Röportaj

Taşrada bir ekolojist: Umur Gürsoy

0

Dr. Umur Gürsoy’u en son, geçtiğimiz yıl Çernobil Nükleer Felâketi’nin 26. Yıldönümü’nde Yeni İnsan Yayınları’ndan çıkan “Çernobil Halk Mahkemesi” isimli kitap çevirisinden tanıyoruz. Umur Gürsoy ayrıca nukleersiz.org web sitesinin Bilimsel Danışma Kurulu üyesi. Kendisinden Çernobil Halk Mahkemesi’ne yazdığı uzun “Çevirenin Önsözü ve Çeviri Hakkında” başlıklı giriş yazısında yaptığı vurgular çerçevesinde düşüncelerini kendi kendisiyle röportaj usuluyle anlatmasını rica ettik.

İşte Umur Gürsoy’un kendisine sorduğu sorular ve verdiği yanıtlar:

Genç Kuşaklar için kendinizden ve çalışmalarınızdan kısaca söz eder misiniz?

Söylemek istediğim çok şey var, o nedenle beni daha fazla tanımayı okuyucuların internet taramalarına bırakıyorum. Şu kadarını söyleyeyim ki: Çocukluğumun ve ilk gençliğimin yazları öğretmen babamın İnegöl’de Uludağ eteklerindeki bahçesinde, Oylat Kaplıcası’nda, İnegöl’ün Akbaşlar Köyü’nde ve Fethiye Çalık Plajındaki derme çatma tahta barakalarda; kışları ve baharları da Ankara’nın bağ evlerinin hâlâ varlığını sürdürdüğü yıllarda Keçiören ve Aydınlıkevler’de geçti. Lisede Bolu Dağları ve Yalova’daki izci kamplarına katıldım. Ekolojist oluşumda bu doğal çevrede, görerek, hissederek, dokunarak, tadarak, işiterek ve koklayarak doya doya yaptığım muhteşem birincil deneyimlerin ve annemin etkisi var.

Hekimlik ve genel tıp uygulamalarına ilave olarak aile planlaması, ana ve çocuk sağlığı; sağlık idaresi, sağlık ekonomisi, istatistik; bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan hastalık salgınları (epidemiyoloji), işçi ve okul sağlığı ve çevre sağlığı konularının uzmanlığı olan halk sağlığı uzmanlığı mesleğinde 33 yılımı doldurdum. Daha çok çevre sağlığı alanında enerji ve zararlı ışınlar konuları ile ilgileniyorum.

1986’da Nükleer Savaşa Karşı Hekimler Derneği’nin kurucusu olduğumdan beri Türkiye Çevre Hareketinin içinde lider, eylemci, yazar ve konuşmacı olarak yer aldım. Çevre sağlığı ve ekoloji konularında yazı yazmak, yayın çıkarmak veya yayın çıkarmaya ve tanıtmaya yardımcı olmak bireysel olarak yapabileceğimiz en etkin çevre koruma eylemlerinden biridir. Benim bu anlamda biri çeviri, ikisi telif üç kitaplık (Dikensiz Gül Temiz Enerji; Enerjide Toplumsal Maliyetler ve Temiz ve Yenilenebilir Enerji Kaynakları ve Çernobil Halk Mahkemesi) büyük yazma eylemim de oldu.

Yerel yazılarım ve çevre eylemlerim nedeniyle uzun yıllar pek çok idari baskıya ve mobbinge uğradım. 1996’da Osmaniye’nin ilk valisi de olan son Osmaniye Kaymakamı zamanında (1992-1999) pek çok disiplin (uyarı, kınama, maaştan kesme, kademe ilerlemesi durdurma) cezası aldım; iki kez üçer ay süre ile görevden el çektirildim; bir kez de Osmaniye’den Diyarbakır’a sürgün edildim. Vali en sonunda memuriyetten atılmam için ve üniversiteye geçişimi engellemek için maaş kesme ve kademe ilerleme durdurma cezası verdi ve memurluk sicil notlarımı bozdu. “Bunlar bizim zenginliğimiz” diyen Prof. Dr. Necati Dedeoğlu’nun davetiyle Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda öğretim görevlisi oldum (1999), ama değişik kuralları olsa da eğer muhalifseniz, birer sözleşmeli devlet görevlisi olan akademisyenler için de geçerli olan, benzer baskılar ve engeller nedeniyle istifa ederek 5,5 yıl sonra tekrar Osmaniye’ye döndüm (2005).

