Yeşeriyorum

Mandela – Fatih Aygün

0

Çocuktum. Medya bize Sovyetler Birliği’nin halkına zulmettiğini anlatıyordu. Ama yine bize söylenene göre, kelinde hangi ülkenin olduğu belli olmayan kırmızı bir harita bulunan Gorbaçov Amca, “perestroyka” (yeniden yapılanma) ve “glasnost” (şeffaflık) derken -muhtemelen “kapuska”dan sonra öğrendiğim ilk Rusça kelimeler olur kendileri- bir iyiye gidiş vardı. O “iyiye gidiş” sırasında haritalar o kadar sık değişti ki eminim ülkelerden birisi bir ara tam olarak o kırmızı şekli almıştır.

Neyse. Derken Doğu Avrupa’dan başlayan bir domino, koca Berlin duvarını ve daha da büyük olan Sovyetleri yıktı. Bize anlatıldığı kadarıyla halklar artık özgürdü. Bu “özgür”leşme sırasında, mesela Rumen diktatör Çavuşesku ve eşinin bir idam mangası tarafından -mangaya katılmak isteyen çok gönüllü varmış, mecbur kuraya başvurmuşlar- kurşuna dizilmesini ve bunun televizyonlarda bütün ayrıntılarıyla neredeyse canlı yayında gösterilmesini pek yadırgamadık.

Eğer televizyon kaynaklı klasik çocukluk travmalarına inansaydım “çocukluk travmalarımdan biri, dokuz buçuk yaşımda bu idamı bütün ayrıntılarıyla tekrar tekrar televizyondan izlemiş olmamdır” derdim. Ama çocukların ölüm görmekten uzun vadede çok da etkilendiklerini sanmıyorum.

Yine de benim etkilendiğim bir şey vardı. Güney Afrika, insanların mensup oldukları ırk nedeniyle aşağılanmakla kalmayıp hapsedildiği, öldürüldüğü bir ülkeydi. Güney Afrika’ya kıyasla Sovyetlerde bireysel özgürlükler karşılaştırılamayacak derecede fazla olsa da televizyonda daha çok “komünistlerin muhaliflere yaptığı insanlık dışı muameleler” ele alınıyordu. Apartheid rejiminin ve destekçilerinin sadece ırkları sebebiyle bazı insanların boynuna araba lastiği geçirip üzerlerine benzin dökerek yakmaları “çerez haber” niteliğindeydi.

Çavuşesku’nun idamını defalarca merakla izleyen ve pek de travma yaşamayan ben, bu yakma olaylarından, yanış anını göstermemelerine rağmen, çok etkilenmiştim. İlla televizyon ilişkili bir travma lazımsa benim için o budur.

***

Dediğim gibi, ilkokul kâbuslarımdan biriydi Güney Afrika. Bir şeyler yapılması gerekiyordu. Sovyetlerin dağılma rüzgârı hissedildikçe ve “komünistler” rating değerlerini kaybettikçe, Güney Afrika’dan daha sık haber gelmeye başladı. Artık gözümüz üzerlerindeydi. Apartheid için son yaklaşmıştı. Geriye tek bir PR hamlesi kalmıştı.

İnsanların çoğu fikirlere değil “kahraman” olarak nitelenen kişilere saygı ve bağlılık duyar. Bu yüzden maalesef kahramansız devrim olmaz pek. Buradaki kahraman da Nelson Mandela’ydı. Direnmiş, tutsak düşmüş, 27 sene hapis yatmış ve işkence görmüş birisi olarak bu payeyi de sonuna kadar hak ediyordu. Sonunda hapisten çıkmıştı. Apartheid rejimi kaldırılmış, Mandela başkan seçilmişti.

Güney Afrika dünyanın en yaşanası ülkesi değil hâlâ. Hatta Apartheid’ın kaldırılmasından sonra işsizlik, ortalama ömür ve benzeri göstergelerde düşüş olmuş. Ama maratonlar tek bir adımla başlar. Ve artık yakılarak öldürülmüyor olmak bence güzel bir ilk adım. Onun için “Mandela ne yaptı ki?” dememek lazım.

Ama ben yine de benim için ne yaptığını anlatayım:

Bütün bunlar olurken biz de boş durmamıştık. Türkiye olarak kendisine bir “Atatürk Barış Ödülü” takdim ettik. Aynı ödülü önceki sene meşhur ressam Kenan Evren’e vermiş olduğumuz için ve adının darbeci bir generalle anılmasını istemediği için Mandela bu ödülü reddetti. Medyamıza bu, “Mandela ATATÜRK ödülünü reddetti” diye yansıdı. O zamanki medya bugünkünden daha terbiyeli olmalı ki, gerekçesini de satır arasında verdiler. Ama manşet değişmedi.

O gün anladım ki bu medyaya güvenilmezdi. Yani bazı gerçekleri erken anlamama vesile oldu Mandela. Belli ki gerek yokmuş, medya bunu ileride defalarca gözüme sokacakmış. Ama bunu bana ilk gösteren olduğu için çocukluk kahramanlarımdan biridir hâlâ.

Ve o yüzden severim Eddy Grant’in o seksenler şarkısını. Rahat uyu “Jo’anna”nın umudu, sen üzerine düşeni yaptın. Adım adım dedik ya, şimdi sıra bizde.

Fatih Aygün

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.