Dış Köşe

küresel genetik felaket yolda – Cemal Atila

0

   Daha birkaç yıl öncesine kadar, genetik denilince aklımıza Gregor Mendel’in bezelyelerinden başka bir şey gelmezdi. Hani cehalet mutluluktur derler ya, doğrusu insan o kör cahil günleri bazen çok özleyebiliyor. Keşke diyorum, keşke bu kadar çok şey öğrenmesek, bu kadar çok şey bilmeseydik. Öğrendikçe zehirleniyoruz çünkü…
   Genetik biliminde ve biyoteknolojide yaşanan gelişmeler özellikle geçtiğimiz aylarda, insan genomu haritasının tamamlanmasıyla beraber dünyada ve Türkiye’de zirveye çıktı. Konusuzluktan adeta kırılan çağdaş medyanın estirdiği fırtına her zamanki gibi “iyimser ağacın şarkısını” mırıldanıyordu. Bilgi çağının vatandaş niyazisi gelişmeler karşısında “maşallah” derken, biz bir avuç muhalif de “şöyle şöyle olmaz inşallah” diyebildik en fazla. Çünkü biyoteknolojinin içerdiği tehlikeli potansiyeller yeni yeni gün ışığına çıkıyor ve konuya ilgi duyan biz muhalifler bile genetik felaketin ayak seslerini ancak şimdi duyabiliyoruz. Felaket tellallığı yapmaya bayılıyor değilim, ama oldukça yakın bir gelecekte hayata geçirilmek üzere şu anda planlanmakta olan biyoteknolojik projeler için daha iyimser terimler bulamıyorum.

