Ana Sayfa Blog Sayfa 1014

‘Yarının Türkiyesi’nde İstanbul Sözleşmesi ve LGBTİ+lar yok

Bugün altı partinin katılımıyla imzalanan “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Mutabakat Metni“nde İstanbul Sözleşmesi‘ne geri dönülmesi vaadi ve LGBTİ+ haklarına ilişkin düzenlemelerin yer almaması sivil toplum örgütlerinin tepkisini çekti.

CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi, Demokrat Parti, DEVA Partisi ve Gelecek Partisi tarafından oluşturulan metinde temel hak ve özgürlüklere ilişkin başlıklarda LGBTİ+’lardan bahsedilmezken, yaklaşık bin kişinin izlediği toplantıya hiçbir LGBTİ+ örgütü de davet edilmedi.

Salonda İstanbul Sözleşmesi tepkisi

Metnin kadına şiddetin önlenmesine ilişkin  maddelerinin okunması sırasında İstanbul Sözleşmesi‘nden bahsedilmeyince salonda bulunan kadın örgütleri, “İstanbul Sözleşmesi!” diye bağırarak tepki gösterdi.

Metnin ilgili bölümünde “Kadına yönelik şiddetle etkin şekilde mücadele edilecek, şiddetin önlenmesi adına uluslararası sözleşmeler ve ulusal mevzuat hükümleri etkili şekilde uygulanacaktır” cümlesi yer alırken, İstanbul Sözleşmesi’nin adı verilmedi.

Ayrıca metinde “Temel hak ve özgürlükler; dil, din, mezhep, ırk, cinsiyet, siyasi ve sosyal aidiyet farkı gözetmeksizin tüm insanlar için güvenceye kavuşturulacak ve iç hukukumuz uluslararası standartlarla uyumlu kılınacaktır” cümlesi yer almasına rağmen LGBTİ+ ların haklarına dair herhangi bir düzenleme de öngörülmedi.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, iktidarlarının ilk haftasına İstanbul Sözleşmesi’ni yeniden yürürlüğe koyacaklarını söylemiş, İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener de “Yeniden ‘İstanbul Sözleşmesi Yaşatır!’ diyebiliriz. Yeter ki vazgeçmeyelim” açıklaması yapmıştı. Deva Partisi Kadın Kolları, sözleşmeden çıkılmasına ilişkin Cumhurbaşkanı kararını dava etmişti.

Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu daha önce sözleşmeyi savunurken “Sözleşmede hiçbir yerde LGBTİ dahil, Türkiye’yi temel ahlaki meselelerde müeyyide altına sokan bir madde söz konusu değil” yorumu ile gündeme gelmişti. Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu ise “İstanbul Sözleşmesi’ni kabul etti Türkiye. Ne oldu? Kadına şiddet on misli arttı. Sadece kanunlar çıkararak değil toplumda gerekli adımları atmalıyız. Aileyi korumadan kadına şiddeti önleyemezsiniz. Aile toplumun çekirdeği temeli” demişti.

Af Örgütü: Rusya sivil yerleşimlerde misket bombası kullanıyor, biri çocuk üç kişi öldü

Uluslararası Af Örgütü, Ukrayna’nın kuzeydoğusundaki Sumi Oblastının Okhtyrka şehrinde yer alan, sivillerin sığındığı Soneçko anaokulu ve kreşinin uluslararası çapta yasaklı olan misket bombalarıyla vurulduğunu açıkladı.

Af Örgütü, Rusya‘nın 25 Şubat’ta gerçekleştirdiği saldırıda biri çocuk üç kişinin öldürüldüğünü, bir diğer çocuğun ise yaralandığını açıkladı. Saldırı, “savaş suçu” kapsamına alınabilir.

Binalara 220mm’lik bir Uragan roketinin düştüğünü ve saldırı esnasında içeride çatışmalardan kaçan sivillerin bulunduğunu doğrulayan örgütün Genel Sekreteri Agnès Callamard “Bırakın bir okulun civarına, yerleşim bölgelerine misket bombaları atmanın hiçbir haklı gerekçesi olamaz. Bu saldırı Rusya’nın doğası gereği gelişigüzel ve uluslararası çapta yasaklı olan bir silahı kullandığına ilişkin tüm belirtileri taşımaktadır ve açıkça sivillerin hayatını hiçe saymıştır” dedi.

Üretimi, kullanımı, stoklanması yasak

Ukrayna ve Rusya dışında 100’ün üzerinde ülke tarafından desteklenen 2008 Misket Bombalarının Yasaklanması Sözleşmesi uyarınca misket bombalarının kullanımı, geliştirilmesi, üretimi, edinilmesi, stoklanması ve transferi her koşulda yasak.

Uluslararası teamülde de misket bombaları gibi doğası gereği gelişigüzel olan silahların kullanımını yasaklanıyor. Sivillerin öldürülmesi veya yaralanmasıyla sonuçlanan gelişigüzel saldırılarda bulunmak ise savaş suçu oluşturuyor.

Uluslararası Af Örgütü’nün tespitlerinde şu bilgiler yer aldı:

  • 9M27K veya 9M27K1 tipi 220mm’lik Uragan roketi, neredeyse bire bir aynı olan ve yalnızca kendini imha özelliğinde gecikme süresi bakımından farklılık gösteren 30 adet 9N210 veya 9N235 misket bombaları taşır. Okulda ve civarındaki darbeler, zemindeki ayırt edici kabarma dahil olmak üzere 9N210/9N235 misket bombalarının yol açması beklenen hasarla tutarlı hasarı gösteriyor.
  • İlk kez açık kaynaklı araştırma örgütü Bellingcat tarafından bildirildiği gibi, 9M27K roketinin ön kısmı ve kargo bölümünün kalıntıları 200 metre doğuda bulundu. Açık kaynaklı haberler, saldırı sırasında, uçuş yörüngesine dayalı roket fırlatma kaynağı olan Okhtyrka’nın batısında Rusya güçlerinin bulunduğuna işaret ediyor.
  • Saldırının hedefi okulun 300 metre kuzeyindeki lojistik depolama alanı olabilir. Ancak bu saldırıda kullanılan 220mm’lik Uragan roketleri gibi Çoklu Fırlatma Roket Sistemleri kontrolsüz ve hatalıdır ve bu nedenle sivillerin yasadığı bölgelerde kesinlikle kullanılmamalıdır.
  • Ayrıca, misket bombaları, %20’ye kadar varan aşırı yüksek hata oranıyla patlayıcıları geniş bir alana yaydıkları ve bu özellikleri nedeniyle sivilleri tehdit ettikleri için doğası gereği gelişigüzel silahlardır ve 100’ün üzerinde ülkenin desteklediği bir sözleşme ile uluslararası çapta yasaklanmıştır. Bu silahların kullanılması, gelişigüzel saldırı yasağını ihlal eder.

Son saldırının süregelen çatışmalarda Af Örgütü’nün doğruladığı, bir okula isabet eden dördüncü saldırı olduğuna dikkat çekilen açıklamaya göre;  17 Şubat’ta, Rusya destekli güçler, kontrol hattı boyunca artan bombardıman sırasında Stanytsia Luhanska kasabasında bir anaokulunu vurdu ve üç sivili yaraladı. 25 Şubat akşamı da bir füze Mariupol’de 48 No’lu Okula zarar vererek camları patlattı ve duvarlarda metal parça izleri oluşturdu. 26 Şubat’ta ise bir patlayıcı silah (büyük olasılıkla bir top mermisi) Çernihiv’deki bir anaokulunun ikinci katına isabet ederek muhtemelen VIIRS çevresel uydu sensörleri tarafından tespit edilen bir yangın başlattı.

Uluslararası hukuk gereğince, eğitim-öğretim binaları askeri amaçlarla kullanılmadıkları sürece yüksek koruma altında olduğuna vurgu yapılan açıklamada, tüm çatışmaların tarafları okulları yıkmaktan veya okullara zarar vermekten kaçınmak için özel dikkat göstermek zorunda olduğuna, ancak artan saldırılardan anlaşıldığı üzere Rusya güçlerinin bu zorunluluğu yerine getirmediğine işaret edildi.

‘Bu saldırı savaş suçu olarak soruşturulmalıdır’

Agnès Callamard sözlerini şöyle sonlandırdı: “Sivillerin güvende olmak içinde sığındığı bir anaokuluna gelişigüzel saldırı yapıldığına tanık olmak mide bulandırıcı. Gayet açık ve net: Bu saldırı savaş suçu olarak soruşturulmalıdır. 

Ukrayna’da bu insani trajedi devam ederken, savaş suçu işleyen herkesten Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde (UCM) ya da ulusal veya uluslararası düzeydeki bir başka uluslararası ceza adalet sürecinde bireysel olarak hesap sorulmalıdır. BM üye devletlerinin ve UCM’nin acilen Ukrayna’da işlenen uluslararası hukuk suçlarına ilişkin kanıtların zamanında ve etkili bir biçimde toplanmasını ve muhafaza edilmesini nasıl sağlayacaklarını değerlendirmesi şart.”

Rusya ve Ukrayna UCM’ye taraf olmamakla birlikte, Ukrayna 2015’te mahkemenin 20 Şubat 2014’ten itibaren topraklarında işlendiği iddia olunan suçlardaki yargı yetkisini kabul etti.

 

IPCC raporundan Türkiye için kuraklık, toprak kayıpları ve kırılganlık çıktı

Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), dört kısımdan oluşan Altıncı Değerlendirme Raporu’nun (AR6) Politika Yapıcılar için Özeti’ni kabul etti. Onaylanan II. Çalışma Grubu raporunda, iklim değişikliğinin Türkiye‘ye etkisine de yer veriliyor.

İklim değişikliğinin ekosistemler ve toplumlar üzerindeki etkilerini, bunların kırılganlıklarını, mevcut ve gelecekteki değişikliklere uyum sağlama kapasitelerini göz önünde bulundurularak incelendiği raporda, artan emisyonların insanlar ve çevre için oluşturduğu riskleri vurgulanıyor ve farklı bölgelerin ve doğal sistemlerin güvenlik açıkları analiz ediliyor.

‘Aşırı sıcaklıklar Türkiye’de can kaybına neden olacak’

Raporda aşırı sıcaklıkların Türkiye’de can kaybına ve önemli ekonomik kayba neden olacağının altı çiziliyor. Buna göre; Türkiye, aşırı hava olaylarına karşı Avrupa’nın en kırılgan ülkesi. Emisyonların önemli ölçüde azaltılması halinde dahi, Avrupa’da aşırı sıcaklar sonucu gerçekleşen ölüm sayısının 2050’ye gelindiğinde, bugünkü yıllık yaklaşık 2 bin 700 ölüme kıyasla 30 bine yükselmesi öngörülüyor.

IPCC raporunda söz konusu vakaların büyük kısmının Avrupa’nın Türkiye’nin dahil olduğu bölgelerde meydana geldiği belirtilirken ısınmanın önemli ölçüde artması sonucunda, ölüm sayısının, yüzyılın sonuna kadar üç kat artmasının beklendiği ifade ediliyor.

Ayrıca yüksek sıcaklıkların aynı zamanda, solunum problemlerinden kaynaklanan hastalıklar sonucu hastaneye sevk edilme rakamlarında artışla sonuçlanacağı öngörülüyor.

‘Vakaların çoğu Güney Avrupa’da gerçekleşecek’

Raporda, vakaların birçoğunun Güney Avrupa‘da gerçekleşeceği ve bu vakaların 2050’ye kadar Avrupa genelinde iki katından fazla artacağı belirtiliyor.

