Dış Köşe

Ekolojinin siyaseti, siyasetin ekolojisi – Arif Ali Cangı

0

Mahatma Gandi, “Dünya herkesin ihtiyacına yetecek kadarını sağlar, fakat herkesin hırsını karşılamaya yetecek olanı değil” der. Artık ekolojik krizlerden söz edilmeye başlandığı günümüzde Gandi’nin bu sözü daha da anlamlı hale geldi. Geçtiğimi hafta içinde 5 Haziran’da ‘Dünya Çevre Günü’ münasebetiyle, canlı yaşamının sürdürülebilmesi için gereken doğal varlıkların ne kadar azaldığı, ne kadar canlı türünün yok olduğu, küresel ısınmanın hangi boyutlara ulaştığı yazılıp çizildi. Bu şekilde ‘Dünya Çevre Günü’ geçiştirildi, yeniden tüketim alışkanlıklarımızla, siyasal tercihlerimizle günlük yaşantımıza döndük. Oysa sorun bir günle geçiştirilemeyecek kadar büyük ve can yakıcı. Çünkü doğrudan yaşam hakkını tehdit ediyor.
İnsanlık, yaklaşık 2 bin yıldan bu yana ‘hak’ kavramıyla uğraşıyor, insan haklarının çağdaş yorumu 200 yıllık geçmişe sahip. ‘Çevre hakkı’, 1970’li yıllarla birlikte insan hakları alanında ayrı bir hak olarak tanımlanmaya başlandı. Bu yeni gelişmenin nedeni, insan faaliyetleriyle ekolojik yıkıma doğru gidildiğinin fark edilmeye başlanmasıydı. Doğanın dengelerinin bozulması, dünyanın geleceğine dair korkunç tahminler, ‘hak’ anlayışında önemli değişiklikler yarattı. “İnsan merkezli” anlayıştan, doğal çevreyi oluşturan tüm bileşenler hakkın öznesi haline geldi ve artık ‘doğanın hakları’ndan söz ediyoruz.
Kavramsal olarak bu gelişmeler yaşanmakla birlikte ekolojik yıkıma yol açan uygulamalar yaygınlaşarak sürdürülüyor. Ekoloji alanında yaşanan sorunları değerlendirirken yaşanan ekonomik ve toplumsal ortam gözardı edilmez. Yaşanan süreçte uygulanan neoliberal politikalarla doğal çevre ekonomik etkinliklerde kullanılacak bir pazar malı haline getirilerek, sermaye birikimi hızlandırılmaya çalışılıyor. Küreselleşen sermaye, sürekli olarak üretimini artırmak istiyor, buna karşılık doğal varlıklar sınırlı.
Günümüzde uygulanan neoliberal ekonomik politikalarla, doğanın sömürülmesine dönüşen ekonomik faaliyetler, somut olarak gündelik hayatları etkileyen sonuçlar doğurmaya başladı. Bu da beraberinde, insanların yaşam çevresini korumak için bir araya gelmelerini, örgütlü davranmalarını zorluyor. Ülkemizden Karadeniz bölgesindeki vadilerin yaşam kaynağı olan derelerin suyunu hapseden HES’lere karşı oluşan direnişler, havasını, toprağını korumak için termik santral nöbeti tutan köylüler, Bergama-Ovacık, Uşak-Eşme Kışladağ örnekleri karşısında altın madeni ocakları açılmasına karşı örgütlenen Kazdağları, Kozak Yaylası sakinleri, üzerlerindeki tüm baskıya rağmen arazisini satmayan, kamulaştırılmasına direnen Efemçukuru köylüleri, nükleer santral projelerine karşı oluşan duyarlılık gibi örnekleri verebiliriz. Bu örnekler, yaşamın savunulması alanında önemli çabalar olmakla birlikte, yaşam alanlarının korunmasını sağlamıyor, dünyanın geleceği için umutlu olmamıza yetmiyor.

Yaşamın savunulması siyaseti
1 Mayıs’ta bankalara saldırdıkları iddiasıyla Terörle Mücadele (TEM) ekiplerince gözaltına alınanlardan ‘Yeryüzüne Özgürlük Derneği’ üyelerine ‘HES’e, nükleere, 3. köprüye karşı mısın?’ diye sormuşlar. Bu olay, ekoloji hareketlerinin, ekolojik yıkıma yol açan siyasi iktidarların hedefinde olduğunu bir kez daha gösterdi. Bir süredir, yaşamı savunmaya yönelik barışçıl eylemler, kolluk güçlerine direnme, mala zarar verme, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasasına muhalefet vb. suçlamalarla kriminize edilmeye çalışılıyor, şirketlerin açtıkları yüklü tazminat davaları ile de ekolojistler sindirilmek isteniyor. Yaşananlar, bununla yetinilmeyip ekolojiyi koruma eylemlerinin ‘terör’ olarak nitelendirilmesine doğru yol aldığımız gösteriyor. Bir yandan örnek çevre direnişlerine rağmen, mevcut endüstriyel kapitalist sistem dünyamızı her geçen gün felakete sürüklüyor, diğer yandan bu hareketler boğulmaya çalışılıyor.
Yaşanan sürecin ‘doğa’nın aleyhine işlemesi, yürütülen mücadelenin biçiminin ve niteliğinin değiştirilmesini zorunlu kılıyor. Ekolojik yıkıma yol açacak faaliyetler, bir politikanın uygulaması olarak karşımıza çıktığına göre, bunun karşısında doğanın korunmasının da politik bir duruşla mümkün olacağı görülüyor. Yaşanılabilir, güvenli bir gelecek için artık ekolojinin siyasallaşması, siyasetin de ekolojistleşmesi yani ‘yaşamın savunulması siyaseti’ne ihtiyaç var. Asıl çözümlenmesi gereken, bu siyasallaşma nasıl olacak, bu yeni siyasal harekette hangi ilkelerde buluşulacak? Bu konuların tartışılması gerekiyor. O zaman tartışmaya başlayalım.
Oluşturulacak siyasi hareket, ekolojinin yanı sıra Türkiye’nin eşitlik, özgürlük ve demokrasi sorunlarına da çözüm politikaları önermek zorunda. Bir yanda emeğin, insanın sömürüsüne ve doğanın sömürüsüne aynı ölçüde ve güçte karşı durmak yeni siyasetin ilk ortaklığı olmalı. Diğer yandan etnik, kimlik, dinsel, cinsel ve diğer her türlü farklılığı içinde barındıran, ayrımcılığı reddeden bir yerde durmalı. Doğanın haklarını savunacak siyasetin ‘tabiatı gereği’ çoğulcu olması zorunlu. İnsanın doğanın efendisi değil, diğer canlılarla birlikte onun bir parçası olduğunu kabul eden ‘yaşamın savunulması siyaseti’nin hiyerarşiyle, lider ve erkek hegemonyası ile uzlaşabilmesi mümkün değil, bu nedenle kendi içinde doğrudan demokrasiyi işletmeli, aynı zamanda bunu topluma yaymayı önüne iş olarak koymalı.
Sözün özü eşitlik, özgürlük, adalet, barış ve dayanışma gibi solun evrensel değerleri ile ekoloji düşüncesinin ve yeşil düşüncenin ortaklaştığı yeni bir siyaset mümkün. Böylesi bir siyasetle çocuklarımıza eşitliğin, özgürlüğün, demokrasinin egemen olduğu şiddetsiz yaşanılası daha iyi bir dünya yaratabiliriz.

Arif Ali Cangı

 

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.