Henüz emekli olmadığım için günümüzde de süren bu baskılar nedeniyle son iki yıldır Osmaniye’de yaşıyor; karayoluyla 42 km uzaklıktaki Hatay-Dörtyol’da çalışıyorum. Böylece özellikle son Kastabala ve Kadirli çimento fabrikası mücadelemizde olduğu gibi Osmaniye’deki çevre eylem ve çabalarım daha az idari baskıya uğruyor. Bu azalmada artık yerel gazete yazılarımdan ve eylemlerimden giderek vazgeçmemin de payı var. Zaten Osmaniye’de yerel gazeteler bana yazı yazma fırsatı vermiyor. Gazetelerin hepsi aynı zamanda devlet kurumları ile iş yapan matbaa sahiplerine ait ve yazılarımı basarlarsa “Resmi ilan ve resmi iş vermeyiz” diye kendilerine idari baskı yapıldığını kendi ağızlarından söylüyorlar. Gazetesini kendi çıkaran ve geçimi bu gazeteye aldığı ilanlara bağlı bir gazeteci ise zaten pek çok nedenden dolayı baskılar ve mahkeme soruşturmaları, tazminat davaları devam ettiğinden benim yazılarımı basmak istemiyor.

Bir sivil yurttaş girişimi olan Daimi Halk Mahkemesi’nin (Permanent People’s Tribunale) Çernobil nükleer felaketinde işlenen suçları yargıladığı Çernobil’in Çevre, Sağlık ve İnsan Hakları Etkileri Mahkemesi tutanaklarını “Çernobil Halk Mahkemesi” adıyla neden çevirdiniz?

Kendi ya da sevdiklerinin sağlığı ile ilgili yaşamsal bir ameliyat ve tedavi kararını vermesi gerektiğinde halkımızın kullandığı bir yöntem vardır: İkinci bir hekime daha muayene olur. Eğer iki hekimin kararı birbiri ile örtüşmezse bu kez üçüncü bir hekime daha hatta uzman bir kurum hekimine (üniversite) daha muayene olur. Bu örneği aslında yaşantımızın her alanında uygularız. Atom santrali kazaları ve nedenlerini sansürsüz anlatan pek çok bilimden (multidisipliner) yabancı uzmanın, bilim insanının ve Çernobil kurbanlarının anlattıklarını bu nedenle Türkiye ile buluşturmak istedim. Karar verme konusunda Türkçeye de çevrilmiş onlarca kitabın en bilineni De Bono’nun “Altı Şapkalı Düşünme Tekniği”dir. Çernobil Halk Mahkemesi kitabındaki sansürlenmemiş tanıklıkların ve benim uzun önsözümde anlattıklarım ile Türkiye’nin, atom santralleri konusunda başka hekimlerin de görüşünü almasına, Altı Şapkalı Düşünme yapabilmesine yardım etmek istedim.

İnsan yapısı afetler içerisinde çaresiz kalınan durumların en kötüsü nükleer kaza sonucu atmosfere radyasyon saçılma halidir. ‘Referans Kaza’ dediğimiz bu durum, çözümü ve önlemi olmayan, gönüllü hizmetin olamadığı (gönüllüler de kazanın kurbanı olduğu için) nadir afetlerdendir. Çokuluslu ve ulusal gizlilik ve sansürleme nedeniyle böyle bir kaza olma olasılığı ve oluşan riskin ve suçun çeşitliliği sanıldığından çok daha yüksektir (Fukuşima nükleer kazaları Dünya Sağlık Örgütü’nün olasılık tahminine -2,5-25 yılda bir- uygun zamanda dilimi içinde meydana gelmiştir). Bu kitabı ne kadar fazla kişi, bilim insanı ve yönetici okursa, bu risklerin iletilmesi ve algılatılmasının o kadar artacağını umuyorum. Henüz ülkemizde olmasa bile bizi tehdit eden atom santrallerinin dünya üzerinden yok edilip yasaklanması için tek çözüm, toplumların atom enerjisinin tehlikelerini algılamasıdır.

Çernobil Halk Mahkemesi’ni bu nedenle ve Japonya’daki üç santralda da oluşan referans kazaya rağmen, Türkiye’nin hâlâ atom santrali yapmakta ısrar etmesi üzerine halk sağlığı uzmanı olarak biliyor olmanın verdiği sorumluluk (tanıklık) nedeniyle çevirdim. Bu kitabı okuyup da nükleer çıkar ve meslek grupları içinde olanlar, bu işten komisyon alanlar ve (ekolojik) aptallar dışındaki insan ve çıkar gruplarının Türkiye’de ve dünyada atom santrali istemesi mümkün değildir.

