Ana Sayfa Blog Sayfa 175

Kazdağları’ndan Süheyla Doğan: ‘Umuyoruz, istiyoruz, zorluyoruz’

Yeşil Gazete yerel seçimler öncesinde ekoloji aktivistlerini konuk etmeye devam ediyor.

Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği Yönetim Kurulu Başkanı ve aktivist Süheyla Doğan, yaklaşan yerel seçimler öncesinde Yeşil Gazete muhabiri Duygu İslamoğlu’nun sorularını cevapladı. Edremit Körfezi ve Kazdağları bölgesine özgü sorunları, yerel yönetimlerden beklentilerini ve adaylarla süren görüşmelerini anlattı.

Oscar’a Oppenheimer damga vurdu

Christopher Nolan‘ın gişe rekorları kıran biyografik filmi Oppenheimer, bu yılın Oscar‘larında en iyi film, en iyi erkek oyuncu, en iyi yönetmen ve en iyi kurgu dahil olmak üzere yedi ödül alarak zafere ulaştı.

Oppenheimer’la Nolan, en iyi yönetmen ödülünü alırken, en iyi aktörü de filmin başrolündeki Cillian Murphy aldı.

Emma Stone, Yorgos Lanthimos‘un Poor Things‘indeki rolüyle en iyi kadın oyuncu ödülünde favori gösterilen Lily Gladstone‘u geride bırakarak ödülü aldı. Bu, oyuncunun daha önce La La Land‘le kazandıktan sonra aldığı ikinci en iyi kadın oyuncu Oscar’ı. Stone, “Bu benimle ilgili değil, parçaların toplamından daha büyük bir şey yaratmak için bir araya gelen bir ekiple ilgili” dedi. Film ayrıca yapım tasarımı, saç, makyaj ve kostüm tasarımı dallarında da ödül aldı.

Fotoğraf: Mike Blake/Reuters

Robert Downey Jr ise Robert De Niro ve Ryan Gosling‘i geride bırakarak en iyi yardımcı erkek oyuncu seçildi. İlk adaylığıyla ilk Oscar’ını kazanan Murphy, aynı zamanda kendi kategorisinde İrlanda doğumlu ilk kazanan oldu.

Öte yandan Jonathan Glazer‘ın Almanca ve Lehçe dilindeki Holokost draması The Zone of Interest, en iyi uluslararası uzun metrajlı film seçildi ve bu kategoride kazanan ilk İngiliz filmi oldu.

Barbie, sekiz aday arasından yalnızca bir ödülü, Billie Eilish‘in What Was I Made For? adlı şarkısıyla en iyi orijinal şarkı ödülünü aldı.

Bu yıl Oscar ödüllerine dışarıda da içeride de Gazze için yapılan ateşkes çağrıları damga vurdu. Ödül törenine katılan birçok isim Filistin için ateşkes çağrısıyla kırmızı broş takarken dışarıda da protestolar gerçekleştirildi.

Ödüller

  • En İyi Film: Oppenheimer
  • En İyi Yönetmen: Chistopher Nolan – Oppenheimer
  • En İyi Kadın Oyuncu: Emma Stone – Poor Things
  • En İyi Erkek Oyuncu: Cillian Murphy – Oppenheimer
  • En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Da’Vine Joy Randolph – The Holdovers
  • En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Robert Downey Jr. – Oppenheimer
  • En İyi Kurgu: Oppenheimer
  • En İyi Özgün Şarkı: What Was I Made For? – Barbie
  • En İyi Film Müziği: Oppenheimer
  • En İyi Sinematografi: Oppenheimer
  • En İyi Görsel Efekt: Godzilla Minus One
  • En İyi Belgesel : Mariupol’de 20 Gün

İsmiyle müsemma, gökkuşağı gibi bir kadın: Tiraje Dikmen

İstanbul bugün hafızasını kaybetmiş, kıymetli değerlerini yitirmiş, yerle yeksan edilmişken, “Son İstanbul” Prens Adaları’nın korunarak bugüne kadar nasıl gelebilmiş olduğunu düşündünüz mü hiç?

Adaların günümüze gelebilmesinde en önemli katkı, dünyaca tanınmış Büyükadalı sanatçı Tiraje Dikmen’nin özverili çabalarıdır. Bu mirasın korunabilmesini bu kadın kahramanımıza borçluyuz.

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü vesilesiyle ben de onu tanımayanlara  tanıtmak, tanıyanlara hatırlatmak istedim. Onu sanatından çok aktivist kimliği ile de anlatmak isterim. İstanbul evvelce nasılmış diye merak edenler, gelip Adaları ziyaret ettiğinde bu hafızanın nasıl ve kimin sayesinde korunduğunu, yaşıyor olduğunu saygısıyla, sevgiyle, özlemle hatırlasınlar diye.

Peki biz, Tiraje Dikmen’i yeterince tanıyor muyuz? Hiç sanmam. O halde anlatayım:

‘Gerçeküstücülüğün matmazel’i

Eserleri ile dünyada çok tanınan, önemli müzelerde resimleri bulunan  avangard sanatçı Dikmen, 1946 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi‘nden mezun oldu.  Aynı fakültede doktorasını tamamladı. Tezi  “İstanbul’da Kadın İşçilerin Çalışma Koşulları” başlığını taşıyordu. Bir yandan da Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde özel öğrenci olarak Léopold Lévy’nin atölyesine devam ediyordu. 1949 yılında Fransız hükümetinden aldığı burs ile Paris’e gitti;  Lévy ile birlikte Cézanne’nın atölyesinde çalıştı.  Dönemin en ünlü ressamları ile karma sergilere katıldı. Aralarında daha sonra yakın arkadaşı olacak Max Ernst de vardı. Yves Bonnefoy, Man Ray, Jacques Herold gibi isimlerin bulunduğu çevreyle ilişkiler kurdu; figür olgusunu irdeleyen resimler yaptı. İlk kişisel sergisini ise  1956 yılında Galerie Edouard Loeb’da açtı.