Su sıcaklıklarındaki artışın denizel biyolojik çeşitliliği etkileyeceği ve bunun Türkiye’de balıkçılık sektöründe de etkilerini göstereceğine değinilen raporda şunlar aktarılıyor:

“Emisyonların düşük seyretmesinde dahi, Akdeniz balık türlerinin yaklaşık yüzde 10’unu kaybedecek. Bu sayı, sıcaklık artışının yüksek seviyede gerçekleşmesi durumunda yüzde 60’a yükselebilir. 2060’ya kadar Doğu Akdeniz’de ekonomik değeri yüksek deniz türlerinin yüzde 20’den fazlasının nesli tükenebilir. Karadeniz’de ise yüksek sıcaklıklar, birçok bölgede denizin oksijen seviyesini azaltacak, dolayısıyla balık türlerinin dağılımını değiştirebilecek.”

‘Türkiye’nin yağış rejimindeki değişim toprak erozyonunu artıracak’

İklim değişikliği aynı zamanda tarım topraklarının kalitesini de düşürecek. Raporda atıfta bulunulan bir çalışma, Türkiye’nin yağış rejiminde öngörülen değişim ve artan hava sıcaklığı nedeniyle toprak erozyonunun artacağını öngörüyor. Bu durum, özellikle Akdeniz Bölgesi’nde yer alan tarım arazilerinin yaklaşık yüzde 30’unu tehdit ediyor. Emisyonlarına artması durumunda öngörülen toprak kayıpları artıyor.

‘Türkiye’de kıyı taşkınlarına maruz kalacak kişi sayısı iki katına çıkabilir’

IPCC’nin Altıncı Değerlendirme Raporu‘na göre; ısınmanın sürekli şekilde artması sonucunda kıyı taşkınlarından kaynaklanan riskler artacak. Bugün Türkiye’de yaklaşık 460 bin kişi kıyı taşkınlarına maruz kalabilecek bölgelerde yaşıyor. Raporda atıfta bulunulan bir araştırmaya göre; emisyonların artması durumunda bu sayı, yüzyılın sonuna kadar yaklaşık iki katına çıkabilir. Mevcut emisyon azaltım taahhütleri göz önünde bulundurulduğunda, Avrupa genelinde kıyı taşkınlarının maliyeti 2050’ye kadar 30 kat artabilir.

‘Yükselen deniz seviyesi sahilleri yok edebilir’

Deniz seviyesinin yükselmesi kıyı şeridinde de zarara yol açacak. Emisyonların artması ve uyum önlemleri alınmaması durumunda, Avrupa’daki kumluk kıyı şeritlerinde, küçük sahillerin yok olmasına sebep olacak yaklaşık 100 metrelik geri çekilme yaşanacak. Ancak emisyonların azaltılması bu geri çekilmeyi üçte bir oranında azaltabilir. Raporda atıfta bulunulan bir araştırmaya göre; Xanthos Letoon, Efes ve İstanbul‘un tarihi bölgeleri de dahil olmak üzere birçok UNESCO kültürel miras alanı, deniz seviyesinin yükselmesi tehdidiyle karşı karşıya bulunuyor.

‘Yüksek emisyonlar Akdeniz’de kuraklığın 3-4 kat uzun sürmesine neden olabilir’

IPCC’nin raporuna göre; iklim değişikliği nedeniyle kuraklıkların sıklığı ve yoğunluğu artacak. Akdeniz bölgesindeki nüfusun yaklaşık yüzde 54’ünün farklı ölçeklerde su kıtlığı yaşayacağı öngörülüyor. Bu miktar, emisyonların hızla azaltılmasıyla yüzde 18’e geriliyor. Emisyon azaltımının, planlanan seviyeden daha hızlı gerçekleşmesi durumunda dahi, 20. yüzyılın sonuna gelindiğinde, Akdeniz bölgesinde 2-3 kat daha uzun süren kuraklıklar yaşanacak. Emisyonların yüksek olması durumunda ise kuraklıklar 3-4 kat uzun sürebilecek.

‘İstanbul kırılgan’

İstanbul, özellikle kuraklığa bağlı ekonomik kayıplar karşısında kırılgan durumda. Emisyonların yüksek olması durumunda, Beyşehir Gölü 2070’ye gelindiğinde tamamen kuruyabilir. Artan su talebi ve daha kuru koşullar bir araya geldiğinde, Akdeniz Bölgesi’ndeki yeraltı su rezervlerinin tükenebilir. Su rezervuarları veya tuzdan arındırma tesislerin inşası gibi su stresini azaltmak üzere uygulanan stratejiler maliyetli ve çevreye zararlı, ve emisyonların azaltılmazsa kuraklıktan kaynaklanan zararları önlemek için yeterli olmayacak.

‘Emisyonların devam etmesi Türkiye’ye önemli boyutta zarar verecek’

Rapora göre; emisyonların devam etmesi ve sıcaklık artışının kümülatif etkisi, Türkiye ekonomisine önemli boyutta zarar verecek. Raporda atıfta bulunulan bir çalışma, emisyonların yüksek seviyede gerçekleştiği durumda, yüzyılın sonuna kadar Türkiye’nin kişi başına GSYİH‘sinde yüzde 17 düşüş yaşanmasını öngörüyor.

‘Türkiye başka yerlerdeki hava olaylarından da zarar görecek’

Türkiye’nin, iklim değişikliğinin etkilerinden sınırları içerisinde zarar görecek olmasının yanı sıra, başka yerlerde meydana gelen zararlarından da derinden etkileneceğine yer verilen raporda şunlar aktarıldı:

“Örneğin, iklim değişikliğinin, uluslararası tedarik zincirlerinde, piyasalarda, finans sektöründe ve ticarette yarattığı olumsuz etki, Türkiye’de ürünlere erişimi kısıtlayacak, fiyatlar artacak ve Türkiye’nin ihracat piyasasına zarar verecek. Tarımsal verimde düşüş yaşanması, önemli altyapıların hasara uğraması ve emtia fiyatlarındaki artış gibi iklim değişikliği kaynaklı ekonomik şoklar, finansal istikrarsızlığa yol açabilir.”

Isınmanın yüksek seviyede gerçekleşmesinin, küresel ısınmanın olmadığı bir dünyaya kıyasla, yüzyılın sonunda GSYİH’nin yüzde 10 ila 23 azalmasına neden olabileceğinin belirtildiği raporda “Bazı büyük ekonomiler, iklim değişikliği nedeniyle daha büyük ekonomik zarar görebilir” denildi. Raporda atıfta bulunan bir çalışma ise emisyonların yüksek olduğu durumda, yüzyılın sonunda GSYİH’da yaşanacak kaybın Çin’de yüzde 42’ye, Hindistan’da ise yüzde 92’ye ulaşabileceğini öngörüyor.

Buna göre; iklim değişikliği hali hazırda tedarik zincirlerini olumsuz etkiliyor. Örneğin, 2011’de Tayland‘da meydana gelen sel felaketi, yarı iletken üretimini derinden yaraladı. Bu durum, küresel ölçekteki endüstriyel üretimin yüzde 2,5 azalmasına neden oldu ve sabit disk fiyatlarında yüzde 80 ila yüzde 190 artışla sonuçlandı.

‘Yüksek emisyonlar aşırı hava olaylarının hasarını artırıyor’

Ek olarak şiddetli yağmurların, daha güçlü fırtınalar ve deniz seviyesinin yükselmesi sonucunda limanlarda ve kıyılarda inşa edilen diğer altyapıları etkileyen sel olaylarının artmasıyla, özellikle emisyonların yüksek olması durumunda, bu hasarların daha yaygın hale gelmesi bekleniyor.

Kasım 2021’de, taslak raporun hazırlanmasının ardından, Kanada’da yaşanan sel felaketleri sonucunda karayolları ile demiryollarının kullanılamaz hale gelmesi, Kanada’nın tahıl ihracatının önemli bölümünün gerçekleştirildiği Vancouver Limanı‘na gelen sevkiyatları geciktirdi. Bu durum, konteynerleri depolamak için yeterli yer bulunmaması nedeniyle gemilerin Asya’ya boş konteynerlerle geri dönmesine yol açtı. Kanada’nın ihracatında oluşan bu aksama, gecikmelere yol açarak, uluslararası nakliye sektörünü de olumsuz etkiledi.

Gıda tedarik zinciri için tehlike çanları

Rapora göre; uluslararası gıda tedarik zincirini de tehdit altında. Buna göre; emisyonlar hızla azaltılmazsa, küresel ölçekte birden fazla yeri etkileyen aşırı hava olayları sonucunda ürün kıtlığı riskinin yaygınlaşması bekleniyor. Bu, aynı zamanda küresel ölçekte gıda ürünlerine erişimde sıkıntılara ve fiyat artışlarına yol açabilir.

IPCC’nin raporuna göre; bu durum, özellikle yoksul insanlara zarar verecek ve toplumsal huzursuzluk riskini artıracak. Örneğin, mısır üretiminde bir yıl içerisinde dünyanın çeşitli yerlerinde yüzde 10’ı aşkın mahsul kaybı yaşanma olasılığı, günümüz ikliminde yüzde 0’a yakın seyrederken, emisyonların artmaya devam etmesi durumunda yüzde 86’ya yükseliyor. Ancak emisyonların hızla azaltılmasıyla bu risk yüzde 7 ile sınırlandırılabilir.

‘İklim değişikliği silahlı çatışma riskini artırabilir’

Son olarak diğer birçok önemli etmenin yanı sıra, iklim değişikliğinin gıda tedariki ve suya erişim üzerinde yarattığı tehdidin, özellikle yoksul ülkelerde toplumsal huzursuzluk ve silahlı çatışma riskini artırabileceği öngörülüyor.

Altı muhalefet partisinden mutabakat açıklaması

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), İYİ Parti, Saadet Partisi, Demokrat Parti (DP), Gelecek Partisi ve Demokrasi ve Atılım Partisi (DEVA) temsilcileri tarafından aylardır yapılan görüşmelerin sonucunda ortaya çıkarılan “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Mutabakat Metni“nin detayları, bugün Ankara Bilkent Otel’de açıklandı.

Metnin lansmanı altı partinin liderinin katılımıyla gerçekleşti. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, Saadet Partisi Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu, Demokrat Parti Genel Başkanı Gültekin Uysal, DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan ve Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu toplantının yapılacağı salona birlikte girdi.

48 sayfadan oluşan metnin altı başlığını, her partiden genel başkan yardımcısının sunmasının ardından altı muhalefet partisi lideri, kürsüdeki masada aynı anda metne imza attı.

Metinde “devletin temel organlarının güçlendirilmesi” başlığı altında ‘etkili ve katılımcı yasama’, ‘istikrarlı ve hesap verebilir yürütme’ ve ‘bağımsız ve tarafsız yargı’ alt başlıkları ; “demokratik ve hukuk devletinin güçlendirilmesi” başlığı altında ise ‘temel hak ve özgürlükler’, ‘kamu yönetimi’ ve ‘siyasi etik kanunu’ alt başlıkları bulunuyor.

Metinde Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem ile “Yarının Türkiyesi”ni inşa etmek için milletimizin talepleri doğrultusunda önemli bir adım attık. Ülkemize adalet, barış, refah ve huzur getirmesi inancıyla bu sistemi hayata geçirmeyi taahhüt ediyoruz” dendi.

Başkanlık sisteminin getirdiği sorunları ele alan konuşmasıyla sunumları başlatan CHP Genel Başkan Yardımcısı Muharrem Erkek, “Bu sistem, yönetimde kişiselliğe ve keyfiliğe yol açmış; Cumhurbaşkanı’na yasama, yürütme ve yargıyı güdümü altına almasını sağlayan çok geniş ve denetimsiz yetkiler tanıyarak otoriter bir yönetim yaratmıştır.  Bizler, anayasal devlet anlayışına aykırı, demokratik hukuk devletini temelinden zedeleyen ve egemenliği şahsileştiren bu sisteme karşı çıkıyoruz.” dedi. 