Atom santrallerinin diğer afetlerden ve diğer enerji sektörü kazalarından ne farkı var?

Bütün doğal ve insan yapısı afetler, kazalar ve etkileri birkaç gün ile birkaç on gün içinde azalarak biter. Örneğin deprem en fazla birkaç on saniye sürer, yangın en fazla birkaç on saat. Sel ya da baraj yıkılması bilemediniz on gün. İstatistiksel olarak doğru olan, aynı yarar güdülen teknolojilerin (elektrik üretimi) zararlarının birbiri ile karşılaştırılmasıdır. Atom santrallerinin çevre, sağlık ve insan hakları etkileri barışta ve savaşta; normal çalışma koşullarında, kazası halinde ve nükleer atıkları nedeniyle altı farklı olasılık ve boyutta olur. Diğer hiçbir tecimsel insan girişiminde ve enerji üretim teknolojisinde bu kadar risk (tehlike olasılığı) sınıflaması yoktur. Atom santrali dışındaki hiçbir enerji üretim yöntemi, normal çalışması sırasında, kazasında nükleer kirlenmenin yayılması durdurulduktan sonra (nükleer yangın hiçbir zaman sönmez, santrale tonlarca kurşun, dolomit dökülür ve betonla kaplanır) ve atıkları nedeniyle binlerce kilometre uzaktaki canlılara, anne karnındaki bebeklere ve doğmamış nesillerin sağlığına ve ekosisteme zarar vermez ve vermeye devam etmez. Kaldı ki şehirleri itfaiye arabalarının merdiven uzunluğunun iki katından yüksek (TOKİ vb.) binalarıyla dolu Türkiye’nin, ABD (Three Miles Island), Sovyetler Birliği (Çernobil) ve Japonya (Fukuşima) gibi dünya devlerinin baş edemediği atom santrali yangını ile baş etmesi mümkün değildir.

Atom santrali kazalarının insana, diğer canlılara; doğal ve mimari çevreye zararları sadece olayın olduğu zaman dilimini değil, gelecekteki 40 yılı ve gelecek kuşakları etkiler. Hem normal çalışması sırasında, hem kazasında ve hem de yok edilemeyen radyasyonlu atıkları nedeniyle oluşan zararın şiddeti; devam süresi ve etki alanının dünya kadar oluşuyla da tektirler. Bütün çevresel kirleticiler ve enerji üretim biçimleri içinde kalıtsal zarara yol açan ve bu zararın gelecek nesillerde de devam ettiği tek ticari insan girişimi atom santralidir. Çernobil kazası ülkemizle birlikte bütün dünyayı, en çok da Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya’yı etkilemiştir. Belarus topraklarının tamamı hükümet tarafından ekolojik felâket bölgesi ilan edilmiştir.

Ekonomik ömrünün (30-40 yıl) sonunda atom santralinin kendisi de (binaları ve reaktörün kalbi vb.) radyasyonlu atık olur ve santralin tamamen sökülmesi 100 yıl sürer. Yapım maliyetinin onlarca katı olan söküm maliyetleri ile de atom santralleri; diğer enerji üretim çeşitleri içinde eşsizdirler.

Nükleer suçlar ve cezaları iyi tarif edilmemiştir; tazminat hukuku yoktur, sigorta şirketlerince sigortalanmaz. Suç çoğu zaman devlet (kamu) yöneticilerince ve çok büyük nüfus gruplarına karşı işlendiği için devasa tazminat ödemelerinden kaçınmak için hükümetler suçları ve kanıtları örtbas etmekte; hekim tanılarına vb. yasaklar getirilmekte, delilleri karartmaktadırlar. Federico Mayor’un cümleleri ile: “İktidarlar basitçe görmezden gelerek, müdahalede yetersiz kalarak, önlem almayı red ederek, hukuki biçimciliğin ve politik felcin birbirini takviye ettiği karmaşık ve mükemmeliyetçi uygulamaların arkasına sığınarak halkı ve kaza kurbanlarını defalarca kurbanlaştırmakta, sömürmekte ve baskı altına almaktadır”. Nükleer taciz ve tecavüz, boyutları ve biçimleri itibarıyla rakipsizdir.

Nükleer taciz ve tecavüzün diğer taciz ve tecavüz biçimlerinden ne farkı var?

