Enflasyon rakamlarının açıklanmasıyla birlikte memur ve memur emeklileri için zam oranları belli oldu. Buna göre, memur ve memur emeklileri 2022 yılının ilk altı ayı için yüzde 25,65 oranında zam alacak.
TÜİK‘in açıkladığı verilere göre, yıllık enflasyon yüzde 36,08 olurken, aralık ayı TÜFE yüzde 13,58 oldu.
Açıklanan bu zamma bir de refah payı eki yapılması, bu oranın ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıklanması bekleniyor.
Fransa, birçok meyve ve sebzenin paketlenmesi için plastik kullanımını yasakladığı açıkladı.
Yeni kurallara göre, pırasa ve havuç, domates ve patates, elma ve armut gibi yaklaşık 30 ürünün geri dönüştürülebilir malzemelerle satışına izin verilecek.
‘Gerçek bir devrim’
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, yasağı “gerçek bir devrim” diye tanımladı. Macron, atılan bu adımın ülkenin 2040’a kadar tek kullanımlık plastik kullanımına son vermeye yönelik bağlılığını gösterdiğini ifade etti.
Yasak, Fransa hükümetinin kirliliğin küresel olarak artması nedeniyle tek kullanımlık plastiklerin aşamalı olarak kaldırılmasının planlandığı yeni düzenlemeler kapsamında yürürlüğe girdi.
Böğürtlen ve şeftali gibi daha kolay zedelenebilir meyve ve sebzeler için plastik kullanılabilecek. Ancak, önümüzdeki yıllarda kademeli olarak bu kullanım da kaldırılacak.
Bunun yanında dergiler ve diğer yayınların da plastik ambalajsız gönderilmesine karar verildi.
Ayrıca, fast-food restoranlarının artık çocuklara ücretsiz plastik oyuncaklar sunmasına izin verilmeyecek.
Bu yılın ilerleyen saatlerinde, plastik şişe kullanımını azaltmak için su çeşmeleri tanıtmak için kamusal alanlar da yapılacak.
Fransa, 2021’de plastik pipet, bardak ve çatal-bıçak kullanımını yasaklamıştı.
Yasağa tepkiler de geliyor
Ancak, Fransalı gazeteci ve yazar Anne-Elisabeth Moutet, El Cezire‘ye yeni kurallara karışık tepkiler olduğunu söyledi.
Gazeteci, “Bu biraz şizofren çünkü bir yandan Fransızlar plastik kullanımını azaltma ihtiyacının çok iyi farkındalar. Çok fazla plastik kullanmamak için geniş bir destek var. Aynı zamanda, sebzeleri kendiniz satın aldığınızda, ürünün çok hızlı bozulmasını önleyecek yeni paketleme yöntemleri bulmak için hiçbir şey yapılmadığını da fark ediyorsunuz dedi.
Anne-Elisabeth Moutet ayrıca, “Diğer bir şey de bunun COVID zamanında gelmesi. Ve açıkçası, insanlar başkalarının sebzelerini pençelememesine, onları denemesine, koklamasına ve satın almasına veya almamasına sevindi” dedi ve “İnsanlar onu tam olarak nasıl alacaklarını bilmiyorlar. Bunun artıları ve eksileri var.” diye de ekledi.
Yeni bir yılın ilk yazısı bu. Hep söylerim, doğada takvim yok. Takvim yaprakları uçuştukça bir şeyler değişmez. Değişimi yaratacak olan biziz. Yani, yeni yılın adından başka hiçbir şey yeni olmaz, biz yenilenemezsek eğer.
Kendi yarattığımız korkunç yalnızlığımızda sadece kendimize değil, ne yazık ki diğer bütün canlılara da hiç hak etmedikleri bir son inşa ediyoruz adım adım. Doğanın basit bir parçası olduğumuz gerçeğini ya kabullenmiyoruz ya da kabulleniyor gibi görünsek de davranışlarımıza yansıtamıyoruz. Zihnimizin önünde, arkasında, sağında, solunda bir yerlerde şu düşünce, düşünce bile değil batasıca inanç dolanıp duruyor: “Biz insanız, biz farklıyız, biz üstünüz. Elbette her şey önce bizim, yani insanın çıkarına olmalıdır.”
Bu inanca gizli ya da açık bel bağlayan, davranışlarını ona göre şekillendiren her kim varsa üzülüyorum. Yazık, üretilen bunca bilgiden en basit gerçeği süzüp içselleştirememişler. Sözümü sakınmayacağım; ari ırkın üstünlüğüne ve aşırı Alman milliyetçiliğine dayana Hitler’in düşüncesinden nitelik olarak hiçbir farkı yok bunun, o kadar sakil! O nasıl bütün Yahudileri toplama kamplarına doldurduysa, söylediğim sakil inancın savunucuları da binlerce yıldır bize can yoldaşı olmuş dostlarımızı barınak dedikleri toplama kamplarına doldurup ölüme göndermeye çalışıyor.
Evcilleştirilen yabanıllar
Bugün evcil olan hayvanların hepsi bir zamanlar yabanıldı. Yani insanlarla ilişkisi ekolojik ilişkilerin ötesinde değildi. Zamanla insanlar, yani bizler bazı yabanıl hayvanları çeşitli amaçlarla evcilleştirdik.[2] İlk evcilleştirilenler, bugün kırda da kentte de en yakınımızda olan ve duygusal olarak en çok bağ kurduğumuz köpekler. Bundan 10 bin yıl önce Güneybatı Asya, Çin ve Kuzey Amerika’da evcilleştirildi köpekler. Onları 8 bin yıl önce koyunlar, keçiler ve domuzların, 6 bin yıl önce ineklerin ve 4 bin yıl önce atların evcilleştirilmesi takip etti. Develer, rengeyikleri, yaklar, lama ve alpakalar ile diğerleri daha sonra oldu. Tabii ki sadece memeliler evcilleştirilmedi. Tavuklar başta olmak üzere pek çok kanatlı hayvan da evcilleştirilenler arasında. Evcilleştirme o hayvan türlerinin tercihi değildi, bizim tercihimizdi. Yoksa onlar doğal ortamlarında huzurla yaşamlarına devam ediyorlardı, insan denilen hayvan türü olmasaydı tabii. Evcilleştirdiğimiz hayvanları pek çok amaçla kullandık. Önceki cümlede seçtiğim eylem sözcüğünü tekrar okumanızı istiyorum; KULLANDIK! Çoğunu yemek, etinden, sütünden ya da yumurtasından gıda olarak yararlanmak üzere çiftlik hayvanı olarak kullandık. Köpekleri avlanmakta, bekçilikte, çobanlıkta kullandık; uyuşturucu ararken de yıkıntı altında insan ararken de kullanıyoruz. Atları ulaşımda kullandık, tarımda kullandık, savaşta kullandık. Kullandık da kullandık. İşimize geleni halen kullanmaya devam ediyoruz. İşimize gelmeyeni kirli bir peçete gibi buruşturup atmak da tam çağımız insanına mahsus bir davranış.
