Ana Sayfa Blog Sayfa 1650

LGBT+ tarihi: Yüzyıllar öncesinden ‘cinsiyet kimliği’ sorgulaması

Yazan: Catherine Armstrong

*

Non-binary ve trans insanlar tarih boyunca her zaman hayatın içinde oldular, en azından antik dönemlerden itibaren kaydedilen tarih ve toplumlar için bunu söyleyebiliriz. Öyleyse neden anlatılan destanlarda ve ‘tarihte iz bırakan insanlar’ listelerinde isimleri geçmiyor? Bu sorunun cevabı, tarihin nasıl yazıldığı ve kimin yazdığıyla ilgili.

Dışlanma ve zulüm korkusuyla yaşayan gruplara ait olan insanlar, gerçek kimliklerini çoğu zaman yalnızca birkaç kişiyle paylaşıyor. Bu sebeple, tarih boyunca düşmanlığa maruz kaldıkları zamanlarda bile LGBT+ insanların görünürlüğü genellikle sınırlı kalmıştır. Tarihi kaynakların bu bağlamda yetersiz olması da başka bir sorun, çünkü bu kaynakları yazan kişiler genellikle önyargılı insanlardı ve yaşadıkları dönemin değer yargılarına göre ayıplanan insanların deneyimlerini kayıt altına almak istemediler.

Kuir tarihi üzerine çalışan tarihçilerin diğer dışlanmış gruplara ait bireyler gibi, LGBT+ bireylerin de bu toplumun geri kalanına kıyasla tarihi kayıtlarda bu kadar ‘görünmez’ olmalarının nedenini iyi kavramaları gerekir. Neyse ki günümüzün tarihçileri, tarihin ‘kuir’ yanını bulmak için kayıtları artık daha dikkatli okumaya başlıyor.

18. ve 19’uncu yüzyıllarda cinsiyet ifadesi

Trans terimi ve bizim bu terimi kavrayış şeklimiz son yıllarda önemli ölçüde gelişti. Trans kelimesi bir şemsiye terim olup, sadece vücutlarını değiştirmek için tıbbi müdahalelere başvuran insanlarla sınırlı değildir; ayrıca cinsiyet kimliği doğumda kendilerine atanan cinsiyetten farklı olan kişileri de içerir.

Bireyin doğumda atandığı cinsiyetin cinsiyet kimliğinden tamamen farklı olabileceği, aynı şekilde cinsiyet kimliğinin de cinsiyet ifadesiyle aynı olmak zorunda olmadığı gerçeği, toplumun büyük bir kısmında artık kabul görüyor. Kişinin cinsiyeti kendini nasıl tanımladığıyla, yani nasıl hissettiğiyle ifade edilir: Kadın, erkek, ikisinin arasında ya da ikisinin tamamen dışında. Burada önemli olan sizin kendi cinsiyet ifadeniz; yani giydiğiniz kıyafetler ve saç kesiminiz gibi araçlarla, diğer insanlara bilinçli olarak ya da tesadüfen verdiğiniz mesajlar.

Bugün cinsiyeti tanımlamak için kullandığımız terminoloji 18 ve 19’uncu yüzyılın başlarındaki insanlar için yabancı olsa da, o dönemlerde birçok insan bu kavramları anlayabilirdi. Diğer kadınlara cinsel ve romantik olarak çekim duyan bazı kadınlar, o zamanlarda şimdi olduğu gibi, hem kişisel doyum için hem de toplum tarafından kabul görmek adına daha maskülen işaretleri tercih ederdi.

Batı Yorkshire’da doğan Anne Lister, yaşamı boyunca lezbiyen ilişkileriyle ilgili şifrelenmiş ayrıntılar da içeren günlükler tuttu. Visual Arts Resource / Alamy Stock Photo

Anne Lister (ya da yakın geçmişte Suranne Jones‘un başrolünü oynadığı dizideki ismiyle, “Gentleman Jack”) bu bağlamda maskülen ifadeye iyi bir örnek. 19’uncu yüzyılın cinsiyet tanımına göre diğer insanlar tarafından muhtemelen sadece maskülen olarak görülürdü; fakat biyografi yazarı Helena Whitbread 1988’de günlüklerinin şifresini çözdüğünde, yaşamı ve lezbiyen ilişkileri gerçek boyutlarıyla keşfedildi.

Yukarıda saydığımız sebepler dışında kadınlar ayrıca kariyer edinme istekleri nedeniyle de kendilerini topluma erkek olarak gösterdiler, çünkü doğumda atanan cinsiyeti kadın olanların ulaşması engellenen seçimlerle hayatlarını sürdürmek istiyorlardı. Amerikan İç Savaşı sonrası, Franklin Thompson ve Harry Buford, Amerika Konfedere Devletleri için savaşan ve casusluk yapan askerler olarak tarihe geçmişti. Fakat aslında her ikisi de erkek kimliğini benimseyen, ya da bu konu üzerine çalışan tarihçi Matthew Teorey’nin deyimiyle, “kendilerini cinsiyet kimliklerinden sıyıran” kadınlardı.

İç Savaş sırasında Birlik askeri kılığına giren Sarah Emma Edmonds (19. yy.). Granger Tarihi Resimler Arşivi / Alamy Stock Photo

Akışkan cinsiyet kimliğine daha eski bir örneği 18’inci yüzyıl Avrupası’nda bulabiliriz: Fransız Kralı XV. Louis için Londra’da casusluk yaptıktan sonra İngiltere’ye sığınan Şövalye D’Eon, yaşadığı dönemin yüksek sosyetesinde hatırı sayılır bir üne kavuşmuştu. Hayatının farklı dönemlerinde erkek ve kadın kimliklerini benimseyen D’Eon, 50 yaşından sonra ömrünün sonuna kadar kadın olarak yaşamına devam etti.

Küresel bağlamda transgender kavramı

Geçmişte Avrupa dışındaki kültürlerde, LGBT+ bireylerin yaşamlarının çok farklı tecrübeler içerdiğini anlamak gerekir. Üçüncü cinsiyet ya da başka bir deyişle “Mahu” kavramı Polinezya kültürünün önemli bir parçasıdır. Bu terim, erkek ve kadın arasında bir cinsiyet veya akışkan cinsiyet kimliği anlamına gelebiliyor. Hawaii ve Tahiti’de Mahu bireyler, sözlü geleneklerin ve tarihi birikimin koruyucusu olarak yerli toplumlarda büyük saygı görüyordu. Genellikle eğlence amaçlı yapılmakla birlikte manevi bir anlamı da olan hula dansını öğretmek de yine onların göreviydi. Mahu bireyler sadece geçmişte değil, günümüzde de Hawaii’nin kuir kültürünün önemli bir parçası.

Cinsiyet çeşitliliğine derin saygı duyan başka yerli toplumlar da var. ABD’nin güneybatısındaki Navajo kabilesinde, Nadleeh adı verilen bir cinsiyet tanımı bulunuyor; bu terim cinsiyet spektrumunda bir noktaya geçiş yapmış bireyler (atanmış cinsiyeti erkek olup cinsiyet kimliği feminen olan ya da doğumda kadın atanmış olup şimdi maskülen kimliği benimseyenler), akışkan cinsiyet kimliğine sahip insanlar ve cinsiyet ifadeleri cinsiyet kimliklerine göre daha maskülen veya daha feminen olanlara karşılık gelebilir. Nadleehi, Navajo kültüründe önemli bir kavram olmakla birlikte manevi bir saygınlığa da sahiptir.

Yerli toplumlarda trans bireylerle ilgili bu algı farkına batı toplumuna kıyasla antropologlar tarafından çok daha önceleri (1920’lerin başlarında) dikkat çekilmişti. ABD’li yazar William Willard Hill, Navajo toplumunun trans bireyleri “şanslı” olarak görmesini şaşkınlıkla karşılamıştı çünkü kendi kültüründe akışkan cinsiyet kimliği ana akım toplum arasında büyük kaygılara sebep oluyordu. Kapsayıcılık ve çeşitlilik hakkında bilgi edinmek adına kişinin kendi kültürünün dışına çıkmasının her zaman önemli olduğunu hatırlamak için bu doğru bir zaman. Gördükleriniz sizi şaşırtabilir.