Şiddetin ve tacizin (tedirgin etme, rahatsız etme) beş biçimi var: Fiziksel, duygusal, sözel, cinsel ve ekonomik. Bütün bunları geniş anlamıyla ve sonuçları itibarıyla mobbing sözcüğü ile de ifade ediyoruz. Biliyorsunuz mobbing, psikolojik anlamları daha ağır basmakla birlikte birine veya bir gruba diğer birinin veya diğer bir grubun sosyal kabadayılık, yapması, psikolojik şiddet, baskı, kuşatma, taciz yapması; rahatsız etmesi veya sıkıntı vermesi, yıldırma, psikolojik terör anlamlarına geliyor. Genelde çevre kirliliği, özelde nükleer kirlilik, mobbing ve şiddet çeşitlerinin hepsini içerir. Nükleer şiddet ve taciz; şiddetin, mobbingin, en adi, en alçakça, en sinsi, en aldatıcı olanıdır. Çünkü tek bir bireye değil topluma, halka ve çocuklara yapılır. Üstelik ne tacizcinizi, ne de size ne yaptığını beş duyunuzla (daha önce açıklanmadıkça ömür boyu) anlayabilirsiniz. Radyasyon, insanlık tarihinin gördüğü en acımasız tecavüzcüdür. Irzına geçmediği organımız yoktur; beynimiz dâhil.

Çernobil Halk Mahkemesi kitabı neyi anlatıyor?

Kısaca karanlıkçılığın, bilmesinlerciliğin (obskürantizm) yani “egemen güçlerin kendi hoş görmediği kavramlara, kişilere, topluluklara ilişkin toplumun bilgi erişimini sistematik olarak kısıtlama çabası”nın nükleer enerji sektöründe, Çernobil Kazasında ve Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarında nasıl yapıldığını anlatıyor.

Hekimlik mesleği biliminde (tıp) bilgilerin yarısı beş yılda bir değişiyor (bu durum giderek üç yıla kayıyor). Bilirkişilerin, ÇED ve GSM (Gayrı Sıhhi Müessese) izinlerini veren inceleme/değerlendirme kurullarının içinde hekimler ve özellikle halk sağlığı uzmanlarının olması yatırımların önünde bir engel görülüyor (genellikle yatırımın yer seçim aşamasından başlayarak insan sağlığı için olumsuz raporlar verildiği için). Türkiye’de çevre sağlığı konularını ilgilendiren yatırımların izin, danışmanlık ve bilirkişilik kurullarının hekimlerden arındırılmasının nedeni budur. Çünkü tıbbın hızına hukuk ve siyaset yetişemiyor. Çernobil Halk Mahkemesi kitabı bu arındırmanın ne kadar yanlış olduğunu da anlatıyor.

Ümit Şahin’in deyişiyle Çernobil Halk Mahkemesi kitabı nasıl bir “ilk”tir?

Bu ilk, aynı zamanda, Türkiye Nükleer Karşıtı ve Çevre Hareketlerinin ve EYÇ (Ekolojist, Yeşil ve Çevreci) yayıncılığının bütün aktörlerine önemli eleştiriler yapmanın sıfır noktasıdır.

Nükleer bilimci B. L. Cohen’in Çernobil’den iki yıl önce ve tekil bakış açısıyla yazdığı ve popüler bilim kitapları serisinde “Çok Geç Olmadan” adıyla yayınlanan TÜBİTAK kitabı, iyi bir atom santral propagandası kitabıdır. Bu kitap her seferinde 5000 adetten en az 8. baskı yapmış ve 40 bin satış rakamına ulaşmıştır. Bu tirajın nasıl tüketildiğini, propaganda amaçlı toplu alımlarla kurum ve okullara vb. dağıtılıp dağıtılmadığını bilmiyoruz. Piyasada satılan ve e-satış olanakları ile de Türkiye’nin her köşesinden okuyucu tarafından ulaşılabilir; en az 6-7 adet atom santrali yanlısı böyle kitap daha vardır.

Bildiğim kadarıyla, Tolga Yarman’ın 2011’de Okan Üniversitesi Kitapları’ndan yayınlanan “Geçmişte ve Bugün Nükleer Enerji Tartışması” dışında 30 yıllık Türkiye Nükleer Karşıtı Hareketleri içinden yazılmış; piyasadaki karşıtlarına yanıt oluşturabilecek ve ticari olarak ulaşılabilir nitelikte başka bir atom santrali karşıtı kitap yok. 2004’de kaybettiğimiz rahmetli Dr. Serol Teber’in 1985’de yazdığı “Nükleer Savaş ve Gezegenin Biyolojik-İklimsel Yıkımı (Nükleer Savaş ve Sonrası)” ve aynı yıl Ersen And’ın çevirisi ile basılan Stephen Croall-Kaianders’in “Nükleer Enerji Mi?” isimli çizgilerle çok iyi bir anlatıma sahip kitabı halen sadece sahaflarda (e-sahaflardan) ulaşılabilir durumda.

