Ayşe Erzan’ın yazısı cumhuriyet.com.tr sitesinden alındı
Yunanca “sinhoró”, etimolojik olarak aynı yerde olmak, içeriye almak, buyur etmek, yer açmak gibi anlamlar içeren bir kelime, bugün lügat anlamı “affetmek”. İnsan bir dili bazen çok az bildiğinde şiirselliğine daha çok varabiliyor.
Immanuel Kant’ın 1795’te yayımladığı “Ebedi Barış Üzerine” başlıklı denemesinde, şu sade önerme yer alıyor: “..dünya sonlu bir kürenin yüzeyinden ibaret olduğuna göre, insan nüfusu bu sonlu yüzey üzerinde sonsuza dek dağılamaz, yani başkaları ile yan yana komşuluk ilişkileri içinde yaşamaya kendimizi alıştırmamız gerekmektedir, üstelik başlangıçta kimsenin herhangi bir yeri işgal etmede bir diğerinden fazla ya da eksik hakkı olmuş olamaz.”
Görsel bir sembolizm taşıyan “sonlu bir küre” ifadesinden, Ahlakın Metafiziği’nde (1797) zorunlu bir haklar ve erdemler dizgesini çıkarsayan Kant, kanımca salt bu nedenle bile, modern siyasi felsefenin kurucusu sayılmalı. Yerkürenin fiziksel sonluluğunun, insanların mutlaka birileri ile hatta dolaylı olarak herkesin birbiri ile komşu olmasını getirdiği içgörüsü, yani dünyanın olağanüstü yoğun bir etkileşim ağı olduğu kavrayışı, 21. yüzyılda iletişim bilimi, sosyoloji, teknoloji ve tabii ki politik bilimler alanında önemli bir yer tutuyor.
Barış için koşullar
Herkesin bu yeryüzünde bir yeri olma hakkı barışı sağlamaya yeter mi? Savaşın en büyük insanlık suçu olduğunu savunan Kant, barışın kalıcı olması için bir dizi koşul ileri sürüyor.
Bu koşullardan ilki, bir ülke içinde herkesin özgür, eşit ve aynı hukuka tabi olmaları, yönetim biçiminin temsiliyet içermesi ve yasama ve yürütme işlevlerinin birbirinden ayrılması, yani kuvvetler ayrılığı. İkinci koşul, bir “bağımsız devletler federasyonunun” kurulması. “Cemiyet-i Akvam” (League of Nations) deneyinin ardından, II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Birleşmiş Milletler, savaşları önleyememekle beraber, Kant’ın öngördüğü, tüm dünya vatandaşlarının bireyler olarak korunmasını sağlayacak bir dünya vatandaşlığı hukuku (kozmopolit hukuk) yaratma doğrultusunda bazı adımlar atabilmiş durumda. Haklar Öğretisi (Ahlakın Metafiziği, I. Kısım) içinde yer alan “barış içinde yaşama hakkı”ndan, bugün Birleşmiş Milletler (BM) kararları çerçevesinde söz edebiliyoruz. Koşulların üçüncüsü, dünya vatandaşlarının haklarının, evrensel konukseverlik kurallarına tabi olması gerektiği.
BM Şartı’nda yer alan temel insan haklarının, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin öncülü olan bu kozmopolit hukuk tasavvuru, sadece farklı ulusların vatandaşları arasındaki ilişkileri uluslararası kurumlar aracılığı ile düzenlemek değil, aynı ülkenin içinde yaşayan dünyalıların devletleri ile olan ilişkilerini düzenlemek için de elzem hale gelmiş durumda. Türkiye vatandaşları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuranlar sırasında birinci geliyor. Bugün bir BM Türkiye Raporu ya da bir Venedik Komisyonu Raporu, Türkiye’deki iktidarın Güneydoğu’da vatandaşlarına reva gördüğü ölüm, yıkım ve göçü, tasarlanan anayasa değişikliklerinin sakıncaları, KHK’ler ve hukuk dışılıkları, tüm dünyaya ve bu arada yine Türkiye’de yaşayanlara duyururken, yaşamsal hak ve özgürlükleri koruma mücadelesini destekliyor.
Bundan 14 yıl önce, Irak’a asker göndermek için AKP tarafından TBMM’ye sunulan tezkerenin, kararlı bir sivil toplum kampanyası sonucunda 1 Mart 2003’te reddedilmesinden, ancak ABD ve koalisyon ortaklarının Irak’ı işgal etmesinden sonra, Ortadoğu’da her tarafta savaş var. İnsanların ne misafirliğine ne de ev sahipliğine saygı gösteriliyor. Göçmenlerin insan hakları çiğneniyor, alınıp satılıyor. Çağdaş hukuk anlayışında yeri olmayan kolektif cezalandırma gösterilerine başvuruluyor.
Hukuksuzluk ortamı
AKP hükümeti ülke içinde ve dışında normalleştirdiği hukuksuzluk ortamında, terörle mücadele adı altında terör estirerek iktidarını pekiştirmeye çalışıyor. “Herkes aynı hukuka tabi olmalıdır” temel kuralını bile çiğneyerek yetkisi olmayan bir merci, yasada yeri olmayan bir kararla örneğin Figen Yüksekdağ’ın HDP parti üyeliğini düşürebiliyor.
Hayır deyince
Hem bu ülkenin vatandaşları hem de birer dünya vatandaşı olarak, üstelik diğer dünya vatandaşlarının barış haklarına da saygı gereği, referandumda “Hayır” dediğimizde, ülkede hukukun üstünlüğünün yeniden geçerli olması, OHAL’in kalkmasını ve KHK’lerin tüm sonuçları ile beraber hükümsüz kılınmasını talep ediyor olacağız. ‘Hayır’ diyerek tutuklu milletvekillerinin, seçilmiş yerel yöneticilerin, parti yöneticilerinin salıverilmelerini ve görevlerinin başına dönmelerini, tutuklu gazetecilerin serbest bırakılmasını, mahkeme kararı olmadan kapatılmış televizyon ve radyoların, gazete ve dergilerin iadesini isteyeceğiz.
Bugün önümüzde duran referandum, özerk yurttaşlarca müştereken yerine getirilen bir kamu yararına akıl kullanma eylemi, çok merkezli bir yasama faaliyeti olarak görülebilir. “Herkesin ‘hayır’ı kendine” ortak anlayışı ile yürütülen referandum çalışmaları, ülke içinde gerilim ve çatışmaları kışkırtmaktan medet umanlara inat, parçalanmış cumhuru sağaltmaya kapı açacak, eşit, özgür, bireyler olarak birbirimizi içeri buyur edeceğiz.
Prof. Dr. AYŞE ERZAN – Cumhuriyet