahremiyetine müdahale etmeyi gerektirmez.

12. Şiddet uygulayan bir erkeği evden uzaklaştırmak yerine problemi çözmek ve aileyi barıştırmak için arabuluculuk yoluna gidilebilir mi?

Arabuluculuk uygulaması genel olarak çok yerinde bir yasal düzenleme olmakla birlikte, temel olan hususlardan birisi davanın arabuluculuk sürecine elverişli olma durumudur. Eşitsiz bir güç dengesinin söz konusu olduğu aile içi şiddet konusu kanunen arabuluculuğa elverişli kabul edilmemiştir. Bunun yerine her ailenin kolaylıkla ulaşıp yardım alacağı aile terapistleri ve psikologlar bu süreçte çok olumlu sonuçlara imza atmaktadırlar. Nitekim Adalet Bakanlığı’nın 17 Aralık’ta çıkarılan genelgesine göre şiddet failine tedbir kararı süresince rehabilite ve tedavi imkânı getirilmiştir. Zaten eşleri uzlaştırmak, çoğunlukla daha sorunlar şiddet boyutuna varmadan işleyebilecek bir mekanizmadır. Şiddet bir kere gerçekleşti mi, büyük oranda tekrarlar ve artış gösterir. Hele ki böyle sürekli şiddete maruz kalan kadınların şiddet failiyle oturacağı bir uzlaşma masası gerçekçi bir tartışma ve uzlaşma zemini değildir.

13. Sözleşmede yer alan “Toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramı adı altında cinsiyet rollerine savaş açan, kadını erkekleştirme, erkeği kadınlaştırma politikaları mı uygulanıyor?

“Toplumsal Cinsiyet” eşcinsellik ya da cinsiyetsizleştirme değildir. Biyolojik cinsiyetin inkârı veya yok sayılması anlamına da gelmez. Toplumsal cinsiyet kavramı; kadın ve erkeğe kültürlerin, toplumların yüklediği rol ve görevleri ifade etmek için kullanılır. Toplumsal cinsiyet eşitliği ise kadın ve erkeğe eşit fırsat verilmesi anlamına gelir. Başka bir ifade ile bu ibare ile üçüncü bir cinsiyet kastedilmez. Bilindiği üzere toplumda kadına ve erkeğe yüklenen rol ve görevlerin dağılımı her zaman adil ve insan onuruna yakışır şekilde cereyan etmeyebilir. Söz konusu rollerin kadın veya erkek açısından mağduriyet oluşturduğu anda toplumsal cinsiyet eşitliği kavramı devreye girer ve adaleti sağlamaya çalışır. Burada hedeflenen külli bir eşitlik değil, adaletsizlikleri ortadan kaldıracak bir fırsat eşitliğidir. Nihayetinde her ülke bu amaca matuf politikaları kendi belirler.

14. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 kanunu kadını üstün cinsiyet ilan eden, adaletsiz, cinsiyetçi ve ayrımcı özellikler mi barındırıyor?

Hayır. İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı kanun kadını üstün cinsiyet ilan etmemekte bilakis kadınların sadece kadın oldukları için maruz kaldıkları aşağılama, ikinci sınıf insan yerine konma, zorunlu kürtaj, kadın sünneti, erkeklere kıyasla daha fazla maruz kaldıkları türden (cinsel taciz ve ırza geçme, ısrarlı takip, aile içi şiddet, zorla evlendirme, zorla kısırlaştırma) gibi şiddet türlerine karşı kadınlara bir koruma imkanı sunmaktadır. Kadınların erkeklerle eşit olmayan güç ilişkileri sebebiyle maruz kaldıkları bu ayrımcılık halleri insani ve ahlaki değerlerle de bağdaşmamakta olup özel bir korumayı gerekli kılmaktadır.

Ancak, erkekler de çoğu kez daha az sayıda olmak ve sıklıkla da daha hafif şiddet türlerine maruz kalmak üzere, Sözleşmenin kapsadığı aile içi şiddet ve zorla evlendirme gibi bazı şiddet türlerine maruz kalmakta ve 6284 sayılı kanundan faydalanabilmektedirler.

Kanunların uygulanması noktasında da her vatandaş eşit konuma sahiptir. Herhangi bir kanunun bilhassa cinsiyet temelli olarak birini diğerine ezdirdiğini iddia etmek bu ülkenin hukukuna yapılacak en büyük haksızlıktır.

