Ana Sayfa Blog Sayfa 1096

‘Elektrikli otomobillerin payı son iki yılda yüzde 2’den yüzde 10’a çıktı’

Elektrikli araçların, enerji ve iklim geleceğindeki rolü ile gelişim perspektifleri, Sabancı Üniversitesi İstanbul Uluslararası Enerji ve İklim Merkezi (IICEC) tarafından İstanbul’da düzenlenen “Dünyada ve Türkiye’de Elektrikli Araçlar Görünümü” başlıklı konferans ve panelde ele alındı.

Canlı yayınla online olarak gerçekleştirilen konferansın açılışında konuşan Uluslararası Enerji Ajansı (UEA) Başkanı Dr. Fatih Birol, İklim sorununu çözmenin ana yolunun enerji sektörünü temiz bir hale getirmek olduğunu, bu konuda da önemli adımlar atıldığını söyledi:

“En önemli adım geçen ay Glasgow’da neticelendi. Tüm ülkeler önümüzdeki yıllarda emisyonları sıfıra getirmek için taahhütte bulundular. Dünyada yeni bir enerji sistemi ufukta görüldü. Yeni bir enerji sistemi kuruluyor. ”

Dünyada elektrikli otomobiller konusunda hızlı bir gelişim görüldüğüne dikkat çeken Birol, “2018-2019 döneminde, dünyada satılan her yüz aracın iki tanesi elektrikli arabaydı. Bugün bunun yüzde 2’den yüzde 10’lara yaklaştığını görüyoruz.” dedi. Birol, dünyanın en büyük 20 araba üreticisinden 18’inin, 2030 itibariyle esas ana üretim alanının elektrikli otomobiller olacağını düşündüklerini kaydetti.

‘En önemli konu batarya teknolojisi’

Elektrikli otomobil üretimindeki en önemli kalemlerden birini batarya oluşturuyor. Mevcut kapasitede 2030 yılına kadar 10 katı kadar bir büyüme bekleniyor.

Özellikle lityum iyon bataryalarda Avrupa’dan Asya’ya, Asya’dan Amerika’ya kadar ciddi bir artış olduğuna değinen Birol, ülkeler iklim değişikliği taahhütlerini yerine getirirse lityum talebinin 10 yıl içince yedi misli artacağına değindi.  

Toplantıda TOGG CEO’su Gürcan Karakaşa dünyada oyunun kurallarının değiştiğini, elektrikli otomobillerde maliyetlerin hızla düştüğünü ve menzil kaygısının çözüldüğünü söyledi. Otomotiv Sanayii Derneği (OSD) Başkanı Haydar Yenigün ise, pandemi koşulları nedeniyle sıkıntılı bir süreçten geçen otomotiv sektörüne Yeşil Mutabakatla birlikte net bir tarif yapıldığını kaydetti:  

“Yeşil Mutabakat bize net bir tarif yapıyor ve ülkeler de bunun altına imza atıyorlar. OSD üyelerinin birçoğu 2030 yılı geldiğinde otomobil üretimlerinin neredeyse tamamını elektriğe çevirmiş olacaktır. Önce otomobiller, hemen ardından hafif ticari araçlar, hemen ardından da kamyonlar ve otobüsler gelecek. Neticede nötr olma hedefleri, üç aşağı beş yukarı 2040 yılında bitecek. “

‘2030’a kadar petrol faturasında 2,5 milyar dolar tasarruf mümkün’

Konferansta raporun sunumunu yapan IICEC Direktörü Bora Şekip Güray,  Yüksek Büyüme Senaryosunda; elektriğin petrolü ikamesiyle petrol faturasında 2021 fiyatlarıyla 2,5 milyar dolar tasarruf sağlanabildiğini kaydetti.

Çalışmada somut öneriler ise şöyle sıralandı:

  1. 2053 net-sıfır hedefi ve temiz enerji dönüşümü ekseninde, somut, gerçekçi ve ulaşılabilir politika hedeflerinin belirlenmesi, yönlendirici ve destekleyici mekanizmaların uygulanması;
  2. Bu dönüşümün sürdürülebilirliğinin, yeşil enerji kaynaklarının gelişimi yoluyla güvence altına alınması;
  3. Çevreyi ve teknolojiyi eksenine alan, bütüncül bir E-mobilite ekosisteminin, kamu, özel sektör, akademi iş birlikleri ve eşgüdüm içerisinde, azami toplumsal fayda ekseninde geliştirilmesi;
  4. Dijitalleşme, akıllı sistemler, enerji depolama gibi yüksek değer önermesi sunan teknolojilerde Ar-Ge ve yerli üretime hız verilmesi;
  5. Bireysel ve kurumsal girişimcilik ekosisteminin ve insan kaynakları potansiyelinin, bölgesel ve küresel aktör olarak konumlanmayı destekleyecek şekilde güçlendirilmesi.

[2021’in ardından] Orman yangınlarından sellere 2021’de su

Türkiye’de 2021’e damgasını vuran en önemli mesele şüphesiz ki suyun kirliliği, azlığı ve fazlalılığı ile ortaya çıkan birbirinden farklı çevre felaketleriydi.

Önce Marmara Denizi’nde 2020 yılının kasım ayında başlayan aşırı fitoplankton artışı, yaz aylarına doğru deniz sıcaklığının da artmasıyla birlikte deniz yüzeyini kilometre karelerce kaplayan müsilaj sorununu olarak karşımıza çıkardı. Yaklaşık 25 milyon insanın ve binlerce sanayi tesisinin atıksularının önemli kısmının yeterince arıtılmadan denize bırakılması, aşırı ve yanlış avlanmayla denizdeki biyolojik çeşitliliği neredeyse ortadan kaldıran balıkçılık faaliyetleri, kıyıları beton dolgu alanlarına dönüştüren projeler ve daha pek çok yanlış uygulama, Marmara Denizi’ndeki müsilaj felaketini elbirliği ile hazırladı. Yüzeydeki müsilaj birikintileri toplansa da sorunun nedenleri ortadan kaldırılmadan, görüntüyü kurtarmak öteye gitmek zor görünüyor.

Yağış almayan, kuruyan ormanlar yandı

2021’de bir yanda da kuraklık devam ederken yaz aylarında gelen sıcak dalgasıyla 28 Temmuz ile 12 Ağustos tarihleri arasında Akdeniz, Ege, Marmara, Batı Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde bulunan 49 ilde 300 civarında orman yangını meydana geldi. Yangınların çıkmasının ana sebebi kurak dönem boyunca doğru düzgün yağış almamış ormanlardaki biyokütlenin su içeriğinin iyice düşmesi ve kuruması sonucu tutuşmaya hazır hale gelmiş olmasıydı. Sıcak dalgası da bu tabloya eklenince ülkenin dört bir yanında eş zamanlı yangınlar çıktı.