Öjenik Uygarlık Çağı

   Genetik ve biyoteknoloji alanlarında neler olup bittiğini bir parça anlayabilmek için, vitrine konulan parlatılmış idealleri öncelikle bir kenara bırakmalıyız. ½öyle ki, son on bin yıldır yeryüzünü yakıp yıkan uygarlaşma serüveninin yepyeni bir aşamaya girdiğini söyleyebiliriz. Bu yeni aşamanın adı Öjenik Uygarlık. İnsanlığın uygarlaşma tarihindeki dönüm noktalarını kısaca anımsayalım; toplayıcı-avcı yaşamdan tarıma geçiş (neolitik devrim), tarımdan sanayiye geçiş (sanayi devrimi) ve sanayiden bilgi toplumuna geçiş (şimdilerde yaşadığımız enformasyon devrimi). İşte Öjenik Uygarlık bir sonraki halkayı ifade ediyor. Başka bir deyişle,    Öjenik Uygarlık hem geçmişteki uygarlaşma atılımlarının mantıksal bir ürünü hem de o atılımları kat be kat aşacak yeni bir atılımın habercisi.
   Öjenik kavramının kökeni Yunanca’da “iyi doğmuş” anlamına gelen “eugenes” kelimesine dayanıyor. Yirminci yüzyıl başlarında, insan ırkının soya çekim yoluyla ıslah edilmesi anlamında kullanılmaya başlanan Öjenik terimi, ırkçı bir içerik ve uygulama alanı kazanmakta gecikmedi. Farklı kesimler tarafından değişik anlamlarda kullanılmasına rağmen, Öjenik Uygarlık deyimi biyoteknolojik gelişmelerle birlikte yeni bir çerçeve kazandı. Bu çerçevenin neler içerdiğine bakalım.
   Öjenik Uygarlığı özetle, yeryüzünde kendiliğinden sürmekte olan organik yaşamı doğal seyrinden kopararak, önceden belirlenen ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden oluşturma çabası olarak anlayabiliriz. Böylesi çabalar elbette yeni değil. Zira ideolojiler ve dinler, binlerce yıldır insanları ve bir bütün olarak doğayı sıkı bir denetime tabi kılıp kendi amaçları doğrultusunda biçimlendirmeye çalışmışlardır. Zaten uygarlık dediğimiz şey de tüm bu girişimlerin ve karşı-girişimlerin toplamı değil mi? Ne var ki geçmişteki çabalar gelip gelip her defasında belirli sınırlara takılmıştır; canlılar arasındaki tür sınırı, doğanın şema kabul etmeyen rastlantısallığı ve geleceğin taşıdığı bilinmez potansiyeller gibi sınırlar. İşte bugün Öjenik Uygarlık olarak karşımıza çıkan şey, bu sınırları aşma çabasına tekabül eder. Başka türlü söylemek gerekirse, bireysel ya da toplumsal davranışları istenilen doğrultuda biçimlendirmek üzere geçmişte başvurduğumuz sosyal, siyasal, ekonomik ve eğitsel düzenlemeler bir işe yaramadı; böylesine pahalı ve dolambaçlı yöntemler yerine genetik gibi daha direk bir yöntem deneyelim. Canlılar arasındaki tür sınırı istediğimiz melezleri yaratmamızı mı engelliyor, o zaman tür kaygısından vazgeçip bu sınırları kaldıralım. Doğanın rastlantısallığı şemamızı kabul etmiyor mu, öyleyse laboratuvar yöntemleriyle kendimiz bir doğa yaratalım. Gelecek bilinmez potansiyeller mi içeriyor, o zaman geleceği milim milim, saniye saniye isteklerimiz doğrultusunda planlayalım! Gerçekten de Öjenik Uygarlıkta rastlantısallığa, kendiliğindenliğe ve bilinmeyene hiçbir şekilde yer yoktur.
   Doğal olana antipatiyle yaklaşan Öjenik Uygarlık anlayışı, biyoteknolojinin insana ve tüm diğer canlı organizmalara yoğun olarak uygulanmasını savunmaktadır. Zaten bu müdahale ciddi biçimde başlamış durumda. İnsan bedeninin %95’inin laboratuvarlarda üretilmiş organlarla değiştirilebilmesi, gen transferi ve klonlama (kopyalama) sayesinde, ilişkisiz türler arasındaki -bitki, hayvan ve insan- tüm biyolojik sınırların aşılarak sayısız yeni yaşam biçimlerinin oluşturulması, yeni yaratıkların seri ve kitlesel biçimde üretilmesi ve doğal dünyanın insan eliyle laboratuvarda yeniden ve istenilen niteliklerle düzenlenmesi gibi çalışmaların en geç 2020 yılına kadar rayına oturmuş olması hedefleniyor. Bunu “İkinci Yaradılış” olarak da ifade ediyorlar.
   Öjenik Uygarlık havarilerine göre, bu çalışmalar insanlığın bugün cebelleşmekte olduğu sorunları neredeyse tümüyle çözecektir. Örneğin öldürücü hastalıkların tedavisi mümkün olacak, genetik analizler sayesinde pek çok hastalıkta erken teşhis yapılabilecek, bitkiler ve hayvanlar üzerinde devam eden genetik çalışmaların beraberinde getireceği bolluk dünyadaki aç nüfusun doyurulmasını sağlayacak vb. Öte yandan, insanların fiziksel görünüşleri, ruhsal durumları, davranışları ve diğer bir takım nitelikleriyle artık rahatlıkla oynanabileceği için, büyük bir seçenek çeşitliliği söz konusu olacak, gerek yetişkinler gerekse de henüz doğmamış çocuklar için arzu edilen nitelikler, istenilen miktar ve kalitede kataloglardan beğenilebilecektir. Kısır kadınlar ya da eşcinsel çiftler çocuk sahibi olabilecek, genetik yöntemlerle türetilmiş enerji sayesinde yaşlılık geciktirilecek, insanlar uzun süre yaşayabilecek, hatta belki de ölümsüz olacaktır. Bundan iyisi can sağlığı! Can diye bir şey kalırsa tabi…
   Biyoteknoloji diplomasisinin bu pembe tablosu elbette bedava değil. En hafif deyimle, biyoteknoloji bizden tüm hayatı istiyor. Bizler de dahil, tüm yeryüzünü devasa bir laboratuvar olarak kullanmak istiyor. Her türlü denetimden bağımsız olarak, bizler ve diğer canlı organizmalarla istediği gibi oynamak, dilediğince tür kombinasyonları yapmak ve yepyeni türlere imza atmak istiyor. Ne yazık ki bunun, Küresel Genetik Felaket’ten daha ucuz bir maliyeti yok. Çünkü biyoteknoloji, nükleer teknolojiden bile çok daha tehlikeli bir teknoloji türü.

