Hafta SonuKöşe YazılarıYazarlar

Deprem adı verilen hayaletle aynı evde yaşıyoruz, mecburen…

0

Afet bir imge, travmatik var oluşu onun gerçeklikle yakınlaşmasını sağlıyor, hatta onun kendisi olup aniden karşımıza çıkıvermesini.

T24’teki bir habere göreİzmir‘de depremde yıkılan Rıza Bey Apartmanı‘nda çürük raporu sonrası ev sahipleri evlerini satarak taşınmış, mantolamayla oturum devam etmiş”.  Kişilerin süreçlerden haberi var ama süreci “kendilerince” lehlerine işletmeye çalışıyorlar (lehlerine mi aleyhlerine mi bu da tartışılabilir tabii).

Kiracı yapının depreme dayanıklılık testi sonrası kira sözleşmesini feshetme hakkına sahip. Bu mal sahibinin işine gelmediği için saklanıyor ya da bina malikleri dayanıklılık testini kabul etmiyor çünkü aldığı kiradan olma ihtimali var. Çürük olduğu bilinen, tescillenen bir yapı için verilen rapor gizleniyor. Altında işyerleri açılıyor ve resmi kurumlar tarafından ruhsat veriliyor!

Her deprem sonrasında fay hatlarının yerleri, özellikleri, zeminlerin direnci, binaların durumu tartışılıyor. Enkaza dönüşen binaların neden çöktüğü konuşuluyor. Ama kamu düzeninin neden çöktüğü konuşulamıyor. Hatadan dönmek, zararı engellemek mümkün. Ama eğer hasta tedavi olmak istemiyorsa, o zaman afetler kaçınılmaz hale geliyor.

Tıpkı binalarda olduğu gibi, her afetten sonra kamu düzeninin de çatlaklarının üzeri sıvanıyor. Kamu düzeninde “mantolama” denen şey bir işe yaramıyor. Bilgiye neden erişilemediği, kamunun neden kural koyuculuk vasfını kaybettiği, kuralların neden göstermelik hale geldiği…

Parça parça akıl her şeye yetişmeye çalışıyor: Sorun resmi kuruluşların, yöneticilerin görevlerini yapmaması, yani “bilimi dinlememesi”…  Yapılması gereken ama yapılmayan denetim işlevleri, mühendislik hesapları, malzeme kalitesi… Riskli binaların satılması, kiraya verilmesi… Çürük raporlarının, hasarların gizlenmesi, araştırmaların engellenmesi… Buna karşılık şehrin değerli bir yerindeki “kentsel dönüşüm” dedikleri fırsattan yararlanılması için “üniversite” adı verilmiş kimi ticarethanelerden sağlam yapılar için bedeli mukabili “çürük raporu” alınabilmesi… vs. vs.  

Zalimce, hatta canice tasarlanmış bir kamu düzeni!

Resmi kuruluşların hazırladıkları senaryolarda İstanbul’da büyüklüğü 7’nin üzerindeki bir depremde 50.000 binanın yıkılacağı söyleniyor. 99 Depremi‘nden sonra her yıl 2-3 bin riskli yapı yenilenerek 20 sene içinde İstanbul güvenli hale getirilebilirdi. Ama yenilenenler sağlam yapılar oldu. Demek ki bu mesele yalnızca “hesap kitap işi” değil.

Kime karşı bu hileler, kurnazlıklar?

Depremin (afetin) sonuçta “insanyapımı” olduğunu görmek için fay hatlarının yerlerini, zeminin uygun, binaların yeterli sağlamlıkta olmadığını bilmek yetmiyor.

Zaman zaman onunla temas ediyormuş gibi oluyoruz, travmatik bir şekilde. O unutulmak zorunda kalınan bir gerçeklik.  Adına “deprem” denilen hayaletle aynı evde yaşıyoruz, mecburen. 

Muhtemel İstanbul depremi de böyle. Henüz gerçekleşmemiş haliyle yaşantımıza musallat olan bir hayalet. Bilinen bir bilinmeyen. Gerçekleşmemiş ya da beklenen afetler, tıpkı geçmişin travmaları gibi, hayaletler olarak gündelik yaşamımızda yer alıyor. Geçmişin olduğu gibi, geleceğin travmalarıyla, hayaletlerle birlikte yaşamaya zorlanıyoruz.