İklim değişikliğinin en tipik tezahürlerinden biri olan orman yangınlarına ne kadar hazırlıksız olduğumuz da ortaya çıktı. Günlerce süren orman yangınları bazen yanacak orman kalmadığı için söndü. Bu orman yangınlarda 8 insan hayatını kaybetti, yaklaşık 178 bin hektar orman yok oldu ve sayısız canlı öldü.

İklim değişikliği ve çarpık yapılaşmanın sonucu: Seller

Tüm bunlar yetmez gibi 11 Ağustos’ta Batı Karadeniz’de gerçekleşen aşırı yağışlar sonucu Kastamonu, Sinop ve Bartın illerinde aşırı yağışlara bağlı seller yaşandı. Bu sellerde en 82 kişi hayatını kaybetti. Özellikle Kastamonu’nun Bozkurt ilçesinde yaşanan felaket sadece aşırı yağışlarla ilgili değil, dere yatağı boyunca devam eden suyun akışını ve iklim değişikliğini dikkate almayan çarpık yapılaşma ile de ilgiliydi. Daha önceki benzer felaketlerden bir ders alınmadığı anlaşıldı.

Olumlu gelişmeler de oldu

2021’de sadece olumsuz değil olumlu gelişmeler de yaşandı. Bunlardan biri 23 Ocak tarihinde yayınlanan Resmi Gazete ile yürürlüğe giren “31373 sayılı Planlı Alanlar İmar Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”in 5. maddesi ile birincil su kaynaklarının korunması amacıyla 2 bin metrekarenin üzerindeki parsellere yapılacak binalarda yağmur suyu toplama sistemi kurmanın zorunlu hale getirilmesi oldu. 2 bin metrekareden küçük alanlarda inşa edilecek yapılar için ise yağmur suyu toplama sistemini zorunlu kılma takdir yetkisi belediyelere bırakıldı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) bu yönetmeliği 1000 metrekareden büyük yeni yerleşim yerleri için uygulama kararı aldı. İBB ayrıca yeni yerleşim yerlerinde gri su kullanımının da zorunlu hale getirilmesi için çalışmalara başladı. Bu yönetmeliklerin gerçekten uygulanmaya konması ile suyun verimli kullanımı ve su tasarrufu çok daha etkin bir şekilde sağlanacak.

Bir başka olumlu gelişme ise CHP’li belediyeler ile akademisyenler, sivil toplum temsilcileri, kooperatifler, çiftçi örgütleri ve meslek örgütlerinin 22 Mart Dünya Su Günü’nde İzmir’de bir araya geldiği Kentlerde Sürdürülebilir Su Politikaları Zirvesi idi.

Türkiye’nin kentlerinde yaşanan su yönetimi ilgili sorunların ve çözüm önerilerinin ele alındığı zirvede, CHP’li belediye başkanlarının imzasıyla çıkan “Başka Bir Su Yönetimi Mümkün” başlıklı bir manifesto imzalandı. Manifestoda iklim krizinin su varlıkları üzerindeki etkisini azaltması için su yönetiminde beş ilkesel değişiklik yapılması gerektiği belirtildi. Bu ilkeler, katılımcı bir su yönetim modeli oluşturmak; suyu arzı artırma değil talebi azaltma yönünde yönetmek; suyu havza ölçeğinde planlamak; doğanın su döngüsünü korunmak; ve suyu ekosistem ve sektörler arası döngüsel kullanmak olarak ifade edildi. Türkiye’de ilk kez bu ölçekte ve içerikte bir kentsel su yönetimi zirvesi ve çalıştayı düzenlendi. Bu manifestonun önümüzdeki yıllarda da kentlerimize bir yol haritası olmasını umut ediyoruz.

Özetle, 2021 suyun azlığının da çokluğunun da bereketten çok felaket getirdiği bir yıl oldu. Suyu bu hale getiren biz olduğumuza göre, her yıl olduğu gibi bu yıl da ne ektiysek onu biçtik. Yani bolca atık, karbon emisyonu ve beton ekip, bolca müsilaj, orman yangını ve sel biçtik. Fail de bizdik mağdur da bizdik. 2022’de iyiliklerin faili ve bereketin biçicisi olmak umuduyla…

 

 

LGBTİ+ ailelerinden Süleyman Soylu’ya cevap: LGBTİ+’lar vardır, evlatlarımızın yanındayız!

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, homofobik açıklamalarına bir yenisini daha eklerken, LGBTİ+ ailelerinden yanıt gecikmedi.

“LGBTİ+’lar vardır, evlatlarımızın yanındayız” diyen aileler, “LGBTİ+’ların elbette anneleri, babaları, amcaları, teyzeleri, kardeşleri, yeğenleri de var. LGBTİ+’lar bizim çocuklarımız, kardeşlerimiz, yeğenlerimiz, bizim evlatlarımızdır. Evlatlarımızı varoluşlarından ötürü dışlamıyor, aksine bağrımıza basıyoruz” ifadelerini de kullandı.

‘Çocuklarımız ne yalnız ne de yanlışlar’

Ankara Gökkuşağı Aileleri Derneği (GALADER), LGBTİ+ Aileleri ve Yakınları Derneği (LISTAG), Akdeniz Antalya Aileleri Grubu, Denizli LGBTİ+ Aileleri Grubu ve İzmir LGBTİ+ Aileleri Grubu‘nun imzasıyla yayımlanan metinde LGBTİ+ haklarının insan hakları olduğuna bir kez daha vurgu yapılarak, şu açıklamalar yapıldı:

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun ‘Türkiye Muhtarları Elele’ projesi kapsamında yaptığı bir konuşmada ‘Mahallenizde hangi anne baba, LGBT’nin bu ülkede yayılması, gelişmesi için size başvuruyor? Bir anne baba LGBT bu ülkede yayılsın Bizim çocuklarımız bu işlerle daha çok ilgilensin diye bir tek kişi size başvurdu mu?’ sorusunu dile getirdiğini medyada üzüntüyle okuduk.

Her şeyden önce ‘LGBT’nin yayılması’ diye bir şeyin söz konusu olmadığını söylemek istiyoruz. LGBTİ+ olmak bir yaşam tarzı, bir tercih değil, LGBTİ+ olmak bir varoluştur. İnsanlık tarihi kadar eski, insanlık coğrafyası kadar da yaygındır. LGBTİ+’lar vardır, kimse bir başkasını LGBTİ+ olmaya ikna edemez. LGBTİ+’nın yayılması değil ancak kendini gizlemeyip daha fazla görünür olduğu söylenebilir.

LGBTİ+’ların elbette anneleri, babaları, amcaları, teyzeleri, kardeşleri, yeğenleri de var. LGBTİ+’lar bizim çocuklarımız, kardeşlerimiz, yeğenlerimiz, bizim evlatlarımızdır. Evlatlarımızı varoluşlarından ötürü dışlamıyor, aksine bağrımıza basıyoruz.