15. Aile anlaşmazlıklarının kamu davasına dönüşmesi sonucu kişilerin özgür iradesine saygısızlık mı yapılıyor?

Aile anlaşmazlıklarının kamu davasına dönüşmesi gibi bir uygulama zaten söz konusu değildir. Kamu davasına dönüşen vakaların hepsinde Türk Ceza Kanunu anlamında suç teşkil eden bir eylem bulunmaktadır. Suç işlemek de kişilerin özgür iradesine bırakılacak bir konu değildir.

Örneğin, bir kişinin eşiyle anlaşmazlıklar yaşaması, tartışması, sulh olmaları gibi durumlar kişilerin özgür iradeleri ile hareket ettikleri durumlardır. Ancak bir kişinin eşini dövmesi, sakatlaması veya öldürmesi gibi durumlar özgür iradesi ile hareket edebileceği alanlar olmadığı gibi aile içi değil toplumsal meselelerdir.

16. İstanbul Sözleşmesinden sonra 18 yaş altında evlenen erkekler cinsel istismar suçu ile yargılanarak tecavüzcülerle aynı cezaları mı alıyorlar?

Bahsedilen durumun İstanbul Sözleşmesi ya da 6284 sayılı kanunla bir ilişkisi bulunmayıp cinsel istismar, Türk Ceza Kanunu uyarınca suç olarak düzenlenmiştir. Buna göre 15 yaşını doldurmamış çocuklara karşı gerçekleştirilen her türlü cinsel davranış suçun kapsamına girmekte olup 8 yıldan 15 yıla kadar cezası bulunmaktadır.

Cinsel istismar suçu sebebiyle hüküm giymiş kişiler olmakla beraber, erken yaşta gerçekleştirdikleri evlilikler sebebiyle mağdur durumda olan insanlar da söz konusu. Nitekim konuyla ilgili bir değişiklik yapılacağına dair yetkililer tarafından bir açıklama yapılmıştır. Bu değişikliği sağlayacak düzenlemenin takip edilmesi ve çözümün teşvik edilmesi bizim kadar, mağduriyetlerden haberdar herkesin görevidir.

 

 

 

 

 

 

 

Hayır Sayın Altun, yaptıklarınız yaşanan sosyal felaketin yaralarını iyileştirmeye yetmez!

Cumhurbaşkanlığı İletişim Direktörü Fahrettin Altun kendi twitter hesabından bir video paylaşmış. Videoda (Müslüman olmayan) azınlıkların İstanbul’da refah içinde varlıklarını sürdürdüklerinden, farklılıkların bir aradalığından, kamusal alandaki çeşitlilikten söz ediliyor.

Çok da yanlış sayılmaz. Hani derler ya, bardağın dolu tarafına bakmak.

Evet, bir kaç olay dışında, belki de Hıristiyanlığın merkezi olan bu topraklarda pek Müslüman olmayan bir topluluk da kalmadığı için, devlet tarafından örgütlenen sistematik bir şiddet yok. 

Yabancı ülkelerdeki kamuoyunu etkilemek için hazırlanan bu videonun gerçeklik hakkında doğru bir bilgi verdiğini söyleyebilir miyiz?

Bir siyasetçiden (kendisi için öyle mi demeli?) beklenen her zaman olduğu gibi durumu idare eden, hoş gösteren basmakalıp düşünceler mi sergilemek? Yoksa zor bir işi yapmayı mı göze almak?

Savaştan önce 300.000’e yakın Rum yaşıyordu İstanbul‘da. İstanbul Rumların da başkentiydi. Bugün ne kadar kaldı? Sağdan sola, soldan sağa saysanız, çoğu yaşlı 1500 kişi! Son yarım yüzyılda varlığı hiç şüphesiz İstanbul ile eşanlamlı olan binlerce yıllık bir kültür mirası, kadim bir topluluk, Rumlar yok edildi.  

Altun “artık bir sorun yok” diyor. Oysa yalnızca olan bitenlerde, geçmişin hatırlanma biçiminde, bu videodaki mesajın kendisinde çok büyük bir sorun var.

