‘Nefes alamıyorum’: Başkaldırının farkında mısınız? – Cihan Tuğal

Artık tescillendi. Dünya sistemi derin bir krizde. Balık baştan kokarmış. Sistemin önderi Amerika Birleşik Devletleri ilk olarak 2011’de sallanmıştı. Şimdi ayaklanmalar yine hayatı kilitlemeye doğru gidiyor. Temmuz’dan Aralık’a radikal sokak eylemleri durulmadı. Üç yıl önceki “İşgal Et” eylemlerinde sistemin ekonomik, eşitsizlikçi boyutu ön plana çıkmıştı. Bugün siyasi boyutu dikkat çekiyor. Neresinden tutsanız, devam ettirilemeyecek bir neoliberal hegemonya yani.

Ağustos’ta Ferguson, Temmuz’da ise New York cinayetlerinde “yeni” olan polisin siyahlara muamelesi değil, bunun yarattığı toplumsal tepki. 1960’larda siyahlara karşı mevzi kaybeden sistem, bunu siyahları (sınıfsal anlamda) ikiye yararak ve yoksul mahalleler üzerine bir karabasan gibi çökerek telafi etmişti. Dolayısıyla (genel bir eşit vatandaşlık perdesinin ardında) yoksul, şüpheli siyahların öldürülmesi ahval-i adiyedendi kırk-elli yıldır. Bugün değişen, bu meselenin başka sistem sorunlarıyla içiçe geçmesi. Amerika’da hareketlenen sokak, bu kanayan yaraya da el atmış oldu. Umalım ki, tüm yaralara sadece el değil, neşter de atsın.

“Nefes alamıyorum” ibaresi, önümüzdeki dönemde Amerikan isyanının sembol cümlesi haline gelecek belki de. Yasadışı şekilde sigara satan Eric Garner, silahsız olduğu halde, bir polis tarafından boğazlanırken böyle diyordu çünkü. Artık Garner’ın siyah olduğu için mi, yoksul bir seyyar satıcı olduğu için mi bu kadar kolay öldürüldüğünü okuyucunun yorumuna bırakıyorum. Kesin olan bir şey varsa, hukuk sistemi tarafından hasıraltı edilmeye çalışılan cinayetin, kamu vicdanında şimdiden mahkum edildiği. Bazı sporcular meydana “Nefes alamıyorum” yazılı tişörtlerle çıkıyorlar artık. Sokak gösterilerinde de bu slogana sıkça rastlanıyor.

Amerika ve Tunus’tan Türkiye’ye, nefessizler başlarını doğrultuyor

Aslında nefes alamama durumu, Amerika’yı çok aşan genel bir ruh ve beden hali. Hatırlayanlar vardır, Arap ayaklanmalarının fitilini de bir seyyar satıcının ölümü yakmıştı. Tunus’un yoksul taşra kasabası Sidi Bouzid’in delikanlılarından Bouazizi, günenlik görevlilerinin süregiden tacizine tepki olarak kendini ateşe vermiş, bu yüzden de Arap isyanının dört temel sloganından biri “haysiyet” olmuştu. Seyyar satıcılara saldırı sınır tanımıyor demek ki. Küreselleşme hiç bu kadar ete kemiğe bürünmemişti. Kötülük yek vücud olmuş, dünyanın tüm sokak satıcılarının üzerine çöreklenmiş, “Ya sen kendini öldürürsün, ya biz seni öldürürüz” diyor sanki. Artık Tunus ile Amerika arasındaki sınırın anlamı yok. Tüm devletler bir, tüm yoksullar da.

Nefessizlerin isyanı Amerika’yla, Tunus’la sınırlı değil. 2009’dan 2013’e, dünyanın bir çok yerinde ayaklanmalar çıkmış, fazla bir sonuç alamadan sönümlenmişti. Gezi de (günahıyla, sevabıyla) bu dalganın parçasıydı . Belki sokağın yavaş yavaş durulacağını düşünenler olmuştur. Ancak yaz aylarından beri Amerika’da bir ileri atılıp, bir geri çekilen polis karşıtı gösteriler, geriye döndürülemeyecek bir isyan dalgasının ortasında olduğumuzu gösteriyor.