Bütün bu evcil hayvanlar içerisinde insanla birlikte yaşamaya, insanın kentsel ve kırsal rutinine ayak uydurmaya en çok uyum sağlayanlar köpekler ve kediler oldu. Kediler günümüzde belki de insanlara en çok neşe veren canlılar, köpekler ise duygu dolu bakışlarıyla bir başka dünyanın da mümkün olabileceğini sürekli hatırlatan; sevmenin nasıl bir şey olduğunu bakmasını bilen herkese en hızlı şekilde öğreten öğretmenler, sırdaşlar, yoldaşlar oldular. Evlerimize girdiler, hatta yataklarımıza. Onlar sokuldukça biz daha çok mutlu olduk çünkü. Kedilerin pırlaması köpeklerin bakışlarına karıştı, soluk yaşamlarımız renk kazandı, sevgi dolu, mis kokmaya başladı. Bu nedenle, örneğin İngilizcede bütün evcil hayvanlara ‘pet’ denilmez. Duygudaşlık yaptıklarımıza denilir pet. Diğerlerine ‘domestic animal’ denilmektedir; hoş o da varıp Latince de ev anlamına gelen ‘domus’ sözcüğüne dayanır.
Bozulması gereken ezberler
Ne zaman sokak hayvanları ile ilgili bir tartışma ortaya çıksa mutlaka ezbere yapılan aşağıdakiler gibi eleştirilerin muhatabı olurum. Ezbere diyorum, çünkü üstünde biraz düşünse eleştirinin sahibi de görecek saçmalığı ama düşünme ihtiyacı hissetmiyor. Çünkü en derinlerinde kendisinin insan ötekinin ise bir hayvan olduğunu, ondan üstün olduğunu ve elbette kendini korumak için ötekinin haklarının rahatlıkla çiğnenebileceğini düşünüyor. Gelin bu ezberleri tek tek bozalım:
Hiçbir medeni ülkede sokak hayvanı yok: Medeni ülke, Batı, Avrupa veya ne derseniz deyin. Bu ezberde büyük bir eziklik gizli; “Ben geri kalmış bir ülkenin geri kalmış insanıyım. O ülkelerden daha mı iyi bileceğim? Onlar ne yapmışsa doğru yapmıştır. Başka bir çözüm başka bir yol aramanın ne anlamı var?” Bu ezberin temeli aşağı yukarı böyle bir şey. Bu ezbere sarılanlar, örneğin Atatürk kadınlara seçme ve seçilme hakkı verirken yaşasalardı yine aynı ezberi papağan gibi tekrarlardı: “Hiçbir medeni ülkede kadınların seçme ve seçilme hakkı yok.” Başkasına tapmanın ve kendini hiçe saymanın ağa babasıdır bu ezber.
Oysa medeni insan düşünür, kim yaparsa yapsın eleştirel gözle inceleyip doğrularını ve yanlışlarını ortaya koyar. Sonra o doğruları çoğaltıp yanlışları azaltacak yeni çözümler, yeni yollar arar. Batı’da ya da medeni dünyada sokak hayvanının olmaması, sahibi olmayan bütün hayvanların barınaklara kapatılması büyük bir hak ihlalidir. Aklı olan, vicdanı olan bunu rahatlıkla görür. Sorunu gören akıl ve vicdan sahibi çözüm de üretir. Benim çözümümü en sonda okuyabilir, değerlendirebilir, eleştirebilir ve geliştirebilirsiniz. Ama lütfen karşıma ezber ve zalim çözümlerle çıkmayın.
Sokak hayvanları, özellikle köpekler insanlara saldırıyor, sokaklarda yürüyemiyor hale geliyoruz: Sokaklarda insanlara saldırıp zarar veren, yaralayan, öldüren, tecavüz eden, soyan insanlar da var. Bunlar var diye suçlu ya da masum demeden bütün insanları hapse mi atıyoruz? Yoksa masumlara bedel ödetmemek için ‘suçu kanıtlanana kadar herkes masumdur’ deyip kanıtlanan suçta da ‘suçun ve cezanın şahsiliği’ ilkesini mi uyguluyoruz. E, söz konusu köpekler ya da sokak hayvanları olunca ne değişiyor? Değişen şey karanlık zihinlerimize işlenmiş ‘biz insanız, elbette diğer hayvanlardan üstün ve ayrıcalıklıyız’ düşüncesinin sonucu. Hiçbir hayvan sever “insanlara saldıran bir köpek ya da sokak hayvanına dokunulmasın” demez, ben diyeni görmedim bugüne kadar. Sokaklarda yaşamaya uyum sağlayamayan her canlı, insan ya da hayvan, hukuka uygun bir şekilde sokaklardan bir süreliğine ya da süresiz olarak alınır. Mümkünse rehabilite edilir, tedavi edilir. Ama böyle davranmak gerçekten medeni olmak demektir, vicdan sahibi olmak demektir, canlılar arasında ayırım yapmamak demektir. Zordur bu dünya düzeninde böyle insan olmak. Kolayını biliyoruz; “topunu toplayıp yığın barınak denilen ölüm kamplarına, ne halleri varsa görsün” dersiniz olur biter. Ne zaman elinize bir fırsat geçer, bir köpek bir insana havlar ya da onu ısırır, masum olduğu halde, hiçbir insana ya da başka hiçbir canlıya yan gözle bakmadığı halde o kamplara yığılan ve insanı sevmekten başka hiçbir suçu olmayan o güzelim canların acılarını umursamadan “sokaklarda hayvan istemiyoruz” diye çığlıklar atarsınız. Böyle yaparak, izole yalnızlığınızdaki sahte mutluluklarınızla dünyayı kirletmeye de devam edersiniz.