*

Ç.N. Bu çeviri metninin hazırlanmasında KaosGL’nin yayınladığı “LGBTİ+ Hakları Alanında Çeviri Sözlüğü” kaynağından faydalanılmıştır. (Metni Yeşil Gazete için Türkçe’ye çeviren LGBTİ+ birey, çalıştığı sektörden ötürü ismini paylaşmak istememiştir.)

Makalenin İngilizce orijinali

[Geleceği İnşa Eden Mekanlar-1] Tüketim kooperatifleri

Bundan altı yıl kadar önce Kadıköy’de bir grup gönüllü bir araya gelerek içinde farklı ürünlerin olduğu gıda paketleri hazırlayıp satmaya başladılar. Kadıköy’de yaşayan, sağlıklı ve güvenilir gıda konusunda fazlaca hassas ve kooperatiflere sempati duyan bir kişi olarak bu oluşumu izlemeye başladım. Mahallede farklı mekanlarda yapılan dağıtımlar bir yıl kadar sürdükten sonra aynı grup Kadıköy Kooperatifi’ni kurdu ve kendi dükkanlarında satış yapmaya başladı.  Kısa süre sonra evime çok yakın olan bu sevimli dükkânın müşterisi, onların deyimiyle “kooperatif dostu” oldum. O zamanlar sadece akşamları ve hafta sonları açık olan bu dükkândan alış-veriş edebilmek için kendimi onların ritmine uydurdum. Dükkânda satış yapan kişiler her seferinde değişse de bir süre sonra bazı yüzler aşina oldu.

O vakitler üniversitede sosyal girişimcilik dersi veriyordum ve bu ‘girişimi’ daha yakından incelemek istedim. Üniversitede birlikte çalıştığımız Beyza Oba ve Yonca Demir’le birlikte akademik bir konferansta sunulmak üzere Kadıköy Kooperatifi’yle ilgili bir makale yazmaya karar verince ‘dayanışma odaklı’ bu örgütleri daha yakından tanıma imkânım oldu. Son birkaç yılda İstanbul’da tüketim kooperatiflerinin sayıları hızla arttı. Yeldeğirmeni’nde Yerdeniz, Özgürlük parkı yakınlarında Göztepe ve son olarak Kadıköy’de Salkım kooperatifinin şubesi yürüyüş mesafemde alış-veriş yaptığım mekanlar. Bostancı’daki Yeryüzü Kooperatifi evlere servis yapmaya başlayınca onların ürünleri de soframızda yer aldı. Büyükada’da yaşadığım yedi aylık dönemde Büyükada Kooperatifi’nin dükkânı da sürekli uğradığım bir başka mekandı.

Mahalle ölçeğinde örgütlenen bu kooperatifler sadece gıda temin edilen yerler değil, aynı zamanda kutlamaların, etkinliklerin yapıldığı, insanlarla tanışıp sohbet edebileceğiniz dost mekanlar olarak hayatımızın bir parçası haline geldi. Düzenledikleri etkinliklerle tarım ve gıdaya ilişkin birçok kavramı tartışmaya açtılar. Ayrıca evde peynir, ekşi maya ekmek ve turşu yapımı gibi birçok atölye düzenlediler. Üreticilerle kooperatif dostlarını bir araya getiren etkinlikler yaptılar.

Kadıköy başka konuda olduğu gibi dayanışma odaklı örgütler açısından da çok zengin. Ancak hızla sayıları artan bu kooperatifler Kadıköy’le sınırlı değil. İstanbul’un çeşitli semtlerinde faaliyet gösteren; Beşiktaş, Temiz Hasat, Ovacık ve Koşuyolu kooperatifleri aklıma hemen gelen diğer örnekler. Boğaziçi Üniversitesi bünyesindeki BÜKOP ise bugün mahallelerde hızla yayılan tüketim kooperatiflerinin öncüsü.  Başka illerde de benzer tüketim kooperatifleri hızla yaygınlaşıyor. Ankara’da Yaşam Yolu ve Eskişehir’de Yıldıztepe kooperatifleri bunlara örnek olarak verilebilir.

Yapı ve işleyiş farklı, ilke ve değerler ortak

Bulundukları mahallelerin dokusu ve üyelerinin kimlikleri farklı olduğu için bu kooperatiflerin her birinin yapısı ve işleyişi de birbirinden farklı. Ancak dayanışma temelli bu örgütler benzer ilke ve değerlerden yola çıkıyorlar. Gıda egemenliği ve gıda güvencesi kavramlarını temel alıyorlar. Üreticilerden doğrudan-aracısız alım yaparak elde edilen ürün bedelinin neredeyse tamamını üreticiye aktarıyorlar. Üreticilerle dayanışma içinde olmaya özen gösteriyorlar. Örgütlü üreticilere ve kadınlar, göçmenler gibi toplumsal olarak dezavantajlı olan gruplara öncelik veriyorlar. Kırsalda tarımsal üretim yapanlarla kentlerdeki tüketicileri yakınlaştırmayı önemsiyorlar.  Üretim ve tüketim ilişkilerinde toplumsal faydayı gözetiyorlar. Ekolojik üretimi destekliyor ve temiz gıdanın üretilerek tarımın dönüştürülmesi için inisiyatif alıyorlar. Sağlıklı ve nitelikli ürünlere ulaşmanın sadece küçük bir zümrenin sahip olduğu bir ayrıcalık olmaktan çıkarılması için çaba harcıyorlar.

Tarımsal kesimde kadınlar genellikle ücretsiz aile işçisi olarak çalışırlar. Dolayısıyla kadın emeğini sömüren bir sistem söz konusu. Kooperatifler çalıştıkları üreticilerin üretim süreçlerinden haberdar olarak kadın emeğinin karşılığının ödenmesini güvence alına alıyorlar. Toplumsal dayanışmaya öncelik veriyorlar.

Birçoğu kooperatif içinde, üye ve gönüllüler arasında hiyerarşiden uzak, yatay, eşitlikçi ilişkiler kurma çabası içindeler. Tüketicilerle olan ilişkiyi de dönüştürmeye çalışıyorlar. Kent içinde yaygınlaşan bu kooperatiflerin birçoğu birbirleriyle de etkileşim halindeler. Örneğin temiz üretim yapan üreticileri saptadıktan sonra bu bilgiyi diğer kooperatiflerle de paylaşıyorlar, birlikte etkinlikler düzenliyorlar. Kooperatif kurmak isteyenlerle bilgilerini paylaşıyorlar.

Tüketim kooperatifleri hızla yaygınlaşırken, başka birçok alanda da kooperatif kurmak için inisiyatifler ortaya çıkıyor. Dünyanın başka ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de kriz koşulları bu çabaları hızlandırıyor. Mimarlar, bilişimciler, eczacılar gibi meslek sahipleri; tiyatrocular gibi sanatçılar; yayıncılar gibi piyasadaki tekelin oyun dışı bıraktığı firmalar; bisikletçiler gibi sosyal bir faaliyetin öncülüğünü yapan kesimler kooperatif çatısı altında örgütlenmeyi tercih ediyor. Tüketim kooperatifleriyle benzer ilke ve yaşam biçimini şiar edinen bu oluşumların çabaları da ilham verici. Kadın kooperatifleri ise başlı başına incelenmesi gereken çok önemli bir konu.

