Ne kardeşliği ulan? – Sinan Dirlik

Geldik mi yine ana- yavru muhabbetine?

Daha mazbatasını almadan, halka teşekkür konuşmasında “Türkiye ile karşılıklı saygı ve işbirliğine dayalı kardeşlik bağlarını” ifade eden Kuzey Kıbrıs’ın yeni Cumhurbaşkanına Ankara’dan jet hızıyla gelen yanıt biraz “ne kardeşliği ulan?” tadında oldu. Erdoğan’a göre Türkiye’nin Kıbrıslı Türkler ile ilişkisi “ana- yavru ilişkisiydi ve öyle de kalmalıydı”. Genelde Kıbrıslı Türkler bu tür çıkışlar karşısında nezaketlerini korumayı ve sessiz kalmayı tercih etseler de Akıncı’nın yanıtı, biraz dişlerinin arasından olmakla birlikte esprili sayılabilir: “İyi de biz hiç büyümeyecek miyiz?”

Akıncı, Kıbrıslı Türklerin umutlarını sırtlayarak geldi. Yükü büyük. Beklenti de bir o kadar büyük. Hele ki bir de konjonktürden söz ediliyor ki, Yunanistan’da Sipras, Güney’de Anastasiedes, eh kuzeyde bir de Akıncı olunca…

Ne çektiysek bu konjonktürden çektik tabii… Hatırlayın, 2000’li yıllarda AB’den ABD’ye tüm küresel “konjonktürün” ibresi çözümü gösteriyordu. Olmadı, olamadı… Ardından Güneyde Hristofyas, Kuzeyde Talat gibi “bin yılda bir gelecek” bir fırsat belirdi. Ama olmadı, olamadı… Şimdi de Akıncı- Anastasiedes- Sipras havası… Hep “bu sefer….” Diye başlayan cümleler kurmaktan da, duymaktan da ikrah geldiyse de Kıbrıslı Türklere, umut fakirin ekmeği işte…

Çözümün tarafları belli oysa… Türkiye’siz, Türkiye’ye rağmen bir çözümün olabilemeyeceğini herkesin bildiği bir yılan hikâyesi bu. Çözümü kilitleyen tek unsur da, çözümün anahtarı da Türkiye…

Türkiye kamuoyunun “aksini düşünmek dahi istemediği” ve “normalleştirdiği” bir işgal statüsü sürdükçe de çözülmeyecek bir sorun bu. Yunanistan’da, Güney ve Kuzey Kıbrıs’ta “iş başına” kim gelirse gelsin, Türkiye’nin ekonomik, siyasal ve askeri alandaki işgali devam ettiği sürece Kıbrıs sorununun çözümü de mümkün olmayacak.

Erdoğan, hiçbir sözünü hesapsız kitapsız sarf eden bir lider değil. Akıncı’nın normal şartlarda bir başkası söylediğinde her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının gönlünü, ruhunu okşayacak “kardeşlik sözlerine” pat diye “Ne kardeşliği yahu? Ağzından çıkanı kulağın duysun! Türkiye- KKTC ilişkileri ana-yavru ilişkisidir” deyivermesinin altında derin sosyolojik, siyasal bir gerçeklik var.

Koyun ortaya o sözleri:

“Fakat burada ‘iki kardeş ülkeyiz’ dediğiniz zaman burada çok farklı ortaya tablolar çıkar. Sayın Cumhurbaşkanının ağzından çıkanı kulağının duyması lazım. Bakın burada Türkiye, Kuzey Kıbrıs’a bugüne kadar niye, niçin sahipleniyor bunun bir esbab-ı mucibesi var. Bu esbab-ı mucibeyi burada bizim dillendirmemize gerek yok. Dolayısıyla da kardeş olarak bir çalışmanın bile şüphesiz ki bazı şartları vardır. Kardeş olarak çalışmanın ötesinde yavru-anavatan olarak çalışmanın da bir bedeli vardır. Yani bu ülke Kuzey Kıbrıs’ta bir bedel ödemiştir, hala bu bedeli ödemeye devam etmektedir. Biz şehitler vermişiz, niye? Bu yavru vatan böyle bir bedeli ödemeyi gerektiriyor diye bu adımlar atılmıştır. “Oraya yıllık yaptığımız ödeme, son olarak aklımda kalan 1 milyar dolar civarındadır. Fazlası vardır, azı yoktur. Yani bu rakamlar ciddi noktalarda ve hiçbir zaman burayı görmemezlikten gelmedik. Biz göreve geldiğimizde, 12 yıl önce öğrenci sayısı 25 binken şu anda 60 bine yükseldi. Bunlar bir gayretle oluyor, sadece kuru kuruya kardeşlikle bu işler olmuyor. Oraya karşı olan bizim dayanışmamız, farklılığımız ve şu anda uluslararası camiada Kuzey Kıbrıs’ın kavgasını veren kim? Acaba Sayın Akıncı bu kavgayı tek başına verebileceğini mi zannediyor, böyle bir şey mi var. Orayla ilgili onların baktığı açıdan biz Kuzey Kıbrıs’a bakamayız. Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’a bakışı evet ‘yavru vatan’dır, bundan sonra da yavru vatan olarak bakmaya devam edecektir. Bir ananın yavruya olan ilgisi, alakası neyse bundan sonra da yine o ananın yavruya olan ilgisi aynen devam edecektir. Kendi bunu bu tür ifade edebilir. Ben onun bunu bu şekilde ifade etmesini hoşgörüyle karşılarım ama burada hassas olmak lazım, dikkatli olmak lazım diye düşünürüm. Çünkü sonra bunlarda sarf-ı nazar edebilirler, o zaman da yazık olur.”