Dil ve onun yazılı hali, metinler; bir iletişim ve içinde güdülemenin ve yamanmışlığın da olduğu bir eylem, bir propaganda aracıdır. Bin adet basılan (200 adedi sözleşmem gereği bana hediye edilen) Çernobil Halk Mahkemesi, bu anlamda 30 yılını aşan Türkiye Nükleer Karşıtı Hareketin kendi dinamikleri içinden üretilerek ticari bir yayınevinde yayınlanan ve Türkiye’nin her noktasındaki kitapçılardan veya e-kitapçılardan satın alınabilen, piyasadaki atom santrali yanlısı propaganda kitaplarına yanıt oluşturabilecek nitelikte atom santrali karşıtı ilk kitaptır. Ama henüz “Çok Geç Olmadan”ın gördüğü ilgiyi görmemiş, bir yıl içinde 800 kitabın baskısı hâlâ tükenmemiştir.

Dil felsefecilerine göre “Söylenen her şey söylenmeyeni hazırlar veya oluşturur”. Bu kitap da benim ve başka ekolojist yazarların yazacakları anlamında söylenmeyeni hazırlamış oldu. Benim istediğim, Türkiye’nin, Çernobil Faciası’nın ders kitabı olan “Çernobil Halk Mahkemesi”ni, kendi atom santralini yapmadan ve olası nükleer kaza felaketini yaşamadan önce okuması; atom santrali dersine iyi çalışmasıdır. Benim ve Tolga Yarman’ın kitabı en az “kırk bin bir” adet baskı rakamını bulmadan benim yazma eylemim ve nükleer karşıtı hareketimiz başarılı olmuş diyemeyiz.

Dilin, Faucault’nun deyişiyle “gücü ele geçirmenin toplumsal araçlarından biri ve gücün de söylemi belirlediği” savını kabul edersek, EYÇ’lerin ve yeşil politika dilinin, dolayısıyla bunların yazarlarının, dili ele geçirme çabası olmalıdır. Bu yaşıma kadar ki okumalarıma ilave olarak çoğu Osmaniye’de geçen taşra yıllarım ve 20 yıldır çokça temas ettiğim sosyal demokrat ve sosyalist kökenlilerden oluşan EYÇ siyasetçileri, eylemcileri ve yazarlarında gözlediğim eksik; bu çabanın olmayışıdır.

Ekolojik ve Anlaşılır Bir Ortak Dil Oluşturmak Lazım

Türkiye, imparatorluk kalıntısı çok katmanlı ve çok dilli bir ülkedir. Osmanlı imparatorluğunun resmi ve aydın dili, Türkçe-Arapça ve Farsçayı barındıran Osmanlıca; halk dili de çoğunluğun bildiği konuşulan Türkçe ve Türklerin bilmediği diğer dillerdi (Rumca, Kürtçe vb.). Ama Hıristiyan Batı’da Eski ve yeni Ahit için geçerli olan şey, ülkemizde Kur’an için geçerlidir. İslam dünyasında ve özelde imparatorluk kalıntısı halklar cumhuriyeti olan Türkiye’de bütün dillerin üstünde Kur’an dili vardır. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki, dili öztürkçeleştirme çabası ekolojizme uygun değildi; laik entelektüellerin dili olmaktan öteye gidememiş ve görece daha fazla okura ulaşabilen sağcı diye nitelediğimiz milliyetçi, dinci muhafazakâr kesimin yazarları ve medyası tarafından benimsenmemiştir. 12 Eylül 1980 darbesini takip eden Türk-İslam sentezi süreci sonunda 2011 seçimleriyle de artık bu dil, resmi iktidarını da kaybetmiştir. “Bilgilendiren, bağımsız ekolojist edebiyat-dışı yazar”ların bu topraklardaki bütün insanların anlayacağı ve kullanacağı tek bir yazı dilini oluşturması gerekmektedir. Bu yeni dilin izleri konuşulan Türkçe’de, camide, mizah medyasında, sokakta ve edebiyat eserlerinde vardır.