Biz LGBTİ+ aileleri, evlatlarımız sayesinde dünyanın siyah ve beyazdan oluşmadığını öğrendik ve de dünyayı kaplayan kocaman bir gökkuşağının altında, her renge yer olduğunu biliyoruz. Tüm ayrıştırmacı konuşmalara ve hedef göstermelere rağmen bizler, temel hak ve özgürlüklerine sahip olabilmeleri için evlatlarımızın yanında yer almaya, onları olanca gücümüzle destelemeye devam edeceğiz çünkü çocuklarımız ne yalnız ne de yanlışlar.

LGBTİ+ hakları, insan haklarıdır. İnsan haklarına saygı duyan herkesi evlatlarımızın varoluşlarını yaşama mücadelesine katkı sunmaya davet ediyor, bir İçişleri Bakanı’nın ülkesinde yaşayan insanları hedef göstermediği ve her yurttaşına eşit yaklaştığı bir ülkeyi temenni ediyoruz.”

Ne demişti?

İçişleri Bakanı Soylu, katıldığı “Türkiye Muhtarlarla El Ele” isimli bir toplantıda yurt dışından LGBTİ+ derneklerine yönelik ciddi bir fonlama olduğunu ileri sürerek, “Mahallenizde hangi anne baba, LGBT’nin bu ülkede yayılması, gelişmesi için size başvuruyor? Bir anne baba ‘LGBT bu ülkede yayılsın? Bizim çocuklarımız bu işlerle daha çok ilgilensin.’ diye bir tek kişi size başvurdu mu? Peki bu sevda nereden çıkıyor? Avrupa’dan ve Amerika’dan. Nasıl çıkıyor? Çok basit. Yurt dışında dernekler, vakıflar var bizatihi büyükelçilikleri var. Biz nasıl ayakta duruyoruz? Uyuşturucuyla saldırıyorlar ayakta duruyoruz. Terörle saldırıyorlar ayakta duruyoruz. Ekonomik olarak saldırıyorlar ayakta duruyoruz. Neden? Aile yapımız güçlü de onun için. Aile yapımız sarsılmıyor, ondan kalkınıyoruz” sözlerini sarf etmişti.

Hong Kong’ta haber kanalı Stand News’e polis baskını: Altı gazeteci göz altında

Hong Kong polisi, bağımsız bir haber sitesi olan Stand News‘e baskın yaparak, burada çalışan altı gazeteciyi tutukladı.

Gazeteciler “komplo kurmak için kışkırtıcı yayınlar yayınlamak”la suçlanıyor.  Bir süredir hem mevcut hem de eski Stand News çalışanları Hong Kong yönetiminin hedefindeydi. Gazete, özellikle 2019’daki  demokrasi yanlısı protestolar sırasında öne çıkan bir avuç nispeten yeni çevrimiçi haber portalından biriydi.

Polisten yapılan açıklamada, “ilgili gazetecilik materyallerini arama ve el koyma” yetkisine sahip olduklarını belirten İçişleri  yetkilisi John Lee, polisin haber kuruluşuna yönelik operasyonunu desteklediğini ve “ulusal güvenliği tehdit eden davranışlara sıfır tolerans” göstereceklerini söyledi:

“Medyayı siyasi amaçlarını veya diğer çıkarlarını sürdürmek için bir araç olarak kullanmak, özellikle ulusal güvenliği tehlikeye atan suçlar olmak üzere yasaya aykırıdır. Bunlar, basın özgürlüğüne zarar veren şeytani unsurlardır.”

Hong Kong ‘her zaman gazetecilere ihtiyaç duyacak’

Stand News’in sosyal medya sayfasında yayınlanan görüntülerde, sabah erken saatlerde müdür yardımcısı Ronson Chan’ın evinin kapısına kalabalık bir ekiple giden polislerin, Chan’ı alarak götürdükleri görünüyor. Stand News baş editörü Patrick Lam ise polisin Hong Kong’un Kwun Tong bölgesindeki binayı araması sırasında kelepçeli olarak ofis binasına getirildi.

Bir gece önce Chan, başkanı olduğu Hong Kong Gazeteciler Derneği‘nin (HKJA) yıllık yemeğine ev sahipliği yapmış ve Apple Daily’nin kapatılmasına atıfta bulunarak kentin her zaman gerçeğe ve gerçek gazetecilere ihtiyaç duyacağını söylemişti. 

Bu yılın başlarında, yine yüzlerce polis, Hong Kong ve Çin liderliğini sert bir şekilde eleştirdiği bilinen bir yayın olan Apple Daily‘nin binasına baskın düzenlemiş; varlıkları dondurulan, yöneticileri gözaltına alınan gazete kısa süre sonra kapatılmıştı.

Gazetecileri Koruma Komitesi, Hong Kong yönetimini Temel Kanun uyarınca basın özgürlüğünü korumaya çağırdı. Hong Kong’un İngiltere’den Çin’e geri verilmesiyle yürürlüğe giren Temel Kanun, toplanma ve ifade özgürlüğü gibi hakları koruyor.

Hong Kong yetkilileri ise, bir ulusal güvenlik yasasının çıkarılmasının ardından şehirdeki muhalefeti giderek daha fazla bastırıyor. Tartışmalı yasa maddeleriyle ayrılmayı savunanlar veya yabancı güçlerle gizli anlaşma yapmakla suçlananlar müebbet hapis cezasına çarptırılıyor. 

Gazeteciler ve STK temsilcileri,  yasanın Hong Kong’un yargı özerkliğini azalttığını ve göstericileri ve aktivistleri cezalandırmayı kolaylaştırdığını belirtiyor. 

 

Beş ay sonra savunma istendi: Can Candan, Erkan Baş paylaşımı yüzünden Boğaziçi’nden uzaklaştırılmış

Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Naci İnci’nin görevden aldığı akademisyen Can Candan, kendisine açılan soruşturma nedeninin TİP Genel Başkanı Erkan Baş‘ın tweetini alıntılayarak paylaşması olduğunu söyledi.

Üniversiteye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kararıyla 1 Ocak’ta Melih Bulu’nun atanmasının ardından ‘kayyım rektör’ eleştirileri yükselmiş, özerk yönetim için yapılan eylemlerde 500’den fazla öğrenci gözaltına alınmıştı. Yine Erdoğan’ın kararıyla görevden alınan Bulu’nun yerine Prof. Dr. Naci İnci önce vekaleten sonra da asaleten atandı.

İnci vekaleten atandığı dönemde, sinema ve belgesel alanında dersler veren akademisyen Can Candan’ın görevine son vermiş, Candan kampüse de alınmamıştı.

Beş ay sonra yazı gönderildi

Görevden alınmasından beş ay sonra Boğaziçi Rektörlüğü, Candan’a kendini savunması için bir yazı gönderdi. Yazının ayrıntılarını sosyal medya hesabından paylaşan Candan, rektörlüğün 29 Aralık’ta kendisini savunmaya çağırdığını duyurdu.