Başka türlü bir yaşam…

Tüketim kooperatifleriyle ilgili akademik çalışmalarımız halen devam ediyor. Akademik bir çalışma yapmak çok uzun zaman ve emek gerektiriyor. Çalışmanızı tamamlamadan sonra basılması için de uzun bir süreç gerekiyor. Basılan makaleleriniz ve kitaplarınız da dar bir akademik çevre ile sınırlı kalıyor. Oysa yeni bir hayat inşa etme çabasında olan dayanışma temelli bu örgütleri merak eden ve önemseyen çok sayıda insan var. Bu yazı dizisinde amacım tüketim kooperatiflerinin dışına çıkarak, kendi yaşamına, işine, hobisine veya bir toplumsal soruna sahip çıkmak için ortaya çıkan bu örgütleri daha geniş bir kitleyle buluşturmak. Bu oluşumları merak, ilgi ve keyifle izliyorum. Başka bir yaşamın mümkün olabileceği umuduyla bu örnekleri sizlerle paylaşmak istiyorum.

Son olarak, bu yazı dizisinde yaptığım mülakatları deşifre ederek bana destek veren iki genç meslektaşım; Merve Alçık ve Berk Butan’a dayanışmaları için sonsuz teşekkürler. Onların katkısı olmaksızın bu yazılar okurla buluşamazdı.

*

Not: Üç yıllık bir çaba sonucunda yeni nesil tüketim kooperatifleri üzerine hakemli bir dergide basılan makalemizi sabırlı ve meraklı okurlar için buraya bırakıyorum.

 

Su krizinde çözüm tasarrufta değil, iyi yönetimde

Dünya üçte ikisi sularla kaplı bir gezegen olmasına rağmen tatlı su kaynakları bu oranın içinde devede kulak (%2,5). Bu suyun da %98’i de buzullarda. Türkiye ise tatlı su kaynakları açısından zengin bir ülke gibi yansıtılmasına rağmen gittikçe daha da artan düzeyde su fakiri haline gelen bir ülke. Ancak suya yaklaşımda oldukça hoyrat! Özellikle son 40 yılda üç Van Gölü büyüklüğündeki sulak alanı bertaraf ettiğimiz düşünüldüğünde bu durum daha iyi anlaşılacaktır.

Su kullanımının %70-75’lik bir kısmını teşkil eden tarımsal sulamada standartlarla uzaktan yakından ilgisi olmayan vahşi sulama tekniklerinin revaçta olması, bu hoyratlığı ve yakın geleceğin pek de parlak olmayacağını ortaya koyuyor. Neyse ki tüm yurdu etkisi altına alan kar yağışları gerçekleşti de bu hoyratlığın ve küresel iklim krizinin neden olduğu kuraklığın çeşmeden akan su için etkilerini kısa vadede daha az hissedeceğimiz bir durum oluştu. Ben öyle olduğunu düşünmesem de, barajların doluluk oranları üzerinden su yönetimi yapanlar öyle düşünüyor.

Ayrıca bu durumun aynı zamanda çoktan halletmiş olmamız gereken bir sorunun da çözümüne yönelik yerel yönetimlerin adım atmasına da neden olmasına da sevinmek gerekiyor. Çünkü nihayet artık yağmur suyunun kentlerde depolanması gereken bir kaynak olduğu gerçeğinin farkına varılmış durumda. Diğer bir farkındalık da yağmur suyunun kanalizasyondan ayrılmasına dair yapılan çalışmaların sayısının artmasında gerçekleşmiş. Birçok belediye bu çalışmalarını sürdürüyor. Böylelikle yağmur suyu kanalizasyon suyu haline dönüşmekten kurtulacak. Aslına bakılırsa Türkiye’de şehir planlamasında yağmur suyunun kanalizasyona karışması meselesinin göz ardı edilmiş olması inanılmaz bir kötülük örneği. Çünkü birçok şehrin büyük bir bölümündeki yapılaşmanın geçmişi 20 yıl bile değil.

Sorun ile çözümün hedef kitlesi farklı

Başta da belirttiğim gibi dünyada kullanılan tatlı suyun yüzde 70’e yakını tarımda kullanılıyor ve bu oran Türkiye için de hemen hemen buna yakın. Üstelik Türkiye’deki tarımsal sulamanın da büyük çoğunluğu salma sulama olarak bilinen vahşi sulama yöntemiyle yapılıyor. Yani kullanılacak olan suyun çok çok üzerinde bir miktar tarlaya bırakılıyor. Buna karşın evsel kullanım ise toplam suyun %15’ine tekabül ediyor. İşte dananın kuyruğunun koptuğu nokta burası! Çünkü su temalı tüm farkındalık çabaları diş fırçalarken musluğu kapatma, banyo yaparken az su harcama ve ellerimizi yıkarken de musluğu açık bırakmama ekseninde yürütülüyor. Tabii ki bu önlemler çok faydalı ve alınması gereken önlemler. Ancak ortada büyük bir problem var!

Sorun teşkil eden alan ile sorunun çözümü olarak sunulan önerilerin hedeflediği kitle arasında hiçbir ilişki yok. Bir önceki gün sulama kanalından gelen suyu pompa yardımıyla tarlasına boca eden vatandaşa, evde diş fırçalarken suyu açık bırakmaması öneriliyor. Bu işte bir gariplik yok mu? Üstelik bu işlerde kimyasal üreten firmaların da yer alması bu garipliğin absürtlüğüne işaret ediyor

Susuzluk, salt evsel temalı tasarruf reklamlarıyla çözülebilir mi? Diş yıkamadan tutun da tıraş olmaya kadar varan su kullanım temalı afişler her platformda gözümüzün içine kadar sokuluyor. Üstelik bu öneriler de bıçak kemiğe dayandıktan sonra öneriliyor ve bununla da sanki susuzluk probleminin halledilebileceği izlenimi yaratılıyor. Oysa sadece belediyelerin  kayıp kaçak oranlarını azaltması bile içme suyu arzında önemli bir rahatlama sağlayabilecek etkiye sahip. Ancak popülizm daha cazip!

Bireysel tasarruf iyi ama yeterli değil

Vatandaşın diş fırçalarken suyu kapatması elbette gayet yerinde bir davranış ancak belediyelerin yağmur suyu depolaması, yer altı suyu kullanımının sınırlandırılması ve çiftçilerin sulama yöntemlerinin iklim krizine ve su kıtlığı problemine göre revize edilmesi ve ona uyumlu hale getirilmesi, çok daha etkili ve sonuç alıcı önlemler olacaktır. Bireysel tasarruf önlemleriyle belki de sorunu biraz olsun erteleyebiliriz ama çözüm noktasında zerre ilerleme sağlayacağımız söylenemez. Nitekim aynı tasarruf yaklaşımının daha sonra ortaya koyduğu diğer çözüm yöntemi de ne yazık ki taşıma suyla değirmen döndürmek oluyor. Bugün daracık alana doldurulan nüfus ve sanayi tesislerinin su ihtiyacı, başka alanlardan sağlanmaya çalışılıyor. Çünkü doğru bir planlama yapılmıyor. Bu yaklaşımda vatandaşa düşen de ne yazık ki susuzluğa alışmak ve alması gereken su miktarında kısıntıya gitmek oluyor. Normal bir davranış olması gereken gereksiz tüketimden kaçınmayı, sorunun çözümü olarak sunma absürtlüğü hala ana akım konumunda!

Su bir ürün değil, varlığın kendisidir. Canlılığın varlığı suya bağlıdır. Susuzluk baş gösterdikten sonra alınacak önlemler ise sadece ölümü geciktirir ki o da işkenceyi uzatmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Ülke nüfusuna oranla yeterli miktarda bulunan su rezervi ancak ve ancak etkin kullanım ve yönetim ile bu yeterliliğini sağlayabilir.