Roland Barthes, “Yazı Üzerine Çeşitlemeler” ve “Metnin Hazzı” isimli denemelerinde dil ve yazının ideolojik yönünü saptar. Türkiye’de solcu yazarların yazdıklarını solcu kesim; sağcı yazarların yazdıklarını da (bunlara giderek artan sayıda ve giderek sağdan ayrılan Sünni -ve antitezini oluşturan diğer mezhep ve dinlerden-) kendi sağcı ve dindar kesim okuduğu için; özellikle entelektüeli ve özgür bilim insanları oluşmamış ülkemizde okurların, kendininki haricindeki ideolojinin dilinde yaz(ıl)anı hiçbir zaman oku(ya)madıklarını ileri sürebiliriz? Barthes’a göre sınıfsallık yönü de bulunan bu durumda “…Sonuç olarak: dayanışma, duygu birliği dağılır –bazı yerlerde yoğunlaşır, bazı yerlerde hiç kalmaz.”.

Toplumun ve barışın yararına olmayan bu durum, EYÇ yazarlarının da hiç istemediği bir şeydir. Çünkü Türkiye EYÇ Hareketlerinin amaçladığı çevrenin korunması; Türkiye’de yaşayan sağcısı, solcusu, dindarı-dinsizi, Türkü-Kürdü; çoluk çocuk, kadın-erkek ve yaşlı-genç tüm ülke nüfusunun ulusal ve küresel doğal kaynaklarından gelen yaşam desteğinin sürmesini ve daha iyileşmesini ister. Bu nedenle özellikle şimdiki (AKP) ve gelecekteki karar vericilerinin ve onların seçmeninin de (anlayarak) okuyacağı yazı ve konuşma dilini oluşturmak (iletişim), dayanışma ve duygu birliğini sağlayacak bu dille çevre konularını da yazmak gerekir. Benim bir amacım da budur.

Bu ortak dili nasıl başarabiliriz?

Önce bunun önemli bir sorun olduğunda anlaşarak. Sonra da mutlak çoğunluğun anladığı dili bulup yazmaya çalışarak. Önce durumu saptayıp çözümü düşünmeye, tartışmaya başlayarak. İçilebilir tatlı su miktarı, cari açık, nüfus ve hastalık istatistikleri, ülke ve dünya sınırları, kaynak sınırlılığı vb. konularını anlamak için fen bilgisi (Matematik-Fizik-Kimya-Biyoloji), hesap kitap, istatistik bilmek gerek. Ama asıl sorun: Herkesi kendin gibi sanmadan, büyük çoğunluğu okumaz-yazmaz okur-yazarlardan oluşan çoğu sosyal bilimler okumuş üniversite mezunlarına kitap okumayı ve matematiği sevdirmekte.

TBMM Çevre Komisyonu ve Sanayi, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji (SETKBT)  komisyonlarının Çernobil Halk Mahkemesi kitabımı yollayacağım üyelerini seçerken dikkatimi bir şey çekti: Bu teknik komisyonlardaki CHP’li ve MHP’li üyeler yüksekokul mezunluğu, yabancı dili iyi bilme ve fen mesleklerden olma oranları bakımından AKP’den çok geride. Örneğin Çevre komisyonunda AKP ve CHP milletvekillerinin yüksek okulluk oranı % 100 iken, MHP’ninki % 25; bu komisyondaki AKP’lilerin % 50’si, CHP’lerin % 33’ü, MHP’lilerin ise % 25’i yabancı dili iyi biliyor. Bu komisyondaki AKP’lerin % 56’sı, CHP’lerin % 67’si, MHP’lerin % 25’i fen bilimleri mesleklerinden. SETKBT Komisyonu’nda ise AKP milletvekillerinin yüksekokulluk oranı % 100 iken CHP ve MHP’ninki % 50; bu komisyondaki AKP’lilerin % 19’u, MHP’lilerin ise % 25’i yabancı dili iyi biliyor. Sıkı durun, SETKBT komisyonundaki CHP’lilerin yabancı dili iyi bilme oranı sıfır. Bu komisyondaki AKP’lerin % 69’u, CHP’lerin % 33’ü, MHP’lerin % 25’i fen bilimleri mesleklerinden. CHP ve MHP’ye bilemem, ama bu durumun (muhalefetin meslek ve yabancı dil bilme açısından niteliksiz olmasının) çevre mücadelemize de zararı var. Ayrıca her iki komisyon da bütün partilerde sanayiciler, akademisyenler ve mühendisler ağırlıklı, ama yaşamı ilgilendiren (Biyoloji ve hekim vb) mesleklerin oranı düşük.