Candan savunma çağrılmasıyla ilgili şunları yazdı: “Bu yazıyla 29 Aralık günü beni ilk defa soruşturmaya davet ediyorlar. Beş buçuk ay önce yürütmedikleri, sonuçlandırmadıkları ama haksız, hukuksuz olarak görevden alınma sebebim olarak gösterdikleri soruşturmayı şimdi yürütmeye çalışıyorlar. Neden mi? Çünkü açtığım dava sürecinde üst mahkeme nerede soruşturma belgeleri dedi”

Candan kendisine gönderilen yazıda görevden alınma sebebinin Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Erkan Baş‘ın sözlerini paylaşması olduğunu söyledi:

“Madem soruşturma yapmadınız, nasıl görevden alınma sebebi olarak yürütmediğiniz, sonuçlandırmadığınız soruşturmayı kullanır, beni ve öğrencilerimi mağdur edersiniz? Peki, soruşturmaya sebep gösterdiğiniz paylaşıma ne demeli? Bir haber portalında çıkan ve alıntıladığım (bana ait olmayan) sözleri tırnak içine alarak Twitter’da paylaşmam… Erkan Başkan söylediklerini bir haber portalından alıntıladım bak neler oldu

 

Trakya’daki sağanak yağış sel ve taşkınlara sebep oldu

Trakya‘da etkisini sürdüren sağanak yağış, Kırklareli‘nin Lüleburgaz, Babaeski ve Pınarhisar ilçesinde sele ve taşkınlara sebep olup, hayatı olumsuz etkiledi.

Sel nedeniyle evlerinde mahsur kalanlar kepçelerle kurtarıldı.

Dereler taştı

Yağışın etkili olduğu Lüleburgaz ilçesinde Lüleburgaz Deresi, Yıldırım Mahallesi‘nin Kümevleri mevkiinde taştı.

Kümevleri mevkiindeki evlerin birinci katları sular altında kalırken, dere üzerinden giden köprünün sular altında kalması ve yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kalındı. Olay üzerine bölgeye AFAD, UMKE, askeri personel, polis, belediye, sağlık ve Kızılay‘dan ekipler sevk edildi.

Sel nedeniyle evlerinde mahsur kalanlar da, kepçe yardımıyla evlerinden alındı ve misafirhanelere ve yakınlarının evlerine yerleştirildi.

Babaeski ilçesinde Çürtlen Deresi‘nin taşması sonucu Kurtuluş Mahallesi‘nde ev ve iş yerlerini su bastı. Evlerinde mahsur kalanlar, ekipler tarafından kepçelerle tahliye edildi.

Pınarhisar ilçesinde de Kaynarca-Lüleburgaz karayolu üzerindeki Kaynarca Deresi taştı. İlçe merkezindeki bazı ev ve iş yerlerini su bastı.

Kırklareli Valiliği’nden açıklama

Kırklareli Valiliği tarafından yapılan açıklamada, gün boyu devam eden aşırı yağışlar sebebiyle AFAD, İl Özel İdaresi, Devlet Su İşleri, Kızılay, karayolları ve belediye ekiplerinin çalışmalarını sürdürdüğü belirtildi:

Ekiplerimizin ilk andan itibaren afetten etkilenen bölgelerde müdahale ve önleme çalışmaları aralıksız devam etmektedir. Meydana gelen su baskınından etkilenen bölgelerimizde vatandaşlarımızın tüm mağduriyetleri devletimiz tarafından giderilecektir. Su baskınından etkilenen bölgelerde yaşayan değerli vatandaşlarımızın yetkili ekiplerimizin yönlendirme ve uyarılarını dikkate almaları büyük önem taşımaktadır. Allah ülkemizi, ilimizi tüm afetlerden korusun.”

[2021’in ardından] Neoliberal kentin sonuna doğru mu?

[email protected]

2021’de gördüğümüz kent tablosu, sanki içten bir çürümeyi ve sürdürülemezliği gösteriyor. Neo-liberal kent, yani gelir dağılımında ve sınıflarda kutuplaşmanın, kayıt dışı/ güvencesiz ve sömürücü istihdamın, buna karşılık tutuculaşmış/ muhafazakar ve otoriteye baş eğen kentlilerin kenti, gökdelenlerin/ çitlenmiş sitelerin, gösterişçi AVM’lerin, zehir saçan otoyolların/ viyadük-tünellerin kenti, giderek soluyor ve çöküyor. Ancak bu, 2021’e özgü değil; “çılgın rant” kentlerindeki dökülme, epey önce başladı ve giderek artıyor.

Bir yandan salgın hastalığın uzun sürmüş yıkımı ve yıldırıcı etkisi diğer yandan ekonomik krizin yoksullaştırdığı, işsizleştirdiği ve umutsuzlaştırdığı bir çaresizlik tablosu, giderek büyüyen yoksullar ordusunun gücünü öğütüyor. Onları kolsuz-kanatsız ve sessiz hale getiriyor. Otoriter bir popülizm, herkesi teslim alıyor ve kendisine itaate zorluyor.

Bütün büyük kentlerde mültecilere, başka ülkelerden göç edenlere duyulan haksız öfke büyüyor. Gerçekte, yoksullaşmayı da/ mültecileşmeyi de, aynı büyük neoliberal güç/siyaset ve diplomasi yaratıyor ama öfke haksızlıkları/ insan haklarını çiğneyerek zenginleşenleri hedef almıyor. Ankara Altındağ’da da gördüğümüz gibi, aynı sınıfın yerlileri ile mültecileri arasında, milliyetçi bir ateş ve kan olarak beliriyor.

2021’de kentler/ kentliler neleri gördü?

Bu yıl,

Kentlere doğru göçün, her şeye rağmen sürüdüğünü gördük. Büyük kentler göç/ göçmen ve mülteci alarak büyüyorlar. Yani kentlerin kalabalıklaşmaya devam ettiğini gördük…

Fotoğraf: Bülent Kılıç/AFP.

Ayrımcılık, milliyetçilik ve giderek öldürücü hale gelen şiddet patlamaları gördük kentlerde. Erkekler kadınları, yoksullar başka yoksulları ve göçmenleri/ sığınmacıları öldürüyor; güvenliksiz işyerindeki kazalar ise, çalışanları/ emekçileri/ çocuk işçileri…

Ama hepsinden de önemli olarak, bir kriz olma aşamasına gelmiş iklim koşulları, artan bunaltıcı sıcaklar, kuraklık ve aynı zamanda seller, büyük orman yangınlarıyla tehdit edilen yerleşimleri, su kıtlığını/barajların boşalmasını hisseden kentlileri ve sellere kapılan yerleşimleri gördük.

Devleti, parti devleti haline getiren iktidardaki politik güç, seçimde kendisine oy vermemiş olan metropol halklarını, her fırsatta cezalandırıyor. Toplumundan oy alamadığı kentlerin yerel yönetimlerini etkisiz hale getirmek için uğraşıyor. Seçilmiş belediye başkanlarını görevden alarak kayyım atıyor. “Yerel” olanı, “merkezi” olanla değiştirmek işitiyor. Ancak metropollerin yerel yönetimleri de kendi toplumlarıyla bütünleşmeye, popülist ve otoriter olmayan/ ırkçı olmayan, demokrasiyi içselleştirmiş bir yönetim arayışına istekli görünmüyor.