Ormanlara atılan köpekler yabanıl hayvanlara, kentlerdeki kediler kuşlara ve diğer canlılara zarar veriyor; onları koruyarak türcülük yapıyorsunuz: Köpekler ormanlara atılsın diyen ya da atan kim? Yaşadığım yerde sokak hayvanı istemiyorum diye bağıranların suyuna gidip sorumsuzca davranan belediyeler ya da kendini bilmez işgüzarlar. O nedenle ormana ya da yerleşimlerden uzak doğal alanlara atılan köpeklerin hayatta kalabilmek için içgüdüsel olarak avlanmaya çalışmaları o köpeklerin değil onları oralara atan insanların suçu. Bunu bir kenara koyalım.
Gelelim kentlerdeki kedilerin kuşlara ya da başka bazı canlılara zarar vermesi meselesine. Dikkatinizi çekiyorum, kentlerde! Kent ne? İnsanların doğal yaşam ortamlarını, sadece kuşların değil binlerce tür canlının yaşamını hiçe sayarak oluşturmuş oldukları beton, demir, cam ve asfalt yığınları. Kent denilen şey varlığıyla bir canavar zaten. Yetmiyor, kentlerde yaşayan insanlar her türlü yaşam alışkanlığıyla; arabasının kontağını her çalıştırdığında, ihtiyaç sandığı her türlü ihtirasını gidermek için gereksiz bir ürün satın aldığında, konut dediği beton yığınlarına her bir yeni metrekare eklediğinde, kaloriferini ya da klimasını her bir derece artırıp azalttığında, yediği her lokma ette, içtiği her yudum sütte, elektrik düğmesine her bastığında ve hatta yeni bir insanın doğmasına her vesile olduğunda binlerce canlının ölüm fermanını imzalayan insan, çıkmış karşıma ötekiler için duyarlıymış gibi yapıyor. Neymiş duyarlılığı? Kediler kuş avlıyormuş. Kendine aynada hiç bakmadan, kent denilen yapay ortamlarda diğer canlıların yaşamına zerre kadar saygı göstermeden insan türünün konforu için sayısız zalimliğe imza atıp kendi peşinden sürüklediği sokaktaki aç kedilere yaz demeden kış demeden karşılıksız mama dağıtan o güzel insanlara türcülük yapıyor demek nasıl bir üste çıkma, kendini arındırma yüzsüzlüğüdür. El insaf! Burada da o yerin dibine geçesice inanç nasıl da kendini gösteriyor. “Biz insanız ve bizim konforumuz için başka bazı canlılar zarar görebilir, bu gayet normal. Kentler de yaparız fabrikalar da, yollar da yaparız havalimanları da. Bunları yapmak için milyonlarca canlının yaşam ortamını yok edip onları ölüme mahkûm etmekte hiçbir sakınca yok.”
O kentlerde yaşarken ve alışkanlık olarak hiç sorgulamadan yaptığımız her işle veya attığımız her adımla binlerce canlıyı ölüme gönderirken aklımıza gelmeyen duyarlılık yaşlı bir kadın soğukta ve yağmurun altında elleri titreyerek sokak kedilerine mama dağıtırken aklımıza geliverir. Eh, öpülesi ellere tükürmek de ancak insan türüne mahsus bir davranıştır zaten.
Mahalle bazlı koruma
Aslında bu konularda başka pek çok ezber var bozulması gereken ama yazıyı daha fazla uzatmadan benim ne önerdiğime gelmek istiyorum. Kolay anlaşılsın diye madde madde anlatacağım:
İnsan türü olarak dünyayı onulmaz bir noktaya getirdik, getiriyoruz. Bunları yaparken bizimle yaşamaya hiç niyeti olmayan başka canlı türlerini de aramıza kattık, onları kullandık, yedik, sağdık, sömürdük. Ve onlardan bazıları bizimle duygusal bağ kurdular, elbette biz de onlarla. Aslında yavaş yavaş öğreniyoruz ki pek çoğu bizimle duygusal bağ kurabiliyor. Fakat özellikle köpek ve kedilerin bağı çok farklı bir düzeyde. Belki de insan türünü kendine getirecek dayanak noktası bu bağ. Kendinden, kendi gibi gördüğünden başkasını da umursamak, aslında onlardan farksız olduğunun, onlarla aynı kökleri paylaştığının farkında olmak, onlar için karşılık gözetmeden fedakârlıkta bulunmak bize en derinimizdeki doğal iyiyi hatırlatıp parlatacak bir güç. Öncelikle bunun farkında olalım.
Böyle olmasına rağmen bırakalım kediler köpekler ne istiyorlarsa yapsınlar, nasıl çoğalıyorlarsa çoğalsınlar demek de olanaklı değil. Doğanın düzenini öylesine radikal şekilde bozduk ki, artık özellikle kentlerde ‘doğa nasıl biliyorsa öyle yapsın’ diyemiyoruz. Müdahale kaçınılmaz. Elbette kontrolsüzce çoğalmalarının önüne geçilmeli. Çok büyük acı çekerek söylüyorum ki, elbette böylesine artışların yaşandığı bölgelerde kısırlaştırma ile hayvan sayısı kontrol altında tutulmalı. Elbette sokak yaşamının huzur ve güvenini kaçıracak davranışta bulunanlar sokaklardan alınıp rehabilitasyon merkezlerinde tedavi edilmeli. Fakat meselenin kor noktası müdahalenin niteliği. Her adımda empati yapmayı unutmadan, onların da en yaşamsal haklarını hiçe saymadan. Örneğin yapmak zorunda olsak bile kısırlaştırmanın ne büyük bir zulüm olduğunu hiç aklımızdan çıkarmamalıyız. Diyelim ki dünyaya insandan daha zeki ve güçlü canlılar gelmiş ve insan sayısının kontrolsüzce artmasının ve doğaya verdiği zararların önüne geçmek için bizlere kısırlaştırma programı uyguluyorlar. Ne düşünür, ne hissederdik? Kedi ve köpeklerde aynısını hissediyor. Bunu yapmak zorundaysak bile hiç değilse onlara yönelttiğimiz sevgi ve şefkatle acılarını bir ölçüde de olsa dindirmek çok mu zor?
Sokak hayvanları yönetim birimi il ya da ilçe düzeyinde değil mahalle düzeyinde olmalı. Siyasi kör döğüşünün yereldeki odak noktası olan belediyeler aracılığıyla bu işin olması çok zor. Belediyelerin mahalle bazında gönüllülerle bağ kurup koordine olması gerekiyor. Mahalle gönüllülerine belediyeler bütçe, yer, bakım merkezi, teçhizat ve personel gibi konularda zemin hazırlamalı; ancak sokaktaki hayvanın kayıt altına alınmasından takibine, sağlık sorunlarının çözümünden sahiplendirilmesine kadar pek çok konu mahalle gönüllülerince yapılmalı. Sanıyorum Türkiye’nin her yerinde bu işi severek yapacak gönüllüler vardır. Aslında gönüllüler zaten var fakat organizasyon ve koordinasyon sorununun olduğu da inkâr edilemez.
‘Sokakta hayvan olmaz; evcil hayvan evde ya da barınakta olur, bu iş Batı’da da böyle’ inancı yukarıda da açıkladığım gibi sağlıklı değil. Onları evlere ya da barınaklara hapsetmenin doğru olmadığını, sokaklarımızda, aramızda özgürce yaşamlarını sürdürmeleri gerektiğini düşünüyorum. Bu hem bizi kentlerdeki derin yalnızlığımızdan biraz da olsa uzaklaştıracak (Boji’nin, sadece tek bir köpeğin yarattığı pozitif havayı düşünün) hem de başka bir dünya mümkün hayaline güç kazandıracak bir yol. Aslında tarihi kayıtlar incelendiğinde bu yolun geleneksel olarak Türkiye’de yüzyıllardır uygulandığını ve yavaş yavaş çok öykünülen Batı’nın da bu yolu takdir ettiğini görüyoruz. İnanmayan Ceyda Torun tarafından çekilen ve İstanbul’daki sokak kedilerini konu alan Kedi adlı belgeselin ve Elizabeth Lo tarafından çekilip bu kez İstanbul’daki sokak köpeklerini konu alan Stray adlı belgeselin Batı dünyasından ne kadar çok beğeni aldığını dijital kaynaklardan araştırabilir. Dünyayı kurtaracak dönüşüme, bencilce sahiplendiğimiz kentlerimizi binlerce yıldır yanı başımızda bizimle duygudaşlık yapmış kedi ve köpeklerle paylaşmaya başlayarak adım atmak, sonra yavaş yavaş diğer hayvan ve bitkilerle daha sıkı ve saygılı bağlar kurarak ilerlemek hiç zor değil. Yeter ki bu ve buna benzer konulardaki ezberlerimizi bir kenara bırakalım.
Açıkçası bu konuda aklımdan geçenleri bütünüyle yazmaya kalksam çok daha fazla yere ihtiyacım olurdu. Bozulması gereken başka pek çok ezber var, buna kuşku yok. Diğer yandan burada örneğin ne yasal zeminin sorunlarına değinebildim ne evcil hayvan ticaretine. Değinmediğim o kadar çok şey var ki… Fakat benim kafamdaki çözümün temellerini özet olarak da olsa aktarabildiğimi sanıyorum. Yanıldığım yerler olamaz mı? Olur tabii. Eksikler? Onlar da vardır. Buyurun konuşalım, medeni bir şekilde tartışalım. Ama yıllardır bize dayatılan ezberleri arkamızda bırakıp aklımızı ve vicdanımızı hiç yanımızdan ayırmadan. Var mısınız?
*
[1] Bu başlık Prof. Dr. İsmet Sungurbey tarafından 1992 yılında yayımlanan Hayvan Hakları: Bir İnsanlık Kitabı adlı eserin üst kapak başlığıdır. [2] Bu konuda daha kapsamlı bilgi sahibi olmak isteyenler Jared Diamond’ın ‘Tüfek, Mikrop ve Çelik’ adlı eserinin ‘Zebralar, Mutsuz Evlilikler ve Anna Karenina İlkesi’ başlıklı IX. Bölümünü okuyabilirler.
Ünlü yönetmen Quentin Tarantino’nun Kill Bill filmi, “Ölümcül Engerek Yılanı Suikast Timi”nin bir kilisedeki düğünü basıp töreni yöneten papaz ve damat da dahil olmak üzere sekiz kişiyi öldürmesinin ardından, yaralı olarak yerde yatan “Gelin”in, timin lideri Bill ile yaptığı kısa diyalogla başlar.
Gelin rolündeki Uma Thurman karnında taşıdığı bebeğin kendisine ait olduğunu söylemesine rağmen Bill, onun başına doğrulttuğu silahı ateşlemekten vazgeçmez.
Bu dramatik sahnenin ardından, derinlerden gelen kilise orgu tadında bir gitar introsu ve onun eşliğinde Nancy Sinatra’nın duru sesini duyarız.
I was five and he was six
We rode on horses made of sticks
He wore black and I wore white
He would always win the fight
Bang bang, he shot me down
Bang bang, I hit the ground
Bang bang, that awful sound
Bang bang, my baby shot me down
Quentin Tarantino’nun filminde Nancy Sinatra’dan dinlediğimiz “Bang Bang (My Baby Shut Me Down )”ı Sonny Bono, eşi Cher’in ikinci albümü “The Sonny Side of Cher” için 1966 yılında yazmıştı. Şarkı single olarak da yayınlanmış ve İngiltere listesinde üçüncü sıraya, Amerika Bilboard Hot 100’de de ikinci sıraya kadar yükselmiş ve Cher’in 1 milyondan fazla satan ilk single’ı olmuştu.
Oldukça belirgin “contralto” sesiyle tanınan ve 60 yıla yaklaşan kariyerinin her 10 yıllık döneminde Bilboard’da 1 numaraya yükselen bir şarkı yapmayı başaran tek şarkıcı olan Cher, medyanın kendisine taktığı “Pop’un Tanrıçası” ünvanını fazlası ile hak ediyordu. Kariyerinde müzik dışında oyunculuk da bulunan Cher,”Bang Bang”in videosunda aktrislik yeteneğini de gözler önüne sermiş ve terk edilen eşi başarıyla canlandırmıştı.
Şarkının dramatik ve kalp kırıcı bir hikayesi vardı. Çocukluklarında oyuncak silahlarla birbirlerini vuran ve büyüdüklerinde kilisede şarkılar eşliğinde evlenen bir çiftin öyküsünü anlatıyordu. Çocukluk oyunlarında kız arkadaşını hep alt eden erkek, evlendiklerinde onu terk ederek alegorik olarak onu bir kez daha “vurmuş” oluyordu.
Nancy Sinatra, Cher’in şarkısına aynı yılda yani 1966’da cover yaptı. Onun versiyonunda Billy Strange’in Gibson gitarı ile yaptığı tremola efekti şarkıyı oldukça çekici ve gizemli yapmıştı. Her iki sanatçı da güçlü sesleri ve farklı yorumları ile dinleyicileri etkilemiş olsalar da, orijinal olma avantajı ile Cher’in “Bang Bang”’i, Nancy Sinatra’nın melankolik cover’ını gölgede bıraktı.
‘Gelin’in uğuru…
Tarantino, senaryosu dövüş sanatları sineması, samurai sineması ve spagetti western karışımı olan “Kill Bill” için , “Bang Bang”in Western kokan orijinal versiyonunu kullanmaktansa Nancy Sinatra’nın ağır tempodaki gotik yorumunu tercih edince Nancy’nin versiyonu 2003 yılında bu sefer hit oldu.
Terk edilen sevgilinin kilise basıp “Gelin” dahil herkesi vurma hikayesi için Nancy’nin kasvetli yorumu çok daha uygundu.
Filmin unutulmaz sahnelerinden biri de Japon Samurai kılıç ustası Hattori Hanzo ile “Gelin “arasındaki diyalog idi. Usta’nın ”Gelin”e bir intikam kılıcı yapmayı kabul ettiği sahnede dinlediğimiz, panflüt virtüözü Gheorge Zamfir tarafından yorumlanan ve Ennio Moricone’nin western filmler için yaptığı eşsiz müziklerden hiç de aşağı kalmayan “The Lonely Shepherd”, filmin ikinci hit şarkısı olmuştu.
Defalarca cover’ı yapıldı
Petula Clark, Stewie Wonder, Lady Gaga gibi yıldızlar “Bang Bang”e cover yapan şarkıcılar arasında oldular.
Duygusal şarkıların usta yorumcusu Dalida şarkıyı İtalyanca yorumlarken, Türkiye’de de Güneri Tecer“Dan Dan” ismiyle aranje etmişti.
Cher 1987 yılında şarkının rock bir versiyonunu kaydetti.
Kadın giyim markası Patrizia Pepe’nin 2017/2018 reklam yüzü olan genç şarkıcı Dua Lipa “Bang Bang”i reklam videosunda kullandı. Bu video şu ana kadar You Tube’da 37 milyon kere izlendi.
Nancy Sinatra.
Norveçli mezo sopranno Tuva Semmingsen’in 2018’de Danimarka Senfoni Orkestrası eşliğindeki kusuruz “Bang Bang” yorumu, Nancy Sinatra’nın yorumuna en yakın olanı idi.
Tarantino klasiklerinden Pulp Fiction’un unutulmaz açılış müziği “Misirlou’nun da olduğu gibi, Kill Bill’in açılış müziği “Bang Bang” de, Nancy Sinatra’nın tremola gitar eşliğindeki melankolik yorumu ile müzik ve sinema tarihindeki yerini aldı.
Kaynakça
What”Bang Bang” was really about, classicrock.com
Pam., A Song Story #1 Bang Bang (My Baby Shut Me Down), 2012
Derrer J., Guitarist Bill Strange Talks About Nancy Sinatra’s Bang Bang, 6 June 2008
Diyelim ki, bir Floransalı ya da İsfahanlı olarak düşünüyor olsanız, bir kentte
“kültürel sürecin oluşmasından önce ve oluşabilmesi için ya da sanat eserinin üretilmesinden önce, yapılan tartışmalar ya da mekanın/ kentin/ kentlilerin verdiği esinin,
olayın veya ürünün üretimi sırasında toplanan materyal ve çalışmalar/ dönüşümler ve düşünceler/ somut ürünlerin ve
oluşumlar ortaya çıktıktan sonra, onunla ilgili olarak yapılan tartışmalar, yorumlar ve katkılar-eklemlenmeler veya eleştiriler-protestolar vb.nin,
o kentin entelektüel yaşamının zenginliğini, çeşitliliğini, canlılığını ve o kentin nelere nasıl esin kaynağı olabildiğinin/ neleri yaratabildiğinin göstergeleri olduğunu” söylerdiniz.
Bu süreç, çok parçalı, kentin pek çok mekanında/ pek çok toplumsal kesimde eşzamanlı veya artzamanlı olarak ve bazen yalınkat ve acemi bazen çok derinlikli ve sofistike olsa da sonuçta o kentte yaşamın/ kentin kendi kimliğinin ve hemşerilerine verebildiği değerin, orada olmanın anlamının göstergesidir. Bu toplam, o kentin sahip olduğu entelektüel kimliğin, estetik değerlerin, bu tür bütün niteliklerin, en güçlü bileşeni ve o kentin ne olduğunun/ neye dair olduğunun adıdır.
1937’de inşa edilen Ankara Garı.
Kültürel süreçler/ sanatlar ve kentin mekanik/ bürokratik vb. veya sıradan olmayan türdeki etkileşimler; kentleri yeğlenebilir, yaşanabilir ve yaşamı sürdürülebilir kılan en dinamik ve temel ögeler olarak değerlendirilebilir. Sanatlar, kültürel süreçler ve bilimlerin araştırmaya-buluşlara ve yeni katkıları açık bölümleri, sanatsal etkinlikler ve sanatçılar kentleri en çok yenileyen/ kendisini tekrar etmekten ve monotonluktan kurtaran, farklı düşüncelere/ kavramlara ve anlama biçimlerine ulaşmayı sağlayan, bütün bunları yaparken, sürekli olarak alışılmışa/ muhafazakarlığa karşı akan veya ona karşı direnen, değişim kaynaklarıdır.
Kültürel süreçler ve sanatlardaki bu (yenilikçi/ muhalif/ direngen) potansiyel, bazen kurumsallaşabilir/ kodlar/ kurallar ve standartlar/ sertifikalar gerektirebilir (okullar/ konservatuvarlar, akademiler ve müzeler vb.), bazen kurumlardan özgürleşme/ kaçış arayışındadır ve bu nedenlerle devlet her zaman bu alanı belirlemeye çalışır. Alan, aynı nedenle politiktir ve toplumsal mücadelenin bir parçasıdır. Yeni düşünce/ yeni kavram ve yeni davranışların, yerellik ve evrenselliğin, muhafazakarlık ve modernliğin, inançların ve sekülaritenin, kurallar ve sınırlarla-özgürlüklerin vb. çatışmalı ilişkisinin geliştiği ve bu nedenle de geleceğin niteliklerinin/ anlamının tartışıldığı ve belirlendiği bu kozmos, bütün kentler bakımından, büyük bir önem taşır.
“Kentteki kültürel süreçler ve sanatlar” dediğimizde, alanı tanımlarken başta edebiyat, mimarlık, müzik, resim/ heykel (ve bütün plastik sanatlar) olmak üzere (sahnede olsun-olmasın) sahne sanatları (tiyatro-ortaoyunu/ opera/ mim/ bale ve dans/ kukla vb.) ve elbette sinema vb. gibi performansları/ üretimleri ele almalıyız. Ayrıca, bunlar üzerindeki tartışmaları ve kuramsal/ politik çatışmaları “halkçılaşma/ popülerleşme ve uç-radikalizmin arasındaki bütün aşamalardaki uygulamaları, eğitimleri ve etkileşimleri, ticareti ve ticari olmayan sergilemeleri/ sergilenme mekanlarını, (basılı/ elektromanyetik) magazin türü yayınları ve afişleri, vb.yi de, bu alanın içinde düşünmek gerekir
Ankara: Devlet güdümlü kültür ve sanat
Dünyanın bütün kentlerinde resmi ya da özel kültür kurumları, yani kütüphaneler, müzeler ve sergi salonları/galeriler, müzik salonları, sahneler vb. bakımından genellikle, kent merkezi çevresinde bir kümelenme söz konusudur. Ankara, İstanbul ve İzmir’de de benzer bir konumlanış söz konusudur. Bir anlamda, “kent merkezleri/ çekirdekleri” için daha önce yaptığımız tartışmalar, kentteki kültürel/ sanatsal etkinlik mekanlarıyla bütünlenir.
Ziraat Bankası binası.
Türkiye’de devlet, toplumu yenileştirmek ve cumhuriyet ideolojisini yaymak için kültürel bir misyon yüklenmiş, birçok sanat alanında öncülük ve standart belirleme/ “modernleşme veya modernleştirme” gibi bir görev üstlenmiştir. Bu kültürel misyon, en çok kentlere ve kentsel yaşama/ kentin mekanlarına yansır. Bu bakımdan Ankara’nın diğer kentlere göre özel bir durumu vardır. Kentte tiyatro, opera ve (yerel ve popüler türlerin dışındaki) müzik daha sonraki yıllarda dans (bale), bir ölçüde resim, daha çok kamu yapıları nedeniyle mimarlık ve kamusal alanda heykel, (genellikle kitap yayını/ çeviri gibi konular nedeniyle) edebiyat vb. devlet güdümüyle gerçekleşir. Kent içindeki yer seçimi ve konumlanış da bu nedenle daha çok devletin yeğlemelerine veya iradesine göre belirlenmiştir.
İstanbul: Sivil sanat
Sinemanın İstanbul’u seçmiş olmasının nedeni belki devlet güdümü dışında kalmayı seçmiş olmasıdır. Başlangıçta, sinema salonları/ filmlerin/ sinema sanatının halkla buluşması bakımından, her üç kentte de, kent merkezlerini seçmiştir; ancak 1960’lı yıllara doğru en popüler eğlence biçimi olarak sinemanın orta ve orta-alt sınıflar tarafından benimsenmesi nedeniyle semtlere/ semt merkezlerine doğru bir dağılma söz konusudur.
İstanbul Üsküdar’da bir yazlık sinema.
Sanat mekanlarının konumlanışı bakımından İstanbul, kendisine (ve geleneklerine) özgü sanatçıların ve sivil hemşerilerin tercihlerine göre, kent coğrafyasında yer belirleyebilmiş/ iradesine göre seçim yapmış-davranabilmiş tek kenttir denilebilir. İzmir, çok kültürlü yapısını ve yaşamını kaybettikten sonra resmi olmayan kültürün gelişmesi ve kent yaşamı ile etkileşiminde çok gecikmiş ve gerçekleştirebildiği kadarıyla da, daha çok orta sınıf popüler kültürel etkinlikleri ve bunların mekanlarını yaratabilmiştir. Bunun dışında tiyatro, heykel, resim vb.de devletin konumu itibarıyla, Ankara’nın çok daha silik bir kopyası gibidir.
Özellikle sahne sanatlarının ve eğlencenin sivil kişiler/ örgütler eliyle gerçekleştirilmesinin, sinemaların, özel resim galeri vb.nin, İstanbul kent merkezin yaratılmasında stratejik önemi (merkezin kimliğini-kültürünü belirleyici bir önemi) olduğu söylenebilir. Özellikle “Beyoğlu”, İstanbulluların ve sanatçıların kültürel etkileşim için seçtikleri diğer hizmet mekanlarıyla birlikte gelenekten gelen mekanların işlevselliğini sürdürüldükleri merkezdir.
Ankara (orta sınıf) sivil toplumu ise 1950’lerde, kentlilerin kültürel etkileşimleri ve sanat olaylarını tartışması ve kentsel yaşamı ve kentsel yaşamının standartlarını etkilemesi vb. bakımından, farklı (yalıtılmış/ seçkinlikçi) bir konumdadır. Popüler kültürlerin ya da popüler kültür açısından yorumlanmış sanatsal olayların benimsenmesinde İstanbul ve İzmir (orta sınıf) kent toplumları ile benzeşmeyen ve (popüler olmayan) modern anlayışa daha yakın konumdadır.
Ankara’da standartlar (tiyatro/ opera ve daha sonra bale, müzik, mimarlık, heykel ve bir bakıma resim vb. türü sanatlarda) devlet güdümüyle daha yüksek tutulmuştur ve daha batıcı bir “modernite” anlayışı söz konusudur. Diğer kentlerde, sanat standartları güdüm altında değildir ama dönemin radyo dergileri/ meslek dergileri ve iletişim organları (radyo, gazeteler) vb. sonuçları kentsel mekana ve kentsel yaşama yansıyan bu (o zamanki adlandırmayla) “alaturka-alafranga” (ya da modern-gelenek) çekişmesindeki gerilimin bu kentlerin yaşamındaki biçimlenişini aktarırlar.
‘Radikal modernleşme’
1950’lerde toplumsal sınıfların konumlanışında değişim başladığında, orta sınıfın egemeni bürokrasi kaybederken ticari burjuvazi (daha sonra az sayıda sanayici) yükselmeye başlar. Emekçi sınıflar nüfus olarak genişler ve kırdaki yoksulluğa göreli olarak yeterli olan kent yoksulluğunu sorun etmez. Modern kültürel süreçlerin (sinemaların yaygınlaşmasına kadar) bütünüyle dışında ve geleneksel sanat kalıpları içindedir.
Edebiyat, resim, müzik ve mimarlık gibi alanlarda, hem özgün üretimler, hem de kuramsal tartışma savaş sonrasında canlanmıştır ve sürmektedir. Edebiyatta “İkinci Yeni”, resimde “D Grubu”, mimarlıkta “modern mimarlık-milli mimarlık” tartışmaları, müzikte “alaturka” ve “gazino kültürü”, sinemada “Yeşilçam Kültürü” türü değişimlerin gelişmesine katkıda bulunduğu kavramlar kent mekanlarında hemen olmasa da küçük bir gecikmeyle etkili olmaya başlar.
İkinci Yeni şairleri ‘Dünya Ölmeme Günü’nde-1981
1950’lerden sonra yavaş bir tempoda olsa da “Batı Kültürü”, Avrupa Kültürü”ne göre daha hafif ve yararcı, ama daha gösterişli ve zengin “Amerikan Kültürü” olarak anlaşılmaya başlanır. 1950’lerin ikinci yarısından sonra kent mekanında, en çok mimarlık ve şehircilikte görülen “radikal modernleşmeyle”, toplumsal yaşamın diğer ögelerinde duyumsanmaya başlanan “muhafazakarlaşma” arasındaki makasın giderek açılması, daha sonraki yıllarda kentsel yaşamı şiddetle sarsmaya başlamıştır.
Kentler ve kültürel değişmelerde bugüne doğru
Muhafazakar anlayış içinde teknikle (mühendislikle) sınırlandırılmış (konut, kentsel ve kentler arası-kırsal altyapı, kamusal binalar, otomobil ve teknoloji/ enerji kullanımında hızlı ilerleme-kalkınmacı) modernleşme, 1950’lerden itibaren, politik/ ideolojik ve kültürel olarak tartışıldı ve hala tartışılıyor. Bu tartışmanın sonuçları en çok kentleri, genel olarak bütün ekolojik koşulları ve kentli toplumların yaşam biçimlerini etkiliyor.
Eğer iklim değişikliği ile kentler yeni bir dönem için hazırlanmaya başlayacaksa, kültürel süreçlerde 1950’lerle başlayan dönüşümler ve etkileri, belki bir zihinsel egzersiz platformu olarak ele alınabilir ve farklı bir bakış açısıyla, yararlı bir örnek olarak kullanılabilir?
Herkese, her ne kadar çok kalıp bir ifadeyle de olsa, iyi olacağını umut edebileceğimiz bir yıl dilerim.
Şu aralar neredeyse hepimiz kendimizi derin bir yarığın dibindeymiş gibi hissediyoruz. Kitaba ismini veren Tatlıçayır ailesi ise sadece böyle hissetmekle kalmıyor onlar gerçekten de oradalar.
Dünya’da kuraklığın giderek artmasına bağlı olarak yeryüzünde ansızın dev bir çatlak oluşur, Tatlıçayır ailesi de bu çatlağın dibini boylar. Mahsur kalan Tatlıçayırlar buradan nasıl kurtulacaklarını düşünürken çiğdeci kuşları Cici harekete geçer. Gökyüzüne doğru uçar ve bir tohumla geri döner. Kısa süre sonra zeminde küçük bir bitki sürgün verir. Anne Tatlıçayır, “Bunun bize ne yardımı olacak, bu sadece bir tutam yabani ot,” diyerek burun büker. Buna karşılık bitki hızla büyüyerek yüzeye doğru uzar. Tatlıçayır ailesi de bitkiye tırmanarak gün ışığına ulaşır.