Çalışmaları o yılların sanat ortamında gerçeküstücü olarak değerlendirilen Tiraje Dikmen, 1964 yılında, Paris’in o dönemde en ünlü galerisi Charpentier’de açılan ve günümüzde gerçeküstücülük tarihinin en önemli sergilerinden biri sayılan “Sürrealizmin Kökenleri ve Tarihi” adlı sergiye davet edildi. 1966’da ölen Leopold Levy’nin onu resmî mirasçısı atayıp resimlerini ve atölyesini kendisine bırakması üzerine ona karşı duyduğu sorumluluk gereği tüm çalışmalarının ayrıntılı bir arşivini hazırladıktan sonra, 1967 yılından itibaren çalışmalarını bu atölyede sürdürdü. 1980’lerden itibaren ağırlıklı olarak İstanbul’da yaşamaya başladı. Büyükada’da doğduğu eve yerleşti. Ancak Paris’teki atölyesini hiç kapatmadı ve biyografisine “Paris’ten ayrılmadı” notu düştü. [1]

Dikmen, 1985’te Ankara Galeri Nev’de “Zamanların Hafızası” isimli dördüncü kişisel sergini açtığında, Patrick Waldberg, onun için “İsmi gibi bir gökkuşağıdır. Gri gökyüzümüzü süsleyen, bizi heyecanlandıran, bize yaşamı hissettiren ender güzellikteki bir gökkuşağı” yorumunu yapmıştı. [2]

Prens Adaları sayesinde sit alanı ilan edildi

Özgürlük ve hak arayışındaki insanlar hakkında çalışmalar yapan Tiraje Dikmen henüz 40 yaşındayken vasiyetini hazırladı. Tüm mal varlığını; kendi çalışmalarını, Feyhaman Duran, Avni Arbş, Aliye Berger  Abidin Dino, Neşet Günal’, Selim Turan, Leopold Levy, Hakkı Anlı gibi sanatçı dostlarının eserlerini, Büyükada’daki tescilli modern mimarlık mirası evi de dahil olmak üzere kadınlara bıraktı: Mezun olduğu İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nin burslu yatılı okuyan kız öğrencilerine…

Sanatçı, eserlerinde de görebileceğimiz gibi  yaşamında da çok sade bir insandı. Bir  Ada sevdalısı olarak, neoliberal ekonomilerin uygulamaya sokulduğu ve Adalar mirasının muazzam kayıplar vermeye başladığı 1980’de, Adalar’ın kentsel ve doğal sit alanı  bütünü olarak tescillenmesi, korunması için çok çalıştı.

O dönemlerde verdiği mücadeleyi kendi ağzından dinleyelim:

“1983 yazıydı, Paris’ten gelmiştim. Muharrem Nuri Birgi bey ile Paris’i ve Büyükada’yı konuşuyorduk…Paris’te  çalıştığım atölyenin bulunduğu yerin sanatçı atölyelerinden oluşan, 1900’lerin Paris’inden kalma bu yerin (Cité Verte) yıkılmaktan kurtulması, tescil edilmesi, buraya dokunulmazlık kazandırılması için sit alanı ilan edilmesini sağlamak üzere birkaç sanatçı komite kurup mücadele etmiş ve kazanmıştık. Büyükada bütünüyle sit alanı (doğal ve kentsel) olmalıydı. Ve dönemin turizm bakanına yazmaya karar verdik. Sırasıyla iki bakana; İlhan Evliyaoğlu ve Mükerrem Taşçıoğlu’na iki mektup yazdık. Bütün bu yazışmalar ve çalışmalar sonucunda Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nun Ankara, 31 Mart 1984 tarih ve 234 sayılı kararı ile ‘Marmara Takım Adaları (Sedef Adası dahil) bütünü ile doğal ve kentsel sit alanı’ ilan edildi.” (*)

Uyulmayan vasiyet ve heder edilen miras

Yaşamı boyunca rantçılar, gaspçılar ve adaların kültürel mirasını yok edenlerle  mücadele etti. Tüm bu nobranlığı gördüğü için belki de modern mimarlık mirası olan art-deco Dikmen Evi’ni korunsun diye İstanbul Üniversitesine bağışladı.

Peki vasiyeti yerine getirildi mi?  Tablolarına ne oldu? Nadide eşyalarına ne oldu? Kız öğrencilere  vasiyet ettiği evine ne oldu?

Tiraje Dikmen’nin babası, Türkiye’nin  ilk mikrobiyologlarından Cafer Fahri Dikmen’in 1914 yılında Büyükada’da aldığı araziye dönemin önemli mimarlarından Mikael Nurican’a yaptırdığı ev, denize kadar uzanan büyük bahçesindeki bitki örtüsü ile muhteşem bir yapıydı.

Ne yazık ki, bugün vasiyeti yerine getirilmediği gibi müze olması gereken, müstesna eşyaları ile tescilli modern mimarlık mirası evi, çok sayıda hevesli  tarafından balıkçı lokantasına dönüştürülmeye çalışılıyor. Güzelim dönem mobilyaları ise kayıp. Bahçesinin topografyası yasa dışı şekilde değiştirilmiş, yapının güzelim dış dokusu peynir beyazına boyanarak, özenle yapılmış el işçiliği sıvaları bu boyanın altında bırakılmış durumda.

Bakın Tiraje Dikmen, Adalar Postası ile yaptığı bir röportajda  yakın dostu Koça Kalfa’ya ne diyor “Koça Kalfa bizim ev hiç boyanmadı. 1934 senesinden beri. Hiç boyanmadı bizim ev.”

Saçma sapan sürmekte olan hukuki sürece girmeyeceğim. Burada tek önemli olan şey; gayet açık ve net olan vasiyete rağmen mirasın heder edilmesi.

Ama hiç bir şey için geç değil! Tüm sanatçıların, Adalıların, İstanbulluların, hepimizin Adaların sit alanı ilan edilmesini sağlayan Türk sanatının en önemli isimlerinden, avangardın ‘mademoiselle’inin mirasına sahip çıkması gerekiyor.

Sanatçı, 1994 yılında UNESCO AIAP Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği-Türkiye, “Onur Belgesi”ne layık görüldü. Ömrünün sonuna kadar Büyükada’daki tescilli modern mimarlık mirası evinde yaşadı. 1 Eylül 2014’te öldü. Büyükada’da Tepeköy Mezarlığı’nda defnedildi.

Bütün bu olup bitenlerden sonra Tiraje Dikmen mezarında huzurla uyuyabilir mi sizce?

Sevgiyle, saygıyla, özlemle…

*

[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Tiraje_Dikmen
[2] https://core.ac.uk/download/pdf/38308451.pdf
*Kaynak Büyükada Bir Ada Öyküsü kitabı

📌 Müteveffa Fatma Tiraje DİKMEN vasiyetnamesi ile “Müstakillen veya hisseli olarak sahibi bulunduğum bütün gayrimenkullerimi ve bütün nakit paramı İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ne bırakıyorum. İktisat Fakültesi müstakillen sahibi bulunduğum gayrimenkulleri ve hisseli olarak sahibi bulunduğum gayrimenkullerdeki hisselerimi derhal satarak nakit paraya çevirecektir. Böylece İktisat Fakültesi nakit param da dahil olmak üzere, eline geçecek meblağ ile yüksek tahsili için mali imkanlara sahip olmayan öğrencilere okuma imkanları sağlayacak, burslar temin edecek bir tesis kuracaktır” demek suretiyle malvarlığı içindeki gayrimenkulleri ile nakit parasını İstanbul Üniversitesi’ne miras bırakmış olduğunu beyan etmiştir.

İstanbul Üniversitesi  KAMUOYU AÇIKLAMASI

Kurucu cinayet

Her “bütün”ün başlangıcında bir “kurucu cinayet” vardır.