Kentlerin güçlükle geçinen kesimleri yoksullaşmayı ve yoksulluk kaygısını, işsizlik ve evsizlik korkusunu, pahalılığı ve birçok şeyin (gıdanın, konutun-kiranın, öğrenci yurdunun, okulun, sağlık-ilaç desteğimin) erişilemez hale gelişini, kuyrukların uzamakta olduğunu her zamankinden fazla gördü.

Yerel yönetimler, devlet baskısını ve yıldırmanın yıkıcı etkisini, devletin sürekli müdahalelerini (Taksim’de, Saraçoğlu’nda vb.), kentsel dengelerin bozulmasını, zaten plansız olan gelişmenin daha da kötüleşmesini, gördü. Ama kentin geleceği için planlama yapmadı; toprakların rant için sürekli yağmalanmasına karşı, ciddi bir duruş göstermedi; iklim değişikliğiyle ilgili planların göstermelik ve çalışmaların çok az ve özensiz olmasına/ etkisizliğine, aldırmadı.

Kentler,

Covid’in hem süren hem de boş verilen etkilerini,
ekonomik krizin dalgalanan ateşini, esnafın bıçak sırtı dengesinin kırılganlığını, borçlanmaları, iflasları, kapanan kepenkleri,
rant ekonomisindeki tıkanmaları, inşaat sektöründe yavaşlama-pahalılaşma ve krizi, konut krizini, kiralardaki hızlı artışı, barınamayan öğrencileri,
kadın cinayetlerini ve kadınların gözü pek mücadelesini, insan hakları mücadelesi yapan hak savunucularını/ anneleri, LGBT+’nın eşitlik mücadelelerini,

gördü.

Kamusal ulaşım/ raylı sistemler önceliğinin, devletin kötü yönetimi, bürokrasi ve ekonomik kriz nedeniyle tıkanmasını, kent içi ulaşımın tıkanmasını önlemeye çabalayan belediyeleri, İstanbul’daki taksi sorununu, bisikletçi cinayetlerini ve bisikletçilerin atılımlarını,
Sağlıkla ilgili tutarsızlık ve yalanlarla dolu durumu, kent içinde bir-bir kapanan hastaneleri ve dev “şehir hastanelerini”,
Yeşil alanlara hem saldırıları, hem de çevresinde yaratacağı ranttan başka hiçbir şeye önem vermeyen “millet bahçelerini”,
Kentlerde can çekişmekte olan kültürel etkinliklerinin durumunu, sanatta sağ kalmaya çabalayan ancak güçlü olduğu duyumsanan metaneti,
Sanatı besleyen entelektüel çevrenin/ bilim-tartışma çevresinin sessizliğini/ kabuğuna çekilmesini ve sinmesini,
Gece hayatı ve sanat dünyası ile birlikte var olan yerlerin (restoranlar, publar, kafeler, gece kulüpleri, galeriler, sinemalar vb.) büyük krizle (salgın ve ekonomik kriz) ve bazı durumlarda devletin ideolojik baskısı ve sansür ve mahkemelere karşı bezgin direnişini,
En zor durumdakilerin, müzisyenlerin/ sahne sanatçılarının ve sinema salonlarının mücadelesini,

gördü.

Sonlanırken

Ekolojik dengelerde bozulmalar, iklim değişikliğinin göstergelerinde kötüye gidiş, kıyı kentlerinde insan eliyle yaratılan mühendislik felaketleri sürerken, kentlerde hem durağanlık/ derin sessizlik hem de her an patlamaya hazır ve durumu giderek zorlaşmakta olan kentli yoksullar, emek kesimleri ve orta sınıfların dalgalanmakta olan, bir kabaran -bir sönümlenen sabrı ve öfkesi birikiyor.

Bu yıl açık ya da örtük kentsel direnişler başladı.

Eğer kentliler, iklim değişikliği ile ilgili yapılması gerekenleri ciddiye alırlarsa ve yerel yönetimlerini sıkıştırmaya başlayabilirlerse hem giderek ciddileşen ekolojik sorunlara hem de sera gazları emisyonlarına/ zehirlenmelere, spekülatif rant için yüzey biçimi tahribatına, tarım alanlarını ve doğal toprakların yok edilmesine karşı mücadele edenlere, hava için/ su için-dere için/ toprak için-ağaç için direnenlere daha çok rastlayacağız.

Ekmek, iş ve insan hakları için mücadele eden, despotluğa/ polis baskısına karşı duran kentlilere, iklim değişikliğine karşı mücadele eden kentliler de katılacak. Gelmekte olan yılda, kentlerin sokakları ve meydanları, daha çok kentliyle dolacak…

 

Namibya’da yeşil hidrojen projesi başlatılıyor

Namibya, küçük bir liman kasabası Lüderitz yakınlarında yeşil hidrojen projesi başlatacağını duyurdu.

Söz konusu projenin bölgeye istihdam ve yatırım sağlayacağı tahmin ediliyor.

Proje, daha önce Almanya, Belçika ve Hollanda ile imzalanan anlaşmalar sayesinde uluslararası olarak yürütülecek olsa da; Namibya, ilk projeye gerekli olan yaklaşık 9,4 milyar dolar için yeşil veya sürdürülebilir tahviller gibi seçenekleri araştırıyor.

‘Lüderitz’in üçüncü devrimi’

BBC Türkçe‘de yer alan habere göre, Belediye Meclisi Üyesi Philip Balhoa, ülkenin güneyindeki Lüderitz için “Sonunda haritadayız” dedi.

Balhoa, önerilen yeşil hidrojen projesinin “Lüderitz’in üçüncü devrimi” olduğunu da kaydetti.

Projenin yerel halkı eğitip istihdam edeceğini ve bu sayede kasabanın yüzde 55’lik işsizlik oranını düşüreceğini tahmin eden Philip Balhoa, “Son 10-15 yıldır, belki de daha fazla zamandır ekonomik olarak ciddi mücadeleler veren bu kasabanın sakinleri proje için çok heyecanlanıyor” dedi. Lüderitz, son dönemde yüksek işsizlik oranları ve eskiyen altyapı ile mücadele ediyordu.

Proje için güneş ve rüzgar enerjisi kullanılacak

Proje, Tsau-Khaeb Ulusal Parkı‘ndaki kasabanın yakınında yer alacak ve yılda yaklaşık 300 bin ton yeşil hidrojen üretecek.

Proje teklifinin sahibi Hyphen Hydrogen Energy ise, 2026 yılında üretime başlayacak. gerekli fizibilite süreçleri tamamlandıktan sonra da 40 yıl süreliğine hak sahibi olacak.