Şimdi Türkiye’de bu sözlerin altına Erdoğan dışında imza arayın… Koyun CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun imzasını… Koyun MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin imzasını… Koyun Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in imzasını… Hadi uğraştırmayayım sizi… HDP dışında hangi partinin liderliğinin imzasını koyarsanız koyun, “cuk” diye oturur altına o imza.

İstanbul’un Bebek sahilinde köpeğini gezdiren sarışın hanımefendinin de, ekran karşısında kahvesini yudumlayan emekli memurun da, Konya ovasında hasat yapan köylünün de, Ankara’daki bürokratın da, Trabzon’da çayını yudumlayan gencin de, Kayseri’de dükkânı önünde müşteri bekleyen esnafın da Kıbrıs deyince hissiyatı, fikriyatı budur…

Türkiye’de tıpkı Ermeni soykırımını, Kürt sorununun özünü konuşamadığınız, anlatamadığınız gibi, işgali de konuşamazsınız…

İşgali konuşamadığımız sürece de çözümün parçası olamaz Türkiye… Türkiye’nin parçası, anahtarı olmadığı bir çözüm de gerçekleşemeyecek kadar uzak bir ihtimaldir.

Ne zaman ki Türkiye kamuoyu, “Anayasal düzeni yeniden tesis ederek, barışı sağlayıp çekilmek” sözüyle asker çıkarılan adada tam 41 yıldır tek bir silah atılmadığı halde neden durulduğunu sorgular…

Ne zaman ki Türkiye kamuoyu, geride bırakılan 41 yılda adanın nüfus yapısının nasıl değiştirildiğini, kurtarmaya gidilip nasıl bir işgalin kalıcılaştırıldığını, Rum mallarına nasıl ve neden el konup kapanın elinde kaldığını sorgular…

Ne zaman ki Türkiye kamuoyu, avuç içi kadar adada 50 bin askerin niye konuşlandırıldığını, 100 binden fazla insanın adaya neden yerleştirildiğini sorgular…

Ne zaman ki turizmiyle, narenciyesiyle kendi kendine yetebilecek orta boy bir Türkiye şehri kadar “ülkenin” , resmi görüşün ifadesiyle milyarlarca liralık yardıma boğulduğu halde neden hala bir taşra şehri ikliminde yaşatıldığını, bunca paranın neye, nereye gittiğini sorgular…

Ne zamanki sağından soluna Türkiye’nin siyasi partileri, parti programlarında, seçim beyannamelerinde “Kıbrıs sorununun” çözümünü resmi söylemin dışına taşıyıp, “işgali sonlandırma sözünü verirler”…

O zaman Türkiye, çözümün bir parçası olma yolunda adım atmaya başlar…

Yoksa Erdoğan, gayet iyi bilir ki… Akıncı’ya hitaben söylediklerinin altına ister sağcı, ister solcu, ister futbolcu, her ortalama Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, her siyasi parti imzasını atar…

Bu değişmedikçe de, gerisi teferruattır…

Sinan Dirlik – http://www.gazeddakibris.com

İLGİLİ HABERLER

İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR

Balık ekmek yemekle olmaz, Marmara’nın suyunu için!-Mehveş Evin

Ne yazık ki müsilaj felaketini balık yemek, denize girmek, denizin yüzeyini temiz görmeye indirgemek, bu büyük ekolojik krizi durdurmanın önündeki en büyük engel.

Marmara Denizi’ndeki kirlilik sorununa bir çözüm: Agroekoloji – Bülent Şık

Agroekolojik yöntemler sulardaki nitrat kirliliğini azaltıcı bir sonuç doğurur ve bu da içme suyu kaynaklarının korunması anlamına gelir.

Örgütlü sessizlik – Arat Dink

Zeki Tekiner, dört ay önce başka bir silahlı saldırıdan şans eseri ölümcül bir yara almadan kurtulmuştu. Vali’yi olayın siyasi boyutu olduğuna ikna edememişlerdi. Dostları Nevşehir’den bir süre uzaklaşmasını istediler. O, “Bana Nevşehirliden zarar gelmez” dedi, kaldı. Su, tanıdık akıyor, değil mi?

Marmara Denizi’ndeki müsilaj kirliliğinde kömürlü termik santrallerin etkisi incelenmeli- Pelin Cengiz

İstediğiniz kadar yüzey temizliği yapın, bir yeri temizlerken diğer taraftan atık devam ediyorsa buna temizlik denir mi?

Marmara’nın ölümü: İstanbul kolera salgınına hazır mı – Bülent Şık

Denizdeki müsilajin kolera salgını getirmesi mümkün. Ama her şeye rağmen devam etmekten ziyade durmayı, onarmayı öne çıkarmalıyız. İnsan, bitki, hayvan ve çevre sağlığını bir bütünün birbiriyle ilişkili parçaları olarak görmeye çalışarak çözümler arayacağız.

EN ÇOK OKUNANLAR