DEVA Partisi Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Yeneroğlu, metindeki ‘etkili ve katılımcı yasama‘ başlığını sundu. “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistemin kalbi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)’nin temsil yeteneği arttırılacak, kanun yapma ve yürütmeyi denetleme işlevleri etkili kılınacaktır”diyen Yeneroğlu, metinde yer alan şu noktalardan bahsetti:

  • TBMM seçimleri beş yılda bir yapılacak.
  • Seçim barajı yüzde 3’e düşürülecek.
  • Siyasi partiler hakkındaki yasal mevzuat ve yaptırım hükümleri,
    Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları ve Venedik Komisyonu raporları gibi Avrupa Konseyi standartları ışığında,  yeniden düzenlenecek.
  • Siyasi parti  ve adaylarına yapılan tüm harcamaların kamuya açıklanması zorunlu olacak.

‘Torba yasa uygulaması bitecek’

  • Meclis çalışmalarında çoğulculuğun sağlanabilmesi için yeni bir TBMM İçtüzüğü hazırlanacak komisyonların işleyişi, denetim mekanizmalarının etkinliği ve muhalefetin söz hakkı demokrasinin gereklerine uygun şekilde düzenlenecek.
  • Torba kanun uygulamasına son verilecektir.
  • Temel hak ve özgürlükler, kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemeyecek.
  • Cumhurbaşkanı’nın, Meclis’in yasama işlevini zayıflatan veto yetkisine son verilecek.
  • İçtüzük hükümleri ile komisyonlardaki ve Genel Kurul’daki açık görüşmeler canlı olarak yayınlanacak.
  • Yazılı soru önergesi mekanizması etkili kılınacak.
  • Hükümet, Başbakan ve Bakanlar hakkında gensoru verme yetkisi tesis
    edilecek.

  • Genel Görüşme ve Meclis Araştırması mekanizmaları etkili kılınacak.
  • Bir yasama yılında en az 20 gün gündemi muhalefet tarafından belirlenen genel görüşmeler açılabilmesi mümkün olacak.
  • Devlet sırrı ve ticari sır kavramları yeniden tanımlanacak.
  • Meclis’in bütçe hakkı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin devredilemez bir yetkisi ve denetim aracı olarak düzenlenecek.

‘Cumhurbaşkanı yedi yıllık görevi bitince aktif siyaset yapamayacak’

İstikrarlı ve Hesap Verebilir Yürütme” başlığını okuyan Demokrat Parti Genel Başkan Yardımcısı Bülent Şahinalp, “Cumhurbaşkanlığı makamı, milletin ve devletin birliğini temsil eden, temsili görev ve yetkilere sahip, tarafsız bir makam olarak düzenlenecektir” dedi.

Metinde cumhurbaşkanının görevleri ve yürütmeye dair esaslardan bazı başlıklar şöyle oldu:

  • Cumhurbaşkanlığı görevi süresin 7 yıl olacak ve yalnızca bir dönem için seçilecek.
  • Makamın tarafsızlığı adına partisiyle ilişiği kesilecek olan kişi aktif siyasete bir daha dönemeyecek.
  • Başbakan, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri arasından parlamenter
    sistem gelenek ve ilkelerine uygun olarak belirlenecek.
  • Buna göre Başbakan ve Bakanlar, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne karşı bireysel ve kolektif olarak sorumlu tutulacak.
  • Hükümetin düşürülmesi zorlaştırılırken diğer yandan olası hükümet krizleri de önlenecek .
  • OHAL ilan etme yetkisi Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’na ait olacaktır. Bu yetki, TBMM onayına tabi tutulacak.
  • Olağanüstü halin hukuk devletinin güvenceleri çerçevesinde sürdürülmesini sağlamak üzere, Olağanüstü Hal Kanunu’nda gerekli düzenlemeler yapılacak.
  • Cumhurbaşkanı’nın istisnai nitelikte tek başına yapabileceği işlemler Anayasa’da düzenlenecek.

‘Çoklu baro sistemine son verilecek, HSK ayrılacak’

Gelecek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Ayhan Sefer Üstün‘ “Hâkimlerin idari görevleri yönünden Adalet Bakanlığı’na bağlı olduğuna ilişkin Anayasa hükmünü kaldıracağız” diyerek   yargı bağımsızlığı başlığında şu vaatleri sıraladı:

  • Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK) kaldırılacak, Hakimler Kurulu ve Savcılar Kurulu şeklinde iki farklı kurul oluşturulacaktır.
  • Hâkim ve savcıların mesleğe kabullerinde ve yükselmelerinde objektif
    kriterler esas alınacak.
  • Yüksek Yargı Kurulları’nda çoğulculuğun, hesap verebilirliğin ve demokratik meşruiyetin sağlanması için üyelerin yarısının TBMM tarafından üçte iki nitelikli çoğunlukla seçilmesi öngörülecek.
  • Bağımsızlık ilkesinin güçlendirilmesi için Adalet Bakanı ve Müsteşarı, Hakimler Kurulu’nda yer almayacak.
  • Yargının kurucu unsuru olan savunma (avukatlık mesleği), anayasal güvenceye kavuşturulacak.
  • Çoklu baro uygulamasına son verilecek.
  • Anayasa Mahkemesi’nin görev ve yetkileri genişletilerek güçlü ve etkili denetim için Mahkeme yeniden yapılandırılacak.
  • Anayasa Mahkemesi’nin üyelerinin Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından, Danıştay, Yargıtay, Sayıştay, Türkiye Barolar Birliği ve Üniversitelerarası Kurul tarafından belirlenen üç katı aday içerisinden üçte iki nitelikli çoğunlukla seçilmesi öngörülecek.
  • Yüksek Seçim Kurulu, idari ve yargısal görevleri bakımından iki daireye ayrılacak.
  • Mahkeme üyelerinin en az dörtte üçünün hukukçu olması zorunlu olacak.

‘Ötekileştirme hissi doğuran tüm uygulamalar kalkacak’

İYİ Parti Genel Başkan Yardımcısı Bahadır Erdem, Temel Hak ve Özgürlükler” başlığı altında el alınan kadın hakları, basın özgürlüğü, iklim krizi gibi konulara dair öngörüleri sundu. Metin, ifade, düşünce, toplanma ve gösteri haklarının güvenceye alnması için anayasayı yeniden yapılandırmayı öngörüyor. Buna göre:

  • İfade özgürlüğü şiddete teşvik, nefret söylemi ya da kişilik haklarına saldırı durumları dışında sınırlandırılamayacak,
  • Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkına ilişkin mevzuat yenien düzenlenecek.
  • Din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına alınacak.

“Tüm karar alma mekanizmalarında kadın-erkek eşitliğini sağlamak ve korumak öncelikli bir devlet politikası haline getirilecek” denilen metinde şu başlıklar da öne çıktı:

  • Kadına yönelik şiddetle etkin şekilde mücadele edilecek, şiddetin önlenmesi adına uluslararası sözleşmeler ve ulusal mevzuat hükümleri etkili şekilde uygulanacak.
  • Kadına karşı işlenen suçlarla ilgili Türk Ceza Kanunu’nda gerekli düzenlemeler yapılacaktır. Failler için caydırıcı cezalar öngörülecek, cezalarıninfazının derhal uygulanması sağlanacak, uygulanan indirim sebepleri yeniden düzenlenecek.
  • Eğitim müfredatına ilkokul birinci sınıftan itibaren insan hakları ve kadın-erkek eşitliği dersleri konulacak.

İstanbul Sözleşmesi‘nin yer almadığı metin sunulurken salonda kadın örgütleri ‘İstanbul Sözleşmesi’ diye bağırdı.

Metinde basın özgürlüğünün tesisi için TRT ve Anadolu Ajansı, RTÜK ve Basın İlan Kurumu‘nun yapısı gibi husularda yapılacak değişiklikler de kaydedildi. Sosyal devleti güçlendirmek için engelli vatandaşlara dair yeni düzenlemeler yapılacağı aktarılırken, doğal yaşam kaynakları ve çevrenin korunması konusundaki devletin yükümlülükleri açık şekilde düzenlenecektir ifadesi yer alıyor.

Metinde iklim sorunlarna dair düzenlemelerde ana başlıklar şöyle:

  • Yargı sisteminde çevre konusunda uzmanlaşmış yargıçların görev yapacağı “Çevre Mahkemeleri” kurulacak.
  • Paris İklim Anlaşması’nda öngörülen küresel ortalama
    yüzey sıcaklığındaki artışı 2 derece ile sınırlandırma ve mümkünse 1,5
    derecenin altında tutma hedefini gerçekleştirmeye yönelik etkili düzenlemeler yapılacak.
  • Okul öncesi eğitimden başlayarak bireylerde pratik alışkanlıklar oluşturmayı hedefleyen güçlü bir çevre bilinci verilmesi sağlanacak,
  • Devlet, iklim krizlerine karşı mücadele etmekle ve düzenli kentleşmeyi
    sağlamakla yükümlü kılınacak.

Sözlü mülakatlara düzenleme

“Kamu yönetimine liyakat ve eşitlik esasıyla yeniden yapılandırılacak” diyen Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Bülent Kaya, ‘Kamu yönetimi‘ ne ilişkin hazırladıkları ana başlıkları sundu:

  • Paralel bütün kurumların faaliyetlerine son verilecek.
  • Kamuda kadın yöneticilerin sayısı artacak.
  • Kamuya alımda mülakat uygulamalarına son verilecek, yazılı sınav sonuçları esas alınacak.
  • Sözlü mülakatlar kanunla istisna olarak düzenlenecek. Mülakatlar kayda alınacak ve adaylara sorulacak sorular kurayla belirlenecek. 

‘Kayyımlara son verilecek’

  • Kamu İhale Kanunu yenilenecek, ihale mevzuatı tek kanunda düzenlenecek.
  • Yerel yönetimlere genel bütçe vergi gelirlerinden ayrılan pay arttırılacak ve öz kaynaklarını arttırma imkanı sağlanacak.
  • Seçimle gelenin seçimle gitmesi güvence altına alınacak, yerel yönetimlerde seçme ve seçilme hakkını yok sayan kayyum uygulamalarına son verilecek.
  • Seçilmiş yöneticilerin görevlerine bir yargı kararı olmadıkça son verilemeyecek. Seçilme yeterliliğini kaybeden ya da geçici
    olarak görevden uzaklaştırılan belediye başkanı yerine yeni başkan, belediye meclisi tarafından seçilecek.
  • Yerel yönetimlerin meclislerinin bütün toplantılarının kamuya açıklığı
    ilkesi kurumsallaştırılacak.
  • Kentin geleceğini ilgilendiren önemli karar alım süreçlerine muhtarların,
    meslek kuruluşlarının, sivil toplumun ve bilim insanlarının katılımı sağlanacak.
  • Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası başta olmak üzere, düzenleyici ve denetleyici kurumların bağımsızlığını zedeleyecek hiçbir uygulama ve
    düzenlemeye müsaade edilmeyecek.
  • Kamu Denetçiliği Kurumu; tüm kamu kurum ve kuruluşlarını denetim ve resen soruşturma yetkileriyle donatılacak, kurumun bağımsızlığı tesis edilecek.
  • İnsan Hakları ve Eşitlik Kurumu, “Paris İlkeleri” gereğince özerk ve uzman bir insan hakları koruma ve ilerletme kurumu olarak yeniden yapılandırılacak.

YÖK kaldırılacak

Üniversitelerin bilimsel özerkliğinin yanında idari ve mali açıdan özerklikleri de anayasal güvence altına alınabilmesi için;

  • Yükseköğretim Kurulu kaldırılarak yerine koordinasyon görevi ile sınırlandırılmış ve üyelerin seçim usulü demokratik meşruiyet esasına dayanan üniversiteler arası bir kurul tesis edilecek.
  • Öğretim üyeleri kendi üniversitelerinin rektörünü aday olan öğretim üyeleri arasından seçecek.
  • Dekan adaylarının uzmanlık alanlarının ilgili fakültenin niteliğine uygun
    olması esas alınacak.

Metne göre ayrıca Meclis üyelerinin, bakanların, kamu görevlilerinin ve siyasi makam sahiplerinin yolsuzluklarını önlemek adına TBMM’de grubu bulunan siyasi partiler bünyesinde siyasi etik kurulları oluşturulması ve Meclis’te Siyasi Etik Komisyonu kurulması planlanıyor. Düzenlemelerle şeffaflık ilkesi gereğince kamu görevlilerinin mal beyanlarına dair yeni yüküm ve yaptırımlar hedefleniyor.

6 muhalefet partisinin liderleri ilk kez 12 Şubat’ta Ankara’da yedikleri yemekte bir arada fotoğraf vermişti. Liderler dün de Saadet Partisi önderliğinde gerçekleştirilen Necmettin Erbakan’ı anma töreninde buluştu.

IPCC’nin Altıncı Değerlendirme Raporu açıklandı: İklim değişikliği insani krizleri şiddetlendiriyor

Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), dört kısımdan oluşan Altıncı Değerlendirme Raporu’nun (AR6) Politika Yapıcılar için Özeti’ni kabul etti. Onaylanan II. Çalışma Grubu raporu, iklim değişikliğinin ekosistemler ve toplumlar üzerindeki etkilerini, bunların kırılganlıklarını, mevcut ve gelecekteki değişikliklere uyum sağlama kapasitelerini göz önünde bulundurarak inceliyor. Artan emisyonların insanlar ve çevre için oluşturduğu riskleri vurguluyor ve farklı bölgelerin ve doğal sistemlerin güvenlik açıklarını analiz ediyor.

‘İklim Değişikliği 2022: Etkiler, Uyum ve Kırılganlık’ raporu, insan kaynaklı sera gazı emisyonlarının neden olduğu iklim değişikliğinin katlanılmaz ve geri döndürülemez risklere maruz bırakan, doğaya ve insanlara yönelik yaygın kayıplara ve zararlara neden olduğunu ortaya koyuyor. IPCC’nin raporunda iklim değişikliğine karşı atılacak küresel adımlarda herhangi bir gecikmenin, herkes için yaşanabilir ve sürdürülebilir bir geleceği güvence altına almak için dar ve hızla kapanan bir fırsat penceresini kaçırılmasıyla sonuçlanacağının altı çiziliyor.

‘Kısa vadeli eylemler iklim krizinin tüm zararlarını ortadan kaldıramaz’

Ek olarak raporda küresel ısınma artışını 1,5°C‘ye yaklaştıran kısa vadeli eylemlerin, insan yaşamında ve ekosistemlerde iklim değişikliği kaynaklı öngörülen kayıp ve zararları, daha yüksek ısınma seviyelerine kıyasla önemli ölçüde azaltacağı, ancak hepsini ortadan kaldıramayacağı vurgulandı. Mevcut emisyon politikalarının ve taahhütlerinin, dünyayı yaklaşık 2,3-2,7°C ısınma rotasına soktuğu belirtiliyor.

‘İklim değişikliği dünyanın çoğunun hayatta kalmasını tehdit edecek’

İklim değişikliği kaynaklı kayıp ve zararların, daha fazla ısınma ile hızla artacağına ve çoğu durumda insanların ve doğanın uyum sağlayamayacağı riskler yaratacağına işaret edilen raporda, “Emisyonlar yalnızca şu anda planlanan oranda azaltılırsa, ortaya çıkan sıcaklık artışı gıda üretimini, su kaynaklarını, insan sağlığını, kıyı yerleşimlerini, ulusal ekonomileri ve doğal dünyanın çoğunun hayatta kalmasını tehdit edecek” denildi. Bunu önlemenin yolu olarak ise ‘daha hızlı emisyon kesintileri’ne işaret ediliyor.

‘İklim değişikliğin karşı eylemler için yeterince kaynak sağlanmıyor’

İklim değişikliğine uyumun, iklim değişikliğinden kaynaklanan riskleri azaltmanın yanı sıra insanların refahını da iyileştirebileceğinin belirtildiği raporda, buna yeterince kaynak sağlanmadığı bildirilerek şu ifadelere yer veriliyor:

“Uyum faaliyetleri emisyon kesintilerine bir alternatif değildir: ısınma devam ederse, dünya giderek uyum sağlanmayacak değişikliklerle karşı karşıya kalacak.”

‘İklim değişikliği insanları öldürüyor’

270 yazar ve 195 hükümet tarafından nihai hale getirilen ve onaylanan II. Çalışma Grubu raporu, IPCC’nin AR5‘i 2014’te yayınlamasından bu yana iklim değişikliğinin etkilerine ve buna uyum sağlama stratejilerine ilişkin en büyük değerlendirme niteliğinde. Raporda iklim değişikliğinin doğa ve canlı yaşamı üzerindeki etkisi şu ifadelerle gözler önüne seriliyor:

“İnsan faaliyetleri kaynaklı sera gazı emisyonlarının neden olduğu iklim değişikliği, halihazırda dünya çapında insanlara zarar veriyor ve onları öldürüyor, gıda üretimine zarar veriyor, doğayı yok ediyor ve ekonomik büyümeyi yavaşlatıyor.”

‘İklim değişikliği toplumları ve dünyayı tahammül edilemez risklere maruz bırakıyor’

İnsan kaynaklı sera gazı emisyonlarının neden olduğu iklim değişikliği, aşırı sıcaklıklar, şiddetli yağmur, kuraklık ve yangın havasını daha yoğun ve sık hale getirmekte ve insanlara zarar veren ve onları öldüren deniz seviyesinin yükselmesine, okyanus asitlenmesine ve yoğun tropikal siklonlara neden oluyor.

Bazı durumlarda bunun, toplumları ve dünyayı, uyum sağlayabilecekleri sınırların ötesinde, tahammül edilemez ve geri döndürülemez risklere maruz bıraktığı belirtilirken rapor, insan kaynaklı ısınmanın aslında on yıllardır insan toplumlarına zarar verdiğini söylüyor.

‘İnsanlar iklim değişikliğinden fiziksel ve zihinsel olarak mustarip’

Dünyanın her yerinde insanların iklim değişikliğinin fiziksel ve zihinsel sağlık etkilerinden mustarip oldukları belirtilirken aşırı sıcaklıkların, dünyanın her yerinde insanları öldürdüğü belirtiliyor.

Rapora göre insanlara zarar veren iklim değişikliğine bağlı aşırı hava olayları travmaya neden oluyor ve orman yangını dumanına maruz kalmanın artması kalp ve solunum sorunlarına yol açıyor. Raporda bazı hastalıkların daha yaygın hale geldiği ve yeni alanlara yayıldığına da değiniliyor.

Ek olarak fırtına, kuraklık veya selin en savunmasız bölgelerdeki insanları daha az savunmasız bölgelerdeki insanlara kıyasla öldürme olasılığının 15 kat daha fazla  olduğu ifade ediliyor.

‘İnsanlar iklim değişikliğine karşı savunmasız’

Raporda insanların iklim değişikliğine karşı savunmasızlığının, belirli grupların marjinalleştirilmesi de dahil olmak üzere geçmiş, şimdiki ve gelecekteki sosyal gelişmelerden etkilendiğine de yer veriliyor. İklim değişikliğinin, özellikle dünyanın en yoksul insanları için gıda üretimine ve gıda erişimine darbe vurduğuna değinilen raporda şu ifadeler bulunuyor:

“İklim değişikliği milyonlarca insanı akut gıda güvensizliğine maruz bıraktı. Artan aşırı hava olayları, daha yüksek sıcaklıklar, kuraklık, okyanusların ısınması ve sera gazı emisyonlarının bir sonucu olarak okyanusların asitlenmesi, su ürünleri yetiştiriciliği ve balıkçılıkta ürün kayıplarına ve kayıplara neden oldu, tarımsal verimdeki artışı yavaşlattı ve gıda ve su güvensizliğini ve yetersiz beslenmeyi artırdı.”

‘İnsani krizler iklim değişikliği etkisiyle daha da kötüleşiyor’

Sel ve kuraklık gibi aşırı hava olayları ve buna bağlı gıda güvensizliği ve yetersiz beslenmenin de insani krizleri kötüleştirdiğine yer verilen IPCC raporunda, iklim değişikliğinin insanları evlerinden ettiği ve bazı durumlarda şiddetli çatışmaları uzattığı ve kötüleştirdiği vurgulanıyor.

‘Ekonomik büyümeyi yavaşlatıyor’

Rapor bulgularına göre; iklim değişikliği, kısa vadeli ekonomik büyümeyi yavaşlatan, tropikal siklonlar gibi aşırı hava olaylarıyla birlikte özellikle tarım, balıkçılık, ormancılık, turizm ve açık havada çalışanlarının işgücü verimliliğini etkileyen ekonomik zararlara neden oluyor.

‘İnsanların evlerini kaybetmelerine neden oluyor’

Bulgular iklim değişikliğinin tarımsal verime ve insan sağlığına zarar vermesinin, insanların evlerini ve mülklerini tahrip etmesinin, bireyleri, özellikle kadınları ve daha yoksul insanları etkilediğine ve dolayısıyla daha da yoksullaştırdığına işaret ediyor.

IPCC raporuna göre; kentlerde yaşayan insanlar, iklim değişikliğinin bir sonucu olarak daha güçlü ısı dalgalarından ve altyapıya verilen zararlardan da özellikle etkileniyor. Mevcut ‘sürdürülemez kalkınma kalıpları’nın, insanları ve doğayı iklim değişikliğine karşı daha savunmasız hale getirdiği belirtiliyor.

‘Dünyaya verdiği zarar, daha önce fark edilenden daha büyük’

İklim değişikliğinin etkilerinin giderek karmaşıklaştığı bildirilen raporda, “Aşırı hava olaylarının kademeli etkileri oldu; örneğin orman yangınları doğaya, insanlara, altyapıya ve ekonomiye zarar verdi. Ekonomilere ve toplumlara verilen zararlar, uluslararası tedarik zincirleri ve doğal kaynak akışlarının iklim değişikliğinin neden olduğu aşırı hava olayları tarafından kesintiye uğramasıyla sektörler ve sınırlar arasında da yayılıyor” deniliyor.

Raporda “İklim değişikliğinin dünyaya verdiği zarar, daha önce fark edilenden daha büyük.İncelenen tüm türlerin yarısı yaşam alanlarını değiştirdi; birçoğunun yerelde nesli tükendi ve bazı türler iklim değişikliği nedeniyle tamamen yok oldu” ifadeleri yer alırken bunların iklim değişikliğini halihazırda gerçekleşmiş ve geri döndürülemez etkilerine birer örnek olduğu söyleniyor.

Hayvan ve bitki ölümleri

Son olarak aşırı sıcaklıkların, hayvanların ve bitkilerin toplu ölümlerine neden olduğunun ve ekosistemlerde yaygın bir bozulmaların olduğunun aktarıldığı raporda şu sözlere yer veriliyor:

“Ekosistemlerin iklim değişikliği ve diğer insan faaliyetleri nedeniyle tahrip edilmesi, özellikle yerli halkları ve günlük yaşamlarında doğrudan doğaya bağımlı diğer insanları etkileyerek, doğayı ve insanları iklim değişikliğine karşı daha savunmasız ve daha az uyum sağlayabilir hale getiriyor.”

IPCC, tehdidi ve eyleme geçmenin aciliyetini şöyle özetliyor:

“Kümülatif bilimsel kanıtlar çok açık: İklim değişikliği, insan refahı ve gezegenin sağlığı için bir tehdittir. Uyum ve sera gazı azaltım konusunda ileriye yönelik müşterek küresel eylemde daha fazla gecikme, herkes için yaşanabilir ve sürdürülebilir bir geleceği güvence altına almak için kısa ve hızla kapanan bir fırsat penceresini kaçırmaya neden olacaktır.”