Kimse kalmadığına göre, sorun da kalmadı

Videonun mesajı şu: “Müslüman olmayanlar kalmadığına göre artık rahatız. Kalan son bir kaç ötekiye de ne kadar rahat  olduklarını söyletiriz, mesele hallolmuş olur.”

Bu videoyu izlerken benim de aklıma 6/7 Eylül‘ün 50. yılında düzenlediğimiz sergiye yapılan saldırı geldi. Bu saldırı da devlet tarafından organize edilmişti. Devletin derinliklerinde her an saldırıya hazır güçler var.

2019 yılında Heybeliada‘da Türk Tarih Kurumu tarafından organize edilen etkinlik bunun bir örneği. Arada bir, ihtiyaç duyuldukça, İstanbul’da kalabilmiş bir kaç tane Rum’un, Patrikhane‘nin rehin alınmış varlıklar olduklarını dünyaya hatırlatıyorlar.  

Bugün resmi üretim kanallarını ellerinde bulunduranlar bu meseleyi gündeme getirdiğinizde hemen saldırıya geçiyorlar. 

Saldırıların kaynağında devlet gücünü kullanarak kültürel politik alanda imtiyazlar elde etmiş milliyetçi elit var. Siyasetçileri ikna etseniz, değiştirseniz bile devleti temsil eden bu milli çekirdek varlığını koruyor.

İstanbullu Rumların haklı itirazı

Altun’un paylaştığı bu videoya Atina‘da yaşayan İstanbullu Rumlar’ın temsilcileri haklı olarak itiraz ettiler.

İnsan haklarını ayaklar altına alan yasadışı devlet operasyonları ile, zorla ve şiddetle İstanbul’dan göç etmek zorunda kalan İstanbullu Rumların derneklerinin Atina’da kurdukları bir federasyon var: İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu. Bu dernekler genellikle İstanbul’daki semtlerin adını taşıyor ve yaşadıkları travmatik olaylar karşısında hafızalarını koruyarak, sosyal yardımlaşmayı geliştirerek, yaşamlarını sürdürmelerine imkan sağlamaya çalışıyor. 

Federasyon’un yaptığı basın açıklamasında İstanbul’un kadim nüfusu olan atalarının, Rumların şiddetle kovulduklarını, can havliyle şehri terk ettiklerini ve nüfusun neredeyse yüzde birlere düştüğünü grafiklerle gösteriliyor. Bu nedenle Federasyon basın bildirisinde İstanbullu Rumların taleplerini hatırlatıyor: Haksızlık, hukuksuzluk ve şiddet yüzünden göçmen olarak yaşamlarını sürdürmek zorunda kalan insanların ve yeni nesillerin tekrar İstanbul’a dönmelerini teşvik edecek programların geliştirilmesi, örneğin.

Meselelerden biri de gasp edilmiş mülkler konusu.

2010 yılında Büyükada‘daki Rum Yetimhanesi için alınan AİHM 02tarafından iade kararı bir örnek oldu. Hükümet, Vakıflar Yasası‘nın ilgili maddesinde değişiklik yaparak 1936 Beyannamesi‘nde yer alan mülklerin iadesinin önünü açan bir karar aldı. Ancak mülklerin bir kısmı zaten ortada yoktu ya da yerlerinde başkaları vardı.

Ayrıca diyelim ki bir hayrat (okul gibi) için bir dolu akar (ticaret hanı, mağaza, ev) olabiliyordu. Bunlar için de “bu kadarı yeter, artık bizi fazla uğraştırmayın” dendi. Böylece çok az sayıda yapı sahiplerine iade edilebildi. Bu süreçte 1400 başvuru yapılmış, 100’e yakın başvuru kabul edildi.

Ancak bunların çoğu okul, kilise gibi hayrat. Oysa bunların giderlerini karşılamak için bağışlanan  araziler, konutlar, iş hanları, çarşılar çok daha büyük bir yer tutuyor. Bir de bunun dışında, elkonmuş, gasp edilmiş, zorla devredilmiş, ya da bırakılmış çok daha fazla kişisel mülk, ev, işyeri var.   

Ayrıca Rum nüfusu azaldığı için bunları takip edebilecek, mülklerini geri isteyebilecek vakıfların sayısı da çok azaldı.  Ayrıca 1936 Beyannamesi bir tür Osmanlı zamanından kalan vakıf mülklerinin tespit edilmesini ve böylece yeni mülk edinmeyi kısıtlamayı amaçlıyordu. Özel mülklerin vakıflara devredilmesini de. Özel mülkler konusu hiçbir zaman sorun edilmedi.