Genetik Kirlenme Kapıda!

   Endüstriyel petro kimyasallar ile nükleer atıkların daha şimdiden devasa boyutlara ulaştırdığı çevresel yıkım yetmiyormuş gibi, şimdi de üçüncü bir yıkım türüyle, yani genetik kirlenmeyle karşı karşıyayız. Genetik kirlenmenin diğer kirlenme biçimlerinden daha teklikeli olmasının nedeni şu: Bugüne kadarki teknolojik denemeler çoğunlukla cansız inorganik maddeler üzerinde yapılmış ve üreyemeyen bu cansız ürünlerin doğadaki dolaşımı belirli sınırlar çerçevesinde olmuştur. Hem doğal evrimden hem de klasik yetiştirme yöntemlerinden tamamen kopuş anlamına gelen genetik çalışmalar ise yalnızca canlı organizmalar üzerinde yapıldığı için, bu organizmaların doğaya yayılarak çoğalması çok daha hızlı ve çok daha denetimsizdir.
   Genetik mühendislik bir deney tüpü bilimidir. Bir deney tüpünde üzerinde çalışılan herhangi bir genin, yalnızca bu deney tüpü içindeki davranışları bilinebilir. Söz konusu gen farklı bir organizma türüne yerleştirildiğinde, orada nasıl davranacağı önceden bilinemez. Örneğin kırmızı renk kazandırmak amacıyla petunya çiçeğine yerleştirilen genler çiçeğin yapraklarının rengini değiştirmenin yanı sıra, çiçeğin doğurganlık oranı ile köklerinin ve yapraklarının büyüme hızını da azaltmıştır. Somon balığına yerleştirilen büyüme hormonu geninden sonra, balık hem fazlasıyla hızlı bir şekilde aşırı bir büyüklüğe ulaşmış hem de rengi yeşile dönmüştür. Bu basit iki örnekten de anlaşılacağı gibi, her genetik müdahale beraberinde öngörülmeyen bir takım yan etkiler getirmektedir. Böylece, doğada dolaşıma giren her genetik mühendislik ürünü organizma ekosistem üzerinde potansiyel bir tehdittir. Genetik mühendislik ürünü organizmalar da diğer organizmalar gibi ürerler. Büyür, çoğalır ve yayılırlar. Canlı oldukları ve doğadaki diğer canlı varlıklarla etkileşim içine girecekleri için, petro kimyasal ürünlerden farklı olarak, genetik müdahaleye uğramış bu organizmaları belirli bir coğrafik alanla sınırlamak mümkün değildir. Özellikle yapıları itibariyle mikroskobik olan organizmalar bir kez doğaya yayıldı mı, onları tekrar laboratuvarlara sokmak imkânsızdır.
   Birbirleri ile kâr yarışı içinde olan firmalar tarafından finanse edilen biyoteknoloji laboratuvarlarında daha şimdiden çeşitli canlı varlıklar birbirlerine ekleniyor, birleştiriliyor, yeni kombinasyonlarla tekrar ayrıştırılıyor ve nihayetinde yeni canlı ürünler yaratılıyor. Transgenetik ürünler olarak adlandırılan bu yapay organizmaların çevreye yayılıp kendi karakteristik özelliklerini diğer organizmalara bulaştırmaları, yeryüzündeki hayvan, insan ve bitki türleri için büyük bir tehdit oluşturmaktadır. Bu yayılmanın beraberinde taşıdığı belirsizlikler, riskler ve ekolojik denge üzerinde yaratacağı sonuçlar genetik kirlenme dediğimiz olgunun ne denli geniş bir kapsama sahip olacağına işaret etmektedir. Konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayabilecek küçük bir örnek; fare embriyolarına mikro enjeksiyonla AIDS virüsü taşıyan insan genleri yerleştirilmiş ve bu deneyin sonucu 1990 yılında bir raporla açıklanmıştır. Rapora göre, farenin taşıdığı AIDS virüsünün diğer fare virüsleriyle birleşerek, eskisinden daha öldürücü, daha hızlı bir şekilde üreyen ve ayrıca yeni hücreleri etkileme yeteneğini de kapsayan yeni biyolojik nitelikler kazandığı saptanmıştır. Üstelik bu yeni virüs yeni yollarla da yayılabilmektedir. Bu yeni virüsü taşıyan farenin kasıtlı ya da kasıtsız olarak doğada dolaşıma sokulduğunu düşündüğümüzde, genetik kirlenmenin tehlikelerini ve boyutlarını çok daha net biçimde görebiliriz. En olası gelişmelerden biri, yeryüzünün ansızın veya aşamalı olarak transgenetik canlı yayılımıyla karşı karşıya kalmasıdır. Hiçbir denetim mekanizmasının işleyemeyeceği böyle bir yayılma ekosistem için bir felaket olacaktır.
   Elbette işin bir de savaş boyutu var. Biyoteknolojik çalışmaların günümüzde eriştiği düzey, askeri kullanım amaçlı ciddi genetik olanaklar yaratmıştır. Genetiğe dayalı biyolojik savaş aygıtları, belirli hastalık kalıplarına göre düzenlenmiş hastalık yapıcı organizmalar, çeşitli ırklara ve etnik gruplara göre ayarlanmış toksin klonlamaları olası biyolojik savaş yöntemleri arasında sayılıyor. Ayrıca yaratılmaya çalışılan insan-hayvan melezlerinin, yukarıda sözünü ettiğimiz öngörülemez yan etkilerden dolayı, bir anda vahşi imha aygıtlarına dönmesi de mümkün. Daha şimdiden biyoteknoloji laboratuvarlarının bekleme listelerini dolduran ve bilgisayarların çöpçatanlığıyla gerçekleştirilecek gen evliliklerinden doğacak mükemmel ve üstün zekâlı bebek siparişlerinden ne tür vakaların çıkacağı, bu ısmarlama veletlerin başımıza ne tür belalar açağı ise meçhul. Biyoteknoloji savaş alanında yaygın olarak kullanılmasa bile, olağan genetik çalışmaların yukarıda değindiğim olası sonuçları zaten yeterince ürkütücü. Bu arada, kayıtlara geçen ilk sivil genetik vukuatı da hatırlatayım; 1989’da Amerika’da 37 kişi L-tryptophan içeren bir gıdadan zehirlenerek ölmüş. Ve bu gıda genetik mühendislik yoluyla üretilmiş.