Gıda güvensizliği, erken ölümler, hastalıklar

Raporda, artmaya devam eden emisyonların ciddi olumsuz sonuçlara yol açacağı, insan ve doğal sistemler için çok çeşitli riskleri şöyle sıralanıyor:

  • Gıda üretimi ve gıda güvenliği, deniz seviyesinin yükselmesiyle birlikte sıcak hava dalgalarının, kuraklıkların ve sellerin şiddetinde ve sıklığında artışa neden olacak en küçük bir miktar ek ısınma ile tehdit edilecek.
  • Daha fazla aşırı hava olayları ve sıcak hava dalgaları bir sonucu olarak, sağlık sorunları ve erken ölümlerde önemli artışlar olacak ve hastalıklar yayılacak.
  • Artık, kıyı nüfusunun ancak 100 yılda bir maruz kalacağı şiddette bir sel olasılığı, deniz seviyesindeki 15 cm’lik ilave artışla yüzde 20 artacak ve deniz seviyesindeki 75 cm’lik artışla iki katına çıkacak.
  • İklim değişikliğinin etkileri giderek daha fazla aynı anda ortaya çıkacak ve birbirleriyle ve diğer risklerle etkileşime girerek, giderek daha tehlikeli sonuçlar doğuracak.
  • Sıcaklık artışı 3°C’ye ulaşırsa, özgün ve tehdit altındaki türler için yok olma riski 1,5°C ile sınırlandırmaya kıyasla en az 10 kat daha yüksek olacak.
  • Uyum faaliyetleri için ihtiyaç duyulan para ile özellikle en yoksul insanlar için mevcut olan miktarlar arasında büyüyen bir uçurum var.
  • Uyum için uluslararası finansman sıkıntısı, dünyadaki ülkelerin iklim değişikliğine uyum sağlamasını engelleyen önemli bir faktör.
  • İklim eylemi ertelenirse ve özellikle ısınma 1,5°C’nin üzerinde artarsa, kalkınma giderek daha zor ve bazı yerlerde imkansız hale gelecek.

İklim Şurası Politika Tavsiye Kararları’na şerh: Neden hayır oyu verdim?

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından Konya’da düzenlenen Türkiye’nin ilk İklim Şurası‘nda, Sera Gazı Azaltım-1 (SGA-1) Komisyonu ve genel kurul üyesi olarak görev yaptım. Üyesi olduğum komisyon “Enerji, Ulaştırma ve Sanayi” alanlarında sera gazı azaltımı sağlayacak politika önerileri geliştirmek üzere 6 Ocak’ta çalışmaya başladı. Düzenlenen tam günlük dört çevrimiçi toplantının ardından çalışmalarımıza 21-23 Şubat tarihlerinde Konya’da devam ettik. Ben de, bakanlıklardan ve kamu kurumlarından, sektör kuruluşlarından, sivil toplumdan ve akademiden çok sayıda komisyon üyesiyle birlikte çevrimiçi ve fiziksel toplantıların tamamına katılarak katkıda bulunmaya çalıştım.

Konya’da yapılan komisyon toplantılarının üçüncü günü olan 23 Şubat akşamı son hali verilen Sera Gazı Azaltım -1 Komisyonu (Enerji – Ulaştırma – Sanayi) Taslak Politika Kararları, her komisyon için ayrı ayrı kurulan ilgili Yuvarlak Masa’ya iletildi ve 24 Şubat günü Yuvarlak Masa üyeleri tarafından son hali verilen kararlar 25 Şubat günü İklim Şurası’nın kapanış oturumunda açıklanarak genel kurulun oyuna sunuldu.

Hazırlanan taslağa tümüyle ters tavsiye kararlarına şerh

Oylamada, hazırlanmasına katkı verdiğim, ancak Yuvarlak Masa’da yanlış ve Şura’nın amacına ve özüne aykırı müdahalelerle bütünlüğü ve mantığı zedelenen kararların bütününe “Hayır” oyu verdim. Hayır oyu verme gerekçelerimi belirterek İklim Şurası Politika Tavsiye Kararlarına aşağıdaki şerhi düşüyorum.

*

1- SGA-1 Komisyonu Politika Tavsiye Kararları Madde 5 ile ilgili

İklim değişikliğine neden olan sera gazlarının en önemlisi olan karbondioksitin başlıca kaynağı fosil yakıtlardır (kömür, petrol ve doğal gaz). Sera gazı azaltımını sağlayacak enerji, ulaştırma ve sanayi politikalarının özü fosil yakıtların kullanımını azaltmaya dayanır. Türkiye’nin 2053’te net sıfır emisyon hedefi, sera gazı, özellikle de karbondioksit emisyonlarının yaklaşık 30 yıl içerisinde net sıfır düzeyine indirilmesi, dolayısıyla bu alanlardaki fosil yakıt kullanımının da net sıfır düzeyine ulaşmayı mümkün kılacak şekilde büyük ölçüde azaltılması anlamına gelmektedir.

Özellikle enerji sektöründeki rolü nedeniyle iklim politikalarında ele alınan en önemli fosil yakıt olan kömür, Türkiye’de elektrik üretiminin yaklaşık üçte birinden ve 140 milyon tonla toplam karbondioksit emisyonlarının yaklaşık %27’sinden sorumludur. Emisyonlardaki payının bu kadar belirleyici olması nedeniyle, kömürün elektrik üretiminden çıkarılmasını içermeyen bir iklim politikası 2053’te Net Sıfır hedefiyle uyumlu değildir. Gelecek 30 yılda emisyonları net sıfır düzeyine indirmek, özellikle toplam sera gazı emisyonlarının %72’sinden sorumlu enerji sektörü emisyonlarını ve toplam karbondioksit emisyonlarının %35’inden sorumlu elektrik sektörü emisyonlarını en kısa zamanda azaltmaya başlamayı ve 2030’a kadar belli bir oranda mutlak azaltım yapmayı gerektirir.

Elektrik üretiminde kömürün payını azaltmayan herhangi bir emisyon patikasının toplam emisyonları azaltması mümkün olmadığından, “enerji sektöründe kömürden kademeli çıkış” iklim politikalarının temelini oluşturur. Bu çıkışın kaç yıl içinde ve ne hızla yapılacağı yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği yatırımlarının hızı ve enerji arz güvenliği göz önüne alınarak bilimsel çalışmalarla belirlenmelidir. Bu konuda yakın zamanda yayımlanan iki çalışma, Türkiye’nin elektrik üretiminde kömürü 2030-2035 arasında terk edebileceğini öngörmektedir.[1],[2] Ancak bu tarihin kesinleşmesi için başka çalışmalar da yapılmalı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı da kendi yaptığı elektrik sistemi modellerine dayanan enerji projeksiyonlarında, kömürün orta vadede kademeli olarak terk edileceğini öngörmelidir.

Bu konu “kömürden kademeli çıkış” kavramı çerçevesinde uluslararası iklim müzakerelerinde de en çok tartışılan konulardan biridir. Paris Anlaşması’nın 2. maddesi sıcaklık artışını 1,5 derecenin altında tutmayı öngördüğü ve 4. maddesi de 2050’den sonra insan kaynaklı emisyonlarla yutaklar arasında bir denge (net sıfır emisyon) öngördüğü için, Hükümetler Arası İklim değişikliği Paneli (IPCC), 2018’de 1,5 Derece Özel Raporu’nu yayımlamış ve 1,5 derece hedefiyle uyumlu bir azaltım patikasını küresel düzeyde emisyonları 2030’da 2010 seviyesinin %45 altına ve 2050’de net sıfır düzeyine indirmek olarak belirlemiştir. Bu hedef, 2021’de Glasgow’da toplanan COP26’nın çerçeve kararı olan Glasgow İklim Paktı’nda bütün ülkeler tarafından kabul edilmiştir.[3] Aynı kararda kömürün enerji üretimindeki payının kademeli olarak azaltılması da bütün ülkeler tarafından kabul edilmiştir. Türkiye de Glasgow’da yaptığı kapanış konuşmasında bu kararı benimsediğini ilan etmiştir.

Fotoğraf: Greenpeace.

Kömürden kademeli çıkış pek çok ülkenin sera gazı azaltım politikalarının da temelini teşkil etmektedir. Avrupa’da aralarında Almanya, İspanya, İtalya, Hollanda gibi büyük ekonomilerin de olduğu pek çok ülke kömürden 2030’a kadar çıkma planını açıklamıştır. Amerika Birleşik Devletleri de, “kömürden çıkış” kavramını kullanmasa da, 2035’e kadar elektrik sektörünü karbonsuzlaştırma hedefine Ulusal Katkı Beyanı’nda yer vermiştir. Uluslararası Enerji Ajansı da (IEA), Nisan 2021’de yayımladığı 2050’de Net Sıfır Patikası Raporu’nda karbon yakalama ve depolama teknolojisi kullanmayan bütün kömürlü termik santrallerin gelişmiş ekonomilerde 2030’a, bütün diğer ülkelerde 2040’a kadar kapatılmasını net sıfır için kilit önemde politika önceliği olarak duyurmuştur.[4]

Bütün bu gerekçelerle İklim Şurası’nda enerji kaynaklı sera gazı azaltımı için kömürden kademeli çıkışın bir politika önceliği olması gerektiği, komisyonumuzun hem çevrimiçi hem de fiziksel toplantılarında derinlemesine tartışılmış ve Yuvarlak Masa’ya gönderilen metinde bu politika önceliği bir konsensüs metni olarak aşağıdaki şekilde yer almıştır:

“5- Kalkınma hakkına engel olmadan kömürden kademeli çıkışın ve karbon yakalama, kullanım ve depolamanın da değerlendirileceği şekilde elektrik üretiminin karbonsuzlaştırılması senaryoları doğrultusunda arz güvenliği ve makro-ekonomik etkileri içeren çalışmalar yapılmalı ve bir yol haritası belirlenmelidir.”

Bu maddeyle, aralarında ilgili bakanlık ve kamu kurumu temsilcilerinin de olduğu komisyon üyeleri, kömürden kademeli çıkış ve elektrik üretiminin karbonsuzlaştırılması hakkında, kalkınma hakkına engel olmamak ve ileri etki çalışmalarının gereğini kabul etmek gibi ihtiyat paylarını da bırakarak, uzlaşmışlardır. Ne var ki bu madde Yuvarlak Masa’da aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir:

“5- 2053 Net Sıfır Emisyon Hedeflerine yönelik Türkiye’nin iktisadi ve sosyal kalkınma hakkına engel olmadan kömürden elektrik üretiminde karbon yakalama, kullanım ve depolama teknolojilerinin de değerlendirileceği şekilde elektrik üretimi kaynaklı emisyonun düşürülmesi doğrultusunda arz güvenliği, makro-ekonomik ve sosyal etkileri içeren çalışmalar yapılmalı ve bir yol haritası belirlenmelidir.”

Maddenin bu son halinin içeriği ve mesajı komisyonun önerdiği taslaktan tamamen farklıdır. Komisyonun üzerinde uzlaştığı madde, enerji üretiminde kömürden kademeli çıkış için bir yol haritası belirlemeyi önerirken, ilan edilen öneride kömürden enerji üretiminin devam edeceği, ancak elektrik üretiminden kaynaklanan emisyonların azaltılması için karbon yakalama, kullanım ve depolama (KYKD-CCUS) teknolojilerinin değerlendirileceği öngörülmektedir. Oysa iklim ve enerji politikalarını takip eden herkesin bildiği gibi KYKD teknolojileri henüz ticari kullanıma girememiş, pahalı ve uygulanması zor teknolojilerdir. Bu teknolojilerin, gelecekte kullanılabilir hale geldiğinde de, çok büyük miktarlarda emisyona neden olan kömürlü termik santrallerden ziyade, tesis bazında emisyonları daha sınırlı olan ve alternatif enerji kaynaklarının kullanımının daha zor olduğu yüksek enerji yoğunluklu sanayilerde (demir-çelik gibi) kullanılması öngörülmektedir.