“Öngörülemez ve ele geçirilemez olan kaos”tan “öngörülebilir ve ele geçirilebilir olan düzen”e geçiş hep bir cinayetle mümkün olmuştur. Yaratıcı öngörülemezlik yerine yaratıcılık yoksunu öngörülebilirlik tercih edilerek bir haysiyet (= özsaygı mevcudiyeti) kopuşu yaşanmış ve bu uğurda cinayet işlemekten bile sakınılmamıştır.

En etkili “bütün” olan “din”in işlediği ilk cinayet Kabil’in Habil’i öldürmesidir. Tanrı, bu kardeş katlini onaylayarak sonrasında doğan tüm insanların Kabil’in çocukları olmasına zemin hazırlamıştır: “Dünyaya geliş, bir itaatsizlik ve şiddet yoluyla ortaya çıkar. Yeni bir düzenin kurulması kurban edimi pahasınadır ve her kültürün başlangıcında bir öldürme hikâyesi vardır.” [1]

Sorun çözme aracı olarak cinayete başvurulmasıyla birlikte kan akıtmak normalleşmiş, cinayet kendi geleneğini, ahlakını ve yasasını oluşturarak kendisini güvenceye almıştır. Dahası adak ve kurbanlarla, ayin ve bayramlarla varlığını hem bayraklaştırmış hem de törenlerle kitleselleştirmiş ve alkışlanabilir kılmıştır.

Kurban edenler ve edilenler

Tanrı’nın Tufan’la hareketli ve hareketsiz tüm canlı türlerini kendisine “kurban” etmesinin ardından seçilmiş Nuh da Tanrı’ya “kurban”la karşılık verir: “Nuh RAB’be bir sunak yaptı. Orada bütün temiz sayılan hayvanlarla kuşlardan yakmalık sunular sundu.” [2]

Böylece Tanrı ve insan hareketli ve hareketsiz canlı türlerinin “kurban” edilmesinde ortaklaşır: Artık kurban edenler ve kurban edilenler vardır. Dünya düzenini karakterize eden en belirgin özelliklerden biri de “kurban” olmaya başlar: “Her kurulmuş düzen, daha önce de belirttiğimiz gibi, özünde bir şiddet içerir. Daha sonra da bu düzeni korumak için şiddet uygulanır.” [3]

Ve “kutsal”ı bir dokunulmazlık zırhı olarak edinirler: “Kutsallık ve kurbanlık sistemi modern dünyada yer değiştirmeye ve sekülerleşmeye devam etse de, teolojik-dinsel imzasını kaybetmez.” [4]

Ardından bir türlü itiraf edilemeyen şu basit ve çıplak gerçek gelir: Öte dünyaya ait olan kutsal, bu dünyaya ait olan ulus-devletle ittifak yapar: “Her şeyin dinsel alan içerisinde olduğu arkaik veya geleneksel toplumda kutsallık din etrafında örgütlenirken, modernleşme sürecinde kutsallık da dinden kopar ve ulus-devlet çerçevesinde vatan, bayrak, vatan toprağı etrafında, modernite içerisinde de insan hayatı, bedeni, canlı olarak insan varlığı etrafındaki tertibatlarının temelini oluşturur.” [5]

Artık Tanrı adına değil toprak, vatan, bayrak adına kurban verilmeye başlanır. Baba, öncesinde oğlunu Tanrı’ya kurban ederken sonrasında toprak, vatan, bayrak adına kurban etmeye başlar: “Böylece kutsal, yer ve nitelik değiştirerek, milli devletin etrafında gelişir; yani kutsal da sekülerleşir.” [6]

Baba’nın oğul sevgisinin, Tanrı ve vatan sevgisinden çok daha az olduğu ortaya çıkar.

Kurban ve akıtılan kan, en etkili örgütleyici olan kötülüğün araçlarından birine dönüşür.

Bu yüzden:

“Bütün, yanlıştır.” [7]

“Evcilleştirme sözcüğü, doğaya hükmetmek, onu kontrol etmek, elimizle sıkı sıkı kavramak anlamına gelir. (…) Evcilleştirme; doğanın bize az çok özgürce verdiklerinden, doğanın kolonizasyonuna bir geçişti[r]. (…) Şehirler ‘yoğun bir bitki ve hayvan evcilleştirmesi’ olmaksızın var olamazdı. (…) Doğayı fethetme [= evcilleştirme] hedefiyle yola çıkan toplum, giderek artan bir şekilde ‘erkeğin dünyası’ olmuştur. Erkeklik artık başlıca bir erdem haline gelmiştir. (…) Hayvanlar sömürgeleştirildiğinde ve ticari mal statüsüne konulduğunda hem evcilleştirilenler hem de evcilleştirenler niteliksel olarak indirgenir. İlgili herkes için bu [yoksunluk durumu] ‘insanlık tarihindeki en büyük hata’ olarak tanımlanır. Bir zamanlar kendi başlarının çaresine bakabilen bu doğrudan kurbanlar; özerklik, hareket özgürlüğü, zekâ seviyesi gibi ‘kahramanca erdemleri’ kaybederler. (…) Evcilleştirmenin bir fonksiyonu olan toprak mülkiyeti, insanların doğal dünyadan ayrılmasının altında yatan temel sebeptir. Toprak mülkiyeti, üretken kaynakların kuşatılmasının, hem toprağın hem de kadınların kontrolünün başlangıcıdır. Benzer şekilde, mahrem hâle getirilen ev içi alan aynı zamanda aile içi şiddetin de kaynağıdır.” [8]

Evet, toprağın evcilleştirilmesiyle başlayan süreç önce evcilleştirilmiş hareketli ve hareketsiz canlı türlerinin sonra evcilleştirilmiş insanların Tanrı ve ulus-devlet tarafından kurban edilmesine dönüşmüştür.

Yaratılan yaratanla, imge düşünceyle, adına konuşan adına konuşulanla “kurban olmak ve kurban etmek”te buluşmuştur.

Varlık, varlığını kurban olmak ve kurban etmek üzerinden sürdürmektedir artık.

İtiraf etmemiz gereken basit, çıplak gerçek ise şudur: Hepimiz bir katilin çocuklarıyız! [9]

*

[1] Tuğrul, S., Ebedi Kutsal, Ezeli Kurban, s. 17, 20, 25, 94, 100, 189.
[2] Kutsal Kitap: Eski ve Yeni Antlaşma, Yaratılış 8: 20, s. 8.
[3] Tuğrul, S., Ebedi Kutsal, Ezeli Kurban, s. 25.
[4] Tuğrul, S., Ebedi Kutsal, Ezeli Kurban, s. 17.
[5] Tuğrul, S., Ebedi Kutsal, Ezeli Kurban, s. 17.
[6] Tuğrul, S., Ebedi Kutsal, Ezeli Kurban, s. 201.
[7] Adorno, T. W., Minima Moralia: Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar, s. 52.
[8] Zerzan, J., Neden Umut? Uygarlığa Karşı Bir Duruş, s. 38, 48, 51, 120, 158, 193.
[9] Yeni İnsan Yayınevi tarafından yayımlanacak olan Çok Kalpli Asi adlı deneme kitabından bir bölüm.