1936’dan ama daha çok 1950’lerden sonra çok sayıda kişisel mülke zorla el kondu ya da uygunsuz koşullarda sahiplerinden satın alındı.

El konmuş malların iadesi iyi bir başlangıç. Ama pratikte hem imkansız hem de yaşanan felaketi onaracak yeterlilikte değil. Malların mülkler önemli, elbette ki bunların hepsi iade edilmeli. Ama yetmez. Vakıflar Yasası’ndaki değişiklik zaman kısıtlamalı, tek yönlü bir ilişkisi olan bir hak tanıma yöntemi içeriyordu. Oysa görüldüğü gibi sorun yalnızca mülklerle ilgili değil ve çok daha karmaşık.

Mülklerin bir bölümünün iade edilmesi asla yeterli olmaz

Yalnızca Rumların yaşadıkları travmanın değil, Türk kimliğinin iyileşmesi için buna ihtiyaç var: İyileşmek, bu depresif halden kurtulmak için bir programa, eylem planına, yeni kurumsal yapıya…

Yaşanan büyük bir sosyal felaket. Üstelik dünyada demokrasiler gelişirken, 2. Dünya Savaşı sonrasında sistemli şiddet artıyor. Yapılan bu haksızlığın elbette ki tamiri, telafisi mümkün değil. Ancak yapılacak çok şey var. Bu haksızlığa karşı bir eylem planı oluşturmak ve yönetmek için süreklilik taşıyan bir araştırma, inceleme ve değerlendirme organına ihtiyaç var. Bu organın bağımsız hukukçular tarafından oluşturulması kabul edilmeli. 

Altun kamuyu temsil ediyor. Onun yaptığı gibi bu sorunu örtmek, yalnızca anestezik bir etki yaratıyor. Türkiye Devleti’ni temsil edenler bu sorunu artık Rumların meselesi olarak görmekten vazgeçmeli. Tam tersine kendi davası, kendi derdi olarak görmeli.

Devlet mülklerin tümünü bile iade etse, yaşanan sosyal felaketin, rezaletin sonuçlarını ortadan kaldıramaz. Ama iyileşmek için ne yapabilirim diye çırpınmak olabilir.

Türk kimliği de, Müslüman kimliği de aynı kayıptan musdarip

Kimliğin inşası travmatik bir süreç. Kimliğin modernleşmesi, benzerliklerin, tekrarlanan imgelerin bir üstkimlik tarafından temsil edilmesi demek. Bu üstkimlik benzerlikleri kalıplara mı sokmaya  çalışacak? Yoksa özgür bırakıp zenginleşmeleri için onlara hukuksal yapılar, kamusal imkanlar mı sunacak? 19’uncu yüzyılda, modernleşme ile icad edilen Osmanlı kimliği kapsayıcıydı. 20’nci yüzyılda icad edilen Türk kimliği kapsayıcı ve özgürleştirici olmadı. Hıristiyanlığın merkezi olan Anadolu’da Hıristiyan kalmadı. Lozan Anlaşması ile din, eğitim, sosyal hizmetler alanındaki hakları güvenceye alınmış İstanbul’daki ‘azınlık’lara yapılmadık zulüm kalmadı.

Türk kimliğinin de, Müslüman kimliğinin de bu kayıptan musdarip olduğunu düşünüyorum. Bu durumda yokluğun temsili varlığın temsilinden sanki çok daha sarsıcı hale geliyor. Bana öyle geliyor ki, şehrin imha edilen kimlikleri Türk kimliğinin içinde yaşıyor. Kuruluşunu sağladığı kadar ona musallat oluyor. Yaşıyor diyemesek bile onun yapımında, şekillenmesinde yer alıyor. Bu nedenle şehrin yalnızca ‘var olan’ değil, ‘yok olan’  kimliklerinin haklarını dikkate almak gerekiyor. Çünkü onların yok edilmiş olması, haksızlıkların kalıcı olması, yansılamalar halinde tekrarlanması demek.  

Türkiye’nin şu andaki politikasını özetleyen söz şu: “Ah ne yapalım, geçmişte istenmeyen şeyler olmuş. Şimdi artık önümüze bakalım.” Bu sözü belki benim gibi siz de çok duymuşsunuzdur. İstanbulluların yaşadıkları bu acıların, felaketlerin bu şekilde üzerinden süngerle geçilmeye çalışılmasının arkasında başka bir niyet olmalı. Sorun bütün kimliklerin ortak özgürlük mücadelesine dayanıyor. Kültürel politik alan devletten bağımsız olmadığı sürece kimliğin yaratıcı ve özgürleştirici olamayacağı açık. Özgürlükleri kamusal alanlardan esirgeyip yalnızca filantropi alanına, güncel sanat çalışmalarının gerçekleştirildiği izole edilmiş mekanlara ve kurumlara kapatamayız. 

Kamusal alan nefes almak zorunda.

*

Not: Büyükada’da oturduğum evin çevresindeki yollarda sıklıkla yürüyüşe çıkıyorum. Çıktığımda yeni insanlarla tanışıyorum. Bunların çoğu geçmişte Büyükada’ya Karadeniz’den çalışmak için gelmiş insanlar. Bana tek tek evlerin tarihini anlatıyorlar. Size diyebilirim ki içlerinde neredeyse bir tane ev yok ki gasp ya da zorla edinilmemiş olsun. Bu kişilerin çoğu aynı zamanda 6 Eylül günü Büyükada’da yaşayan Rumların evlerine, manastırdaki çocuklara saldıran kişiler. Mağdurlar hiç konuşmaz iken failler her şeyi ayrıntılı olarak anlatıyorlar: Çarşıdaki Rum esnafa ait olan buzdolaplarını, eşyaları parçalamak için balyozları kim verdi, onları kim yönlendirdi, belediye kamyonunun üstündeki ışıldak ile saldırılacak yerler nasıl aydınlatıldı… İç çekerek üzüntülerini ifade edenler yok değil. “O zaman çok cahildik, ne söylenirse yapmaya hazırdık.” Peki diyorsunuz, herkesin hukukunu gözetmesi gereken kamunun temsilcileri?    

Saidiya Hartman: Kölelik karşıtlığı ve isyancı tarih hakkında

Röportaj: Catherine Damman

Yeşil Gazete için çeviren: Özde Çakmak

*

Beş yüzyıllık beyaz üstünlükçü terör: Yalnızca kaçınılmaz biçimde bağlı olduğumuz bir geçmiş değil, aynı zamanda farklı büyüklük ve kırılganlık türlerine rağmen bizi üreten şimdiki zaman. Birleşik Devletler ülkenin kurucu şiddetinden deri değiştirir gibi kurtulduğu kurgusunu uzun süre devam ettirdi, ancak deriniz nasıl her gün mobilyalarınızın ve eşyalarınız üzerine dökülüyorsa tarihin pisliği de bir kişinin serpilmeye, mücadele etmeye ya da solup gitmeye mahkum olduğu toprakları verimli yapıyor. Saidiya Hartman’ın eserleri, birikim ve mülksüzlüğün tortulu güçleri tarafından üretilen toplumsal düzenlemeler içinde/ boyunca bir yol belirliyor. Hartman’ın yazıları, çok sayıda makalesi ve Scenes of Subjection: Terror, Slavery, and Self-Making in Nineteenth Century America (1997), Lose Your Mother: A Journey Along the Atlantic Slave Route (2007) ve Wayward Lives, Beautiful Experiments (2019) gibi kitapları akademik araştırmanın hatlarını yeniden şekillendirmekle kalmadı, “henüz tamamlanmamış özgürlük projesi” adını verdiği şeye de biçim verdi. Aşağıda Hartman’ın Siyah radikal gelenek, Siyah yaşamın isyancı nitelikleri ve egemen düzene meydan okumak için gereken “tahayyülün vahşi egzersizi” hakkında söylediklerini okuyacaksınız.