Dünyanın bu teknolojiyi geliştiren ülkelerinde dahi henüz kullanılmayan KYKD’nin, Türkiye’nin kömürden elektrik üretiminden kaynaklanan emisyonlarını düşürmesi beklenemez. Bu öneri kömürün elektrik üretiminde belirsiz bir geleceğe kadar bugün olduğu gibi, hatta belki daha fazla kullanılmasının, dolayısıyla yeni termik santrallerin önünü açabilir. Olası yeni kömür yatırımlarının, kurulacak yeni tesislerin ekonomik ömrü (yaklaşık 40 yıl) nedeniyle yaratacağı karbon kilitlenmesi, emisyonları 30 yıl içinde net sıfır düzeyine indirmeyi engelleyecektir. Bu haliyle, bu madde bir iklim politikası değil, bir iklim politikasının tam karşıtıdır. Öte yandan bu maddenin öngördüğü, günümüz için uygulanabilir olmayan bir teknolojinin kullanılması olasılığının yol haritası da çizilemez. Dolayısıyla maddenin bütünü kendi içinde çelişiktir.

Sera Gazı Azaltım-1 komisyonu tarafından açıklanan bu politika önceliği Türkiye’nin iklim politikaları için gerekli enerji dönüşümünü zorlaştıracaktır. Uluslararası Enerji Ajansı’nın Net Sıfır Raporunda belirttiği gibi, bu yıldan itibaren tek bir yeni kömürlü termik santralin dahi yapılmaması enerji sektörünün emisyon azaltılması için birinci şarttır. İklim Şurası tavsiye kararları arasında yer verilen yukarıdaki 5. madde, enerji sektörüne ve yatırımcılara yanlış mesaj vermekte ve ileride sera gazı azaltım politikalarında yapılması olası bir değişiklik halinde batık yatırımların oluşması ve maliyetlerin artması riskini büyütmektedir. Üstelik Türkiye Kasım 2022’de yapılacak olan COP27 öncesinde ilan edeceği Ulusal Katkı Beyanı’nda (UKB-NDC) bir azaltım hedefi ilan edeceği için, kömürden kademeli çıkış öngörülmediği sürece, 2030’a kadar sera gazı azaltım yükünün daha büyük kısmı enerji dışındaki sektörlerin, özellikle de sanayi ve ulaştırma sektörlerinin üzerine binecektir. Ayrıca kömürden çıkışın öngörülmediği bir ekonomide sera gazı azaltımı sağlayacak daha ileri teknolojik ve yenilikçi girişimlere, enerji verimliliğine ve yenilenebilir enerjiye geçişe olan inanç ve güven sarsılacaktır.

Sonuç olarak kömürden kademeli çıkışı İklim Şurası’nın politika önceliklerinden çıkartan ve bütün kararların bütünlüğünü zedeleyen bu madde kabul edilemez.

2- SGA-1 Komisyonu Politika Kararları Madde 6 ile ilgili:

Doğal gazın bir fosil yakıt olarak, nükleer enerjinin ise yenilenebilir olmayan, riskli ve maliyeti yüksek bir enerji üretim biçimi olarak iklim politikalarında yeri yoktur. Paris Anlaşması’nda ve uluslararası iklim müzakerelerinde doğal gaz ve nükleer enerji, iklim dostu ve temiz enerji kaynakları olarak kabul edilmemektedir. Bazı ülkeler doğal gazı “geçiş yakıtı” olarak, nükleer enerjiyi de fosil yakıtlar yerine kullanılmasının emisyonları sınırlayacak olması gerekçesiyle savunsalar da, her iki durumda da bu ülkelerin yerleşik enerji sisteminden ya da tarihsel enerji politikalarından kaynaklanan özellikler belirleyicidir.

Komisyonumuza tartışma amacıyla sunulan ve 21 Şubat’ta tartışılan ilk taslakta yer verilen bir maddeyle, sera gazı emisyonlarının azaltılması için enerji sektöründe doğal gaz ve nükleer enerjinin payının artırılması önerisi getirilmiştir. Ancak uzun tartışmalar ve yapılan bir oylama sonucunda bu madde taslaktan çıkarılmıştır. Ardından 23 Şubat günü komisyonumuzun son toplantısında bu kez sadece nükleer enerjinin “uzun vadede değerlendirilmesini” içeren bir öneri daha sunulmuş, ancak bu öneri de komisyon üyeleri tarafından kabul görmeyerek taslağa alınmamıştır. Dolayısıyla komisyonumuzun Yuvarlak Masa’ya sunduğu politika öncelikleri arasında doğal gaz ve nükleer enerjiye referans veren herhangi bir madde bulunmamaktadır.

Ne var ki Yuvarlak Masa’da komisyonumuzun önerisi olmayan aşağıdaki cümlenin 6. madde olarak tavsiye kararları arasına eklendiği görülmektedir:

“6- 2053 Net Sıfır Hedefleri doğrultusunda kaynak çeşitliliği ve arz güvenliği perspektifinden emisyon azaltıcı alternatif yakıtlardan (doğal gaz, nükleer vb.) elektrik üretiminin artırılması değerlendirilmelidir.”

İlk olarak, uzun tartışmalar sonrasında reddedilmiş bir önerinin Yuvarlak Masa tarafından eklenmesinin, İklim Şurası’nın katılımcılık esasını zedelediğini söylemek gerekir.

Ancak bundan daha önemli olan, tavsiye kararının içeriğinin dayandığı yanlış varsayımlardır. Doğal gaz, Türkiye’nin mevcut enerji kaynakları arasında bulunan ve elektrik üretimindeki payı zaten yüksek olan bir fosil yakıttır. Ancak Türkiye’nin uzun dönemli enerji planları doğal gazın payının azaltılmasına yöneliktir, zira tamamına yakını ithal ve fiyatı giderek yükselen bir kaynak olan doğal gaz Türkiye’nin cari açığının önemli bir kalemidir. Şu anda elektrik üretiminde doğal gazın payı %25’in üzerindedir ve toplam karbondioksit emisyonlarının yaklaşık %22’si doğal gaz yakılmasından kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin cari açığının da yaklaşık %85’i de enerji sektörü kaynaklıdır ve doğal gaz da bunun önemli bir parçasıdır. Bu nedenle bir fosil yakıt olan doğal gaz kullanımının artırılması “emisyon azaltıcı alternatif yakıt” olarak görülemez ve bir iklim politikası olarak önerilemez.

Öte yandan doğal gazın bir birim elektrik üretimi yaparken neden olduğu karbondioksit emisyonu kömürden bir birim elektrik üretmenin neden olduğu emisyonun yaklaşık yarısı kadardır. Bu nedenle bazı ülkeler (özellikle ABD), doğal gazı kömürün payı azaltılırken bir “geçiş yakıtı” olarak görmektedirler. Ancak doğal gazın “geçiş yakıtı” olabilmesi için her şeyden önce geçici bir süre için kullanımının öngörülmesi ve kalıcı bir karbon kilitlenmesi (ya da bağımlılık) yaratmaması gerekir. Oysa İklim Şurası kararlarında bir önceki maddede belirtildiği gibi kömürden kademeli çıkışın bir politika önceliği olarak önerilmesinden vazgeçilmiştir, bu da (Şura kararlarında zaten kullanılmayan) geçiş yakıtı kavramını boşluğa düşürür.

Kömürden kademeli çıkışı ve yenilenebilir enerjinin sisteme entegrasyonunun artırılmasını içeren bir enerji dönüşümü, şebeke esnekliğine yardımcı olacağı için doğal gaz kullanımını bir süre kendiliğinden artıracaktır. Ancak bu durum bir fosil yakıtın kalıcı olabilecek şekilde artırılmasını öngören bir politika önceliği benimsemeyi gerektirmez. Zira elektrik piyasasında doğal gaz kullanımı ihtiyaca göre yeni kurulu güç gerektirmeden veya çok az gerektirerek artıp azalarak kendi yolunu bulacaktır. Yapılan çalışmalarda da ilk birkaç yıl artacak doğal gaz kullanımının sonraki yıllarda düşmeye başlayacağı görülmektedir. Politika önceliği yapılarak kalıcı bir şekilde artırılacak doğal gaz kapasitesi ise hem yeni doğal gaz santralleri hem de olası yeni doğal gaz boru hatlarıyla karbon kilitlenmesi yaratarak sadece batık yatırımlara ve artan maliyetlere neden olmakla kalmayıp, artan enerji ithali nedeniyle dışa bağımlılığı da artırabilir.

Nükleer enerji kullanımını artırmak ise çeşitli nedenlerle iklim politikalarının özüne aykırıdır. Fransa, Finlandiya gibi ülkelerde elektrik üretiminde nükleer enerjinin payı tarihsel tercihler nedeniyle yüksektir. Bu gibi ülkelerde bugün nükleer enerjinin emisyon azaltımı için zorunlu görünmesi, elektrik sistemi kömüre bağımlı ülkelerde (örn. Polonya) kömürden çıkışın zor bulunmasına benzetilebilir. Yerleşik sistem altyapısını değiştirmenin zor görülmesi, enerji verimliliği ve yenilenebilir enerjiye dayalı gerçek bir iklim politikasını geciktirmektedir. Oysa Türkiye’nin enerji sisteminde nükleer enerjinin yeri yoktur ve Türkiye, Fransa gibi yerli nükleer teknolojiye sahip bir ülke de olmadığı için, nükleer enerjinin sera gazı azaltımı gerekçesiyle önerilmesi enerji politikalarıyla ilgili gerekçelerle desteklenemez. Yapılan çalışmalar, bugün yapılmakta olan Akkuyu Nükleer Santrali’nin dört ünitesi de devreye girdiğinde, nükleer enerjinin elektrik üretimindeki payının 2050’de %5’in altında kalacağını göstermektedir. Aynı büyüklükte bir nükleer santral daha yapılsa bile bu pay %10’u geçemez.

Ayrıca nükleer enerji her şeyden önce yüksek maliyeti ve uzun yapım süresi nedeniyle gerçekçi bir alternatif değildir. Günümüzde ortalama bir nükleer reaktörün inşaatı yapım kararı alınmasından işletmeye geçmesine kadar yaklaşık 15 yıl sürmektedir. Finlandiya’daki Olkiluoto-2 gibi inşaatının başlamasından itibaren 17 yıl geçmesine rağmen yapımı bitmeyen reaktörler bulunmaktadır. Akkuyu Nükleer Santrali’nin de ilk ünitesi 2023’te işletmeye alınırsa yapım süresi yapım kararının alınmasından itibaren 13 yılı bulacaktır. Yenilenebilir enerji santralleri ise yapım kararı alındıktan 2-5 yıl sonra işletmeye alınabilmektedir. Buna nükleer enerjinin seviyelendirilmiş elektrik maliyetinin bütün alternatifler arasında en yüksek düzeyde olduğu da eklenmelidir. Bu yüksek maliyetler nedeniyle, örneğin Birleşik Krallık’ın bugün inşa etmekte olduğu tek yeni nükleer reaktör dahil olmak üzere bütün yeni nükleer santraller yüksek oranda devlet desteğiyle yapılabilmektedir ve enerji sektörünün serbest piyasa kurallarına uygun işlemesi politikasına aykırıdır. Benzer bir şekilde Akkuyu Nükleer Santrali de hiçbir uluslararası şirketin ihaleye girmemesi nedeniyle devletler arası anlaşma yoluyla, santral alanı uzun yıllar boyunca Rusya’ya tahsis edilerek ve yüksek bir sabit fiyat garantisiyle yaptırılabilmektedir. Bütün bu gerekçelere uranyumun temiz, yerli ve sürdürülebilir bir kaynak olmaması, çözülemeyen radyoaktif atık sorunu, nükleer kaza riskinin hiçbir zaman sıfırlanamaması ve diğer riskler de eklenmelidir. Bu nedenlerle, 30 yıl içinde net sıfır emisyon hedefine ulaşılabilmesi için kısa sürede başarılması gereken bir enerji dönüşümünde nükleer santrallerin yeri yoktur.