 

Bir babanın iç sancıları

[email protected] 

Çocuk, en sıkıntılı en karmaşık ve en coşkulu huzursuzluktur!

Ebeveyn olmanın en zor olduğu zamanlardan geçiyoruz belki de.

“Yeter artık bırak” ve “hadi ” en çok kullandığınız söylemler oluyor. Teknoloji çağına doğan çocuğunuzu hem anlıyor hem de anlayamıyor ya da anlamak istemiyorsunuz. Anlayamama durumu belki kuşak farkından kaynaklanıyor olabilir ancak çocuğunuzu teknokapitalizme kaptırmanın iç sancısını da duymadan edemiyorsunuz. Çocuğunuzu, sanal ortamdaki oyunlarda başarılı olmak yolunda puan almak için istismar ederek para harcamaya yönelten siteler mi dersiniz, yaşını aşan içerikler mi? Ya da cezbedici akışlarla ekrana kilitlenen gözler mi? Bütün bunları ve daha fazlasını hepimiz biliyoruz ama elimizden bir şey gelmiyor diyeceksiniz.

Ben de uzun süredir bu yeni çağın sosyal psikolojisini ve bedenlerimizin aldığı yeni biçimleri düşünürken -şu ara herkesi okumaya zorladığım-Johann Hari’nin muhteşem kitabı Çalınan Dikkat’i (* ) okudum. Çocuklara ve yetişkin hayatlarına dair kaygım daha da artarken müthiş bir uyarıcılıkla ve dayanışmacı bakış açısıyla karşılaştığımı da söylemeliyim.

Dikkatimiz dağınık değil çalınıyor!

Basılı kitabın önemini her fırsatta vurgulayan bir okur ve kitapçı olarak çağın ruhunu anlamayan bir boomer muyum acaba diye düşünmekteydim. Çünkü artık her yerde bırakın çocukları nine ve dedelerin elinde bile kitap yerine telefon görmekteydim ve kendimi bu yeni sürece adapte hissetmiyordum. Johan Hari’den yüreğime su serpen kitabıyla “muhafazakarlığımın devrimcilik” olabileceğinin desteği gelmiş oldu. Ben  en iyi odaklanma biçiminin basılı kitap okumak olduğunu düşünüyordum ve Hari’nin tüm dünyada yaptığı çalışmalarla bunu desteklediğini görünce evet işte bu dedim. Hari, kitabında Silikon Vadisi’nde çalışıp da sosyal medyayla insanları teknik olarak manipüle etmenin yaratıcısı olup, bunun vicdan azabından işi bırakan insanların ifşaatlarına yer veriyordu. Teknoloji etiği sıfır yani.

Ve bu manipülasyonların gerçekleşmesi için geri bıraktırılmış ülkelerde yaşamanıza da gerek yok. Araştırma sonuçları üç aşağı beş yukarı durumun her yerde aynı olduğunu gösteriyor.

Çocukların durumuna dönecek olursak. Konuştuğum tüm ebeveyn arkadaşlarımda kaygı düzeyi çok yüksek. Çocuk kitap okumuyor, ders çalışmıyor, hiçbir şeye uzun süre odaklanmıyor, kısa yoldan zengin olmak istiyor bunun yolunun da çoğunlukla “youteberlık”tan geçtiğini düşünüyor. Bir klişe vardır. Siz kitap okursanız çocuğunuz da okur. Model alır. Kendimden çok iyi biliyorum ki bunun pek bir geçerliliği kalmadı. Çocukların dikkatini bizim yaptığımız şeylere özellikle de okumaya çekmek için sihirbaz olmamız lazım. Rakibimiz olan uyarıcıların cazibesi çok büyük çünkü…

Bir şey yapabilir miyiz?

Herkesin benzer sorunlar yaşaması beni rahatlattı mı? Yalnız olmadığım, sorunun bizde olmadığı, toplumsal boyutu olduğu anlamında evet. Ancak sorunun büyüklüğü konusunda ise hayır! Ya dikkatimiz dağınık değil çalınıyorsa? Sorun bireysel değil toplumsalsa? Birlikte hareket etmek ve dayanışmak şart. Aklıma ilk gelen öneriler:

  • Çocuklarımızla mümkün olan her zaman doğaya çıkmak ve yabanla temas.
  • Hapsolduğumuz çekirdek aile ve apartman yaşamlarından çıkıp çocuklarımızı sık sık dışarıda buluşturmak.
  • Canlı oyunların gücüne hayatımızda yer buldurmak.
  • Derdi olanlarla bulunduğumuz kentlerde bir kolektif oluşturmak en azından dertlerimizi paylaşmak ve fikir alış verişi için.
  • Teknolojiyi nasıl yönlendirebileceğimizi düşünmek.
  • Okulların sosyolojisine yazar, çizer, müzisyen ve tiyatrocuların dahil olabilmesi için elimizden geleni yapmak. Çocukların sıkıcı eğitim ortamlarına bunlarla renk gelecektir en azından ve feyz alacaktır belki de karşılaştığı bir yazardan.
  • Dikkati çalınmış ve dağılmış bireylerden oluşan bir toplumun, yaşayacağı sorunlara çözüm üretemeyeceğinden yola çıkarak Johan Hari’nin uyarıcı cümlelerine kulak vererek bitirelim:

“Böyle az uyuyup çok çalışan, üç dakikada bir faaliyet değiştiren, zaaflarımızı öğrenip manipüle etmek için tasarlanmış sosyal medya siteleri tarafından takip edilip gözlemlenen, stres fazlalığından aşırı tetikte yaşayan, enerjinin sıçrayıp çakılmasına yol açan bir şekilde beslenen, her gün beyne zarar veren toksinlerle dolu bir kimyasal çorbası soluyan bir toplum olmaya devam ettiğimiz takdirde – ciddi dikkat sorunları yaşayan bir toplum olmaya da devam edeceğiz, evet. Ama bunun bir alternatifi var. Örgütlenip karşı koymak – dikkatimizi ateşe veren kuvvetlerle mücadele edip yerlerine iyileşmemize yardımcı olacak kuvvetler geçirmek.”(**)

*

(* ) Çalınan Dikkat – Neden Odaklanamıyoruz?, Johann Hari, Metis Yayıncılık 2022
(**) Çalınan Dikkat arka kapak yazısı.

Not: Bu konuda düşüncesi olan sevgili okurla bana [email protected]  adresinden yazarsa sevinirim.

