Dış Köşe

Sürdürülebilir Gıda Konferansı’ndan izlenimler: Sorunlardan fırsat yaratmak

0

Bu yazı sivilsayfalar.org/ dan alınmıştır

Birleşmiş Milletler üye ülkelerinin imzalamış olduğu Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri isimli bir program var. Bu program doğrultusunda ülkeler, 2030 yılına kadar sürdürülebilirlik adına eğitimden enerjiye, sağlıktan suya pek çok alanda çeşitli taahhütlerde bulundu. Bu hedeflerin bir uzantısı olarak da 18 Ekim 2016’da Swiss Otel’de Sürdürülebilir Gıda Konferansı düzenlendi.

31

İlan edilen amaç, “artan nüfus, iklim değişikliği ve doğal kaynakların bilinçsiz kullanımı karşısında” yapılabilecekleri konuşmaktı. Konferansı, Sürdürülebilirlik Akademisi, Türkiye Gıda İşverenleri Sendikası ve FAO [Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü] düzenledi. Sponsorlar arasında Cargill, Ülker, Lipton, Pınar, Algida gibi büyük şirketler vardı. Tanıtım metinlerinde bunlar “Çözüm Ortakları” olarak isimlendirilmişti. Yani kabaca söylemek gerekirse buluşanlar iş dünyası, devlet yetkilileri ve sektöre yakın [muhalif olmayan] sivil toplum örgütleri idi. 250 TL’lik giriş ücretinin, masrafları çıkarmak haricinde “dışardan gelenlere” karşı bir bariyer işlevi gördüğünü söylemek mümkün.

Büyük gıda üreticilerinin iklim değişikliği gibi önemli sorunlar karşısında nasıl bir tavır takındığını ve ne tür çözümler hayal ettiğini bir yanıyla tahmin etmekle birlikte yine de görmek istedim. Malûm, sürdürebilirlik günümüzün en çok rağbet gören kelimelerinden biri ve bunun şirketler/devletler tarafından sahipleniliyor olması bir yanıyla insanı umutlandırabilir. Ancak vardığım sonuç, umudun böyle bir yerde aranmaması gerektiği.

Dünya Bankası’nın fakirliğe çözüm aramak adına düzenlediği toplantıların çelişkileri üzerine yıllarca çok yazıldı çizildi. Uçaklarla, özel korumalarla ve hattâ hususi aşçıları ile seyahat eden insanların fakirlikle ilgili bir toplantıda bile zenginliklerini ve güçlerini ifşa etmeleri, meseleyi hiç anlamamış olmalarının emaresi sayıldı. (Zira mesele fakirler değil, zenginlerdi!). Bu toplantı da benzer bir durum vardı.

Şöyle başlayalım: Salonun çıkışında karbon salımı en yüksek gıdalardan oluşan bir ziyafet sofrası bulunuyordu. İçerde Mikdat Kadıoğlu’nun konuşmasında bir kahve için 140 litre su harcandığı öğrenildi, sonra dışarda tatlılar, somonlar, yahniler, börekler yendi; kahve eşliğinde hoş sohbetler edildi. Kimse aç kalmadı. Sonra içeriye girilerek tasarruf etmenin faydaları hakkında konuşmalara devam edildi. Swiss Otel’in (ışıklandırma sebebiyle bazen bir diskoyu andıran) yüksek teknolojili salonunda anahtar kelimeler israf, sektör, sürdürülebilirlik ve duyarlılık idi.

Bu tarz kelimeler (misal israf ve tasarruf) şirket yetkililerinin ağzından çıktığında tam olarak ne kastedildiğinden emin olamıyorum. Bugünkü ekonomik modelimizde benim anladığım, eğer gıda şirketin elinde bozulursa (misal taşıma esnasında) bu şirketin hanesine zarar olarak geçiyor. Ancak eğer tüketici aldıktan sonra bozulursa, yenisini alması gerekeceğinden çok da üzülecek bir durum olmuyor. Ekonomik büyümenin önü açılıyor. Diğer bir deyişle, eğer evlerde israf olmazsa gıda piyasası %30-%40 küçülür. Ana maksadı herkese olabildiğince çok eşya satmak, eğer ihtiyaç yoksa dahi o ihtiyacı yaratmak olan şirketler için tüketicinin tasarrufu bir hedef olabilir mi? Bozulmak için tasarlanan onlarca eşya, ortada böyle bir hedef olmadığını söylüyor (Bu konuda harika bir belgesel: Pyramids of Waste. Herkesin seyretmesini tavsiye ediyorum). Ancak şirketler, misal dağıtımı optimize ederek yahut tüketimde su sarfiyatını azaltarak yine de tasarruf edebilir ve bunların kıymeti yok demek haksızlık olur.