Genetiğin Etiği Yok!

   Biyoteknolojiyi bir de felsefi açıdan ele almak ilgi çekici olabilir. Genetik ayırımcılık, Gen Zenginleri, Sentetik Gen Sahipleri ve Doğallar gibi terimlerle, daha şimdiden modern literatüre girmiş durumda. Öjenik Uygarlık savunucularının öngördüğü geleceğin makina-toplumunda, sosyal ve estetik değerlerin genetik müdahaleden muaf olması elbette düşünülemez. Onbeş-Otuz yaş grubu dışındaki insanları görmeye bile dayanamayan günümüzdeki gençlik fetişizmi, biyoteknolojinin pembe vaatlerinden birine kaynaklık ediyor. Bu anlayışa göre, yaşlılık bir hastalıktır ve genetik müdahale aracılığıyla önce mümkün olduğunca geciktirilecek, ardından da tamamen engellenecek ve böylece insanlık binlerce yıldır aradığı gençlik iksirine kavuşmuş olacaktır. Benzer şekilde, biyoteknolojinin hedefler listesini incelediğimizde, Öjenik Uygarlıkta ne bir gaga burunluya ne kepçe kulaklıya ne de ayrık dişliye yer olmayacağını rahatlıkla görebiliriz.
   Esasen insan dediğimiz nesnenin kendisi bile tartışma konusu olacak. ½öyle ki; yeni yaşam biçimleri yaratmak amacıyla insan olmayan organizmalara çeşitli insan genleri yerleştirme çalışmaları şu sıralar tam gaz gidiyor. Kısmen insan olması planlanan bu yapay organizmaların insan olarak değerlendirilebilmesi için kaç insan geni içermesi gerektiği gibi bir tartışma başlamış durumda. Örneğin bir yeşil biberi yiyebilmemiz için, bu bitkideki insan geni oranının hangi seviyede olması lazım? Sakın bunları kurgu falan sanmayın. Çinliler şu anda domateslere ve yeşil biberlere çabuk büyümeleri için insan geni yerleştirmekle meşguller. Böylece aynı anda hem vejeteryen hem de yamyam olabileceğiz! Ayrıca, insan spermi üretebilmeleri için farelere genetik mühendislik uygulanmaya başlamış. Babamızın genetik hırdavatçılardan beş dolara alınan bir laboratuvar faresi olduğunu öğrenmek ilginç bir duygu olsa gerek! Öte yandan, yaşamın giderek patentleşmesiyle birlikte, bir insan ya tümüyle ya da bedeninin belli kısımları itibariyle patent sahibi firmanın özel mülkiyeti olacağından, insan hakları konsepti nostaljik bir geçmişte kalacak.