RADİKAL DÜŞÜNCEYİ OLUŞTURAN NEDİR? Siyah radikal pratik sabitliği – çoğunlukla gözden düşen bir pratik – ile politik, radikal politik, anarşist geleneği ya da anti-faşizm tarihini oluşturan belli bir sözlüğü nasıl ortaya çıkarırız? Wayward Lives, Beautiful Experiments (2019) adlı kitabımdaki genç kadınların, gender nonconforming (toplumsal cinsiyet normlarına ve beklentilerine uymayan kişi- ç.n.) ve queer arkadaşların hayatlarına baktığımda tamamen net olan bir şey vardı: Reddetme pratikleri – vazifeleri yerine getirmeme, avarelik ve grev – devlet ve devletin muktedirliğinin eleştirisi ile devletin öncelikle cezalandırıcı bir güç – Siyah hayatları acımasızca çevreleme, ihlal etme, düzenleme ve yok etme gücü – olarak mevcut olduğuna dair bir kavrayış. Wayward Lives’da, polisin istediği gibi dairelere girmesini sağlayan “arama izni”ni (jump warrant) ele alıyorum. Breonna Taylor’ın bu iznin çağdaş dengi olan “kapıyı çalma” ruhsatıyla öldürüldüğünü biliyoruz. Polis istediği yere giriyor ve yapacağını yapıyor.

 “Dik başlılar” büyük ölçüde normun – meşru, saygıdeğer olan – sınırlarını aşan bir şekilde hareket ettikleri ve dünyayı bu şekilde algıladıkları için geleneksel siyasi aktörler ve düşünürler onların radikal reddediş ruhuyla canlanan ve biçim değiştiren bu edimlerini anlamakta başarısız oluyorlar. Oysa bu benim için son derece açıktı. Dikbaşlılığı günümüzün önceden tahayyül edilen protestoları ve ayaklanmaları ile aynı zamanda sürekli bir pratik olarak düşünmekten hoşlanıyorum. Frederick Douglass My Bondage, My Freedom adlı kitabında plantasyonu ulus içinde bir ulus, demokrasi kabulünün dışında istisnai bir mekan, bir parmaklık olarak tarif eder. Siyahlar kanunlar tarafından terk edilmiş, ülke dışında konumlandırılmış ve toplumsal sözleşme şartlarından dışlanmışlardır – aslına bakılırsa bu farkediş asırlardır mevcut. Wayward Lives bunu anladıkları ve güç ilişkilerini zekice kavradıkları için genç Siyah kadınların hakkını teslim ediyor ve kitap onların etrafını saran parmaklıkların yapısını ve onları köleliğe çağırmaya niyetli güçleri asla unutmayarak yaşamaya ve geçinmeye çalışma biçimleriyle ilgileniyor.

Benim çalışmam bu bağlamda Siyah hayat hakkındaki asıl soruyu, açık soruyu – nerdeyse imkansız olan o soruyu – ve bu durumlarda varoluşun zengin dokusunu en iyi şekilde iletme yollarını düşünmeye çabalıyor: Şiddet eğilimli tahakkümü ve erken ölümü Siyah hayatın belirleyici özellikleri yapan iktidarın acımasız ve soyut ilişkilerini görünür kılmak. Belli kumpaslara ya da öznenin dayatmalarına nasıl karşı konulur? Güdümlü ve düzenli hayat senaryosuna baş kaldırarak mı? Ölüm tehdidi altında bile vazgeçmeyerek mi? W.E. Bois hakkında sevdiğim şeylerden biri – kitabım onunla diyalog halinde ve onun eserlerine borçludur – onun imgesel yeteneği ve deneyselliğe bağlılığıdır. Black Reconstruction’da (1935) gerçekleşen epistemik devrimi anlamak, köleliğin lağvedilmesini ve Yeniden Yapılanma Dönemi’ni (Reconstruction) Amerikan demokrasisinin başarısı olarak anlamak ve köleleştirilen aktörlerin radikal ve başkaldıran politik pratiğini kavramak demektir. C.L.R James bile Du Bois’un devrimci bilincini ortaya çıkarma becerisine hayret eder ve Lectures on The Black Jacobins’de (1971) kıyaslayarak kendi noksanlarını yansıtır.

Siyah kadının ‘etini’ sevmek? 

Açık bir soru biçimi her daim vardır: Küçük bir devrim nasıl gerçekleştirilir? Genellikle bir taraftan arzunun diğer taraftan da şiddet ve baskının var olduğu ve bunların radikal biçimde birbirinden ayrı ve zıt olduğu bir kurguyu devam ettirmek isteriz. Bunun yerine cinsel şiddeti istisna olarak değil normatif bir durum olarak düşünebiliriz. Heteropatriyarkada şiddet ve tecavüz düzenin şartlarıdır, normdur; beklenilmeleri gerekir. Kişi bir başkasını nasıl arzular, nasıl ilgi kurar, ister ya da sever? Dokunma, birçok durumda, bir şiddet yöntemi iken nasıl dokunma talebinde bulunur?