Firma, inşaat süresince 15 bin ve operasyonlar başlayınca buna ek 3 bin iş istihdamı yaratılacağını, bunların yüzde 90’ının yerel halk tarafından doldurulacağını kaydetti.

Yeşil hidrojen sudaki hidrojen ve oksijenin ayrılmasıyla ortaya çıktığı için çevre dostu olarak biliniyor. Ancak, elektroliz için yenilenebilir enerji kaynakları kullanılmadığında yüksek miktarda karbon salımı yapılıyor. Namibya ise bu proje için güneş ve rüzgar enerjisi kullanılacak.

Kömüre alternatif olarak yenilenebilir elektrik yaratma fikri

Ülkede, artık komşu ülkelerle ticaret yapmak için yeşil hidrojen trenlerinin ve boru hatlarının kullanılmasından söz ediliyor.

Lüderitz’in konumunun ideal olduğunu söyleyen Namibya Cumhurbaşkanlığı Ekonomi Danışmanı ve Hidrojen Müdürü James Mnyupe, hem ihracata hem de Güney Afrika‘dan ithal edilen kömüre alternatif olarak yenilenebilir elektrik yaratma fikrinden bahsetti. Mnyupe, “Fikir, yalnızca Namibya’yı yeşil bir hidrojen merkezi haline getirmek değil, aynı zamanda sentetik yakıt endüstrisinin güç merkezine dönüştürmektir” dedi.

Yeşiller TBMM’de: Türkiye’nin Yeşiller Partisi’ne ihtiyacı var

Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı ve İstanbul Milletvekili Erkan Baş, İçişleri Bakanlığı tarafından “alındı” belgeleri verilmeyerek kuruluşları engellenen Yeşil Partisi Eş Sözcüleri Özlem Teke ve Koray Doğan Urbarlı ile Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) basın toplantısı düzenledi.

Yeşiller Partisi’nin kurulamamasından bahseden Özlem Teke, “Biz kurucu üyeler olarak üzerimize düşen tüm yasal yükümlülükleri yerine getirdik ama anayasal hakkımızı kullanamıyoruz” dedi.

“Bugünü ve geleceği çalınan bir ülkenin Yeşiller Partisi’yiz” diyen Koray Doğan Urbarlı, “İçinden geçmekte olduğumuz ekonomik buhrandan çıkış yolunun ekonomik sistemi değiştirmek ve topyekün bir yeşil dönüşümü gündemimizin tam ortasına almak olduğunu tahmin etmiyoruz. Biliyoruz. Çünkü başka bir çıkış yok” ifadelerini kullandı.

‘Çocuklarımıza bırakmak istediğimiz mirasa karar vermeliyiz’

Basın toplantısının başında “Bu kez size TİP adına hitap etmeyeceğim” diyen Erkan Baş, sesini duyuramayan milyonlarca işçinin-emekçinin, gencin, kadının, LGBTİ+’ların, ekolojistlerin, sendikaların, meslek örgütlerinin seslerini TBMM kürsüsüne taşımaya çalıştıklarından bahsetti.

Baş, sözlerinin devamında “Tam bu nedenle, bugün sözü Anayasa’ya ve yasalara tümüyle aykırı bir biçimde kuruluşu onaylanmadığı için örgütlenmesi engellenen Yeşiller Partisi’nin eş sözcüleri Özlem Teke ve Koray Doğan Urbarlı’ya bırakıyorum” dedi.

Erkan Baş’ın ardından konuşan Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Özlem Teke, “Öncelikle bu platformda sesimizi duyurmamıza fırsat veren TİP’e partimiz Yeşiller Partisi adına teşekkürü borç bilirim” dedi.

Teke,  konuşmasında ilk önce tüm dünyayı yakından ilgilendiren iklim krizine dikkat çekti ve iklim adaleti sağlanmadan en temel haklardan, refah toplumlarından bahsetmenin mümkün olmayacağına vurgu yaptı:

Son birkaç yıl, iklim krizine karşı harekete geçen milyonlarca genç bu sorunun aynı zamanda kuşaklar arası adaletin bir parçası olduğunu gösterdi. Ben de bu gençlerden birinin annesiyim. Oğlum Güney ve arkadaşları yaşlarının çok ötesinde bir bilinç ve kararlılıkla iklim krizi hakkında farkındalık yaratmaya ve karar alıcıları harekete geçirmeye çabalıyor. Onların bu çabaları karşısında susup oturmak bana göre olamazdı. Biz anne babalar en kısa zamanda çocuklarımıza bırakmak istediğimiz mirasa karar vermeliyiz. Kuraklık, kıtlık ve göçün giderek arttığı savaşların parçaladığı hayatlar yanı başımızda.

İklim adaleti sağlanmadan, en temel haklardan, demokrasi ve hukukun üstün olduğu refah toplumlarından bahsetmemiz de mümkün olamaz. Eş zamanlı olarak yaşadığımız COVİD-19 pandemisini küresel çapta bir sağlık krizine dönüştüren de benzer şekilde sosyal adaletsizliklerin üstünde yükselen sistem olduğunu biliyoruz.

İklim krizini parti programımızın odağına alarak, ‘Evimiz Yanıyor’, biz bu yangını söndüreceğiz’ diyerek yola çıkmıştık.

Yeşiller Partisi 21 Eylül 2020’de İçişleri Bakanlığına tüm belgelerini teslim etti ancak alındı belgesinin verilmemesi nedeniyle kurulamıyor. Biz kurucu üyeler olarak üzerimize düşen tüm yasal yükümlülükleri yerine getirdik ama anayasal hakkımızı kullanamıyoruz.”

‘İklim krizi bugünün sorunu’

Teke, yazın yaşanan orman yangınları ve sellerin iklim krizinin uzak bir geleceğin değil, bugünün sorunu olduğunu ispatladığını da kaydetti:

Bu süreçte Türkiye’de; uzun süren kuraklıklar, yangınlar ve sellerin neden olduğu ekolojik felaketlerin ardı arkası kesilmedi. Bilimin öngördüğü şekilde, iklim krizinin coğrafyamıza düşen etkilerini gün be gün artan şekilde yaşamaya başladık. İçinde bulunduğumuz Doğu Akdeniz havzasında sıcaklık dalgaları ve uzun süreli kuraklık sonucu orman yangınları artık rutin hale geldi. Kuraklık tarımı vurdu. Ekonomik etkilerini de görüyoruz.

Yazın yaşadığımız orman yangınları ve seller iklim krizinin uzak bir geleceğin değil bugünün sorunu olduğunu maalesef ispatladı. Bu ortamda, Paris İklim Anlaşması’na geç de olsa taraf olunmasını olumlu buluyoruz ancak asıl iş şimdi başlıyor. Türkiye’nin kömürden çıkış, adil geçiş ve yeşil dönüşüm üzerine atması gereken öncelikli adımlara dair henüz açıklanmış bir planı yok.

Her gün memleketin bir başka yerinden Madenciliğin tahrip ettiği orman ve tarım alanları görüntüleriyle içimiz yanıyor.