Okumamak, üniversite ve orta öğretim kurumları mezunlarının kendi suçu, ama onlara okumanın neden önemli olduğunu, çıkarları ile olan ilgisini algılatmak, okumayı sevdirmek gerekir. EYÇ yazarları başta olmak üzere bütün aydınlarımızın ve yazarlarımızın nüfusun ve TBMM’nin bu özelliklerini bilerek ve dildeki ideolojik çatallaşmayı olabildiğince aşmak için başta halk edebiyatı ve doğu düşüncesinin kadim düşünce ve din kitapları (İncil, Kur’an, Vedalar, Konfüçyüs vb.) olmak üzere yerli ve yabancı edebiyat eserlerini okumaları, yerli ve ortak bir dilde konuşmaları ve yazmaları gerekir. Bence eş zamanlı olarak ve ortak dil oluşturarak her kesime, ama özellikle üniversite hocaları ve mezunlarına öncelik verilmelidir.

Pek tabii bu bir süreç (zaman, talep, para ve kitaba ulaşılabilirlik ve yazar; editör ve yayıncı ve ahlâkı; entelektüel mal varlığının korunması –telif- vb.) meselesidir ve EYÇ dili, toplumda bunları talep eden sayıca giderek artan EYÇ okur sayısına bağlıdır, ama zalim kapitalizmin yıkıcı saldırı hızına bizlerin yetişmesi gerekir. Günümüzde elektronik bilgi ağları, e-yayıncılık ve e-çeviri hizmetleri ile bu daha kolaylaşmıştır. İşe, çevre-ekoloji konularında aylık bir düşünce dergisini yaşatamayan, Ağaçkakan’ın kapanmasına; Üç Ekoloji’nin yılda bir çıkmasına neden olan EYÇ kitlesinden başlamak; “Kendisi muhtac-ı himmet bir dede, nerde kaldı gayrıya himmet ede.” dedirtmemek gerekir.

Genelde toplumun çıkar grupları, aydınlar ve bilim insanlarına, özelde çevre konusunu dert etmiş eylemciler ve çevre örgütlerinin lider kadrosuna yönelik görüş ve eleştirileriniz nelerdir?

Deveye boynun neden eğri demişler; nerem doğru ki demiş. Biri 1999’da ve 3000 adet, diğeri 2004 yılında ve 1000 adet basılan ve yaklaşık yarısı TBMM ve kurum kütüphanesi ve kanaat önderlerine yollanan Temiz Enerji konusunda kolay okunur iki telif kitap yazdım. Çernobil Halk Mahkemesi çevirisi ile birlikte üçü de 10-12 punto ile yazılmış 300 sayfayı geçmiyordu. EYÇ liderlerinin ve halk sağlığı bilim topluluğumuzun henüz bunları (sonuna kadar) okuduğunu sanmıyorum. Çünkü her üç kitapla ilgili hiçbir eleştiri, nitelikli atıf ya da uzun tanıtım yazısı çıkmadı. İnternet gruplarında tartışılmadı, tavsiye edilmedi. Onat Kutlar’dan okuduğum “Tarih yok etmek istediğini kör eder” sözü günümüzde bütün anlamları ile geçerli ve bence ekolojik anlamı olan bir söz. Toplumsal körlüğümüzün altında bilim insanlarımızın, aydınlarımızın ve her türlü asker-sivil lider kadrosunun körlüğü yatıyor.

Körleşmeye Karşı Körleşme Var

“Sivil, askeri, siyasal tüm kurumlarımız, tehdit değerlendirmelerinin birinci sırasında Sorun Çözme Kabiliyeti (SÇK) yetmezliğini almalıdırlar. SÇK yetmezliği ile yaşamını devam ettirebilmiş toplum görülmemiştir.” diyen Tınaz Titiz’in yaptığı gibi uzun zamandır körleşmeye ve nasıl olabildiği üzerine kafa yoruyorum. “Nasıl oluyor da insanlar kendilerine rağmen, kendilerini yok eden bir sistemi sürdürmekte bu kadar kararlılar?” ve “Bu durumda ne yapmalıyız?”. Bir Sosyalist rejim (Sovyetler Birliği ve Çin) kapitalizmle ve ABD ile yarışırken nasıl oluyor da kendi halklarına-ekosistemlerine zulüm yapar? Bütün yeşil-ekolojist düşünürler gibi kapitalizmi ve sosyalizmi ve halkların neden kendilerini sömürenleri iktidara getirmeye devam ettiklerini sorguluyorum.

