Yeşeriyorum

Otoriter Demokrasi ve Stockholm Sendromu – Onat Çetin

0

Siyasi gündemimizde zaman zaman CHP eksenli analizlerde yer bulan terimin tanımını aşina da olsak hatırlamakta yarar var: Stockholm Sendromu, rehinenin kendisini rehin alan kişiye duygusal anlamda bağlanması olarak özetlenebilecek bir paradoksal psikolojik fenomendir. Bazı örneklerde bağlanma, rehinenin kendisini rehin alan kişiyi savunabilecek boyutta gerçekleşebilir.

Tanımı, özellikle “Yetmez Ama Evet” söyleminde gruplayabileceğimiz liberaller üzerinden okursak oldukça net bir tabloyla karşılaşıyoruz. AKP, artık rahatlıkla “İkinci 12 Eylül” olarak adlandırabileceğimiz referandum aracılığıyla liberalleri rehin almıştır. Üstelik yaşanan ağır bir Stockholm Sendromu’dur, zira bazı örneklerde görülen savunma pozisyonu da gözlenebilmektedir. Murat Belge’nin Metin Lokumcu’nun ölümü ya da Oral Çalışlar’ın Hrant Dink davasının sonucu üzerine yazdıkları savunma pozisyonu açısından tatminkâr kanıtlar sunacaktır.

Ancak ileri demokrasinin, poşu takmanın kırk beş, yumurta taşımanın on bir, haddinden fazla çakmak bulundurmanın ise sekiz yıl hapis istemine tekabül ettiği noktada, liberal kalemlerin savunma pozisyonundan öte bir işleve yöneldiklerine tanıklık ediyoruz: Yeni devletin resmi ideologluğuna soyunmak.

Hatırlayacaksınız, “İkinci 12 Eylül”ün ardından Ömer Laçiner, Birikim’de sosyalistlerle yollarını ayırarak yeni bir göreve başladıklarını net bir dille ifade etmişti. Ahmet İnsel ise geçtiğimiz Ekim ayının sonunda Radikal2’de bu görevin çıtasını bir basamak üste çıkartarak “Otoriter Demokrasi” kavramını tartışmaya açtı. İnsel’e göre otoriter demokrasi, “Çoğulculuk başta olmak üzere, demokrasinin bir dizi kural ve kurumunu içinde barındıran, buna karşılık iktidarın aşırı yoğunlaştığı ve kişileştiği, siyasal gücün teknokratik düzenleyici güçlerle tahkim edildiği, her şeyi bilen veya her konuda bir fikri olan ve bu fikrin en doğru fikir olduğuna ikna olmuş bir zihniyetin iktidarda olduğu bir rejim”di. Ancak İnsel, Türkiye için olasılığı yüksek bir geleceği temsil ettiğine inandığı otoriter demokrasiyi sadece tanımlakla kalmayıp müjdeyi verdi: “Türkiye toplumu demokratik bir otoritarizmin kendini yeniden üretebilmesi için son derece verimli bir toprak sunuyor. Eğer yeni yüzyıl yeni otoritarizmler yüzyılı olacaksa, belki bu kez muasır medeniyet seviyesini yakalamak için umutlu olabiliriz!”

Ahmet İnsel, yukarıdaki tespitleri yaparken otoriter demokrasi tanımını 2008 yılında Fransa’da yayımlanan ortak bir kitaba dayandırdığını belirtmiş. Daha da geriye bu topraklara bakalım. Tek parti döneminin ideologlarından Mahmut Esat Bozkurt, 1940’taki Anadolu İhtilali kitabında tanımı çoktan yapmıştır: “Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki kökleri halktadır. Türk milleti bir piramide benzer. Tabanı halk, tepesi yine halktan gelen baştır ki bizde buna şef denir. Şef otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de bundan başka bir şey değildir.” Yukarıdaki tanımda “Kemalizm”in yerine “Erdoğanizm” tabirini koyduğunuzda varacağınız nokta Ahmet İnsel’in müjdelediği otoriter demokrasiden başkası olmayacaktır.

“Vesayet sisteminden kurtuluyoruz” türevi tartışmalar, yüze yakın gazetecinin ve beş yüzün üzerindeki öğrencinin tutukluğu bulunduğu bir ortamda geçerliliğini yitirmiştir. 19 Mayıs stadyum törenlerinin ve Milli Güvenlik dersinin kaldırılması gibi AKP’nin liberal kalemlerin önüne attığı kemiklerin, aydın vicdanı karşısında avuntudan daha fazlası olamayacağı aşikârdır.

Görünen o ki, “Yetmez Ama Evet”in geldiği nokta, maalesef, 70 yıl öncesinin tek partili siyasi hayatından ötesi değildir. Eğer ötesi olduğu iddiasında ısrar ediliyorsa en hafif tabirle Stockholm Sendromu’dur. Yok eğer bu da olmadıysa şunu söyleyebiliriz: Ciddiye alınabilirlik düzeyiniz Nagehan Alçı mertebesine inmiştir.

 

 

Onat Çetin

http://twitter.com/onatcetin

 

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.