Bundan birkaç yıl önce üniversitede verdiğim derslerden tatmin olmamaya başladım. Öğrencilerimin derslerime ilgisi iyiydi, hem onları hem de derslerimi çok seviyordum ama eksik olan bir şeylerin olduğunu hissediyordum. Bunun huzursuzluğunu epey bir süre içimde taşıdım.
Yıllardır görüşmekte olduğumuz bir arkadaşımız anaokulu açmıştı. Onu ziyaretlerimizden birinde anaokulu öğrencilerine doğa eğitimi verme konusu gündeme geldi. Arkadaşımız bunun olup olamayacağını bana ve eski eşime sordu. ‘Düşünelim’ dedik. Kafama takıldı bu konu. İlk önce biraz yadırgamadım dersem yalan olur. Çok küçük yaştaki çocuklara neyi, nasıl anlatabilecektik? Biraz araştırdığımda genel olarak “orman okulları” olarak adlandırılabilecek uygulamanın Batı’da epey mesafe kat etmiş olduğunu gördüm. Türkiye’de de benzer girişimler filizlenmeye başlamıştı. Amerika merkezli Natural Start Alliance ağına katıldım. Yazışmaları, yayınları, deneyimleri takip ettim. Tartışmalara katıldım.
Bir süre sonra edindiğim bilgilere dayanarak ve Türkiye’nin ve özellikle İstanbul’un koşullarına uyabileceğini düşündüğüm ve adına Magna Natura (Muhteşem Doğa) dediğimiz çocuklar için doğa eğitimi sistemini geliştirdik. Arkadaşımızın anaokulunda bu sistemi denemeye başladık. İstanbul koşullarında çocukları doğal alanlara götürmek çok kolay olmuyordu ama biz bütün şartları zorlayarak, istisnai durumlar hariç derslerimizi açık ve doğal alanlarda yapmaya kararlıydık. Anaokulunun Ataşehir’de olmasının bir sonucu olarak derslerimizin büyük çoğunluğunu Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi’nde yapıyor ve soğuk ve yağışlı havalarda bile çocuklardan çok güzel tepkiler alıyorduk. Aşağıdaki fotoğraf bir kış günü yapılan Magna Natura eğitimlerinden birinde çekildi.
Aslında çocuklara neredeyse hiçbir şey anlatmıyor, sadece onlara doğayı deneyimlemeleri için rehberlik yapıyorduk. Çocukların doğayla temas halinde olduklarında gözlerine yayılan ışığı ve yaşama sevincini görebiliyorduk. Ve ne kadar çabuk öğrenip davranışlarına yansıttıklarını. İşte o zaman üniversite derslerimdeki tatminsizliğimin nedenini anladım. Üniversitede öğrencilerime pek çok şey öğretiyordum. Çoğunu, dersi geçmek için öğreniyorlar ve belki de sonra unutuyorlardı. Daha da önemli sorun, davranış değişikliğini o yaş grubunda yaratmanın son derece güç olmasaydı. Bazı öğrenciler dışarıda kalmak kaydıyla çoğunluk hiç değişmeden yoluna devam ediyordu.
O gün bugündür koşullar elverdikçe Magna Natura derslerine devam ediyorum. Çocuklar bir kere bile beni yanıltmadılar. Çünkü onlar henüz kültürel öğrenme sürecinin yıkıcı etkilerini yaşayıp özlerinden uzaklaşmamışlardı. Çocukların özü doğanın ta kendisiydi aslında ve doğada olduklarında kendilerini çok mutlu hissediyorlardı. Kapalı mekanlarda, okullarda, evlerde ya da alışveriş merkezlerinde, en yüksek teknolojik olanaklara ve konfora sahip olsalar bile aynı mutluluğu hissetmiyorlar ve sürekli bir tatminsizlik duygusuyla didişmek zorunda kalıyorlardı.
Yerlilere ‘kaçanlar’…
Geçen yazımda sözünü ettiğim George Monbiot’un Yaban Yaşamı kitabının sayfaları arasında gezinirken Benjamin Franklin’in İngiliz botanikçi Peter Collinson’a yazdığı mektuptan bir pasaja denk geldim. Olduğu gibi aktarıyorum:
Kızılderili bir çocuk bizim aramızda büyüdüğünde, bizim dilimizi öğrendiğinde ve bizim geleneklerimize alıştığında, kalkıp akrabalarını görmeye gitse ve onlarla birlikte keyfine göre gezip dolaşsa, hiçbir şey onu geri dönmeye ikna edemez, bu sadece Kızılderili oldukları için değil, insan oldukları için doğaldır. Bu şundan açıkça anlaşılıyor: Herhangi cinsiyetten beyazlar genç yaşta Kızılderililer tarafından esir alındığında ve bir süre onların arasında yaşadığında, arkadaşların fidyeyle onları kurtarıp İngilizler arasında kalmaya razı etmek için hayal edilebilecek bütün hoşlukları yaptıklarında bile, kısa sürede bizim yaşam tarzımızdan ve bunu sürdürmek için gereken çabalardan ve acılardan tiksinmiş ve ilk fırsatta yeniden ormanlara kaçmış, bir daha da geri döndürülememişlerdir.”
“Yerlilere kaçmak” sömürge yetkilileri tarafından Yeni Dünya’ya hükmetme çabalarına en büyük tehditlerden biri olarak görülüyordu. Yerlilere kaçanlar takip edilip, yakalananlar bazen idam cezasına çarptırılıyor olmalarına karşın Avrupalılar savaşta kendilerini esir alan yerlilerle yaşamaya devam ettiler. Peki, neden?
Cevabı 1785 yılında Hector de Crévecoeur, Kızılderililere esir düşüp onlarla yaşayanlarla yaptığı görüşmelere dayanarak şu şekilde veriyor:
Alışkanlığın gücüyle sonunda bu yaban yaşam tarzına tamamen uyum sağlamışlar. Ben oradayken dostları onları kurtarmak için fidye olarak ciddi bir miktarda para gönderdi. Kızılderililer, eski efendileri, seçimi onlara bıraktılar… Onlar kalmayı tercih etti; bana söyledikleri sebep sizi çok şaşırtabilir: En kusursuz özgürlük, yaşama kolaylığı, genellikle bizi esir eden dertlerin ve içimizi kemiren endişelerin yokluğu… Binlerce Avrupalı Kızılderili olmuştu ve yerlilerden bir tanesinin bile kendi tercihiyle Avrupalı olduğunu gösteren bir örnek yoktur!”
Ne yazık ki günümüzde toplumsal açıdan yaban yaşamını uygulamalı olarak öğrenebileceğimiz topluluklar kalmadı ya da o kadar sınırlılar ki onlara ulaşma şansımız neredeyse yok gibi. Modern insan yaban yaşamının üzerinden buldozerle geçer gibi geçti ve bütün dünya insanlığını iç kemiren bir huzursuzluk ve sonu olmayan bir mutsuzluk duygusuyla baş başa bıraktı. Ancak yine de umutsuz ve çaresiz değiliz. Hala güzel bir gezegendeyiz; ormanlar, dağlar, ovalar, bin bir çeşit bitki ve hayvan birlikte mutlu olmak için kollarını bize açmış bekliyor. İşimiz kolay değil ama ben nereden başlamak gerektiğini biliyorum: Çocuklardan, hiç kuşkusuz çocuklardan.
Nasıl mı?
Haftaya kaldığımız yerden devam edelim. Beklerim…