Küresel başkaldırı (ve son günlerde Türkiye’de konuşulan) yerel “tehlike” birbirinden bağımsız değil. 1970’lerden beri tüm dünyayı belirleyen liberal siyaset ve ekonomi çöktükçe, ya yerine başka bir şey gelecek, ya da egemenler bu kadar huzursuzlukla başedebilmek için oldukça sert ve alışılmadık yöntemlere başvuracaklar. Her gün sokakta daha net hissettiğimiz sertlik, sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil; ve sadece Erdoğan’ın kişiliğinden (ya da İslamcılığından) kaynaklanmıyor.

Şimdilik aşikar olan şu. Ne egemenlerin, ne de muhaliflerin bir alternatifi yok. Etrafta uçuşan fikirler var elbet. Ancak bunları sırtlayacak bir kadro, bir hareket ufukta görünmüyor – ne sistemin içinde, ne de dışında. Hal böyle olunca, egemenler sistemi yamayan ufak değişikliklerle yetiniyorlar. Sokak muhalefeti ise vurup, vurup geri çekiliyor. Giderek şirazesinden çıkan sertliği biraz da bu açıdan değerlendirmek gerekir.

Durumun ne kadar özgün (ve vahim) olduğunu, 1920’lerin sonuyla karşılaştırarak anlayabiliriz. O zaman da sistem her açıdan çökmüştü. Ancak, karşısında açık seçik (muhalif) bir alternatif vardı: sosyalizm. Bu alternatifin ağırlığı altında bunalan hakim sınıflar, sistem içi (ve muhalefetin yükselttiği beklentileri karşılayabilecek) bir alternatif yaratmak zorunda kaldılar. Normal zamanlarda sıradışı bir iktisatçının çılgın fikirleri olarak bir kenarda unutulacak olan Keynezyan ekonomi, bu çözülme ve tehdit ortamında can simidi oldu. Kendi sol kanadının radikalliğinden ve faşizmden korkan, çok riskli altüst oluşlar yaşanmadan da iktidara gelemeyeceğini anlayan sosyalistlerin ekseriyeti, egemenlerle bu yeni, orta yolcu (görünümlü) ekonomi üzerinde anlaştı.

İçinde bulunduğumuz dönemde de, Keynezyan ekonomi ve benzeri can simitlerini isteyen çok arasa bulur. Ancak kendilerini sistematik bir tehdit altında görmeyen egemenlerin, böyle bir arayışı yok. Sokak aynı şekilde bunaltmıyor çünkü. Yani egemenler hala nefes alabiliyor. Önümüzdeki yıllarda eşitsizliğe, çevre felaketlerine, “iş kazaları”na, polis şiddetine, etnik-ırksal-mezhepsel ayrımcılığa karşı yığınla ayaklanma yaşanması çok muhtemel. Fakat 1940’ların aksine egemenler, bunların aktörleriyle uzlaşmak yerine, toptan bir baskı ve ideolojik terör ortamı kurmayı tercih edebilir bu sefer. Ve dolayısıyla 20. Yüzyıl’ın ortasında (hem tarihi, hem coğrafi) bir parantez olarak yaşanan totaliter 1930’lar, 21. Yüzyıl’ın hakim paradigması haline gelebilir. Bu farkın birden çok sebebi var elbette ama, en önemlisi şimdiki başkaldırıların “anarşizan” doğası. Kendilerini (çoğunlukla) ideolojisiz ve lidersiz olarak tanıtan günümüz ayaklanmaları, yönetenleri siyasi değil kriminal çözümlere itiyor. Yönetenlerin de bu yüzden çok üzgün olduğunu söyleyemeyiz.