Su tüketimini sadece diş fırçalarken değil, her türlü tüketim alışkanlığıyla birlikte ele almak gerekir. Giydiğimiz elbiseden tükettiğimiz gıdaya kadar tüm ürünlerin sahip olduğu su tüketimini birlikte değerlendirmenin yolu da öncelikle mantalitenin değişmesinden geçiyor. Tarımda kullanılan su minimize edilmeden, sanayinin su tüketimi iyileştirilmeden ve yağmur hasadı, gri su vb. uygulamalar için yeni yaklaşımlar geliştirilmeden ortaya konulacak hiçbir çaba bir anlam ifade etmeyecektir. Bunun da yolu iyi yönetimden geçmektedir ki işte sahip olmadığımız tek şey de ne yazık ki suyun iyi yönetimidir.

‘Küçük güzeldir’, hala kaldıysa…

Mahallemizdeki bakkallar, kentimizdeki bağımsız kitapçılar, tuhafiyeler, ayakkabıcılar, terziler, elektronik eşya tamircileri hızla yok olurken AVM’ler yükselmekte ve kentlerin her yerini bir nizam marketler doldurmakta. Şimdilerde ise pandeminin de etkisiyle sanal alışveriş piyasayı domine etmekte. Bu son duruma Covid-19 dan dolayı sağlık endişesinin ve fiyatların uygunluğunun yol açtığı söylenebilir belki, ancak ben işin sosyal boyutunun bizi nereye getirdiği üzerinde durmaktan yanayım.

Hem kendi esenliğimiz hem de onların esenliği için bir sosyal sınıf olarak küçük esnafla empâti kurmayı çok önemsiyorum. Hemen mazeretler sıralayabilirsiniz: Büyük işletmelerde fiyatlar uygun, zamanım yok, kampanyaları var, kolay oluyor v.s. Ekonomisi elvermediği için en ucuzu aramak zorunda kalan insanları ayrı tutarsak diğer mazeretlerin pek geçerliliği yok. Çünkü sosyal yaşamınız temas ettiğiniz insanlar, mekânlar ve olaylar üzerinden gelişir ve zenginleşir.

AVM sosyalleşmesi

Örneğin kentinizin esnafını bir kenara bırakıp her satıcıyı bir arada bulabilme ve arabanızı park etme kolaylığı sağladığı için AVM’ye gittiğinizde sosyal yaşamın da AVM’leşmesine katkıda bulunursunuz. Neden mi? O mekânda sizin için sadece satıcı vardır. Hal hatır sorup çay kahve içemezsiniz. Okuldan gelecek çocuğunuz için evinizin anahtarını bırakacak bir ilişki geliştirmeniz imkânsızdır. AVM kitapçısından sorduğunuz bir yazar veya çevirmen hakkında bilgi almanız çok zordur. Onlarca içeriksiz popüler kitap almazsanız ayıp olur gibi gözünüze sokulur.

Büyük çiftliklerin bol pestisitli milimetrik yetiştirilmiş gıda ürünleri askeri nizam dizilidir reyonlarda. Ürünlerinde zehir ve kimyasal gübre kullanmayan idealist küçük üreticinin ürünlerini görmeniz hayaldir o reyonlarda. O üreticilerin çocuğunu okula gönderip gönderemediğinden, iklim krizinden nasıl etkilendiğinden haberiniz bile olmaz. Bir şov dünyasıdır AVM. Orada size hizmet eden genç işçilerin neler yaşadığını öğrenmeniz de ulaşamayacağınız bir şeydir. Çünkü sizinle satış performansı dışında iletişim geliştirmesi yasaktır ya da zorunludur buna aldığı primlerle maaşını düzeltebildiği için.

Sanal satış tekellerine gelecek olursak durum daha da vahimdir. Bu tekeller üreticiye verdiği acımasız düşük fiyatlar ve çalıştırdığı işçilerin aşırı sömürüsü sonucu çok ucuza ürün satarlar. Bunun en başarılı örneği, çalıştırdığı işçileri sendikalaşmaması için istihbarat örgütüne takip ettiren, daha çok çalışabilmeleri için tuvalete gitmemeleri önlemi geliştiren, sakatlandıkları zaman iş kazası değil kendi hataları olduğunu tehditle kabul ettiren ve bu sayede dünyanın en zenginlerinden olan Amazon şirketi sahibi Jeff Bezos’tur.

Alışveriş politik bir eylemdir

 

Yani demem o ki bir nesne almak politik bir eylemdir. Ekonominiz uygun olduğu halde sırf ucuz olduğu için o nesneyi -buna kitap da dahil- bu internet tekellerinden  alıyorsanız işleyişe bir anlamda katkıda bulunuyorsunuz. Sadece buna değil internet fiyatlarının kendisine tehdit olarak sunulup aşırı indirim istenen butik veya küçük işletmecinin geçireceği sinir krizine de katkıda bulunuyorsunuz.

İşin çok önemli ve diğer boyutunu ise kent sosyolojisinin ve kamusallığının giderek alışverişin sanal sitelerden yapılıp sadece kafelerde buluşmaya indirgeniyor olmasıdır. Örneğin kentle sıkı bağlar kurması gereken üniversite öğrenci ve akademisyenlerini yalnızca kampüs çevresindeki kafelerde görebiliyoruz giderek. Şimdi pandemi koşullarında bu bile olamıyor. Kitabevlerinde ise sadece bazı öğrenci ve akademisyenleri görebiliyoruz ki bu da parmakla gösterilecek kadar az. Çalıştığı alanın üreticisi, esnafı ve mekânlarıyla bağları da yok denecek kadar az maalesef.

Neoliberalizmin çağında ulus – devletin merkeziyetçiliğini devletin asıl sahipleri büyük tekeller devam ettiriyor. Mevcut sistem devam ederse küçük üreticinin onlara mâhkum olmak veya yok olmaktan başka şansı yok gibi. Peki alternatifimiz yok mu?

Eğer evimize çekildiğimiz yaşamlarımızdan kafamızı kaldırıp kentte ortaklaşma ve dayanışma adına neler yapılıyor diye bir bakabilirsek elbette var. Birçok kentte gıda toplulukları, kooperatifler, butik kitabevleri, ulusal planda butik yayınevleri, sanat atölyeleri, ortak ekonomili işletmeler, ekolojik ve otonom kolektifler ve dayanışma ağları büyük bir çaba içerisinde üretici ve türetici (tüketici ) yaşamını ortaklaştırmak için. Sosyal yaşamı ve kamusal alanı tüm veçheleriyle zenginleştirmek ve gezegeni tüm canlılar için yaşanılır kılmak için.

Bir örnek: Antalya’da yaşayan bir arkadaşım vegan ve doğal ürünler satan bir dükkân açarak hem küçük üreticiyle işbirliği yapmış hem de beslenmenin politik bir şey olduğunu ortaya koymuş oldu. Mekânın ismini de “Vegan Bakkal” koyarak süpermarket anlayışı ve kültürüne bir nazire yaptı bence. Çok sevindim ve bu örneklerin çoğalacağına dair umudum arttı. Arkasından açılan ve gıda topluluğuyla ve küçük üreticilerle dayanışma halinde olan vegan kafe de umudumun artmasına örnek oldu.

Greta Thunberg Etkisi: Adını duyanların harekete geçme olasılığı daha yüksek

Yazan: Anandita Sabherwal /Sander van der Linden

Yeşil Gazete için çeviren: Hanife Aliefendioğlu

*

Time dergisinin kendisini yılın kişisi ilan ettiği ay, Donald Trump ona “öfke yönetimi konusunda çalışmasını” söylüyordu.

Greta Thunberg, Ağustos 2018’de İsveç Parlamentosu önünde tek başına yaptığı eylemden bu yana uluslararası dikkatleri üzerine çekti. “İklim için okul grevi”, şimdi iklim değişikliği konusunda harekete geçmek için dünya çapında 10 milyondan fazla insanı sokaklara döken(çağıran) küresel bir harekete dönüştü.

Greta Thunberg’in tanıdık bir isim haline gelmesiyle, iklim değişikliğiyle ilgili kamuoyunun endişesi de ABD‘de rekor düzeye ulaştı. Peki, bunda Thunberg’in kişisel etkisi ne kadar? Konuşmaları farklı dinleyici gruplarına mı sesleniyor yoksa sadece koroya vaaz mı veriyor?

ABD’de, 1300’den fazla kişinin katıldığı ulusal düzeyde bir ankete göre, Amerikalılar Thunberg’e aşina olduklarını bildirirken, kolektif bir çabanın parçası olarak iklim değişikliğini azaltmadaki katkısına güveniyorlar. Ayrıca, seçilmiş yetkililerle iletişim kurarak veya kampanyalara zaman ve para ayırarak harekete geçmeye kendilerini daha istekli hissediyorlar. İşte buna “Greta Thunberg etkisi” diyoruz.

Aşinalık güçlenmeyi artırır

Greta Thunberg’i bir kez görmek veya duymak, kimseyi anında bir iklim aktivistine dönüştürmüyor elbette. Yine de, çalışmada potansiyel olarak önemli bir ilişkisellik gördük. Thunberg’e daha aşina olanlar (Thunberg’in adını duyanlar), eylemlerinin etkili ve anlamlı olduğunu düşünmeye daha eğilimli ve iklim değişikliği konusunda bir şeyler yapmaya daha kararlıydı. Modelimiz, bunun böyle olabileceğini gösteriyordu çünkü Thunberg’in öyküsünü bilenler için – onun tek başına durarak dünyanın her yerinden milyonlarca kişiye kendisine katılmak için ilham vermesi – sıradan insanların bir fark yaratma potansiyelini tanıma olasılıkları daha yüksekti.

Bu etkinin ne düzeyde yaygın olduğunu bilmek istedik, bu yüzden Thunberg’in en çok hangi kitlelere hitap ettiğini bulmaya çalıştık. Halka açık hitaplarında etrafı genellikle gençlerle çevrili ve iklim eylemi talepleri ağırlıkla liberal politik tercihlerle uyumlu. İnsanlar özdeşleştiklerini daha çok dinleme eğiliminde olduklarından, genç ve sol eğilimli insanların ondan daha fazla etkileneceğini düşündük.

Gençler, muhtemelen en alımlayıcı kişilerdir, ancak Thunberg etkisi kuşaklara ve siyasi görüşlere dayalı bölünmelere meydan okuyor. Fotoğraf: Antonello Marangi/Shutterstock

Şaşırtıcı bir şekilde, Greta Thunberg etkisinin liberaller arasında muhafazakarlardan daha güçlü olmasına rağmen, ABD’li çeşitli siyasi eğilimlerden yetişkinler ve farklı kuşaklar için etkisi benzer görünüyor. Çocukları ve gençleri araştırmaya dahil etmedik, ancak onların Thunberg’in okul grevlerinden çok da etkilenmediklerini öngörüyoruz.

‘Kimse fark yaratamayacak kadar küçük değildir’

Papa Francis, James Hansen ve Jeff Bezos, dini, akademik ve maddi (finansal) güçlerini kullanarak iklim eylemine ivme kazandırmaya çalıştılar. Greta Thunberg’in böyle bir seçkin statüsü yok, peki o nasıl başarılı oldu?

İklim değişikliğiyle ilgili hüküm süren kıyamet duygusu göz önüne alındığında, insanları harekete geçmeleri için güçlendirmek, değişimin mümkün olduğunu ifade etme becerisi gerektirir. Thunberg konuşmalarında “etrafındaki her şeyi değiştirmek için aslında zaman var” diyor. Onun, Gelecek İçin Cumalar (Fridays for Future) kampanyası, aynı zamanda herkesin – okullu çocukların bile – bir fark yaratabileceği mesajına dayanıyor.

Greta Thunberg, diğer insanlar için sıra dışı bir değişime ilham veren sıradan bir kişi. Fotoğraf: Liv Oeian/Shutterstock

En önemlisi, Thunberg’in eylemleri sözleriyle tutarlı. İster Birleşmiş Milletler’de ister ABD Kongresi’nde olsun, dünya liderlerine yönelik ateşli talepleri, herkesin güçlü kurumlara ve insanlara meydan okuyabileceğini ve buna meydan okunması gerektiğini gösteriyor.

İklim eylemi için bunun anlamı ne?

Bulgularımızın, iklim aktivizminin genel olarak etkisini mi yoksa Greta Thunberg’in kendi etkisini mi yansıttığından nasıl emin olabiliriz? Bu sorunun en kestirme cevabı bunu bilemeyeceğimizdir. Ancak sadece Thunberg etkisine yoğunlaşmak için çalışmada katılımcılarımızdan iklim aktivizmine verdikleri desteği derecelendirmelerini istedik. Bunu kontrol ederken bile Thunberg’e aşinalığın bir anlamı olduğunu gördük.

Çevre reformuna daha önce verdikleri destekler veya haberlerden iklim değişikliğini duymuş olmaları gibi, insanların iklim değişikliği konusunda neden harekete geçmek isteyeceklerini açıklayabilecek başka şeyler de var hiç kuşkusuz. Ancak bunun çoğu, bir kişinin ne okuduğunun ve iklim eylemini ne kadar desteklediğinin en önemli öncüllerinden biri olan modelimizdeki siyasal ideoloji tarafından dolaylı olarak zaten içeriliyor. İnsanların iklim değişikliğiyle mücadele etmek isteyebilecekleri pek çok neden varken, Greta Thunberg’e aşina olmak, fark yaratmak için benzersiz bir güçlendirici etkiye sahip gibi görünüyor.

Münih, Almanya, 20 Eylül 2019, Cuma, 30.000 kişi iklim eyleminde. FooTToo/Shutterstock

Peki ya Greta Thunberg etkisi aslında başka bir şekilde işliyorsa? Aslında, zaten iklim değişikliği konusunda harekete geçme olasılığı daha yüksek olan insanların ona daha aşina olduğunu mu bulduk? Emin olamayız çünkü bu tür bir çalışma nedenselliği kanıtlayamaz, yalnızca ilişkileri gösterebilir. Ancak istatistiksel hesaplamalar bu tersine açıklamanın verileri ve bizim orijinal verilerimiz kadar iyi açıklamadığını gösterdi. Elbette gerçeklik, modellerimizin saptadığından daha karmaşık olabilir. İklim eylemine ilham vermek için –her iki açıklamanın birlikte çalıştığı– olumlu bir geribildirim döngüsü de mümkündür.

Gelecekte bulgularımıza dayanarak kontrol araştırmaları yapılabilir, ama  verilerimizdeki modeller, en azından Greta Thunberg’in kısmen ilham verici bir lider olduğunu, çünkü bir ani ve büyük değişimin mümkün olduğu konusunda ikna edici bir örnek olduğunu gösteriyor. O halde aktivistler kendi etkilerini nasıl artırabilir? İklim değişikliğinin ne kadar siyasallaştığı düşünüldüğünde, yanıtlardan biri kimliklerinin daha geniş kitlelerle paylaşma eğiliminde oldukları yönlerinin altını çizerek siyasi yelpazenin çeşitli kesimlerindeki insanlara hitap edebilirler. Greta Thunberg etkisi, eylem çağrılarının yaş veya siyasetten bağımsız olarak toplumun geniş kesimlerini harekete geçirebileceğini gösteriyor.

Makalenin İngilizce orijinali

[Çocuklar için Yeşil Kitaplar] Atıksız yaşamın ipuçları: Başka bir gezegen yok

Gündelik hayattaki her eylemimiz önemli ve her değişiklik bir etki teşkil ediyor. Daha sürdürülebilir bir yaşam içinse evde, okulda ve dışarıda yapılabilecek pek çok irili ufaklı şey var. Başka Bir Gezegen Yok tam da burada devreye giriyor. Barındırdığı çeşitli pratik ipuçları ve kolay uygulanabilir tariflerle, okuyucuya israftan kaçınmayı, var olanı dönüştürmeyi eğlenceli ve canlı bir şekilde öğrenmek için ideal bir başlangıç ​​noktası sunuyor.