Fütursuz sanayileşme, tarım kimyasalları ve yoğun kentleşme baskısı çevre felaketleri yaratıyor.”

‘Türkiye’nin Yeşiller Partisi’ne ihtiyacı var’

Türkiye’nin içinde bulunduğu ağır totaliter siyasi iklimin sıklıkla ekolojik sorunların ötelenmesine sebep olduğunun altını çizen Özlem Teke, ülkenin bunları konuşacak, gündemde tutacak bir partiye ihtiyacı olduğunu ifade etti:

Tarım ve küçük çiftçilik yapılamaz hale geldi. İç göçlerle, yeni işsizlik dalgaları ile karşı karşıyayız. En kırılgan kesimler yeni kent yoksullarına dönüşüyor.

Üniversite diplomasının bile güvencesiz, düşük ücretli iş sarmalını kıramaması gençlerin geleceğe kaygıyla bakmasına, ekonomik krizlerin sıradanlaştığı kalıcı umutsuzluk ikliminde çözümü yurtdışında aramasıyla son buluyor.

Marmara Denizi’nde yaşanan müsilaj sorunu, Karadeniz’de yaşanan ölümcül sel felaketi ya da Adana’da tarlalara gömülen Avrupa kaynaklı plastik çöplerin tekil sorunlar olmadığını biliyoruz. Ülkenin içinde bulunduğu, ağır totaliter siyasi iklim sıklıkla ekolojik sorunların ötelenmesine sebep oluyor. Türkiye’nin bunları konuşacak, gündemde tutacak bir partiye ihtiyacı var. Neden kurulamadığımıza buradan da bakabiliriz. Siyasette alan açma mevcut iktidarın en son isteyeceği şey olabilir. Gezegenin en acil sorunlarını, çözüm önerileri ve diyalog temelinde ortaya koyacak bir Yeşiller Partisi’nin kurulamadığı her gün ülke adına çok şey kaybediyoruz.

Doğanın döngülerini gözeten, tüm canlıların yaşam hakkına saygı duyan yeni bir ekonomik düzen yanı başımızda Yeşillerin öncülüğünde şekilleniyor. Yeşil ekonomi ekolojik krizler kadar, ‘Yeşil Yeni Düzen’ yaratacağı kaliteli, yeni işlerle ekonomi için de çözümler sunuyor.

Bu umudun taşıyıcısı olmak, benzer kaygıları paylaşan yapılarla beraber bu çatıyı yani Meclisi, başka türlü bir siyasetin yapıldığı, takım elbiseli erkeklerin yumruklaştığı değil, çözümlerin konuşulduğu bir adres olarak görüyoruz.”

‘Bugünü ve geleceği çalınan bir ülkenin Yeşiller Partisi’yiz’

Özlem Teke’nin ardından söz alan Yeşiller Partisi Eş Sözcüsü Koray Doğan Urbarlı, Avrupa’da bazı ülkelerde Yeşillerin hükümette koalisyon ortağı olduğuna dikkat çekerek, şu açıklamalarda bulundu:

Biz, neşesi, tebessümü, amaçları, bugünü ve geleceği çalınan bir ülkenin Yeşiller Partisi’yiz. Tüm dünyada gençlerin en çok destek verdiği, en önemsediği, en çok sözünü söylediği siyasi hareket olarak; ne yazık ki gençlerin geleceklerini başka ülkelerde aradığı bir ülkede siyaset yapıyoruz.

Avrupa’da kurulan son üç hükümette de Yeşiller koalisyon ortağı olarak varlar. Toplam yedi hükümet ediyor. Bulgaristan’dan İskandinavya’ya… Bu partiler iklim krizine, demokrasi karşıtlığıyla birleşen otoriterleşme krizine ve ülkemizde de etkisini derinden hissettiren ekonomik krize karşı mücadele edecek programlara iktidara geldiler. Peki, Türkiye’de ne oluyor? Türkiye’nin yetişmiş beyinleri, kalifiye insanları Yeşiller’in iktidar olduğu Almanya’ya, İsveç’e yerleşmenin yollarını arıyorlar. Çünkü Türkiye’de bir gelecek görmüyorlar. Çünkü Türkiye’de işlerin düzeleceğine dair bir umutları yok.”

‘Başka bir çıkış yok’

Topyekün bir yeşil dönüşümünün gündemin tam ortasına alınması gerektiğini aktaran Urbarlı, dönüşümün sağlanmaması durumunda tüm dünyaya mal satarken bir de üstüne vergi verileceğinden bahsetti:

Bir de Türkiye’de ne oluyor? Türkiye’de yıllardır söylediği sözler bir bir çıkan, Paris İklim Anlaşmasının onaylanması gerektiğini altı yıl önce söyleyen; ekonominin betona ve asfalta dayalı olmaması gerektiğini on yıllar önce söyleyen; kuraklıklar yüzünden ekmeğimiz-aşımız tehlikeye altına giriyor; aşırı sıcaklar yüzünden ormanlarımız tehlikeye altına giriyor; bakın Marmara Denizi ölüyor; bakın İstanbul nefessiz ve susuz kaldı, kalıyor diyen Yeşiller Partisi hala Ankara’nın bürokrasi koridorlarında, şuradan 500 metre ilerde oyalanmaya devam ediyor.

Bizler kahin değiliz. Örneğin, içinden geçmekte olduğumuz ekonomik buhrandan çıkış yolunun ekonomik sistemi değiştirmek ve topyekün bir yeşil dönüşümü gündemimizin tam ortasına almak olduğunu tahmin etmiyoruz. Biliyoruz. Çünkü başka bir çıkış yok. Bunu sadece ekolojik kaygılar ile de söylemiyoruz. Yeşil dönüşümün yeni işler, azalan sağlık harcamaları, daha mutlu olan bir toplum anlamına geldiğini bilerek söylüyoruz. Bunu, dönüşümü sağlayamazsak tüm dünyaya mal satarken bir de üstüne vergi vereceğimizi bilerek söylüyoruz. AKP hükümetinin Paris İklim Anlaşmasını onaylamak için aldığı 3 milyar euroyu, her yıl AB’ye vergi olarak vermememiz gerektiği için bunu söylüyoruz.”

‘Büyük bir hukuksuzluk ile karşı karşıyayız’

Urbarlı, Yeşiller Partisi olarak büyük bir hukuksuzluk ile karşı karşıya olduklarının altını çizerken, İçişleri Bakanlığı’na seslenerek partinin kurulmasındaki engellemelerin hemen kaldırılması gerektiğini kaydetti:

İstediğini giyemeyen, istediği kişiyi sevemeyen, istediğini yiyip istediğini içemeyen kısaca dünyadaki akranları gibi yaşamak isteyip de yaşayamayan ve yıllardır sadece veren, cebindeki telefondan ağzındaki dişe; yediği bir simitten saçındaki boyaya kadar sorgulanan ve elinden alınmak istenen insanların mutsuz olacağını, bu toplumdan bir gelecek çıkamayacağını bilerek toplumun tek tipleştirilmesine karşı olduğumu söylüyoruz.