Biyoteknoloji ve Ekonomi

   Eh artık biraz da iş konuşalım! Biyoteknolojik gelişmelerdeki kilit faktörün kâr kaygısından başka bir şey olmadığını, insanlığın dertlerine derman bulma listesindeki maddelerin elverişli birer vitrin süsü olduğunu anlamak elbette zor değil. Yine de bazı ayrıntılar yararlı olabilir. Öncelikle biyoteknolojinin çok pahalı olduğunu ve bu yüzden böylesi çalışmaların ya devlet kurumları ya da büyük bütçelere sahip ulusal ve çok uluslu şirketler tarafından yürütüldüğünü hatırlatayım. Çığır açıcı genetik gelişme ve icatların önemli bir çoğunluğu, yarı resmi bilim enstitüleri ile kimya ve ilaç sektöründeki karteller tarafından oluşturulan konsorsiyumlar tarafından finanse edilmektedir. Böylesi çalışmalar binlerce bilgisayarın, robotun, çeşit çeşit laboratuvar aletlerinin ve yüzlerce insanın bir arada çalıştığı devasa mekânlarda yürütülüyor. Biyoteknolojinin kalbi şimdilik ABD’nin Midland eyaletindeki Montgomery’de kurulan “DNA Vadisi”nde atıyor. Dünyanın en büyük biyoteknoloji firma ve laboratuvarlarını ağırlayan 24 km. uzunluğundaki DNA Vadisi’nde geçen yılın rakamlarına göre yaklaşık olarak 27.000 kişi çalışıyor.
   Biyoteknolojik gelişmeler ile küresel genetik pazarın büyümesi doğrudan birbirine bağlı. Doğal olarak bu pazardan sadece büyük firmalar nasipleniyor. Yeni bir genetik ürünün ya da icadın patentini almak oldukça pahalı ve zor olduğu için, pazar doğrudan büyük firmalara kalıyor. Genetik araştırmalara milyarlarca dolar yatıran ve hükümetlerle yakın ilişki içinde olan bu firmalar ortaya çıkacak ürün ya da buluşun patentini alıyor. Monsanto, Novartis, Zeneca, Aventis ve Du Pont şimdilik küresel genetik pazarı ellerinde bulunduran firmaların başında geliyor. Sermaye yoğunlaşması inanılmaz boyutlarda. Sıkıcı olacak ama, bazı rakamları bilmekte bence fayda var: Yıllık hacmi 29 milyar dolar olan küresel tarım-kimya pazarının %81’lik kısmı 10 tarım-kimya firması tarafından kontrol ediliyor. 15 Milyar dolarlık küresel tohum pazarının %37’sini on yaşam-bilimleri firması kontrol ediyor. Bu arada ilaç firmaları, biyoteknoloji firmalarını satın almak ya da yenilerini kurmak için sadece 1995 yılında 3.5 milyar dolar harcamışlar. Sandoz ile Ciba-Geigy firmalarının 27 milyar dolarlık bir bütçeyle birleşmelerinden doğan Novartis, şu an dünyanın en büyük tarım-kimya firması, ikinci büyük tohum firması ve yine ikinci büyük ilaç firması durumunda. Bu firmaların ürünleri ilaç, temel kimya ve biyokimya sanayisine, gıda ve tarım sektörlerine hitap etmekte; geliştirdikleri teknikler ise, sağlık, çevre, ziraat, hayvancılık ve ormancılık sektörlerine hitap etmektedir. En çok gelir getiren ürünler, genetik olarak düzenlenmiş mısır, soya fasulyesi, pamuk, çeşitli böcekler, balıklar ve evcil hayvanlar.
   Biyoteknoloji sektörünün ham madde ihtiyacı çoğunlukla Afrika ülkelerinden karşılanıyor. Ama aslında tüm üçüncü dünya ülkeleri uygun birer av. Kıyasıya bir rekabetle yürütülen patentleme çalışmaları büyük bir biyolojik sömürü olduğu kadar, aynı zamanda özel mülkiyetin ekosisteme tamamen hakim olacağı bir dönemin hızla yaklaşmakta olduğuna işaret ediyor. Bir yandan bu hakimiyeti sağlayacak ulusal ve uluslararası hukuksal düzenlemeler yapılırken, diğer yandan da her ülke kendi içinde gerekli yapılanmaya gidiyor. Artık her devletin bir biyoteknoloji politikasına sahip olması gerektiği savunuluyor; çeşitli batılı hükümetler biyoteknoloji bakanlıkları kurma aşamasında. Kısaca belirtmek gerekirse, genetik pazar yirmi birinci yüzyılın gözde sektörü olmaya aday; dev firmalar ve devletler de bu ganimetten aslan payını kapmak için mümkün mertebe iyi hazırlanmak istiyor.

Öjenik Uygarlığa Karşı Direniş

   Genetik bilimi ile onun patronu olan kapitalist odakların ne tür bir senaryoyu hayata geçirmeye çalıştıklarını sayfalarca tartışabiliriz. Ama eminim canınız bir hayli sıkılmıştır; daha fazla yazmak benim için de oldukça zevksiz. Konunun genel çerçevesi anlaşılmış olmalı. Yani kısacası sermaye ve bilim ikilisi, kendi ellerimizle yaratıp başımıza bela ettiğimiz o lanetli ikili, nefesimizi bile denetim altına alacak bir projeye girişmiş bulunuyor. Peki bunu başaracak potansiyele sahipler mi? Ne yazık ki evet. Ellerinde biyoteknoloji gibi bir silah var, istedikleri kadar para var, toplumları diledikleri yöne kanalize edebilecekleri medya var ve en önemlisi de “insanlığın iyiliği için” masalının her şeye rağmen bitmeyen cazibesi var. ½imdi sorun şu: Yaşayan varlıkların bilinebilen tek vatanı olan yeryüzü ile biyoteknolojik bir rus ruleti oynanmasını nasıl engelleyebiliriz? Biz bir avuç zavalı boynu bükük muhalife sorulacak soru değil bu, biliyorum ama neylersin gönül…
   Oldukça komplike bir güçle karşı karşıya olmamıza rağmen, kötümserliğe kapılmamak yapılması gereken ilk şey. Hepimiz biliyoruz, otorite fiziksel güçle değil, psikolojik güçle, insanlara başarıyla aşıladığı umutsuzluk ve imkânsızlık duygularıyla ayakta kalabiliyor. Öncelikle bu zihinsel parmaklıklardan kurtulmak çok önemli. Her şeye rağmen, genetik çılgınlığı engelleyecek çeşitli umutlar, imkânlar hâlâ var. Umut verici olgulardan biri şu; biyoteknolojik herhangi bir gelişme kısa süre içinde muhalif bir hareketi de yaratıyor. Dünyanın pek çok ülkesinde, hiç ummadığımız Asya ülkelerinde bile, genetik uygulamalara şu veya bu ölçüde karşı çıkan binlerce komite, kurul, örgüt ve hareket ortaya çıkmış durumda. Ayrıca genetik bilim camiasının kimi üyeleri de bizzat camia içinde bir muhalefet sürdürmekte. Genetik uygulamaların yayılmasına paralel olarak bu muhalif hareketler de yayılıyor.
Bu noktada bazı ezeli hataları tekrarlamamakta fayda var. Tutup “bu işi ancak devrim temizler” diye diretirsek, bana öyle geliyor ki kendi kendimizi izole etmekten başka bir şey yapmış olmayacağız. En ufak muhalefet kırıntısını bile önemsemek, farklı şiddetteki karşı atakları desteklemek ve herşeye rağmen genetik camia içinde kalmayı tercih eden aykırı sesleri küstürmemek gerekiyor. Pek çok biyoteknolojik uygulamayı, henüz proje aşamasındayken bu aykırı sesler sayesinde öğreniyoruz. Küçümsenecek bir şey mi bu? Muhalif bir sivil toplum hareketini oluşturup etkin bir işlerliğe kavuşturmak, biyoteknolojik gelişmeleri yakından izleyerek teşhir etmek ve karar alma mekanizmalarını etkileyebilecek bir karşı kamuoyu yaratmak yakın bir dönem için planlanabilecek çalışmalar. Sermaye-bilim