Doğayla daha bütüncül bir yaşamı içselleştirip, ona göre hareket etmenin önceliği ise bazı kavramları bilip ayırt etmekten geçiyor. Nil Ormanlı Balpınar, ilk olarak atık kavramının peşine düşüp, genç okuyucuya atık ve çöp arasındaki ayrımı açıklıyor. Bir şeyin hangi koşullarda çöp veya atık kabul edildiğini değerlendiriyor. Sonuçta, bu aynı zamanda bir tanımlama meselesi ve bir kişi için atık olabilecek bir şey, bir başkası için önemli bir hammadde veya hâlâ yeniden kullanılabilecek bir malzeme. 

‘Sürdürülebilir bir yaşam’ kılavuzu

Balpınar’ın kılavuzu, gündelik hayatımızı hep yeniden gözden geçirmenin ve sorgulama halinde olmanın önemini hatırlatırken, genç okuyucuyu bunaltmadan materyal döngüsü, bertarafı ve geri dönüşümü konularına yaklaştırıyor. Az atıklı yaşamdan ikim değişikliğine, karbon ayak izinden  doğa dostu etkinlik önerilerine kadar pek çok konu başlığının altında verilen, kolaylıkla hayat pratiğimize adapte edebileceğimiz öneriler, sürdürülebilir bir yaşam için gereken dönüşüm ve yapılanmanın bir yoksun kalış anlamına gelmediğini gösteriyor.

Tarifler bir sonraki hediye paketimizi ya da dudak nemlendiricimizi nasıl yapabileceğimizi de içeriyor.

Ve en önemlisi de Başka Bir Gezegen Yok, şu an hayatımızda var olan tüm plastikleri toplayıp, evimizden çıkararak kapı önüne koyduğumuz bir ‘temiz sayfa’dan bahsetmiyor. Püf nokta; atık yönetimi, biraz yaratıcılık ve eyleme geçerek elimizdekileri dönüştürme.

Gündelik hayatımızdaki tüm eylem ve kararlarımızın etiğe dayalı olduğu farkındalığını ilham verici dönüşüm örnekleriyle bir davete dönüştüren bu kitabın evde kompost hazırlamaktan, okulumuza geri dönüşüm kutuları istemeye uzanan çeşitliliği genç okuyucuya ulaşmanın ve onu bir yerden yakalamanın imkan alanını genişletiyor. Nil’in de dediği gibi, her şey adım adım ve sana en uygun gelenle başlamak çok önemli…

 Yazar hakkında

1990 yılında İstanbul’da doğdu. Lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı. Ardından Lyon 3 Jean Moulin Üniversitesi’nde Kültürel Çalışmalar üzerine yüksek lisansını yaptı. Şu anda editör olarak bir yayınevinde tam zamanlı olarak çalışıyor ve çocuk kitapları çeviriyor. Nil Kıyısı isimli Instagram hesabından ekolojik yaşamla ilgili önerilerde bulunuyor, atıklarını ve doğaya olan etkisini azaltmaya çalışıyor.

Künye

Yazar: Nil Ormanlı Balpınar
Türü: Ekoloji
Baskı Yılı: 2020
Yayınevi: Genç Timaş

 

[Cadı Kazanı] İkiyüzlü hayırseverlik

1994 yılında oluşturulan Birleşmiş Milletler Çölleşmeyle Mücadele Sözleşmesi (UNCCD), çevre ve kalkınmayı sürdürülebilir arazi yönetimine bağlayan, yasal olarak bağlayıcı tek uluslararası antlaşma. 2021 Ocak ayında UNCCD resmi sayfasında yer alan  basın açıklamasında şu ifadeler yer alıyordu:

“Sözleşmenin İcra Sekreteri İbrahim Thiaw, Kanada Hükümeti’nin Arazi Bozulması Tarafsızlık (LDN) Fonu’na 55 milyon Kanada doları yatırım yapacağının duyurusunu memnuniyetle karşılıyor. Fon, bozulmuş ekosistemleri eski haline getirmek ve yeşil ekonomilere uyum sağlamak için sürdürülebilir arazi yönetimi tekniklerini kullanan gelişmekte olan ülkelerde özel sektör projelerini desteklemektedir.”

Kanada Başbakanı Justin Trudeau, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron‘un BM ve Dünya Bankası işbirliğiyle ev sahipliğinde 11 Ocak Pazartesi günü Fransa’nın Paris kentinde düzenlenen One Planet Biyoçeşitlilik Zirvesi‘nde taahhüdünü açıkladı.

Kanada yatırımının özellikle uygun bir zamanda geldiğini belirten Thiaw, sözlerine şöyle devam ediyordu:

“Finansman, düşük ve orta gelirli ülkelerdeki projeleri hedefleyen sürdürülebilir arazi yönetimi için ek kamu ve özel sektör kaynaklarından yararlanacak. Bu, Covid-19 salgınından yola çıkarak, kırsal alanlardan yeni ekonomik faaliyetlerin ve değer zincirlerinin ortaya çıkmasını sağlayacaktır. LDN Fonuna yatırım yapmak, karasal ekosistemlerin ve yerel popülasyonların geri dönmesine yardımcı olmanın etkili bir yoludur.”

Rockefeller’in fonladığı arazi yönetimi

“Tek Gezegen Zirvesi”, doğayı koruma konusunda harekete geçmek için ivme oluşturmayı ve Covid-19 salgınından sonra gezegenimizi daha iyi bir şekilde yeniden inşa etme potansiyelinin altını çizmeyi amaçlıyor. 

LDN Fonu ise bir etki yatırım fonu. Fon, özel sektör tarafından uygulanan sürdürülebilir arazi yönetimi ve arazi restorasyon projeleri yoluyla arazi bozulumunun tarafsız olmasını desteklemek için kamu, özel ve filantropik (uzmanlığını veya  kaynaklarını kamu yararı gözeterek gönüllü olarak sunması yani hayırseverlik) sektörlerin kaynaklarını harmanlamayı  amaçlıyor. Bu fonun ortakları arasında Rockefeller Vakfı da var. 

Aynanın bu yüzünden bakınca Kanada alkışı hak ediyor. Ancak ‘yeni ekonomik faaliyet ve değer zinciri’  tanımlaması, aklıma nedense altın aramalarını getirdi. Çünkü aynanın öteki yüzünde, Türkiye’nin en önemli biyo çeşitliliğine sahip bin pınarlı Kaz Dağları‘nı ve Artvin‘i  altın çıkarmak için mahvedecek olan Kanadalı şirketler var. Peki Kanada hükümeti , şirketlerinin  altın aramak için, verimli toprakları, biyoçeşitliliği, siyanürle yok edeceğini, bozulmamış ekosistemi nasıl bozacağını bilmiyor mu acaba? Yoksa üç maymunu mu oynuyor? Büyük bir ikiyüzlülükle , bozulmuş ekosistemi eski haline getirme “masalını” anlatıyor bize, üstelik Birleşmiş Milletler’in övgüleriyle. Aynı Birleşmiş Milletler’in dört kuruluşu, geçmişte Kanada’yı, maden şirketlerinin yurt dışı faaliyetlerinden sorumlu tutmaya çağırmışken!

Bu masal  Türkiye dahil birçok ülkede anlatılıp duruyor:

“Bir varmış bir yokmuş,
Kanada’lı  şirketler ,dünyanın dört bir yanında
Altın aramaya başlamış.
Siyanür ekosistemi altüst etmiş, toprakları öldürmüş,
Kanada görmemiş, duymamış, konuşmamış,
Kanada az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş,
Bir de bakmış ki ; şirketleri ve ülkesi zenginleşmiş ama
Gezegenimiz fakirleşmiş..

Aaa bir de ne görsün o da aynı gemideymiş,
Anlamış ki dokundukları her şey bir gün altın olacak,
Altın, yenilmez, içilmez, pandemilere aşı olmaz
Hemen bir bilene başvurmuş,
Bilenin adı Rockefeller’miş
İki yüzlü hayırseverlikten en iyi o anlarmış….”

Masalın bundan sonrası daha da heyecanlı, çünkü işin içine giren ana ‘kahraman’ Rockefeller Vakfı’nın yaptıkları saymakla bitmezmiş. Kahramanlık öykülerini biçimlediği, “az gelişmiş” ülkelerden biri olarak Türkiye de, taa 1950′ lerde ‘nüfus ve tarım’ politikasını uygulama ülkelerinden biri olarak, yerini almış. Günümüze yansıyan sonuçları ise, GDO ve tarım zehirleri olmuş. İlaç sektöründekileri anmıyorum bile!

Modern sömürgecilik 

Merkezi Kanada’da olan dünyanın en büyük altın madenciliği şirketi, Barrick Gold; Arjantin, Avustralya, Kanada, Şili, Dominik Cumhuriyeti, Papua Yeni Gine, Peru, Suudi Arabistan, Tanzanya, ABD ve Zambiya’da, madencilik faaliyetlerinde bulunuyor. LDN fonunun yönleneceği ülkeler arasında başı çekenin Afrika olması, yüzyıllardır Afrika kıtasının  topraklarını sömüren ,değerli madenlerini çıkarmak için topraklarını öldüren, biyo çeşitliliğini bozan batılı ülkelerin iki yüzlülüğünü getiriyor akla. Dünyadaki yeraltı zenginliklerinin %30 unu barındıran Sahra Altı Afrika’daki altı ülkenin, başta altın ve elmas olmak üzere, madenlerini talan eden şirketlerin hepsinin  yabancı olması, sömürgecilik anlayışının hala sürdüğünü gösteriyor.

Altın, platin, kömür, demir ve elmas madenlerine sahip Afrika kıtası yalnızca Kanadalı şirketlerin değil, ABD’li, Fransız hatta Çinli şirketlerin de rekabet sahası artık…

Binyıllardır oluşan ekosistem, 55 milyon Kanada dolarıyla veya on yıllardır   az gelişmiş ülkelerin tarım politikalarını yöneten Rockefeller Vakfı’nın LDN fonu destekçisi olmasıyla, tarım zehirlerinin şirketlere her yıl milyarlarca dolar kazandırmasıyla onarılır mı?

Peki ya Türkiye? 

Karar vericilerimiz iklim krizi için  boş vaatler sıralarken, bozulan toprak ve ekosistem için hala hiçbir önlem ve kararlılık yok. 

Her köşesinde taş ocağı açılan Şile‘nin ormanları can çekişiyor. Erzincan ve Tunceli illerinin %52’si, meralarının %66’sı madenlere ruhsatlı. Artvin‘in koruma alanlarının  ve tarım alanlarının %47’si, doğa alanlarının %57’si madenlere ruhsatlı….Bunlar sadece bir kaç örnek.

Torba yasalarla insanların sağlığı yerine maden şirketleri  korunuyor.

Arazi Bozulması Tarafsızlığı (LDN) temel bir hedef; ülkelerin üretken toprak kaybını durdurmak, önlemek ve tersine çevirmek için birlikte çalıştıkları uluslararası bir taahhüt. Türkiye LDN sözleşmesine “gönüllü” taraf ve üstelik  ulusal hedeflerini de açıklamış. Bu ikiyüzlülüğün adını da siz koyun!

Arılar ölürken insanlar yaşar mı? 

Adana’da arıların toplu ölümü görüntüleri yerine karar vericilerin gözünde hala altın ve dolar işaretleri var. Ekosistemimiz yok olurken, kimse ekonomik nedenler martavalı okumasın. Daha uzun yıllar birçok pandemi göreceğimiz ülkemizde insanlar binlerce ölürken, zamanında alınmamış kararların ve uygulanmamış önlemlerin sorumluluğu olmayacak mı?

Toplu arı ölümleri gibi, tarım zehirleri  daha bir çok böceğe  zarar veriyor. Dünya Sağlık Örgütü’nce glisofat gibi ,son derece tehlikeli olduğu açıklanan tarım zehirleri ülkemizde hala kullanılıyor. Almanya bu nedenle “Böcekleri Koruma Kanunu’ hazırladı, glifosat kullanımını da 2023 de sonlandıracak.

Son yirmi yılda dünyadaki böcek nüfusu %24 azaldı. Unutmayın, insanlar yok olursa, böcekler yok olmaz ama böcekler yok olursa insanlar yok olur.

*

Olanca kötülüğün, karanlığın içinde her şeye rağmen ışık vardır ve ışığa zaten en çok ‘karanlık zamanlar’da ihtiyaç duyarız. Her doğum bir mucize, her insan yeni bir başlangıçtır ve insanlar bir araya gelip ortak eylemde sürece umut da vardır. Dünya sevgisini mümkün kılan, içinde yaşadığımız dünya için sorumluluk alıp ortak eylemde bulunma yetimizdir.” (Hannah Arendt)                                            

 

Kış, Teksas’ı esir aldı

Amerika Birleşik Devletleri‘nin (ABD) Teksas eyaleti kışı çok zor geçiriyor. Eyalette milyonlarca insan elektrik ve ısınma ihtiyacını karşılayamıyor.

Soğuk havada meydana gelen kaza ve yangınlar sebebiyle şimdiye kadar 20’den fazla insanın öldüğü tahmin ediliyor.

 

İnsanların yanı sıra hayvanlar da soğuk havadan ciddi şekilde etkileniyor. Barınma merkezlerindeki birçok hayvan olumsuz hava şartları sebebiyle hayatını kaybetti.

Ulusal Meteoroloji Servisi, hafta sonundan itibaren Teksas ve civar eyaletlerde sıcaklığın yükselmeye başlamasını beklediklerini kaydetti.

Çevre Mühendisleri Odası: Diplomalarımızı yok sayamazsınız

TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İzmir Şubesi, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın düzenlemesiyle getirilen “Atıksu Arıtma Tesisi Sorumlusu” uygulamasına tepki gösterdi.

Bakanlık, dört yıllık Çevre Mühendisliği lisans eğitimini ve diplomasını “yetersiz” bularak, farklı meslek gruplarına birkaç günlük eğitim ve sınav sonucu verilecek belgeler ile yeni bir süreç başlatmıştı.

Yapılan açıklamada, “Sadece iki haftalık çevrimiçi atıksu arıtma tesisi yeterlilik eğitimi sonunda yapılacak bir sınavda başarılı olanlara, Bakanlıkça tesis sorumlusu belgesi verilmesi dayatması kabul edilemez bir durumdur. Bu uygulamanın ücret karşılığı yapılması, üstelik diğer ilgili ilgisiz disiplinlere de sektörde Çevre Mühendisleri ile aynı koşullarda kapı açılması akıl dışıdır” eleştirisi yer aldı.

‘Çözüm değil kaos getirir’

Bu tebliğin bir çözüm değil kaos nedeni olduğu belirtilen açıklamada “Bu Tebliğ, ülkemizdeki mevcut atık su arıtma tesislerinin planlama, projelendirme ve imalat adımlarında yapılan hatalar yok sayılarak, sorunun yalnızca atıksu arıtma tesislerinin ‘iyi işletilemediği tezi’ üzerinden yola çıkılarak yapılmış bir düzenlemedir” denildi.

Bu yapılırken planlamada, proje kriterlerinin tespitinde, ekipman seçiminde, ihale ve kabul süreçlerindeki kuralsızlığa varan kasıtlı/kasıtsız karar ve uygulamaların göz ardı edildiği belirtilen açıklamada “Sorunun asıl kaynağı olan bu denetimsizlik ve kontrolsüzlük işletme sürecinde de mevcuttur. Politika yöneticileri ve karar vericilerin uygun işletme koşullarını sağlamaktaki yetersizlikleri, soruna yol açmaktadır” ifadeleri yer aldı.