Demokrasi, katılım, katılımcı demokrasi üzerine düşünmek

[email protected]

Bunca yoksulluk varken, bunca savaş, bunca şiddet, bunca ölüm, bunca acımasızlık ve açlık, bunca hırsızlık ve yağma, bunca ayrımcılık ve eşitsizlik… Bunca avcılık ve hayvanlara-bitkilere, derelere-dağlara ve toprağa-tohuma ihanet ve düşmanlık varken “sen nasıl oluyor da hala demokrasi gibi bir lüks ya da olmayacak bir şey üzerine yazıyorsun” diyebilirsiniz. Ya da olmasıyla olmamasının hiçbir farkı olmayacak, düzgün işler gibi görünse de bozulacak ve dejenere olacak demokrasi neden önemli olsun? Demokrasi karın doyurur mu? Demokrasi kötülükleri önleyebilir mi? Demokrasinin anavatanları olan İngiltere’de, Fransa’da ve ABD’de gördüklerimiz bir farstan ya da acıklı güldürüden öte bir şey mi?

Hadi ülke olmadı diyelim, kent düzeyinde, küçük topluluklar düzeyinde işleyebilecek/ sürdürülebilir bir şey olsaydı, kent insanının icat ettiği ve milattan epey önceki yüzyıllar boyunca uyguladıkları demokrasiden buraya mı gelirdik?

Eğer bu sorun üzerine düşünmekteyseniz her birinin yanıtı ya da tartışılabilir düzeyde farklı bir açıklaması var elbette. Ama böyle bir tartışmaya girmeden bu defa da soruları tersinden soralım: Eğer gerçekten bir demokrasi olsaydı AKP çeyrek yüzyıldır iktidarda olabilir miydi, Amerika’da “kayıkçı dövüşü” biçiminde devam eden seçim yarışı böyle mi olurdu? Hitler, Netanyahu seçimleri kazanıp iktidara gelebilir miydi ya da Putin sonsuza kadar despotluğunu ilan edip, komşularına saldırabilir miydi? Hatta Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nde turuncu liste kazanabilir miydi?

Bu tür sorulara nasıl yanıt verilebilir? Sanırım verebileceğimiz tek yanıt “eğer o ülkelerin halkları bu tür oluşumlara izin veriyorlarsa olur, izin vermezlerse olmaz” olacaktır. Peki, izin vermeyecek ya da verdiği izinlerin nasıl kullanıldığını izleyecek bir halk olabilir mi, olacaksa bunu nasıl, hangi ortamda yapabilir?

Demokrasi, ama nasıl?

Bu ortamın, bu politik iklimin ya da ideolojik atmosferin adı da demokrasi olacaktır. Ancak bu defa da “nasıl bir demokrasi?” sorusunu yanıtlamamız gerekecek.

Demokrasinin içinde demos’un yerini milattan 8-7-6 yüzyıl önce bu topraklardaki kentleri yönetirken kendi koşullarına göre deneyimlemiş olan Anadolulu kardeşlerimiz veya aynı yurdu/ coğrafyayı paylaşmış olduğumuz anlamda yurttaşlarımızdan başlayarak incelemek için gecikmiş olabiliriz. Ama yine de çok geç değil. Başka koşullar, başka konjonktür ve başka bir değerler sistemi içinden bugüne katılımcı demokrasiyi ya da despotik ülke/ kent yönetimlerini gözden geçirmek/ karşılaştırmak kuşkusuz önümüze çok kapsamlı ve aynı derecede çok ilginç pencereler açacaktır. Ancak bunu çalışma programımızın bir köşesine yazmakla yetinmek durumundayız.

Şimdilik sadece belediye seçimleri kadarını düşünmekle yetinebiliriz. Kentlerin hemşerileri olarak adaylardan daha da çok adayların bağlı olduğu siyasi örgütlerden, programlardan neler bekleyebiliriz/ neler beklemeliyiz? Bir hemşeri olarak bu programların oluşumuna katkıda bulanabilseydik bu programlara nelerin girmesini isterdik?

Dahası, seçimi kazanan herhangi bir belediye yönetiminin yaptıklarını ve yapmadıklarını nasıl izleyeceğiz/ değerlendireceğiz? Kendimizi şimdiden kaynakları nasıl kullandığı veya kullanmasının kamusal yarar sağlanması açısından daha doğru olabileceği üzerine bir tartışmaya hazırlamalıyız. Bizden başlayacak tek yönlü bir “katılım” anlayışını benimsemek ve belediyeleri çeşitli türlerde katılımımıza zorlamak belki hiçbir pozitif kazanım sağlamaz; ama yine de kazanabileceğimiz şeyler var.

*

Yönetimleri demokrasiye ve katılıma zorlayan direniş süreçlerini çeşitli nedenlerle ve dolayımlarla, güçlüklerle ya da çok daha fazlasıyla yaşamış olanlar, bu bilgilerini ve deneyimlerini bir araya getirerek belki çoğaltabilirler. Türkiye’de katılımcı demokrasinin gelişmesi için kuramsal ve uygulamalı bir alanı genişletmek gerektiğini düşünen herkesin yerel yönetim seçimleri öncesinde belediyelere, kentlere ve kentlilere bu gözle ve bu arayışla bakmasındaki yararın altı çizilmelidir.

Katılımcı demokrasiyi kendimiz için, bütün kentliler için, ülkemizin insanları için ve iklim değişikliği sürecine girmiş dünyanın bütün halkları için önemsememiz gerekiyor. Katılımcı süreçlerin bazen çok zor bazen verimsiz bazen olağanüstü sabır gerektiren belki kısa erimde hiçbir getirisi/ kazanımı olduğunu göremeyeceğimiz bir süreç/ bir arayış olabileceğini biliyorum.

Bununla birlikte Türkiye’nin, dünyanın içinde bulunduğu durumu ve hiçbir şey yapılmazsa varabileceği yeri/ yerleri ve durumları düşündükçe zorluklarına rağmen ve olumlu hiçbir ödülü olmasa da daha iyi bir seçenek düşünemediğimden katılımcı demokrasi için çabalamaktan başka bir yol öneremiyorum.

Çünkü başaramazsak bile katılımcı demokrasi uğraşında yine de bazı kazanımlar olabilir:

Bireyler, küçük veya büyük topluluklar,

  • Ümitsizliğe kapılmadan ve kimseden bir şey (özellikle izin) istemeden, bütünüyle kendi inisiyatifleriyle ve kendi birikim ve becerileriyle bulundukları mahallede veya kentte, işyerinde hatta kendi ailelerinde yaratıcı bir yeni oluşum başlatabilirler,
  • Kendisi, yakın çevresi ya da kamusu için çabalamak, özgüvenlerini, kendilerine duydukları saygıyı artıracağı için edilgen konumdan etken konuma geçmenin doyurucu iç zenginliğini yaşayabilirler,
  • Demokratik ve özgürlükçü bir ülkede, kentte yaşamasak bile böyle özellikleri olan bir alan (belki bir vaha/ ütopya vb.) yaratmanın daha dayanışma içinde yalnızlıktan ve yabancılaşmalardan uzak bir kolektivitenin içinde olmanın sağlayacağı avantajları kullanabilirler,
  • Daha önce yapmadığı tartışmaları yaparken, daha önce alınmasına katkıda bulunmadığı kararları alırken ve alınan kararları uygularken her birey ya da kolektivite bir şeyler öğrendiğini, eğitiminin işlevsel biçimde geliştiğini, başlangıçtaki bilgi konumunun ötesine geçebildiğini yeni şeyler söyleyebilirler,
  • İşbölümünün ve kompartımanlara ayrılmış yaşam rutinlerinin ötesinde herkesin elinden geldiği kadar başka işleri yapabileceğini görebilir ve kendi becerilerindeki çeşitlenmenin nasıl çoğaltıcı olduğunu algılayabilirler,
  • Oldukça homojen ve hemen herkesin paylaştığı ögeleri bulunan toplumsal kültürel bir dünyadan çıkarak çeşitlenmiş, çok renkli ve çok boyutlu, önceden tanımadığı halde tanıdıkça zenginleştirici yönlerinin getireceği yeni düşünme ve eylem boyutlarını deneyimleyebilirler, kendisi gibi olmayanlarla bir araya gelerek kültürel alış-veriş alanını/ dünya görüş açısını genişletebilirler,
  • Kişisel kazanımlardan çok toplumsal/ kamusal bir kazanımın veya kazanımı için mücadelenin, dönüştürücü ve çok daha güçlü bir tatmin sağlayan yönünü tanıyabilir ve geliştirebilirler, paylaşılmış bir ortak çabanın, ortak gönencin ve başkalarıyla eşitlenerek zenginleşmenin onurunu elde edebilirler vb.

ve böylece içinde kıstırılmış gibi duyumsadığımız cendereyi/ istila edici dogmayı ve despotik demokrasiyi (ya da seçimli diktatörlüğü) sarsan, en azından rahatsız eden bir mecra açabileceklerdir.

Katılımcı demokrasi için yapılacak bütün arayışlar hemen ve herkesin kendi bilgisine/ hünerine göre başlatacağı kıvılcımlarla karanlığı delebilecek/ aydınlatabilecek güçte olabilir.

Bu keşfedici çaba, kamusal alanın nasıl kurulacağı ve nasıl olmasını istediğimizle ilgili bir arayış olacağı için, herhangi bir yerden, herhangi bir zamanda ve biçimde, herhangi bir esprinin demokrasisine göre biçimlenebilecek bir serüven olarak da düşünülebilir.

 

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Önyargı ejderhalarına karşı karanfil kokulu savaş – Eda Uysal

“Küçük bir çam ormanı. Vakit sabah. Arı, sinek, kuş sesi. Sonra uzak, göğün kendi renginden biraz daha koyu kıyılara giden hudutlu bir deniz…” 

İşte tam da böyle bir yerde yaşayan köyün insanlarını düşünüyor Sait Faik. Köyde yaşayan insanlar arasında bir kişinin mücadelesine şahit oluyor.  Önünde saygıyla eğildiği bu kişi bahçelerde çalışan, kuyu kazan, dam onaran tek gözü hafif sola kayık “Kör Mustafa”. Köylüler ona “Kör Mustafa” diyor çünkü doğuştan mı sonradan mı olduğu bilinmez tek gözü hafif sola kayık. Ama “arızalı gözü öteki gözden daha parlak, daha siyah, daha canlı, daha zeki.”

Mustafa, köyde kimsenin yanaşmadığı denize diklemesine inen çalılığı temizliyor, kazmasını alıp gün ağarıncaya kadar söküyor, koparıyor. Kazma iş görmediğinde tırnakları ile toprağı kazıyor. Tabiat denen ejderhayı bir sene içinde dişiyle tırnağıyla, savaşarak yeniyor. Karanfiller ve kıpkırmızı domatesler yetiştiriyor. “Bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur”u ve bağın arkasındaki emeği, azmi ve mücadeleyi gösteriyor.

“Kitaplar, bir zaman insanları sevmek gerektiğini, insanları sevince tabiatın, tabiatı sevince dünyanın sevileceğini, oradan yaşama sevinci duyulacağını öğrettiler.”

Deniz yerine toprak, martı sesi yerine karanfil, domates kokuları

Modern öykücülüğümüzün en önemli değerlerinden biri olan Sait Faik Abasıyanık’ın hikayelerinde deniz kokusu ve martı sesleri duyulur bu hikâyede toprak, karanfil, domates kokularıyla selamlıyor bizi.

Öykülerinde dışlanan, hor görülen, görünmeyen “küçük insanlar” ın hayatlarını kaleme alan Sait Faik, çizdiği Mustafa karakteriyle kendisi gibi olmayana ön yargı ile yaklaşılan, her şeyin güzellik ve beden algısı üzerinden yürütüldüğü bu günlerde didaktik olmadan, samimi bir üslupla engellerin ve eksikliklerin sadece zihinlerde yer aldığını bize bir kez daha hatırlatıyor. “Kör Mustafa”yı engelinden dolayı üretim sistemi dışına itmiyor, aksine Mustafa üreterek, çalışarak, savaşarak mücadele ile hayata tutunuyor. “Karanfiller ve Domates Suyu” insanın doğayla kurduğu bağı gösteren ve dezavantajları bulunan bireylerin görünür olmalarına dair farkındalık yaratan çarpıcı bir öykü.

Sait Faik’in yalın dili ve Birol Bayram’ın kırmızı, beyaz ve yeşil renk paletiyle sade ama göz alıcı çizimleri öykünün temasına vurgu yapıyor. Bireyin engelleri de olsa güçlü yönlerine odaklanan, azmetmenin önemini vurgulayan bu hikâyeyi her yaştan okur keyifle okuyabilir. Özellikle küçük yaş gruplarının büyük usta Sait Faik’le tanışması için güzel bir fırsat.

Küçük hanımlar” ve “Küçük beyler” bu kitabı okurken Mustafa’nın yetiştirdiği kıpkırmızı domateslerin tadını damaklarınızda hissedip, karanfillerin kokusunu buram buram içinize çekeceksiniz. Sait Faik’in dediği gibi “Belki de lokantada bir gün şişelere doldurulmuş bir domates suyu içersiniz ve tadını enfes bulursunuz.” Emin olun ki Mustafa’nın domateslerinden biri suyunuza katılmıştır. Dünya üzerinde milyonlarca insanın Mustafa gibi tek gözleri, tek kolları ve tüm engellerine rağmen kocaman ejderhalarla savaştıklarını ve onları yendiklerini düşünün. Mustafa sizi “yeni ve mesut, başka iyi ve güzel bir dünya” ya götürsün.

Sait Faik’in Mahalle Kahvesi adlı kitabında yer alan “Karanfiller ve Domates Suyu” öyküsünden çocuklar için uyarlanan kitap İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayımlandı. Usta çizer Birol Bayram, Sait Faik’in “Karanfiller ve Domates Suyu” ve Semaver kitabından “Stelyanos Hrisopulos Gemisi” adlı hikayelerini “Resimli Edebiyat Dizisi” için uyarlayıp resimledi.