Tekrar tekrar söylediğim gibi, Wayward Lives bir cinsel özgürlük metni değil. Ama gerçekten duyumsal deneyimden ve yaralanabilirlik ve istismar durumuyla tükenmeyecek şekilde bedeni mesken tutmak hakkında düşünmek istedim. Kölelik ya da şiddetin boyunduruğu altında olmayacak şekilde bedenleşmeyi tahayyül etmek – bedenleri genellikle başkalarının iradesine, arzusuna ve şiddetine maruz kalan kişiler için – ne anlama gelir? Bana göre bu radikal politika hakkında düşünmek için elzemdi: O bedeni sevmek ne anlama gelir? Sevilmediği ya da dikkate alınmadığı bir dünyada onun “etini” sevmek mi? Siyah kadının etini sevmek… Breonna Taylor’ın katilleri hala ceza almadı.

Beyazlığa yapılan tahakküm edici yatırım “nasıl daha fazla ırkçılık karşıtı olunacağını” öğrenerek giderilemez. Beyazlık projesinde radikal bir tasfiye ve servetin ve kaynakların yeniden dağıtımını gerektirir. Köleliğin lağvedilmesini, hapishane dünyasının feshedilmesini, kapitalizmin ortadan kaldırılmasını gerektirir.

Şiddete ve istismara yönelik akıl almaz kırılganlık Siyah femme’lerin hayatları için son derece belirleyici. Öyleyse, bir şeyi tahayyül etmek ve başka bir şeyi deneyimlemek ne anlama geliyor? Bunun politik olmaması imkansız –kişinin bedenini yalnızca zorunlu kölelikten özgürleştirmek istemesi, dünyanın üreme projesinde artık bir hizmetkar olmayı istememek – bütün bunlar kölelik karşıtı  tahayyülün bir parçasıdır. Bizlere ırkçı kapitalist düzende bir yer tahsis edildi: Son basamak.

Son basamak “temel” işçinin yeridir, tüm o zahmetli, üretici emeğinin meydana geldiği yerdir. Yalnızca hayatta kalabilmeleri ve zenginleşmeleri için beyaz aileleri geçindirme ve destekleme açısından üretici emek değil, beyazlığın ruhsal hayatını beslediği ve desteklediği için de üretici iştir: Efendi öznenin, erkeğin dokunulmazlığını, güvenliğini, mutluluğunu ve egemenliğini destekler. Bu dünya büyük ölçüde Siyah ve siyah ya da beyaz olmayıp farklı etnik kökenlerden gelen kadın hayatlarının kullanılabilirliği ve takas edilebilirliği ile idame ettirilir. Yakınlık, zorla yaptırılan bu iş ve bakımın önemli bir özelliğidir. Siyah yakınlığı kölelik, gönülsüz hizmetkarlık, kapitalist çıkarım ve siyah karşıtlığı tarafından üretilen alışılmışın dışında toplumsal oluşum ile şekillenir fakat bu koşulları aşar. Yakın dünya sosyal dünyanın bir uzantısıdır – sosyal dünyadan ayrılamaz – bu yüzden başka sevgi ve şefkat ağları yaratmak, yabancıları içine alacak kadar geniş ayrım gözetmeyen bir sosyalliği beslemek meydan okuma işine bulaşmak ve sosyallik şartlarını yeniden koymaktır.

Şimdi ise Siyahların acı çekişinin beyaz pedagojiye dönüştüğünü görüyoruz. Bu olağanüstü anda, bir can kaybıyla sonuçlanabilecek gelişigüzel şiddet – Siyah bir erkeğin boynu üzerine dizlerinin ağırlığını koyarak onu kelimenin gerçek anlamıyla öldüren bir polis memuru – belli bir beyaz liberal vicdan türü için alevlenme noktası haline gelir: “Aman Tanrım! Irkçı bir düzende yaşıyoruz! Bunun hakkında nasıl daha fazla bilgi edinebilirim?” Bu soru Floyd’un ölümünü üreten yapının belirtisidir. Başka talepler de vardır: “Yaşadığımız düzen hakkında beni eğit.” Ve bu şuna benzer: “Ah, ama sen de bu düzende yaşıyorsun. Güvenliğin, servetin, yüksek hayat standardın buna bağlı.”Kısacası, deli saçmasıdır.