Ancak konferansta anlatılan tasarruf örnekleri,  ne yazık ki ilk bakışta lezzetli gözüken ama aslında faydadan çok zarar veren abur cubur gıda tadı bıraktı bende. Ana sponsor Ülker’in yaptığı tasarrufları anlattığı sunum böyleydi mesela. Sayılar aracılığı ile gerçekleri biraz bükmek, şekerlendirmek, pırıltılı bir ambalaja sokmak ve mutlu bir tablo yaratmak sanıyorum daha ziyade bir reklâm faaliyeti, gerçek bir endişeden kaynaklanmıyor. Ne kastettiğimi açayım:

Ülker geçen seneye kıyasla 28 olimpik havuz büyüklüğünde su tasarrufu yapmış. Dünyayı (tırları daha iyi doldurarak) 4 kere daha az dolaşmış. Bunlar olumlu. Ancak kendimizi iyi hissetmemiz için yeterli değil. Kendi öğrencilerime bütün derslerimde anlattığım bir sorun var bu sayıların veriliş şeklinde: Ölçek yok! Eğer senede 150 bin olimpik havuzun suyu harcanıyorsa, 28 çok da önemli bir tasarruf değil. Ülker tırları dünyayı 600 kere dolaşıyorsa 4 rakamının büyük bir anlamı yok. Ancak sorun bununla sınırlı değil, sayılarla yaratılan illüzyonun başka bir boyutu daha var. Ülker’in salondaki herkese dağıttığı bir raporda yıllara göre harcanan enerji rakamları verilmiş. Bu sayılara göre tasarruf ettikleri yıllarda üretimleri de azalmış (2013’te 484 bin tondan 2015’te 465 bin tona). Buna mukabil ürün başına kullandıkları enerji miktarı artmış (yine aynı yıllarda 0.955 MWh’den 0.979 MWh’ye çıkmış). Herhalde kimse dikkat etmez diye düşünülmüş, ama hem ölçeksiz sayı kullanımı hem de gerçeği belli bir şekilde anlatacak sayıların seçilmesi bu tarz sunumların ciddiyetine gölge düşürüyor. Belli ki maksat sürdürülebilirliğin pazarlanması. O yüzden şirketler her durumda bir başarı hikâyesi anlatacak. Ancak odadaki fil şu: Dev ölçekli bir abur cubur üretimine neden sürdürülebilir kıyafeti giydirmeye çalışıyoruz? Dünyanın önemli sorunları hakkında şirketlerin reklâm yapmasına ve kafa bulandırmasına yetecek enerjimiz var mı? Örneğin yine Ülker için hazırlanan reklâm spotunda Fildişi’ndeki kakao üreticisi Bamba’dan (Ülker’in seçtiği hayalî bir isim) Karadeniz’deki fındık üreticisine kadar herkesin Ülker’e değdikçe mutlu olduğu iddia edildi. (Ülker’in son senelerdeki reklâmlarındaki anahtar kelime mutluluk). Bu mutluluk tablosunun içinde kolonyalizm yok, kakao üretmek için plantasyonlarda çalışan köle çocuklar yok, fındığın üstüne atılan envaî çeşit zehir yok, kârın nasıl elde edildiğine dair hiçbir eleştirel pozisyon yok: Hep mutluluk var, sürdürülebilen bir mutluluk!

Cehalet mi yoksa profesyonel yalancılık mı bunun adı, emin olamıyorum. Program broşürünün üstüne karbon-nötr yazmak gibi (nötr olan etkinlik mi, broşür mü belli değil; nötr artık ne anlama geliyorsa) ufak-güzel duyarlılıklarla geçiştirilen meselelere, “sektörün” getirdiği köklü bir çözüm yok diyebilirim. Zaten kelime öyle sündürülmüş durumda ki hemen her şeyi kapsar hâle gelmiş. Yaşar Holding’in tanıtım oturumunda (panelleri böyle isimlendirmek daha doğru) zamanında süt üreticilerinden bir tedarik zinciri kurmanın sürdürülebilirlik örneği olduğu ileri sürüldü mesela. İngiltere’de de zamanında fakirler bir çalışma kampına alınır, orada hem ucuz iş gücü olarak kullanılır hem de zenginlerin hayırseverliğine maruz kalırlarmış. Benden tavsiye: Bu şekilde düşünmek, sürdürülebilirliği daha kârlı bir mecraya dönüştürmenin de önünü açar.

Toparlamak gerekirse, konferansın öne çıkan teması şu oldu diyebilirim: Var olan sorunlar bir fırsata çevrilebilir mi? Bu cevaplanması zor bir soru. Bir yanıyla çoktan bu fırsatlardan istifade edildiğini, örneğin eleştirel kavramların yeni bir pazarlama aracına dönüştüğünü gördüm. Ancak sorunların kaynağı üstüne gerçek anlamda gidilmedikçe (yani ucuz işgücü, aşırı ucuzlatılmış kaynak kullanımı, lobi ve pazarlama faaliyetleri, pazarı elde tutmak için şeker-yağ-tuz basılan gıda üretimi durmadıkça) sürecek olan gelir adaletsizliğidir, açların sayısını aşan obezlerdir, şeker-kalp hastalıkları ve kanserdir, iklim değişikliğinin ödenmeye başlanmış bedelleridir, savaşlarda ölen insanlardır. Bunlar şirketlere nasıl fırsatlar sunuyor, onu da ben değil yatırımcılar düşünsün.

Bu yazı sivilsayfalar.org/ dan alınmıştır

32-ozan-zeybek

 

Sezai Ozan Zeybek

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.