ikilisinin hırslarına sivil toplum hareketleri ile ket vurulabilir mi? ½ahsen ben çok da iyimser değilim. Ama aynı şekilde böylesi bir hareketin tamamen etkisiz kalacağına da inanmıyorum. Her yeni genetik uygulamanın alkışlandığı bir toplum ile yine aynı uygulamanın ciddi bir muhalefetle karşılaştığı bir toplum arasında sizce de önemli bir fark yok mu? Sivil toplum hareketinin sağlayabileceği şey en azından böyle bir muhalif zemindir.
   Öte yandan bizden bağımsız ama bizden yana olan bazı olgular da söz konusu. Örneğin, bilinmeyenin gücü, doğanın kendi iç direniş dinamikleri ilkesel olarak bizden yana! Biyoteknoloji kendi lanetli şematiğini laboratuvarlarında mükemmel biçimde işletebilir, ama onu yaşama ve doğaya oturtmak hiç de o kadar basit olmayacak. Genetik mekanizmaların oluşumu oldukça karmaşık bir süreç gerektiriyor. Bazı muhalif genetikçilere göre, gen mühendisleri kısa süre içinde kendi sınırlarını fark edeceklerdir. Bir başka umut kapısı da bizzat teknolojinin kendi doğası. Her yeni teknolojik gelişme ilk anda toplumlarda büyük bir hayranlık uyandırır ama kısa süre içinde cilası dökülür ve böylece dokunulmazlığını hızla yitirir. Biyoteknolojinin itibar yitirmeye başlayacağı dönem, genetik kirlenmenin açık seçik örnekleriyle çakıştığında, muhalif hareketler aniden ivme kazanabilir. Ayrıca teknolojinin karmaşıklaştıkça saldırıya daha açık hale geldiği gerçeği, bir başka ilkesel müttefiğimiz.
   Bu umutlara rağmen, biz muhalifler yine de zayıf bir zemin üzerinde duruyoruz. Hayata yön verenler onlar, biz ise sadece muhalefette kalarak, gönülsüz de olsa onları geriden takip ediyoruz. Üstelik onların biyoteknolojilerini yakın bir gelecekte muhtemelen bizler de tüketmeye başlayacağız. Tıpkı bugün onların bilişim teknolojisini istemeyerek de olsa ciddi ölçüde tükettiğimiz gibi. İşte güçsüzlüğümüz burada. İnanın bu denklem canımı çok sıkıyor. Acaba diyorum, kenardan dolaşıp önlerine dikilmek mümkün değil mi? Bunu ciddi ciddi düşünmek lazım.
   Evet, ilerleme saplantısının son çılgınlığı olan Öjenik Uygarlık ile yeryüzünün çocukları arasındaki kavga yirmi birinci yüzyılın olayı olacak. Olay yerinde olacak mıyım, bilmiyorum. Ama benim de gönlümde bir aslan yatıyor. Son on bin yıllık tarihi geriye sarmak, uygarlığın hiçbir ürününü tüketmeye tenezzül etmeyeceğim bir yaşam kurmak. Bütün -izmlere, -lojilere, olgulara, bulgulara elveda! Bir çayır, bir tarla, bir nehir bir göl kenarı; sessizlik, karanlık, yıldızlar, özgürlük, sen ve ben… Hayal bu ya, olur da başarırsam, hepiniz kozmik senfoniye davetlisiniz!

Cemal Atila – kara mecmuA  http://c.1asphost.com/mecmua/a/genetik.asp

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.