Büyük Bunalım’dan bu yana en büyük Siyah mülk kaybı yüksek riskli konut kredisi krizinin bir sonucuydu, ırkçı devlet şiddetinin artan edimleri Siyah bir başkan başkanlık koltuğundayken gerçekleşti. Dünyanın hapse atılan en büyük nüfusu, 2016 seçimi ve 45’e kadar beyaz üstünlüğünün açık açık ilan ve kabul edilişi– bütün bunları hepimiz biliyoruz, değil mi? Beyaz semtlerin ırksal açıdan dışlayıcı özelliğini, şehir merkezlerinde üst sınıf kişilerin kendi geleceklerini ve çocuklarının geleceğini diğer çocuklara karşı garanti altına almak için kamusal kaynakları nasıl tekelleştirdiğini biliyoruz. Ben New York’luyum – bu şehir ırksal açıdan ülkedeki en ayrımcı okul sistemine sahip. Obama ve Clinton’ın seçmenleri, Siyah ve siyah ya da beyaz olmayıp farklı etnik kökenlerden gelen çocukları dezavantajlı duruma düşüren bir okul sistemine yatırım yaptılar ve onu daha eşitlikçi yapmak için en ufak çabaya bile direniyorlar.  

Beyazlığa yapılan tahakküm edici yatırım “nasıl daha fazla ırkçılık karşıtı olunacağını” öğrenerek giderilemez. Beyazlık projesinde radikal bir tasfiye ve servetin ve kaynakların yeniden dağıtımını gerektirir. Köleliğin lağvedilmesini, hapishane dünyasının fesh edilmesini, kapitalizmin ortadan kaldırılmasını gerektirir. Toplumsal düzenin yeniden kurgulanması gerekir, bundan başka bir şey hiçbir fark yaratmayacaktır.

Reform, yeterli değil

Herkes beyanatta bulundu – elit, ırkçı üniversitelerin herbiri, talancı bankaların ve yatırım şirketlerinin herbiri- Siyah Hayatlar Önemlidir’ hareketini (Black Lives Matter) desteklediklerine dair açıklama yaptı. Bu, ikiyüzlülüğün ötesindedir. Tam anlamıyla sinizmdir. Bu kurumlar yalnızca sokaktakilerin radikal biçimde geniş talepleri, abolisyon talep edenler ve “Toplumsal sözleşmenin bir parçası değiliz, isyan edeceğiz, yağmalayacağız” diyenler yüzünden bu türden performans ve konuşmalarda yer alma mecburiyeti hissediyorlar. Bunlar meşru siyasal eylemlerdir. Bunlar o düzenin şiddetini düzenin seviyesinde – polis merkezi, banka, perakendeci, şirket merkezi – ele alma yöntemleridir.

Bu radikal feminist, queer, trans Siyah hareketinin dile getirdikleri ile parti politikalarının ve seçim tercihlerinin – o kadar kısıtlılar ki tercih bile sayılmazlar – dili arasında büyük bir fark var. Onyıllardır gelişen bir hareket, yerinde bir analiz olduğu için – Angela Davis, Assata Shakur, The Combahee River Collective, Marsha P. Johnson, Audre Lorde, Ruth Wilson Gilmore, Mariame Kaba, Patrisse Cullors, Opal Tometi, Alicia Garza, Michelle Alexander, Keeanga Yamahtta Taylor’ın eserleri üzerinde inşa edilen –  polisin mali kaynaklarını kesme fikri onay aldı. Sokaktaki kişilerin çoğunun genç olması şaşırtıcı değil. Bu güçlü eleştirel ve kavramsal araçlarla sokaktalar ve reformla tatmin olmuyorlar. Reformun makinayı ve düzeni yeniden üretmenin – onu devam ettirmenin – bir yöntemi olduğunu anlıyorlar. Bu vizyon netliğinin kaybolmayacağını hissediyorum. Bu protestoların ve ayaklanmaların en ilham verici yanı – vizyonun netliği ve genişliği.

Makalenin orijinali için tıklayın