Bu ilişki biçimiyle onunla baş etmek zor. Hayaletle baş etmek için belki de onun bu travmatik varoluşunu sorgulamamız, onu tekrar kendi dünyamıza tekrar mal etmeye çalışmamızın daha etkili olabileceği düşünebiliriz. Çünkü onun travmatik bir gerçeklik olarak zihinsel dünyamızın dışındaki varlığının simgeselliğini yitirmesine, ilişki kurulmasını engellemeye yol açtığından kuşku duyuyorum. Konuşulmasının nedeni de bu olabilir. Bu nedenle belki de üzerinde durulması gereken asıl önemli şey onun nasıl olup da bir “fail” olarak kamu düzeninin, hayatımızın içine sızdığını anlamaya çalışmak.

Afet doğal bir şey değil, inşa edilen bir gerçeklik. Onun bu travmatik, hayaletsi varlığını değiştirmek için yapılması gereken yalnızca gösterilenler değil, gösterilmeyenler üzerinde de kafa yormayı denemek…

Afetin bilinçdışını görmeyi başarabilecek miyiz?

99 Depremi’nden sonra muazzam bir sivil toplum seferberliği ortaya çıkmıştı. Ortaya çıkan yalnızca halkın dayanışması, yardımseverliği falan değil, kamusal alandaki bağımsız yaratıcı kapasitelerdi. Bu tıpkı Gezi direnişinde olduğu gibi, “mucize” gibi gözüken ama istenirse pekala olabilecek bir şeydi.

Sonra süreç içinde adım adım bu iktidar dışı alanların nasıl sönümlendirildiğine, sistemin nasıl yeniden “restore” edildiğine tanık olduk. Bağımsız yaratıcı kapasiteler genellikle anlık olarak ortaya çıkıyorlar ve uzun vadede sönümleniyorlar.  Zannedersem ortaya çıkışları kadar sönümlenmeleri üzerinde düşünmek gerekli. Eski rejime geri dönmek için genellikle bir geçiş dönemi gerçekleşiyor. Sorunu yaratan aktörler, işleyişler adım adım devreye giriyor. Bu yüzden benim açımdan takıntı hale gelmiş konu, bu bağımsız yaratıcı kapasitelerin nasıl yaratılabileceği. İktidarınki gibi anlık bir değişim değil, bir rejimden başka bir rejime geçiş… İhaleler, piyasa bağımlısı bir dönüşüm, tepeden inmeci bir kamu düzeni…  

Düzce‘de canla başla yardım çalışmalarına katılan bir kişi tanımıştım. Zannedersem bir on gün kadar bu kişinin ağzı kilitlenmiş olarak kaldı. Titreme nöbetleri geçirdiğini fark ettim. Yıkıntının altında eşinin ve çocuklarının can verdiğini söylediler. Epey bir zaman geçtikten sonra söylediği ilk cümle şu oldu: “Bilseydim, yaptırır mıydım?” Öğrendiğime göre babadan kalma ahşap çatkılı geleneksel evini, ailesi daha iyi yaşasın diye müteahhite vermişti. Ailesi banyosu, mutfağı yeni yapılmış, kaloriferi, hidroforu olan, daha konforlu bir evde yaşasın diye.  Ama zemin direncinin düşük olduğunu, çok katlı yapının depremde ayakta kalamayabileceğini kimse ona söylememişti. Bu dönüşümün yalnızca piyasanın işleyişine bırakılamayacağını da.

Kentlerde yapı üretimi ve stoğunun yenilenmesi piyasa mekanizmalarına bırakılmış durumda.

Konutların yıkılıp yeniden yapılması için müteahhitin kar etmesi, satacağı dairelerden elde edeceği gelirin toplam maliyetlerin üzerinde olması gerekiyor. Ama gösterişten esirgenmiyor. Proje hizmetlerinden, yapının gözükmeyen taşıyıcı sisteminin içindeki demirden, betonun çimentosundan, uygulama kalitesinden fedakarlık edilebiliyor. Bu dönüşüm modelinde denetim, planlama, projelendirme faaliyetleri imtiyaz sahibi aktörlere bağımlı olarak gerçekleştiriliyor. Planlar, projeler, araştırmalar yaratıcı faaliyetler tümüyle çıkarlara bağımlı. Planlama imar haklarını düzenleme işlevi görüyor. İmar haklarının artırılması talep ediliyor. Bu değer artışı elbette ki havadan gelmiyor. Bu bir değer erozyonuna yol açıyor. Şehirden, yaşamdan çalınanlar ile siyaset finanse ediliyor.

Canlılara canlı muamelesi yapmak

Bernard Stiegler bilginin açık bir sistem olduğunu, araçsallaştırıldığında, “otomatize” edildiğinde bilgi olmaktan çıktığını, entropik hale geldiğini söylüyor. Yani işe yaramaz olmakla kalmayıp, tüm diğer sistemleri, yaşamları zehirleyici olduğunu (*). Şehir planlama, projelendirme pratiklerinin de piyasa ile resmi kurumlara bağımlı hale geldiğinde bu duruma düştüğünü söylemek mümkün.