Yeni yüzyılın üç ana bileşeni: duvarlar, kitleler ve arınma nöbetleri

Ayaklanmalar tarafından sıkıştırılan hakim zümreler, iki ana yönteme başvurabilirler. Birincisi, Hollywood bilim kurgu filmlerinin sıkça gündeme getirdiği duvarlar arkasına çekilme, kendini tamamen soyutlama stratejisi. On senedir bu temayı işleyen filmler saymakla bitmez (Hunger Games, Elysium, Upside Down, Total Recall, vb.). Zenginler iki tane dünya kuruyor: bir tanesi lüks içinde ve sağlıklı yaşarken, diğeri hastalığın ve polis terörünün pençesinde (bu filmlerde sadece sınıfsal kutuplaşmanın değil, süregiden Amerikan işgallerinin de gölgesini görebilirsiniz. District 9 bunun iyi bir örneği). Bu stratejinin öncüsü muhtemelen Amerika Birleşik Devletleri olacak. (Elbette İsrail, bunun küçük çaplı bir öncülü olarak görülebilir. Ben bu yazıyı yazarken, İsrailli bir asker Filistinli bir bakanın göğsünü dipçikle ezerek, temsili demokrasinin gittiği yöne işaret ediyordu).

Diğer strateji ise, neoliberalizmin yarattığı yıkıma karşı yüksek perdeden bağıran ama, kapitalist elitin ayrıcalıklarını koruyarak, hatta perçinleyerek otoriterleşen devlet-sivil blokları kurmak. Bu stratejinin provaları da (belki her yerden çok) Türkiye’de yapılıyor. Mesela, Yeni Şafak gazetesi uzun zamandır küresel başkaldırının farkında; bunu nasıl yöneteceğini düşünüyor kara kara. Sorunun basitçe bir faiz lobisi, Gülen darbesi, vb. olmadığını çok iyi biliyorlar. Türkiye’nin doğal kaynaklarını, ucuz işgücünü, ve tarihsel dokusunu on yıldır arsızca sömüren, tüketen, paraya çeviren bir güruhun, bir iki yıldır anti-kapitalizm, toplumsal kalkışma, cihad nutukları atması kısmen bu yüzden (başka nedenleri de var elbette). “Bu memlekete kapitalizm sonrası toplum gelecekse, onu da biz getiririz” demek istiyorlar.

Türkiye’yi tanımayan, Ak Parti’nin on iki yıl nasıl politikalar yürüttüğünü bilmeyen, bu kalemlerin partinin ve devletin en üst kademelerinde yer aldığından haberi olmayan biri bu yazıları okusa, bu zatları İslami Marksistler, veya kurtuluş ilahiyatını Müslümanlaştırmış radikaller ya da Ali Şeriati’nin kırk yıllık müridleri zanneder. Bizzat partinin Muhafazakar Demokrasi (resmi) kitapçığının (resmi) yazarı Yalçın Akdoğan, toplumsal adaletçi, devrimci önder Seyyid Kutub’u Siyasal İslam adlı kitabında (insafsızca) gömdükten sonra, Yeni Şafak yazarlarının toprağı kazıp Kutub’u çıkarmaya kalkışmasına ne demeli? Ak Parti Kutub ve benzeri (radikal İslami) düşünürlerin reddiyesi üzerine kurulmamış mıydı? Madem diriltmeye çalışacaktınız, on yıldır niye kendi satırlarınızda öldürüyordunuz merhumu? Şimdi karşımızda kalbi ve ruhu sökülmüş, uzuvları birer birer dökülen bir Kutub var. Böyle bir Kutub’dan ne adalet, ne devrim bekleyin. Ama tekfircilik ve seçkincilik bekleyebilirsiniz. Başka bir deyişle, “Yeni Türkiye” = Zombi Kutub dönemi.