Kuş ve tohumun getirdiği mucize
Bu hikâye günümüz dünyasının vahim tablosunu çizmekle kalmıyor, o tablodaki çocuk kitaplarına da sirayet eden genel yaklaşımı; doğayı tahrip eden el gibi doğayı kurtaracak olan elin de insana ait olacağı yaklaşımını altüst ediyor. Tatlıçayır gibi nüktedan bir soyada sahip olan bu ailenin yani insanın gelinen noktada kendini kurtarmak adına olumlu ya da olumsuz bir yaptırımda bulunma şansı yok. Oysa kuş ve tohum doğalarının gerektirdiğini yapıyorlar. Onların yaşam yaratmaya muktedir varoluşlarından ise yalnızca yararlanıyor insan. Hikâyenin bir diğer çarpıcı tarafı ise Tatlıçayır ailesini kurtaran bitkinin heybetli bir ağaç değil de her yerde yetişip kendine yol bulabilen bir ayrık otu oluşu.
Yirmi yıl ders verdiği Kraliyet Sanat Akademisi İllüstrasyon Bölümü’nün başkanlığını yürüten, Roald Dahl gibi yazarlarla işbirlikleri yapan, Hans Christian Andersen ödüllü ünlü İngiliz karikatürist Quentin Blake’nin karakteristik illüstrasyonları ise ne katı çizgilerden ne blok renklerden oluşuyor. Blake’in hareketli ve geçirgen desenlerinde resimsel elemanlar birbiriyle daimi olarak temas halinde.
Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), dijital platform Disney Plus‘a 10 yıl süreyle yayın yapma hakkı tanıyan lisans verdi.
Dijital platform, 2022 yılı itibariyle Türkiye‘de de hizmet verecek.
Yerli içerikler de olacak
RTÜK’ün dün gerçekleştirdiği toplantıda Disney Plus’ın “internet üzerinden isteğe bağlı yayıncılık” lisans başvurusu da görüşülürken, yapılan değerlendirme sonucu mevzuatta düzenlenen idari ve mali şartları yerine getiren yayın kuruluşuna, Türkiye’de 10 yıl süreyle yayın yapma hakkı tanıyan lisans verildi.
2022 itibariyle Disney Plus, Netflix ve Amazon Prime‘ın ardından Türkiye pazarına giriş yapmış olacak. Platformda, çok sayıda yerli içeriğin de olacağı kaydedildi.
Beşinci doz koronavirüs aşısı için randevuların açıldığı duyuruldu. Dördüncü doz aşısını olup üzerinden üç ay süre geçmiş olanlar için beşinci doz aşı hakkı bugün itibariyle tanımlandı.
Bekleme süresi altı aydan üç aya düşürülmüştü
İki doz Sinovac, iki doz BioNTech aşısı olanlar beşinci doz randevusu alabiliyor. Bu şartları sağlamış olanlar, Merkezi Hekim Randevu Sistemi üzerinden aile hekimleri ya da hastanelerden aşı randevusu alabilecek.
Omicron varyantının dünyada yayılmasıyla birlikte hatırlatma dozunun önemi bir kez daha anlaşılmış ve bekleme süresi altı aydan üç aya düşürülmüştü.
Türkiye’de 30 Aralık itibariyle son 24 saatte 36 bin 684 kişinin testi pozitif çıkmış, 142 kişi ise hayatını kaybetmişti. İyileşenlerin sayısı ise 24 bin 854 olarak açıklanmıştı.
Bugün itibariyle ülkede uygulanan toplam aşı miktarı 131 milyon 598 bin 955. Birinci doz aşı uygulana kişi sayısı 56 milyon 912 bin 101 iken, ikinci doz aşı olanların sayısı 51 milyon 601 bin 513 oldu.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, 16 meslek için Mesleki Yeterlilik Belgesi zorunluluğu getirdi.
Bu mesleklerde, Mesleki Yeterlilik Kurumu Mesleki Yeterlilik Belgesi‘ne sahip olmayan kişiler, bugünden itibaren 12 ay sonra çalıştırılamayacak.
Belge zorunluluğu getirilen meslekler
“Mesleki Yeterlilik Kurumu Mesleki Yeterlilik Belgesi Zorunluluğu Getirilen Mesleklere İlişkin Tebliğ” Resmi Gazete‘de yayımlandı.
Buna göre, iş kazaları açısından “tehlikeli” ve “çok tehlikeli” sınıftaki ahşap mobilya ile ayakkabı imalatçıları, baca yağlı kanal temizleme personeli, boyama operatörü, elektrik dağıtım şebekesi test görevlisi, güzellik uzmanı, kesimci (ayakkabı), kuaför, mobilya döşemecisi, raylı sistem araçları elektrik bakım ve onarımcısı, raylı sistem araçları elektronik bakım ve onarımcısı, raylı sistem araçları mekanik bakım ve onarımcısı, raylı sistemler sinyalizasyon bakım ve onarımcısı, saraciye imalatçısı, sayacı, zeytinyağı üretim operatörü meslekleri için Mesleki Yeterlilik Belgesi zorunluluğu getirildi.
“Mesleki Eğitim Kanunu”na göre ustalık belgesi alanlar ile Milli Eğitim Bakanlığı‘na bağlı mesleki ve teknik eğitim okullarından ve üniversitelerin mesleki ve teknik eğitim veren okul ve bölümlerinden mezun olup diplomalarında veya ustalık belgelerinde belirtilen bölüm, alan ve dallarda çalıştırılanlar için belge şartı aranmayacak.
Bu kapsamdaki denetimler iş müfettişlerince yapılacak. Tebliğ hükümlerine aykırı davranan işveren veya işveren vekilleri hakkında idari para cezası uygulanacak.