Gösterilen yapıların ya da zeminin direnci ise, gösterilmeyen gösterenin ne yaptığı. Gösterilenler, imajlar binalar, zemin hakkında bilgi veriyor. Ama göstereni, gözümüzün önünde duran şeyi saklıyor.  Kapitalizmin maruz kalınan şekli hafızasızlaştırıcı olduğu için tarihi değerlerin, geçmişin güzelliklerinin yok oluşundan söz ediliyor. Ama modernliğin nasıl altüst olduğu, düşünsel yapısının neden çöktüğü gölgede kalıyor.

İnsanmerkezciliğin zayıf noktası da bu. İnsan-doğa ayrımı üzerine. Dikkate alınması gereken nesneleştirilenin (ya da sembolik bir şiddete tabi olanın) doğanın değil, onu anlamlandıran zihnin kendisi olduğu. Şehir plancıları şehirleri planlıyormuş gibi yapıyorlar…  Tasarımcılar, mimarlar binaları ve şehirleri tasarlıyormuş gibi yapıyorlar…   Kurumlar  görevlerini yerine getiriyormuş, denetliyormuş gibi yapıyorlar…  Kamu düzeni ise başka bir mantıkla işliyor.

Şehre yukarıdan bakan bu tepeden inmeci planlama pratikleri ister istemez hileleri, kurnazlıkları, yolsuzlukları beraberinde getiriyor. Düzenleyici, koruyucu, akılcılaştırıcı olan uzmanlık bilgileri, kamu işlevleri gelişmeyi engelleyici, aşılması gereken yaptırımlar, yasaklar olarak görülüyor. Tepeden dayatılan normlarla yerden bakışla düzenlenen hayat bire bir benzerlikler ya da tekrarlar içerse de birbirlerinin tam tersi sonuçlar yaratabiliyor. Yukarıdan bakış, sürekli gördüğümüz gibi,  gündelik yaşamda tasfiye ediliyor.

Oysa  dahil olunan, ilişki kurulan, etkileşimde bulunulan, süreç odaklı bir modernlik farkındalık getiriyor. (Bir örnek: 99 Depremi sonrasında yardım çalışmalarını koordine etmek için gelen Japon İmparatoru’nun danışmanları, yardım heyeti çok iyi anlatmıştı. İstanbul’da bir bölge sokak sokak, ev ev çalışılmıştı. Peki neden planlar, projeler hazırlanırken bu yapılamıyor?)

Ferdinand de Saussure‘ün (belki de söylendiğinde nereye varacağı belli olmayan bu önermesi) gösterilenin de aynı gösteren gibi imgesel olması (**). Bu önerme Rönesans‘tan beri giderek zihinsel dünyanın her yerini kaplayan neoplatonik temsili sorguluyor.

“İmgelere canlı muamelesi yapmak.” Onları bildiğimiz, kavradığımız halleriyle değil, bilmediğimiz ve kavrayamadığımız bir varoluşlarının olabileceğini hayal etmek. İnsanmerkezci şiddetin kaynağında iktidar ve piyasayla örtüşmüş güç ilişkilerinin olduğunu göstermek için. Bu ilk bakışta saçma bir fikir gibi gelebilir. Ancak Saussure’ün dediği gibi gösterilenin de imgesel olduğunu kabul edersek, belki onun üzerinde işaretsizleştirilenlerin izlerini görme imkanımız olabilir.

Bilimsel olan da bundan muaf değil. Sorgulamak, geri bildirişim almaya hazır ve istekli olmak…Mış (doğruymuş) gibi yapmak yerine…  Kolayına kaçmak yerine, zorluk yaşamak. Sınırsız bir çabayla anlamaya çalışmak, temas kurmak….

Nesneleştirilenin gerçekliğin kendisi olduğundan kuşku duymak için “canlılara canlı muamelesi yapmak”la başlanabilir. Eşitlikçi bir ilişki ile öğrenmeye bilmeye çabalamak.  Şehirlere, nesnelere değil, canlı olana… Zihinlerin nefes almasını sağlamak…

 Hata yapmak, hatadan dönmek mümkün. Ama trajik olanla, tamir edilemez, geri dönülemez olanla başa çıkabilmek zor. 

*

(*) Stiegler, Bernard, Yerküre Krizi, Dönüşen İnsan, Cogito Bahar 2019, sayı 93, Yapı Kredi Yayınları.

(**) De Saussure, Ferdinand, Genel Dilbilim Dersleri, Multilingual, İstanbul 1998.

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.