‘Diplomamız yok sayılıyor’

Açıklamada “Tebliğ ile getirilen şartlar; Çevre Mühendisliği meslek disiplinini ve Çevre Mühendislerinin 4 yıllık lisans eğitimi sonunda hak sahibi oldukları, mesleklerini yapabilmeleri için bir yeterlik ve yetkinlik belgesi olan “Diploma”larını yok saymaktadır” denildi.

Çevre Mühendisliği diplomasının atıksu arıtma tesislerinin işletilmesi için bir yeterlik ve yetkinlik belgesi olduğu belirtilen açıklamada “Yaşanan sorunlara mesleki hakların korunmasını gözeten bir çözüm getirmek yerine, mesleki çerçeveyi belirsizleştiren ve sorunun bütünsel değerlendirmesinden uzak bir yaklaşımla, eğitim ve sertifikalandırmayı öngören bir tebliğ oluşturulmuştur” ifadeleri kullanıldı.

Hukuki süreç devam ediyor

Tebliğ ile ilgili hukuki, mesleki ve idari mücadelelerinin devam ettiği hatırlatılan açıklamada “Bu süreçte; Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından ‘Atıksu Arıtma Tesisi Sorumlusu Eğitimi’ duyuruları açılarak kayıtlar alınmış ve eğitim ile birlikte çevrimiçi bir sınav gerçekleştirilmiş, yasal zorunluluk gereği birçok meslektaşımız da diğer meslek grupları ile birlikte bu eğitim ve sınava katılmak zorunda bırakılmıştır” denildi.

Bunun üzerine Tebliğin bazı maddeleri ile Tebliğe bağlı eğitim ve sınav süreçlerinin iptali ve yürütmesinin durdurulması istemiyle Danıştay 6’ncı Dairesi nezdinde dava açıldığı aktarıldı. Açıklamada “Yürütmenin durdurulması isteminin karara bağlanması öncesinde, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından savunma için ek süre talep edilmiş olup 21 Ocak 2021 tarihli ara karar ile mahkemece 30 günlük ek süre verilen Bakanlığın savunması beklenmektedir” bilgisi paylaşıldı.

Açıklama “Tesislerin doğru yönetilmesi ve işletilmesi; bu tesislere ilişkin tüm aşamaların bu konuda uzman meslek disiplini olan Çevre Mühendislerinin sorumluluğunda yürütülmesine, etkin denetim mekanizmaları ile yönetim ve işletme süreçlerinde çevre yönetimi anlayışının mühendislik, çevre ve halk sağlığı yararı kapsamında değerlendirilmesine bağlıdır” ifadeleriyle son buldu.

 

 

Rize’de HES projesine karşı çıkan köylüler soruyor: İneklerim nereden su içecek? 

Haber: Gençağa Karafazlı

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın memleketi Rize Güneysu ilçesinin Gürgen Köyü‘nde yaşayanların Baro Enerji (Baro Enerji Elektrik Üretim Dağıtım Pazarlama Sanayi ve Ticaret A.Ş) tarafından yürütülen hidroelektrik santrali (HES) projesine karşı açtıkları davanın duruşması 17 Şubat tarihinde gerçekleşti.

Dört ayrı HES davasının görüldüğü Rize Adliyesi’ndeki duruşmaya katılmak isteyen yurttaşlar pandemi gerekçesiyle alınmadı. Duruşmanın ardından mahkeme kararı 15 gün içerisinde açıklayacağını duyurdu.

Bilirkişi raporlarındaki tutarsızlıklara dikkat çeken avukatlar savunma sırasında “Bu davanın kaybedilmesi demek, bu vadideki 12 adet HES projesinin faaliyete geçmesi demektir” ifadelerini kullandı.

‘18 aydır çalışmalarına hukuksuz devam ediyor’

Duruşmaya katılamayan vatandaşların taleplerini mahkeme heyetine ve kamuoyuna aktaran Handüzü Yaylası Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Derneği adına yapılan açıklamada şu ifadelere yer verildi:

Güneysu Gürgen Köyünde yaklaşık 18 aydır hukuksuz bir şekilde çalışmalarına devam eden Alicik Hes inşaatının durdurulması için Rize İdare Mahkemesine açtığımız davanın duruşması bugün yapıldı. Şirketin köy halkına ve kamuoyuna karşı bütün yanıltmalara, baskılarına ve hukuk dışı faaliyetlerine rağmen biz adaletten hiçbir zaman ümidimizi kesmedik.”

‘İneklerim nereden su içecek?’

Bu süre içinde Gürgen ve Başköylü vatandaşlar olarak her türlü hukuki mücadeleyi verdiklerini belirten Dernek, “Duruşmaya gelemeyen yaşlılarımızın, kadınlarımızın, çocuklarımızın ve gençlerimizin ilgili makamlara ve şirkete yönelttiği soruları sizinle paylaşmaya çalışacağım” dedi. Açıklamada şu sorular aktarıldı:

Hüseyin dayı soruyor; 5 metre yüksekliğinde bent yaptınız, derenin karşısındaki arazime nereden geçeceğim?  Çaycı Mustafa soruyor; derede su kalmadı, ortalık toz duman oldu, bu vadide artık çay yetişir mi?

Genç Mehmet soruyor; bir balık tutum 1000 lira ceza kesildi. Bu HES binlerce balığı katletti. Bunun hesabını kim verecek? Fatma teyze soruyor; ineklerim artık nereden su içecek?

Çayını sattıktan sonra derede serinleyen Ahmet soruyor; denize gitme imkânım yok, ben artık çayı sattıktan sonra nerede serinleyeceğim?  Yüzmeyi bu derede öğrenen Hasan soruyor; benim çocuklarım nerede yüzmeyi öğrenecek?

‘Fasülyeyi nerede yetiştireceğim?’

Ayşe hala soruyor; ben fasulye, mısır nerede yetiştireceğim? Rize’de ikamet eden vatandaşlar soruyor; ileride susuzluk yaşanacak mı, biz şu ihtiyacımızı nereden karşılayacağız?

Arıcı İsmail soruyor; bu toz dumanda bütün çiçekler toz altında kalıyor, arılar nasıl bal yapacak?  Zafer’in torunu soruyor; biz nerede oyun oynayacağız?

‘Hiç mi vicdanınız sızlamadı?’

Dernek tarafından yapılan açıklamada ise “Şimdi de ben şirket yetkililerine soruyorum; bir dereyi, bir yaşam alanını yok ettiniz, hiç mi vicdanınız sızlamadı?” sorusu yöneltildi.

Açıklamada “Şahsi menfaatlerini toplumun önünde tutanlar, rant için çevreyi, insan yaşamını hiçe sayanlar eninde sonunda adalet önünde kaybedecekler ve hukuk yerini bulacaktır” ifadeleri kullanıldı.

Ne olmuştu?

Rize Güneysu Gürgen Deresi üzerinde 2010 yılında Baro Enerji tarafından yapımı planlanan Alicik HES ÇED Raporunun iptali için açılan davada Bilir Kişi incelemesi sonucunda, Rize İdare Mahkemesi, projenin geri dönüşü imkânsız zararlar verebileceği gerekçesiyle ÇED Raporunu iptal etmişti.

Aynı dere üzerinde Karayolları tarafından derenin çevreye zarar vermesini önlemek ve köy yolu için yapılan veya vatandaşa bu şekilde anlatılan perde betonun arkasında FORA İNŞAAT tarafından HES borusu döşendiği vatandaşlar tarafından tespit edilmişti.

Olaya tanık olan köylü vatandaşlar, meğer bizi, size yol yapıyoruz deyip kandırmışlar. Bu şekilde buna izin veremeyiz, diyerek tepki gösterdiler. Olay üzerine bir araya gelen vatandaşlar topladıkları imzaları ilgili kurumlara ileterek şikâyetçi olmuşlardı.