Yazar: Sait Faik Abasıyanık

Modern Türk öykücülüğünün öncülerinden olan Sait Faik, 1906 tarihinde Adapazarı’nda doğdu. Klasik öykü tekniğini yıkarak çağdaş hikâyeciliğe yaptığı yenilikler nedeniyle Türk edebiyatının köşe taşlarından biri olarak kabul edildi.  On beşten fazla kitap, yüzlerce hikâye yazdı. 11 Mayıs 1954’te Burgaz Adası’ndaki evinde vefat etti. Ölümünün ardından evi Sait Faik Müzesi’ne dönüştürüldü. Yazar adına her sene öykü ödülü verilmektedir.

Uyarlayan ve Resimleyen: Birol Bayram

1965 yılında İstanbul’da doğdu, Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Grafik ve Yayın Grafiği eğitimi aldı, çeşitli dergi ve gazetelerde karikatürler, illüstrasyonlar çizdi, grafik tasarımlar yaptı. Halen Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları görsel yönetmenidir. Yüz Çizgileri ve Armut’un A’sı Zürafa’nın Zsi isimli kitapların yazarı ve çizeridir. 

[8 Mart] Kadınlar Günü’nde meydanlar kadın sesiyle doldu

Türkiye‘nin çeşitli illerinde bir araya gelen kadınlar, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü için eylemler düzenledi.

Antalya‘da buluşan ve Üç Kapılar’da sayıları yüzleri bulan kadınlar ve LGBTİ+’lar, akşam 19:00 sularında bir araya gelip Işıklar caddesini trafiğe kapatarak yürüyüş gerçekleştirdi. Daha önceki yılların aksine herhangi bir polis müdahalesi ile karşılaşmadan Karaalioğlu Parkı‘na kadar yürüyen kitle, “Kadın cinayetleri politiktir”, “Kadın, yaşam, özgürlük”, “Asla yalnız yürümeyeceksin”, “Susmuyoruz korkmuyoruz itaat etmiyoruz” gibi sloganlar attı.

8 Mart

Yürüyüş tamamlandığında insanlar dağılmayarak türküler eşliğinde halaylar çekti ve bir sonraki 8 Mart’ta Feminist Gece Yürüyüşünü tekrarlama sözü vererek alandan ayrıldı.

Doğayı savunan kadınlardan 8 Mart mesajı

Muğla’daki Akbelen Ormanı’nda devam eden yıkıma karşı direnen İkizköylü kadınlar da sosyal medya üzerinden paylaştıkları mesajda: “Biber gazına, jopuna, tomasına, üzerimizde dönen haksız ceza ve soruşturmalara karşı korkmadan, vazgeçmeden kadınlar olarak bu direniş ateşini büyütüyoruz” dedi.

İkizköylü kadınlar, İzmir Dikili‘deki eylemde de açıklama yaptı, “Her Yer Akbelen Her Yer Direniş” diyerek mücadeleyi haykırdı. “İkizköy’ün direngen kadınları her türlü baskı ve şiddete rağmen korkusuzca dimdik ayakta. Yaşasın haklı mücadelemiz, yaşasın kadın dayanışmamız!” denildi.

Milas Kadın Platformu bileşenleri de 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kitlesel olarak bir araya gelerek kutladı.

8 Mart

8 Mart
[8 Mart] Feminist Gece Yürüyüşü: Dünyayı yerinden oynatacağız!

[8 Mart] Feminist Gece Yürüyüşü: Dünyayı yerinden oynatacağız!

8 Mart Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle gerçekleşen 22. Feminist Gece Yürüyüşü dün, İstanbul Taksim‘de gerçekleşti. Sıraselviler tarafında önce polis engeliyle karşılaşan eylemciler, çevre sokaklardan sloganlarla Cihangir‘e ulaştı ve basın açıklaması yaptı.

Yeşil Gazete muhabiri Cansu Acar’ın aktardığı üzere, 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü sebebiyle Taksim’e ulaşmaya çalışan kadınlar, Sıraselviler girişinin tamamen kapatıldığını görünce çevre sokaklardan Cihangir’e yürüdü.

8 mart

Ara sokaklarda bir araya gelen kadınlar, “Jin, Jiyan, Azadi”, “dünya yerinden oynar kadınlar özgür olsa” sloganları atarak ilerlemeye devam etti.

8 Mart
Fotoğraf: Dilan Ela Pamuk

Cihangir otoparkı civarında toplanan kadınlar, basın açıklaması yaptı:

“Sadece 22 yıldır değil, kendimizi bildiğimizden beri, yüzyıllardır mücadele vermiş, erkeklere direnmiş kadınlardan aldığımız güçle mücadele ediyoruz. Bu sene de başta patriyarkayla ve gücünü yine patriyarkadan alan siyasi baskılarla mücadele etmenin yolunu feminizmde, direnmenin gücünü feminist dayanışmada bulduk. Feminist mücadele bize sadece kadın ve lgbti+ düşmanlığıyla başa çıkma azmini değil, aynı zamanda her gün, her yerde dünyayı değiştirebileceğimize dair inancımızı verdi.”

8 Mart
Fotoğraf: Dilan Ela Pamuk

“Yalnızca bizler mücadele ettikçe, direndikçe artan iktidarın siyasi baskılarına karşı değil, hayatımızın her alanını ele geçirmeye, bedenlerimiz üstünde söz söylemeye, emeğimizi gasp etmeye, paramıza, malımıza, mülkümüze el koymaya, sırtımızdan geçinmeye, bizi sindirmeye, şiddetle kontrol edip cezalandırmaya çalışan erkeklere karşı her gün her an mücadele verdik. Bu erkekler kimi zaman sokakta tanımadığımız bir erkek, kimi zaman iş arkadaşımız, patronumuz, kimi zaman ve en çok da babamız, sevgilimiz kocamız oldular. Bizi sindirmek için, bizi bu eşitsiz sömürü düzenine mahkum etmek için yalnızca baskı ve şiddeti değil, aynı zamanda sevgi sözcüklerini kullanarak bizim için en iyisi olduğunu iddia ettikleri kendi kararlarına bizi iknaya çabaladılar.”

8 mart
Fotoğraf: Dilan Ela Pamuk

“Şu yüzyılda, bugün burada bulunan on binlerce kadın, sırf geçtiğimiz 8 marttan bu yana binlerce defa hayatındaki erkeklere eşit olduklarını anlatmaya, kendi kararları ile diledikleri yaşamı sürme hakları olduğunu anlatmaya çalıştı. Bizim mücadelemizden, feminizmden korkuyorlar çünkü feminist dayanışmamız, birlikte ördüğümüz bu mücadele bizlere yalnız olmadığımızı hatırlatıyor. Kendimizi en çaresiz, alternatifsiz hissettiğimiz anlarda, bu hayatı değiştirme gücümüz olduğunu bizlere hatırlatıyor. Erkeklere hayır deme, bu düzene başkaldırma gücü veriyor.”