İbrahim Karagül’ün yazıları bu konuda çok öğretici. Aşağıda bir yazıdan seçki sunuyorum, gerisinin de okunmasını tavsiye ederek:

“21. yüzyılda geleneksel çatışma biçimleri, savaşları yerine sokak hareketleri ve şehir savaşları [bekleniyor]. Ulus devlet ölçeği yerine kadim şehirlerin bir kimlik olarak öne çıkacağı, etnik kimliklerin yerini şehir kimliklerinin belirleyeceği [biliniyor]. …

“Sadece devlet gücüne, sadece güvenlik birimlerine dayanan çözüm örnekleri başarısız olacak ve kitlesel reaksiyonu daha da azdıracaktır. Olağanüstü hal yasaları çıkarsanız da, bunları uygulasanız da sokakların, kitlelerin öfkesini dindirmekte başarılı olamazsınız. …

“[G]elecek on yılların hep sözü edilen şehir savaşlarına tanıklık edeceğine, devlet iktidarının yanında yeni ve sivil güç yapılanmalarının ortaya çıkacağını ve bu durumun ülkelerin istikrarını birebir belirleyecek hale geleceğine inanıyorum. …

“Burada siyasetin yapacağı en önemli şey, büyük davalar, idealler, hedefler üretip kitlelerin bunu benimsemesini sağlamaktır. Devlet gücünün yanında sivil yöntemleri kullanmak, kitlesel eğilimleri yönetmeyi bilmek, devlet ve toplum ortak bir dil ve hedef geliştirebilmektir. Devletin sivilleşmesi, vatandaş gibi hissetmesi tek formüldür.”

Yani ideologlar şunun çok farkında. Gezi gibi bir çok ayaklanma olacak. Ve bir noktadan sonra polis şiddeti bunları bastırmakta yetersiz kalacak. Kitlenin karşısına (daha da örgütlü ve bilinçli bir) kitleyle çıkmak gerekecek. (Bu yeni ayaklanmalar döneminde egemen kalemler, devlet, sermaye, vb. isyanları hem siyasi hem sivil alanda yönlendirmenin, toparlamanın gerekliliği üzerinden örgütlenirken; solun ve liberallerin otonomomist, post-yapısalcı, kurumsalcı, vb. tezlerle oyalanmasının manidar olduğunu da geçerken bir not olarak düşelim).

Ancak Türkiye’yi böyle faşizan bir rotaya sokmak için muhalefet üzerinde kanlı bir terör estirmek yetmez. Ak Parti’nin kendi içinde de gayet kıyıcı olması gerekiyor. Çünkü Karagül’ün bahsettiği idealleri devreye sokmak, bedel ödenmeden yapılacak iş değil. İşte başka bir ideolog-bürokratın “Arınma” başlıklı yazısı, parti içinde yaşanan didişmenin iyice gün yüzüne çıkacağını muştuluyor:

“Bireyin ahlaken çöktüğü bir zenginliği ne yapalım? Biz Batı gibi zenginleşmek istemiyoruz, bizim farkımız var, bizim özelliklerimiz var. Biz zenginleşeceksek, güçlü olacaksak, süper güç olacaksak; bireyin ve ailenin ruhen, ahlaken, etik olarak güçlü olduğu bir yapının üzerinde yükselmeliyiz. Bunları söylerken çok uzaklardaki insanları tarif etmiyorum, başta kendim olmak üzere, bu satırları okuyan herkesi kast ediyorum: Hayatımızda yanlış giden bir şeyler var, önce kendimize bakalım dostum. İçimize bir dönelim, muhasebe yapalım, dertlenelim biraz. Bir arınmaya ihtiyacımız var. Bu ülkeyi, bu milleti, bu ümmeti seviyorsan eğer, bir dakika dur, kendine dön ve kendi hatalarını bul önce. Sonra hatalardan, günahlardan, yanlışlardan ve kötü huylardan arınmanın bir yolunu bul.”