Evet! Biz, neşesi, tebessümü, amaçları, bugünü ve geleceği çalınan bir ülkenin Yeşiller Partisiyiz ama bunun bir kader olmadığını da biliyoruz. Bunu bildiğimiz için yoksula doğaya, kadına, çocuğa, sokaktaki köpeğe, evdeki kediye düşman anlayış ülkemizin kaderi olmasın diye 21 Eylül 2020’de yola çıktık ve Türkiye’de 40 yıla dayanan bir sürecin devamı olarak karşınızdayız. Dünya bir dönüşüm yaşıyor. Türkiye bu dönüşümün öncülerinden mi olacak yoksa arkasından sürüklenenlerden bir tanesi mi olacak? Yeşiller Partisi olarak mücadelemiz bunun mücadelesidir. Mevcut ekonomik sistem de ekolojik sistem de sosyal sistem de iflas etmiştir ve artık içinden çıkılmaz krizlerin döngüsüne girmiştir. Yeşiller Partisi’nin teklifi bu sistemi değiştirmektir.

Bu sistemi değiştirmek için yola çıktığımızda Türkiye’nin demokratikleşmesiyle, hukuk devleti olmasıyla ilgili ilk büyük sınavımızı kendimiz üzerinden vereceğimizi düşünmemiştik. Yeşiller Partisi olarak büyük bir hukuksuzluk ile karşı karşıyayız. Buradan İçişleri Bakanlığı’na sesleniyoruz. Bakanlık, Anayasa’nın bize madde 68’de tanıdığı ‘Vatandaşlar, siyasi parti kurma ve usulüne göre partilere girme ve partilerden ayrılma hakkına sahiptir. Parti üyesi olabilmek için on sekiz yaşını doldurmuş olmak gerekir. Siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır. Siyasi partiler önceden izin almadan kurulurlar ve Anayasa ve kanun hükümleri içerisinde faaliyetlerini sürdürürler.’ Hakkını keyfi ve yetki aşımı yaparak engellemeyi hemen bırakmalıdır.

Sözlerimi bitirirken bu çatı altında sesimizi duyurmamız fırsatını bize sağlayan Türkiye İşçi Partisi’ne tekrar teşekkür ederim.”

 

Zinav Kanyonu’nda taş ocağı ruhsatı: Tabiat Parkı’na taş ocağı olur mu?

Tokat‘ın Reşadiye ilçesinde bulunan Zinav Gölü ve Kanyonu’na yakın Yolüstü Köyü Ertepesi mevkiinde taş ocağı için tekrar ruhsat verildi.

Yeşil Gazete‘nin sorularını yanıtlayan Yolüstü Köyü Derneği Başkanı Mustafa Altın, “Böyle bir güzelliğin üstüne leş gibi çökmüşler. Bizim doğal olarak bütün sularımız gitti, kayboldu. Köy bu sene susuzluktan kırıldı” ifadelerini kullandı.

2014’te ruhsat iptali onaylanmıştı

Altın, 2011 yılında bölgede taş ocağı faaliyetleri için ruhsat alındığını, ancak mahkeme sürecinin ardından 2014 yılında ruhsatın iptal edildiğini şöyle anlattı:

2011 yılında burada maden arama için ruhsat alınmış. Biz burayı mahkemeye verdik. Mahkeme ilk önce yürütmeyi durdurdu. 2014’te idari mahkeme ruhsat iptalini onayladı.

Yörede çakıl ocağının açıldığı zamanki belediye başkanımız olan kişinin buraya iltimas geçtiğine dair söylentiler çıktı. Millet birbirine düştü.”

Bunun üzerine, taş ocağı açmak isteyen Karacan Şirketi‘nin mahkemenin ruhsat iptal kararını Danıştay‘a götürdüğünü kaydeden Mustafa Altın, temyiz mahkemesinin de idare mahkemesinin kararını onayladığını ve ruhsatı iptal ettiğini ifade etti.

‘Aynı yere tekrar ruhsat verildi’

Söz konusu şirketin avukatı Mustafa Arslan‘ın 2018 yılında AKP’den Tokat Milletvekili olduğunu söyleyen Altın, bu süreçten sonra şirkete yeniden ruhsat verildiğini şöyle anlattı:

Biz makineleri söküp gitmesini beklerken, Tokat Özel İdaresi muhtemelen siyasi saiklerle aynı yere ruhsat verdi. Mahkemenin iptal kararına, milletin tepkisine, üniversitenin heyet raporuna rağmen ruhsat verildi.

Karadeniz Teknik Üniversitesi’nden gelen teknik heyet, bölge için rapor hazırlamıştı ve buna istinaden ruhsat iptal olmuştu.

Karacan Şirketi’nin, Yolüstü Köyü’nün yukarısında bir tane daha taş ocağı olduğunu da kaydeden Mustafa Altın, “Buraya ihtiyacı yok. Burası kanyon bölgesi. Uzungöl gibi bir yerdir burası. Türkiye çapında bir yer olacak. Şu anda Valilik zaten oraya çok büyük yatırımlar yapıyor. Yapmaya da devam ediyor” değerlendirmesini yaptı.

Şirket, Ak Parti Reşadiye İlçe Başkanı Yakup Karaca ve ailesine ait.

‘Köyden birkaç kişiye maaş veriliyor’

Mustafa Altın, halkın bölgede taş ocağını istemediğinin de altını çizdi. Ancak, köyden birkaç kişiye maaş verildiğini de belirtti:

Köyden birkaç kişiye maaş veriliyor. Çalışmayan bir işletmede çalışıyor gibi gösteriliyor. Birini müdür atamış, bir ikisini çalışan atamış.

Şirket, Reşadiye’de çok büyük işler yapıyor aynı zamanda. Valiliğin çevre düzenlemesi için verdiği kaç trilyonluk işi aynı firma alıyor.

Böyle bir soygun düzeni var. İşin kötüsü devletin yaptığı yatırımlara karşı. Orada bir çakıl ocağı olması mümkün mü? Zaten burası bir tabiat parkı. Doğal korumaya alınmış bir bölge. Böyle bir saçmalıkla karşı karşıyayız.”

Mahkeme süreci yeniden başladı

Altın, mahkeme sürecini yasal olarak başlattıklarını da ifade etti:

Ben şu anda yine ruhsat iptali için mahkemeye verdim onları. Ankara’da da Maden İşleri Genel Müdürlüğü’nden bu bölgenin maden arama bölgesi dışına çıkarılması için dilekçe verdik.

Biz bu siyasetle nasıl baş edeceğiz bilmiyorum. Çok zor bir durum. Devletin mahkemesini tanımıyorlar, hem mahkeme iptal vermiş, hem Danıştay onaylamış. Elimizde evraklar var. Halk istemiyor. Adamın zaten orada bir tane çakıl ocağı var. İhtiyacı yok.”