8 mart
Fotoğraf: Cansu Acar

“6 Şubat depremleri sonrasında bu düzenin nasıl işlediğini en ağır biçimde gördük. Evler yıkıldı, binalar yıkıldı, sokaklar, meydanlar yok oldu ama kadınların yaşamı yeniden kurma yükü ortadan kalkmadı. Ev yokken bile ev içi emek sömürüsü vardı. Günler, aylar boyunca kadınlardan yoklukta düzen yaratmaları, çocuklarına, kocalarına, hastalara, yaşlılara, engellilere bakmaları, su olmadan çamaşır, bulaşık yıkamaları beklendi. Şiddet uygulayan kocalarıyla, akrabalarıyla çadır ve konteyner paylaşmaya zorlandılar. Sağlığa, beslenmeye, güvenliğe, haklarına erişimleri olmadan bir seneyi doldurdular. “Bize oy vermezseniz işte böyle olur” lafını işittiler siyasetin en tepesinden. Biz kadınlar bu tehdidi, “bana itaat etmezsen dayağı hak edersin” diyen erkeklerden, “o saatte sokaktaysan, öyle giyindiysen, içki içtiysen tecavüzü hak edersin” diyen erkek medyadan, yargıdan, toplumdan iyi biliyoruz.”

“Bir de bu yıkımın sorumlusu olan belediye başkanları, bakanlar hiç utanmadan yerel seçimde aday oldular. Yaşadıklarımızı unutturma, bizi tehditle susturma çabalarını kabul edecek olsak, buna karşı susacak olsak çoktan sinmiştik, hayattan silinmiştik. Ama tam tersine bugün feminizm her yerde, çünkü kurtuluşumuz feminizmde!”

8 mart
Fotoğraf: Dilan Ela Pamuk

“2024’te giderek yoksullaşırken barınma krizinden işsizliğe, çocuk bakımından yaşlı bakımına, nitelikli eğitime erişmekten meslek seçebilmeye kendi ayaklarımız üzerinde durmamızın ne kadar zorlaştırıldığının farkındayız. Bize bunun karşısında tek bir yol sunuluyor: Aile. Bu siyasetin en üst mertebesinden Aile şuralarıyla, Medeni Kanunu ve Anayasa’yı değiştirme çabalarıyla, toplumsal cinsiyet eşitliğinin tamamen silindiği eğitim sisteminin Diyanet’in etkisi altına girmesiyle örgütleniyor. Bize kapatılan bu sokaklar, “Büyük Aile Buluşmaları” adı altında LGBTİ+ nefreti yayan tarikatlara açılıyor. Onların aile dedikleri, içinde istismara ve şiddete uğradığımız, emeğimizin, bedenizim, varlığımızın yok sayıldığı ve sömürüldüğü bir dayatma. Barınacak bir ev için, geçinebilmek için eşitsizliğe razı gelmemiz bekleniyor. Başka türlüsünü yaşamak ise “ayıp” ve “yasak”. LGBTİ+ların film gösterimleri, Kuirfest gibi festivalleri, piknikleri, sergileri bile yasak. Yıllardır var olan Bayram Sokak’ın mühürlenmesiyle transların, seks işçilerinin evlerinde yaşaması, çalışması yasak. Ayıplara, yasaklara kaybedecek hayatlarımız yok!”

“Bununla beraber mevcut iktidar, esnek ve güvencesiz çalışma vaadiyle kadınları evden ve evin yükünden çıkışsız bırakmak, yılların emeğinin karşılığı olmayan nafaka ve tazminatı bile kısmak üzerine sürekli gündem üretiyor. Özetle, paramız olmadığı için erkeklere mecbur olalım istiyorlar. Yoksulluğu gizlemek için buldukları yöntem patriyarkayı pekiştirmek. Bu sırada o ailelerin içinde kadınlar öldürülüyor veya şiddetten kurtulmak için öldürmek zorunda kalıyor, sonra da hayatta kaldığı için en ağır şekilde cezalandırılıyor. 1980’lerden bu yana feminist hareket o kutsal addedilen ailelerde yaşanan şiddeti ifşa ediyor. Erkeklerin şiddetinin devletin uygulamalarıyla meşrulaştırıldığını anlatıyor. Resmi olmayan verilere göre 2023’te de 300’ün üzerinde kadın erkekler tarafından öldürüldü. Sadece iki gün içinde 9 kadın ya evlilik içinde ya boşanmaya çalışırken ya boşandıktan sonra uzaklaştırma kararına rağmen katledildi. Biz erkek şiddetini, şiddetin engellenmeyişini, erkek egemenliğini bir toplumsal sistem olarak ele alıyoruz. Kolluğun görevini yapmadığını, 6284’ün etkin uygulanmadığını, hakimlerin cinsiyetçi yargılamalarını, devlet sığınaklarının yetersizliğini gündeme getiriyoruz. Mevcut siyaset ise kadınların güçlenmesini, eşitlenmesini ürkütücü buluyor ve aileyi güçlendirmede ortaklaşıyor. Ürksünler zaten, çünkü bize eşitlik, özgürlük yoksa onlara da huzur yok.”

“Bu yıl yine her yanımız savaşla kuşatılmış halde. Gazze’de gözlerimizin önünde açık bir soykırım sürüyor. Bu soykırım Batı dünyasında feminizmle meşrulaştırılmaya çalışıyor. Halbuki işgalle, soykırımla feminizm olmaz! Türkiye bir yandan Filistin’e destek olduğunu söylerken öte yandan İsrail’le ticareti, sürdürüyor. İsrail’e betonu, çeliği, petrolü sağlamaktan geri durmuyor. İsrail’i kınadığını söylerken Rojava’da kadınların çocukların üzerine bombalar atıyor. Bunun üzerine mülteci ve yabancı düşmanlığı sürekli kışkırtılıyor. Göçmen kadınlar her zamankinden güvensiz. Ama tüm bunların karşısında bitiremedikleri feminist dayanışmamız var!”

“Savaşın, patriyarkanın, transfobinin, homofobinin, kapitalist emek sömürüsünün, ırkçılığın olmadığı bir dünyayı hayal etmekten vazgeçmeyeceğiz.

Bunun için,
Umudumuz feminist mücadele!
Gücümüz feminist mücadele!
Hayatımız feminist mücadele!
Kurtuluşumuz feminist mücadele!”

[8 Mart] Feminist Gece Yürüyüşü: Sıraselviler kapatıldı, sadece basın mensuplarına müsaade var

Yeşil Gazete muhabiri Cansu Acar’ın İstanbul Taksim’den aktardığı üzere, 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü sebebiyle Taksim’e ulaşmaya çalışan kadınlar engelleniyor.

8 mart

Taksim’in Sıraselviler girişinin tamamen kapatıldığını aktaran Acar, çevre sokaklardan İstiklal Caddesi’ne ulaşmaya çalışan vatandaşları görüntüledi.

8 mart

Ara sokaklarda bir araya gelen kadınlar, “Jin, Jiyan, Azadi”, “dünya yerinden oynar kadınlar özgür olsa” sloganları atarak ilerlemeye devam ediyor.

8 Mart