Neredeyse sufi masumluğuyla yazılmış bu satırların sahibinin, bundan önceki ve sonraki yazılarında (öfkeyle) “kavgamız” çağrıları yaptığını göz önüne alırsak, arınmayanın arındırılacağını da öngörebiliriz. Bastırılmaya (ya da gizlenmeye) çalışılan bu hiddetin bir sebebi de, birilerinin tasfiye konusunda kendisinden daha atik davranması tabii. “Dışımızdakilere kan kusturacağız” diye bağırırken, asıl sıkıntının içte olduğunu örtme telaşı. Temizle(n)meyeni temizlerler. İbrahim Karagül’ün özlemini duyduğu çelik, kitlesel irade kurulurken, kimin, ne zaman, nasıl “arındırılacağı” belli olmaz.

Bu iki stratejiyi (yani duvar örmeyi ve yukarıdan kitle seferberliği inşa etmeyi) tamamen ayrı olarak düşünmemek gerekir. 20. Yüzyıl’ın sosyal, demokratik kapitalizminin yerleşmesi, palazlanması için faşizmin tasfiye edilmesi gerekmişti. Duvarlar arkasına çekilme stratejisi ise, totaliter yöntemlerle senteze açık (aslında İsrail, bu alanda da bir öncül). Ak Parti faşizanlaştıkça ABD ile ciddi sürtüşmeler yaşaması kaçınılmaz. Ancak parti tamamen kendini kaybetmedikçe, hem stratejik, hem ideolojik olarak ABD ile sıkı bir alışveriş içinde olabilir. Sonuç olarak da tek tornadan çıkmış faşist rejimler yerine, bu iki stratejiyi esnek biçimde birleştiren bir sürü faşizan ve otoriter rejim yayılabilir dünyaya. Böyle bir durumda Ak Parti iktidarı basitçe radikal İslami bir rejime dönüşmek yerine, neoliberalizmin, faşizmin, muhafazakarlığın ve cihadi İslamcılığın dalgalı bir bileşimi haline gelecektir. Böylesi bir fırsatçılığa “radikal” sıfatını değer görmek, uyanık ideolog ve bürokratlara gereğinden fazla şeref bahşetmek olur.

Siz nefes alabiliyor musunuz?

Bu gidişatı elimiz kolumuz bağlı seyretmemenin tek bir yolu var. Sadece “tehlike”yi değil, küresel başkaldırıyı da (olumlu ve gayet olumsuz yanlarıyla) ciddiye almak. Türkiye’yi (ve dünyayı) bu iki stratejinin (duvar örmenin ve faşizanlaşmanın) yaratacağı korkunç kabustan kurtarmanın tek yolu, şu anda ortak bir yönü ve dili olmayan başkaldırının, somut ve ikna edici alternatifler ortaya koyması. İslami hareketi en iyi tanıyan isimlerden biri olan Nuray Mert’in, rejim ve entelijensiyasındaki değişimi ele alan (ve “tehlikenin farkında mısınız” diye soran) yazısı hayli önemli. Tehlikenin farkında olmak elbette gerekli ama, yeterli değil. Meseleyi dindar-laik kamplaşmasına hapsetmemek için, küresel çözülüşün ve başkaldırının da farkında olmak lazım.

***

Milyonlarca ağacı kısacık bir yaz mevsiminde kesilen, ortak alanları günbegün yok edilen, kimi çocuk parkları dahi lağım kokan İstanbul’dayım şu an, ve nefes alamıyorum. Eric Garner’ı katleden el benim boğazımda sanki. Yıllardır Türkiye’nin dört bir yanında madencileri boğan eller de çelik bir yumruğa dönüşme azmiyle gırtlağıma doğru uzanıyor. Ciğerlerim daralırken beni ayakta tutan tek şey, nefessizlerin birleşme ihtimali. Ferguson’dan, Soma’dan, Sidi Bouzid’den bir uğultu geliyor kulağıma: “nefes alamıyorum”. Gezegenin geleceği bu sesin bir alternatife dönüşmesine bağlı.

Cihan Tuğal – www.t24.com.tr

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR