Yeşeriyorum

Ümraniye Belediyesi iftiharla sunar: Ermeni meselesinin içyüzü

0
Ozan Sezai Zeybek

Şu aralar İstanbul’da bazı belediyelerin tiyatro sahnelerinde “Marika’nın Serveti” isimli bir oyun sahneleniyor. Tanıtım kitapçığında oyunun bozulan Türk-Ermeni ilişkileri hakkında olduğu yazılı. Ümraniye
Belediyesi’nin “2. Geleneksel Hikâye Yarışması”nda ödül alan bir öyküden tiyatroya uyarlanmış, yönetmeni Haldun Dormen. Afişinin en üstünde “Ümraniye Belediyesi Prodüksiyonu” yazıyor. Yakın zamanda Üsküdar Belediyesi’ne bağlı Bağlarbaşı Kültür ve Kongre Merkezi’nde sahnelendi; gittim, izledim.

Galiba Türkiye’de Ermeniler hakkındaki tartışmaların hâlâ çoğu zaman bir ciddiyetsizlik ve akıldışılık duvarına çarpmasının önemli sebeplerinden biri, bu konunun hâlâ basit bir çocuk oyunu seviyesinde ele alınması. Her tarafı dökülen, tarihsel çarpıtmalarla dolu, bayağı bir müsamere yüzlerce insana Ermeni meselesinin güya içyüzünü anlatmayı hedefliyor. Bu oyuna “özel desteklerini” veren Ümraniye Belediye Başkanı Hasan Can ve Üsküdar Belediye Başkanı Mustafa Kara’nın isimleri alkış yağmuru altında anılırken, Ermeni meselesi ile ilgili kendi kendimize yaptığımız propagandanın yürek burkucu hali bir kez daha gözler önüne seriliyor.

Hikayenin şaşırtıcı bir tarafı yok; fakat bu konudaki pervasızlığı görmek ve devlet politikalarının “halk” için basitleştirilmiş sunumunu anlamak açısından “Marika’nın Serveti” önemli bir örnek teşkil ediyor. Oyuncular “beyin yıkamak”, “kışkırtmak”, “sömürü”, “emperyalizm” gibi tumturaklı laflar edip dururken, Ermeni meselesi konusunda, kör göze parmak usulü sunulan resmi tarih tezlerini dinliyoruz.

Sürgünden önce (böyle geçiyor oyunda), Van’da yaşayan Rum, Ermeni ve Türklerin hayatına tanık oluyoruz. Ancak Ermeniler, iyi Ermeni ve kötü Ermeni olarak ikiye ayrılmış (Kürtlerin yahut kendini başka kimliklerle ifade edenlerin ismi ise hiç anılmıyor, mesele bulandırılmıyor). Hikaye bilindik: Bu gruplar eskiden çok mutluymuş, kardeşçe yaşıyorlarmış; ancak yabancı güçler, (kötü) Ermenileri kışkırtmaya başlamış. Ruslar bir taraftan, Fransız ve İngilizler diğer taraftan… (Osmanlı’nın müttefiki diğer bir emperyal güç olan Almanya hikayeden çıkarılmış.)

Daha oyunun başından itibaren sık sık Ermeni zulmünden bahsediliyor. Oyuncular, konuştukları insandan iki adım uzaklaşıp seyircilere dönüyor ve Türklerle evlenen iki Ermeni kadının komitacılar tarafından öldürüldüğünü veya bir Ermeni taş ustasının “Ermeni topraklarına cami yaptığı” gerekçesiyle ayinden kovulduğunu anlatmaya başlıyorlar. Olaylara dair başka bir kayıt yok. Mesela Hamidiye Alaylarından, Van’daki 1894-96 olaylarından hiç bahsedilmiyor.

Buna mukabil, her basit kurgulu oyunda olduğu gibi, kötülükleri kendinden menkul insanlar var oyunda, bunlar Ermeniler ve yabancılar. En önemlisi Stephan, Hampar’ın komitacı oğlu. Bu karakterin rolü oyun boyunca saçmasapan laflar etmek, hain hain gülmek, kadına el kaldırmak, masumları öldürmek ve üstüne gene hain hain gülmekten ibaret. Kendini adadığı “dava” uğruna en yakınlarına, ailesine sırtını dönüyor, yani anlayın işte, insanlıktan çıkıyor. Oğlunu Çanakkale’ye göndermeye hazırlanan amcasını bir gece soğukkanlılıkla öldürdükten sonra, gene aynı soğukkanlılıkla babasına katilin kendisi olduğunu söylüyor ve gülmeye devam ediyor. Aralarındaki konuşma şöyle:

-Ne var bunda şaşacak baba? Komita karar verdi, ben de öldürdüm.

-Nasıl yapabildin?

-Çok kolay baba, çok kolay! Ben aslında ona bir iyilik yaptım. Davamız için…

Karşıdakini nefret yüklü, gözü dönmüş cani-terörist olarak sunmak günümüzün herhalde en çok kullanılan stratejisi. Bu şekilde birçok kişi sorumluluktan ve herhangi olası bir vicdan muhasebesinden muaf tutulmuş oluyor.

Komitacılar ise  “Büyük Ermenistan” yalanını paravan olarak kullanan fırsat düşkünleri olarak resmedilmiş. Yani aslında ganimet peşindeler, bu kadar basit. Zaten “masum Ermeni” halkı bu yerliyersiz gülen heriflere pek yüz vermiyor. O yüzden komitacılar, Enver Paşa’nın tehcir kararına (Talat olacak, ama neyse) seviniyor; “böylelikle Ermenileri biraraya getirmek mümkün olacak” diye ellerini ovuşturuyorlar. (Bu arada oyunculuklar gerçekten bu seviyede.)

Bir diğer kötü karakter, Fransız bir diplomat; Fransa’ya şu aralar duyulan husumetin cisim bulmuş hali. 1971’de ASALA’nın bir yetkilisiyle konuşurken görüyoruz. Fransız çok kibirli: “Biz sadece Ermeni meselesiyle uğraşmıyoruz, dünya ağzımızın içine bakıyor” şeklinde bir beyanat verme ihtiyacı hissediyor. “Biz size millet olma bilincini aşıladık” diye övünüyor Ermeni’nin karşısında. (“Normalde bunlar bir millet etmez” demenin incelikli yolları). Ermeni ise süklüm püklüm. Para istiyor, diplomat azarlayarak reddediyor. Türkleri Fransa’da öldürmeyi bırakmalarını, Suriye’deki, Lübnan’daki dostlarından yardım istemelerini tavsiye ediyor. Bir yerde “elimizden gelse Türkleri Türkiye’ye gider öldürürdük” gibi buram buram nefret kokan bir söz ederek seyircinin devletin varlık sebebini bir kez daha hatırlamasına yardım ediyor. İki arada bir derede soykırım meselesi de şu şekilde kotarılıyor:

-(Ermeni) Kimse soykırıma inanmaz, inandıramayız. Belgeler var Türklerin elinde.

-(Fransız) Belge dediğin nedir? Yaz-çiz, oldu sana belge. Biz hazırlarız sizin için birtakım belgeler.

Sanki bir masal ülkesinde yaşanmış bütün olanlar; fotoğrafın olduğu bir dönemde devletin belgeyle ilişkisi işte bu düzeyde. Hiçbir zaman belgelerle arası iyi olmamış zaten bu devletin.

Elbette orduya ve vatan savunmasına methiyeler düzmeden böyle bir hikaye anlatılamazdı. “Aklıselim” Ermeni ve Rumlar, ordunun duruma müdahale etmesini istiyor, “asker gelsin, bizi kurtarsın” diyorlar. Türkiye’de ordunun adaletli olduğu, zor zamanlarda halkın yanında olduğu gibi bir safsataya da böylelikle arka çıkılmış oluyor.

Toparlamak gerekirse, Türkiye’de hâlâ pekçok kurum ve insan merhamete, utanmaya, vicdana  dair böylesine önemli konuları, milyonlarca insana yaşatılan acıları müsamerelerle, acınası ve bayağı sloganlarla ele almaya devam ediyor. Hastalıklı bir taraf var bütün bu işte, daha doğrusu bütün olanlara bu kadar pişkince kılıf biçme çabasında… Fransa’ya kaçan Hampar’ın “vicdanı kaldırmadığı için” kendini gemiden denize attığını, bu yüzden de “bir mezarı bile olmadığı”nı öğreniyoruz. Hakikaten mezarı olmayan Ermenileri anıyorum. Salonda “Sarı Gelin” çalıyor: Alkış tufan!

Sonraki Gösterimler 13 Şubat ve 20 Şubat’ta, saat 19.30’da Ümraniye Merkez Sahne’de olacak

 

 

 

Sezai Ozan Zeybek

ozanoyunbozan.blogspot.com/

 

More in Yeşeriyorum

You may also like

Comments

Comments are closed.