3- SGA-1 Komisyonu Politika Kararları Madde 8 ile ilgili:

Komisyonumuzdan çıkan politika öncelikleri arasında 8. madde olarak yer verilen aşağıdaki maddenin birinci kısmı, Sera Gazı Azaltım-1 Komisyonu’nun hiçbir toplantısında tartışılmamış ve herhangi bir aşamadaki taslaklarda yer almamıştır. Dolayısıyla bu madde komisyonumuz tarafından Yuvarlak Masa’ya sunulan öneriler içinde yoktur:

“8- Emisyon azaltımına yönelik enerji sektörü dönüşümünün geçiş sürecinde doğal gaz arama ve üretim faaliyetleri artırılmalı, ulusal ve uluslararası iletim altyapısı geliştirilmelidir.”

Komisyon çalışmalarında gündeme gelmeyen doğal gaz arama ve üretim faaliyetlerinin artırılmasının, sonradan komisyonda tartışılmış gibi kararlar arasına eklenmesi doğru değildir. Bu sadece İklim Şurası’nın katılımcılık anlayışını değil, çalışmanın iklim değişikliğiyle ilgili olduğu gerçeğini, dolayısıyla iklim değişikliğiyle mücadelenin özünü de zedelemektedir. Zira yeni fosil yakıt aramalarına uluslararası iklim müzakerelerinde de, herhangi bir ülkenin ulusal iklim politikalarında da yer verilmemektedir. Tam tersine fosil yakıt aramalarının durdurulması, mevcut maden ve kuyuların kapatılması ve fosil yakıtların yerin altında bırakılması iklim politikalarının en çok tartışılan temel unsurları arasındadır.

Dolayısıyla, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın 2019-2023 Stratejik Planı’nda bulunan öncelikli bir politikayı İklim Şurası kararlarında zikretme kaygısı güdülerek eklenmiş olabilecek bu politika önerisi de bir iklim politikası değildir ve kararların bütününü zedeleyeceği için yanlıştır.

Sonuç olarak İklim Şurası Politika Tavsiye Kararları hem katılımcı komisyon çalışmasının sonuçlarını ve meselenin özünü derinden etkileyen değişiklikler yapılması hem de yukarıda sayılan nedenlerle Türkiye’nin gelecekteki iklim politikalarına zarar vereceği için kabul edilemez.

*

[1] Şahin, Ü., Tör, O.B., Kat, B. (2021). Türkiye’nin Karbonsuzlaşma Yol Haritası: 2050’de Net Sıfır. İstanbul Politikalar Merkezi. 
[2] APLUS Enerji. (2020). Karbon Nötr Türkiye Yolunda İlk Adım: Kömürden Çıkış 2030. Europe Beyond Coal, CAN Europe, SEFİA, WWF Türkiye, 350, İklim Değişikliği Politika ve Araştırma Merkezi. 
[3] UNFCCC. (2021). Glasgow Climate Pact. United Nations Climate Change. https://unfccc.int/documents/310475
[4] IEA. (2021). Net Zero by 2050. 

TÜİK büyümeyi açıkladı, emekçiler yoksulluğu

DİSK Araştırma Merkezi (DİSK-AR) Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından açıklanan gayrisafi yurtiçi hasıla (GSYH) 2021 verilerine ilişikin olarak 2019 dördüncü çeyrekte yüzde 32 olan iş gücü ödemelerinin yüzde 25,8 düştüğüne dikkat çekti. Söz konusu dönemde sermaye payının yüzde 51,5’ten yüzde 57,8’e geriledi.

TÜİK bugün 2021’in son çeyreğine ait GSYH oranlarını açıkladı. Buna göre; dört dönem toplamıyla elde edilen yıllık GSYH, 2021’de bir önceki yıla göre yüzde 11,0 arttı. GSYH, 2021’de bir önceki yıla göre yüzde 42,8 artarak 7 trilyon 209 milyar 40 milyon TL oldu.

Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati’nin GYSH verilerine dair yorumu ise “G-20, OECD ve AB ülkeleri arasında en yüksek büyüme sağlayan ülke olduk” şeklindeydi.

TÜİK verilerine göre; 2021’de bir önceki yıla göre zincirlenmiş hacim endeksi olarak; hizmet faaliyetleri toplam katma değeri yüzde 21,1, diğer hizmetler yüzde 20,3, bilgi ve iletişim faaliyetleri yüzde 20,2, mesleki, idari ve destek hizmet faaliyetleri yüzde 17,3, sanayi yüzde 16,6, kamu yönetimi, eğitim, insan sağlığı ve sosyal hizmet faaliyetleri yüzde 7,0 ve gayrimenkul faaliyetleri yüzde 3,5 arttı. Finans ve sigorta faaliyetleri yüzde 9,0, tarım sektörü yüzde 2,2 ve inşaat sektörü ise yüzde 0,9 azaldı.

İşgücü ödemeleri düştü

İşgücü ödemelerinin cari fiyatlarla Gayrisafi Katma Değer içerisindeki payı geçen yıl yüzde 33,1 iken bu oran 2021’de yüzde 30,2 oldu. Net işletme artığı/karma gelirin payı ise yüzde 49,3’ten yüzde 52,6’ya yükseldi.

TÜİK GSYH’nin 2021 dördüncü çeyreğinde yüzde 9,1 arttığını duyurmuştu. Ancak DİSK tarafından yapılan açıklamada “Pandemi döneminde gelir eşitsizliği ciddi biçimde arttı. Emek gelirlerinin GSYH içindeki payı azalırken sermaye payında ise ciddi bir yükseliş yaşadı. Bu tablo işçilerin pandemi döneminde ciddi biçimde yoksullaştığını ortaya koyuyor” denildi.

Öte yandan TÜİK verilerine göre; tüketim harcamaları, 2021’de yüzde 15,1 arttı. Hanehalkı tüketim harcamalarının GSYH içindeki payı yüzde 55,1 oldu. Mal ve hizmet ihracatı 2021’de yüzde 24,9, ithalatı ise yüzde 2,0 arttı.

Almanya: Ukrayna’ya saldırı Avrupa’nın Rus fosil yakıtlarına bağımlılığını azaltacak

Almanya‘da yeni hükümetin Şansölye Yardımcısı, eski Yeşiller Partisi Eş Başkanı Robert Habeck, Rusya’nın Ukrayna‘ya yönelik saldırısını “tamamen mantıksız” olarak nitelendirdi.

Bunun geri tepeceğini ve batılı ülkelerin Rus kömürü, petrolü ve gazını satın almayı bırakmasına neden olacağını belirten Habeck, “Sonuç olarak bu Avrupa’da yenilenebilir enerjinin durumunu güçlendirecektir” dedi.

Alman koalisyon hükümetinde Ekonomi ve İklim Değişikliğinden sorumlu bakan olan Habeck’e göre, Rus fosil yakıtlarının müşterileri artık enerji bağımsızlığını sürdürmek için daha fazla motive olmuş durumda.

Rusya’nın komşusuna yönelik askeri operasyonunu başlatmasının hemen ardından AP‘ye verdiği röportajda, işgalin tamamen mantıksız olduğunu kaydeden Bakan, “Bütün Batı Rusya’dan uzaklaşacak. Enerji sistemimizi çeşitlendireceğiz. Gelecekte Rusya’dan bu miktarda kömür ve gaz almayacağız” diye konuştu.

Almanya şu anda doğal gaz ve kömürün yaklaşık yarısını ve petrolünün üçte birini Rusya’dan alıyor.

ABD, Avrupa’nın en büyük ekonomisinin Rusya’dan enerji ithalatına aşırı derecede bağımlı olmasının stratejik bir risk olduğu konusunda uzun süredir uyarıda bulunuyordu.

Yakın zamana kadar Alman yetkililer, Rusya’nın güvenilir bir tedarikçi olduğunu kanıtladığını ve hatta ABD, Polonya ve Ukrayna’nın protestolarına rağmen Baltık Denizi’nden geçen yeni bir doğal gaz boru hattının inşasını desteklediğini vurgulamıştı.

Ancak Ukrayna saldırısı üzerine salı günü Almanya Kuzey Akım 2 Boru Hattı Projesi’ni durdurdu ve bu da Washington ve Kiev’de olumlu karşılandı.

‘Fırtınalı şubat elektrik kıtlığını engelledi’

Habeck, son aylarda Almanya’nın gaz rezervlerini desteklemek için alınan önlemlerin ve fırtınalı geçen şubat ayının ardından rüzgar tirbünlerinden bol miktarda enerji elde edilmesinin; enerji fiyatlarının hızla artması ve Rusya’nın ek arzları bekletmesi nedeniyle tüketiciler için bir kıtlığın önlenmesine yardımcı olduğunu söyledi:

“Doğrudan bir etki var: Piyasada ne kadar yenilenebilir enerji varsa, o kadar az doğal gaz kullanıyoruz.”

Habeck, AP’ye  yaptığı açıklamada şunları kaydetti:

“Mevcut durumun Almanya ve Avrupa’da yenilenebilir enerjiye geçişe kesinlikle yardımcı olacağını düşünüyorum. İnsanlar bunun sadece iklimle ilgili bir mesele olmadığını, güvenlikle ve güvenceyle ilgili bir mesele olduğunu da görüyorlar.”

Almanya geçen aralık ayında üç nükleer santrali elektrik şebekesinden çekti. Ülkede kalan son üç reaktör de bu yıl kapatılacak.

Katar ve diğer Avrupa ülkelerinden gaz ithal edilecek

Almanya’nın kalan üç nükleer santralinin ömrünü uzatmak, Almanya için bir seçenek değil. Habeck sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) tankerleri için terminaller inşa etmenin de yıllar süreceği söyledi – ki bu Alman Yeşillerinin sıcak baktığı bir konu değil.

Bunun yerine, Katar’dan yabancı limanlar aracılığıyla LNG ithal edilmesi ve yakın vadede herhangi bir açığı kapatmak için diğer Avrupa ülkelerinden gaz satın alınması tercih edilecek.

‘Askeri destek bizim stratejimiz değildi’

Habeck, diplomatik cephede, Almanya’nın Ukrayna’ya silah tedarik etmeyi reddederek Moskova ile görüşmeleri ilerletme çabalarının başarısız olduğunu da kabul etti: “Diplomasi için kanalları açık tutmaya çalışıyorduk. Ukrayna’ya silah teslimatına girmemenin iyi bir fikir olduğunu düşündük çünkü o zaman müzakere olasılığı daralacaktı. Bu bizim stratejimizdi aslında. İşe yaramadı.”

Bu hafta başlarında uygulanan yaptırımların da Rusya’yı Ukrayna’ya asker göndermekten alıkoymadığını belirten Habeck, “Ancak Vladimir Putin ve hükümeti üzerindeki baskıyı güçlendirebiliriz ve ondan sonra ne olacağını bekleyip göreceğiz” dedi.

‘Putin’e şahsen yaptırım uygulanmalı’

Habeck, Putin’e Ukrayna’ya yönelik eylemleri nedeniyle şahsen yaptırım uygulanması gerektiğine inandığını belirterek Rus liderle daha fazla müzakerenin yararlı olup olmayacağına dair şüphelerini dile getirdi:

“Bence Rusya ile konuşmamız gerekiyor ve Rusya Putin’den daha fazlası. Umarım bazı insanlar diğer Rusya adına konuşur ve onların sesi bastırılmaz.”

Almanya şansölye yardımcısı, Rusya-Ukrayna krizi durulursa, önümüzdeki hafta ABD‘ye ilk resmi ziyaretini gerçekleştirmeyi umuyor ve Trans-Atlantik ortaklığı daha da güçlendirmenin hayati olduğunu savunuyor: “Bir bakıma oraya gitmek için en iyi an. Tartışacak çok şeyimiz var: Ticaret meseleleri, Çin ile ilişkiler, ama tabii ki mevcut durumda güvenlik konuları ve enerji arzı…”

Çernobil Ukrayna’daki tek nükleer tehdit değil

Rusya işgalinin Ukrayna‘da ateşlediği nükleer tehdit Çernobil Nükleer Santrali‘nden ibaret değil. 1986’daki felaketten kalan radyoaktif kalıntıların hareket ettirilmesi ve ülkenin başka yerlerinde çalışan 15 reaktörün etkisi altında kalan “Kızıl Orman” daki yangın potansiyeli daha büyük riskler oluşturuyor.

Inside Climate News’te Michael Kodas’ın aktardığına göre Ukraynalı yetkililer Perşembe sabahı, 1986’da Avrupa‘nın bazı bölgelerini radyoaktif atık ile kaplayan ölü Çernobil Nükleer Santrali’nin etrafındaki ‘yasak bölge’de şiddetli çatışmalar olduğunu bildirmişti. Ukrayna Dışişleri Bakanlığı, Rus saldırısının “başka bir ekolojik felakete neden olabileceğini” bildirerek “Çernobil 2022’de tekrarlanabilir” demişti.

Santralin kirlenmiş enkazı ve içerdiği nükleer yakıt, yüzyıllar boyunca tehlikeli olmaya devam edecek, bu yüzden sürekli bakım gerektiriyor. Ukrayna Enerji Bakanlığı‘nın, Rus birliklerinin tesisi ele geçirdiğini ve santral personelinin gözaltına aldığını açıklaması üzerine dünya liderleri alarma geçti.

Beyaz Saray Basın Sözcüsü Jen Psaki Perşembe günü düzenlediği basın toplantısında, “Nükleer atık tesislerini korumak için gereken rutin kamu hizmeti çabalarını alt üst edebilecek bu yasadışı ve tehlikeli rehin alma, açıkçası inanılmaz derecede endişe verici. Kınıyoruz ve serbest bırakılmalarını talep ediyoruz” dedi.

‘Bölgedeki orman yangınları radyoaktif duman çıkarabilir’

Nükleer tesisi çevreleyen alandaki otomatik sensörler, santralin Rus işgalinden bu yana radyasyon seviyelerinde ani yükselmeler tespit etti, ancak artışlar insan sağlığı için tehlikeli olduğuna inanılan dozların altında kaldı. Çoğu uzman artışın, kuşatma sırasında tanklar ve diğer araçların yarattığı hareketlilikten kaynaklandığını belirtti.

Radyasyonun Çernobil’deki organizmalar üzerindeki etkilerini araştıran Güney Carolina Üniversitesi‘nde biyoloji profesörü Timothy Mousseau “Daha büyük tehlike, bölgedeki orman yangınlarının radyoaktif duman çıkarma potansiyelidir” dedi.

Radyasyonla ölen çamların aldığı paslı renk sebebiyle “Kızıl Orman” olarak bilinen Çernobil çevresindeki ormanlık alanlarda son yıllarda orman yangınlarında artış yaşandı.

Patlamadan sonra radyasyon nedeniyle ölen ağaçların buldozerle gömülmesinden sonra bölgedeki toprak, ormana düşen radyonüklidlerin yüzde 90’ından fazlasını barındırıyor. Bugün orada yetişen ağaçlar, sezyum-137 gibi kanserojen radyonüklidleri tutan topraklara kök saldıklarında felaketten kaynaklanan atığı emmeye devam ediyor. Ağaçlar bugün, felaketten önce olduğundan iki kat daha fazla alanı kaplıyor. Çernobil fabrikasının personeli gibi, Kızıl Orman’da görevli itfaiyeci ekibin de işgalciler tarafından engellenmesi mümkün.

Kızıl Orman’daki olası bir büyük yangın, atmosfere yüzlerce hatta binlerce mil uzağa taşınacak kadar yüksek bir duman ve kül bulutu salabilir.

Ukraynalı ormancılık profesörü Sergiy Zibtsev ve o zamanlar Yale Küresel Sürdürülebilir Orman Enstitüsü müdürü Chad Oliver tarafından 2011 yılında yapılan araştırma, ormanı tamamen yakan bir yangının Kiev’i radyoaktif dumanla kaplayarak kanser riskini artıracağını tahmin ediyordu. Böyle bir durumda yangından yaklaşık 145 km. uzakta yetişen ürünlerin kirliliği, diğer ülkelerin kirlenmemiş Ukrayna gıdalarını bile ithal etmesini engelleyebilir.

Mousseau, bu kış, bölgenin normalden daha az nem aldığını ve yangın genişliğinin arttığını belirterek, “Nisan 2020’de bir yangın 150 bin dönümden fazla ormanı yaktı, bu nükleer felaketten bu yana en büyük olanıydı ve Kiev’i dumana boğdu. Yangınlardan 2 bin mil uzakta bulunan Norveç‘teki sensörler, havada sezyum seviyelerinin arttığını tespit etti” dedi.

Ukrayna’daki tüm reaktörlerin ana şebekesi Çernobil’de

Rusya’nın neden Çernobil’i ele geçirmeye öncelik vereceğine ilişkin askeri analistler, bu bölgenin müttefiki Belarus topraklarından Kiev’e giden en kısa yol üzerinde hatırlatıyor. Çernobil, Kiev’in 67 mil (yaklaşık 107 km.) kuzeyinde.

Rusya’nın halihazırda bol miktarda nükleer yakıta ve silaha sahip olduğu ve Çernobil’de olabilecek herhangi bir tehlikenin Moskova‘yı da tehdit edeceği düşünüldüğünde 200 tonluk radyoaktif yakıta erişmek için burayı işgal etmelerinin stratejik bir nedeni yok.

 

çernobil

Ukrayna’nın ülke genelinde dört elektrik santralinde çalışan 15 nükleer reaktörü var. Çoğu eski Sovyet tasarımları olan ve başlangıçta amaçlanan ömürlerinin ötesinde çalışan bu reaktörler, güvenli çalışmalarını sürdürmek için sürekli bir elektrik ve su kaynağına bağımlıdır. Mousseau, Çernobil’in neden değerli olabileceğine dair başka bir nedene dikkat çekiyor:

“Bütün bölge için ana elektrik şebekesi ve anahtarlama istasyonu orada.  Bunları kontrol ederek, elektrik arzı üzerinde kontrol sahibi olurlar”

Gücü kapatma yetkisi, Rusya’ya Kiev’i boyunduruk altına alma çabalarında büyük bir avantaj sağlayabilir.

 

1986’da Çernobil’de Reaktör 4’ün patlaması, ilk müdaheleyi yapan iki kişiyi ve takip eden haftalarda da radyasyon zehirlenmesinden dolayı 28 kişiyi öldürmüştü. Radyoaktif atığa maruz kalmanın en az 15’i ölümcül olmak üzere yaklaşık 5 bin tiroid kanseri vakasına ve binlerce başka erken ölüme neden olduğuna inanılıyor. Felaketten kaynaklanan toplam ölüm bilançosu tahminleri 1 milyona kadar çıkıyor.

Yedi kişinin öldüğü Hendek’teki havai fişek fabrikasıyla ilgili duruşma başladı

Sakarya Hendek’te Coşkunlar Havai Fişek Fabrikası’nda 3 Temmuz 2020 tarihinde yedi işçinin hayatını kaybettiği, 128 kişinin de yaralandığı patlamaya ilişkin davanın 8’inci duruşması Sakarya 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başladı. Bugünkü duruşmada sanıklar ‘olası kastla insan öldürme’ ve ‘yaralanmaya neden olma’ suçları kapsamında ek savunma yapacak.

Sakarya 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nce yapılan duruşma öncesi mağdur yakınları ve avukatları açıklama yaptı. Duruşma çevresinde kolluk kuvvetlerince geniş güvenlik önlemi aldı.

Mağdur yakınları duruşmaya alınmadı

Mağdur yakınlarının ardından duruşmaya katılmak isteyen İstanbul Barosu’ndan gelen avukatların ve ailelerin duruşma salonuna girmesine izin verilmedi. Mağdur aileler ise salona alınmayınca polise “Benim abim ölmüş mahkemeye giremeyecek miyim” diye tepki gösterdi. Daha sonra, tüm avukatlar ve izleyicilerin girişine izin verildi.

Duruşmaya, tutuksuz sanıklar; fabrika sahiplerinden Ali Rıza Ergenç Coşkun, Erşan Öztürk, Asiye Angın, Aslı Bozkurt, müşteki sanık Ahmet Çağrıcı katıldı. Fabrika sahiplerinden Yaşar Coşkun ile Hasan Ali Velioğlu, duruşmaya tutuklu bulundukları Sakarya L Tipi Kapalı İnfaz Kurumu’ndan getirildi.

ANKA Haber Ajansı’nın aktardığına göre; CHP Genel Başkan Yardımcısı Gülizar Biçer Karaca, CHP Grup Başkanvekili Engin Özkoç, TİP Genel Başkanı Erkan Baş, HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu, Türkiye Barolar Birliği Başkanı Erinç Sağkan ve İstanbul Barosu‘ndan bir grup avukat da duruşmayı izledi.

Duruşmanın bugünkü oturumunda sanıklar, ‘olası kastla insan öldürme’ ve ‘yaralanmaya neden olma’ suçları kapsamında ek savunma yapacak.

Ne olmuştu?

Sakarya Hendek’te 15 dönüm üzerine kurulu havai fişek fabrikasında 3 Temmuz 2020’de saat bir patlama yaşanmış, patlama çevre şehirlerden de hissedilmişti. Faciada yedi kişi hayatını kaybetmiş, 127 kişi de yaralanmıştı.
Patlamaya ilişkin daha sonra gözaltına alınan aralarında fabrika sahibinin de bulunduğu beş kişi tutuklanmıştı.

İddianamede, sanıkların “bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne ve yaralanmasına neden olma” suçundan iki yıl sekizr aydan 22 yıl 6’şar aya kadar hapisle cezalandırılması talep edilmişti.

Cumhuriyet savcısı, 6 Ekim 2021’de, sanıkların görev ve sorumluluklarına işaret ederek cezalandırılmaları yönünde görüş bildirmişti. Mütalaada; Ali Rıza Ergenç Coşkun ve Yaşar Coşkun‘un “olayın meydana gelmesinde ihmal ve kusurlarının bulunduğu”, sanık Hasan Ali Velioğlu‘nun resmi olarak fabrika müdürü olmasa da fabrikada fiilen bu sıfatla görev yaptığı, sanık Erşan Öztürk‘ün fabrikada yetki ve söz sahibi olduğu, sanık Asiye Angın ve katılan sanık Ahmet Çağırıcı‘nın işveren vekili sıfatıyla olayın meydana gelmesinde ihmal ve kusurlarının olduğu; sanık Aslı Bozkurt‘un ihmal ve kusurunun bulunduğu iddia edilmişti. Sanıklar hakkında iki yıl sekizer aydan 22 yıl altışar aya kadar hapis cezası istenmişti.

Patlamada yakınları kaybedenlerin yakınları, yaralananlar ve avukatları, sanıklar Ali Rıza Ergenç Coşkun, Yaşar Coşkun, Hasan Ali Velioğlu ve Erşan Öztürk’ün ‘olası kastla insan öldürme’ ve ‘yaralanmaya neden olma’ suçları kapsamında haklarında hüküm kurulmasını talep ettiler. Ayrıca suçun işleniş şekli ve sanıkların davranışları dikkate alınarak cezanın üst sınırdan takdir ve tayin edilerek kanuni veya takdiri indirim sebeplerinin uygulanmaması da talep edildi.

Sakarya 1. Ağır Ceza Mahkemesi 1 Şubat 2022 tarihinde yapılan duruşmada müşteki tarafın talebi doğrultusunda ‘olası kastla insan öldürme’ ve ‘yaralanmaya neden olma’ suçları kapsamında sanıklara ek savunma hakkı verdi. Davanın 7’nci duruşmasında alınan bu karar sonrası sanıklar mahkemenin sonraki duruşma için belirlediği tarihe kadar savunma hazırlamalarının imkânsız olduğunu belirterek itiraz etmişti.