İzninizle burada çok önemli bulduğum Tınaz Titiz’in bir makalesinden alıntı yapmak istiyorum: “- SÇA (Sorun Çözme Araçları) Kümesi’nin etkililiği Sorunlar Kümesi’nin güçlüğünden daha düşükse, bu defa şu sonuçlar beklenmelidir:

1. Kişi, kesim, kurum veya toplum, karşılaştığı sorunları çözemez; her çözemediği sorun yeni sorunların ortaya çıkmasına yol açar.

2. SÇA dağarcığı içinde bulunabilen etkili araçlar kullanılamadığı için zayıflar, bu ise giderek Sorun Çözme Kabiliyetinin zayıflamasına, kullanılan etkisiz araçların ise tahribatının artmasına yol açar. Buradan bir dizi başka sonuç ortaya çıkar. Şöyle ki:

  1. a. Evvelce rahatsızlık yaratmayan ve çözülebilen sorunlar bu defa çözülememeye başlar,
  2. b. Kişi veya toplumun, sorunlarını çözeceğine güveni azalır ve kısa vadede etkili gibi görünen, uzun vadede ise tahripkâr Sorun Çözme Araçlarına yönelir,
  3. c. Kişi veya toplumun çevresindeki iç ve dış rakipler bu zayıflamayı fırsat olarak kullanır ve –doğal seçim yasalarının bir sonucu olarak- Sorun Çözme Kabiliyetini daha da zayıflatabilecek, ama tam da öldürmeyecek manipülasyonlara girişirler. Bunu kesinlikle “hıyanet”, “vefasızlık”, “düşmanlık” vb sıfatlarla nitelemek doğru olmayıp doğa kuralının sosyal alandaki birer uzantısıdır.”

Türkiye Ekolojik Zekâsı Kıt İnsanların Çok Olduğu Aşırı Korunmuş Bir Devlettir

Sorunlar, beni de (ortak) aklı sorgulamaya toplum mühendisliğine ve beyin yıkamaya kadar götürüyor. Coleman’ın 2010’da basılan son kitabı “Ekolojik Zekâ”yı henüz okumadım, ama bir yandan da yıllardır genetik çoklu zekâyı, edinilmiş duygusal zekâyı inceliyor ve Coleman’dan çok önce, edinilmiş duygusal zekânın ekolojik bölümünün (ekolojik zekâ) olduğunu düşünüyordum. Daha önce verdiğim sayılara göre fen bilimleri eğitimi almışların yani IQ’sü yüksek olanların sayısı çok fazla değil, ama ülkemizde zekâ: hâlâ beynimizin sadece dil, matematik ve mantık zekâsını temsil eden IQ ile ölçülüyor ve akıl ile zekâ eş değer tutulduğu dönemlerde yetişmiş uzmanların iktidarıyla yönetiliyor. Öyle veya böyle yasakçı sistem dürüstleri, ekolojik akıllıları (yani SÇK’ni, SÇA’nın etkililiğini arttıracak ve SCA’nın gereksindiği insanları) ve yoksulları eliyor, pasifize ediyor. Bu sistem gereği ülkemizde daha çok sosyal zekâsı yüksek bireyler (onların da maalesef görece zeki ve ama suç işleme kapasitesi yüksek, ahlâk düzeyi düşük; fakat duygusal ve ekolojik aptal olanları) siyaset yapabiliyor; yerel ve merkezi karar verme organlarına seçilebiliyor. Bu çelişkiler çok teknik konular içeren; nükleer güç santraller kurulması yasası, maden yasası, tabiatı koruma yasasında; ÇED yönetmeliği değişikliklerinde vb. gördüğümüz gibi çevre sorunları ve nükleer enerji konularında yanlış kararlar alınması sonucunu doğruyor ki bu çok korkutucu. Üniversitelerimiz içinde benzer saptamalarımın var, ama onlar da beni yine siyaset sistemine, darbelere ve YÖK yasasına götürüyor.

Bütün bunlar aşırı koruyucu, çocuklarını hastalıklı bir sevgi ile seven (özellikle tek çocuklu) aileler gibi Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran asker bürokratların da Türkiye Cumhuriyeti’ni çok sevmelerinden dolayı aşırı koruyup gelişmesine, kendi ayakları üzerinde durmasına izin vermemesi yüzünden.

Kişiliğini geliştirmemiş, aşırı bağımlı, her şeyi anne babadan bekleyen; sakar ve kendine güvensiz olan “aşırı korunmuş” çocuklar genellikle kendi kararlarını bağımsız alamayan, çocuksu; çekingen ya da otoriter; üretken olmayan, istedikleri yapılmayınca çabuk sinirlenen; zor öğrenen, bağımsız öğrenme yeteneği gelişmemiş; yapmak istediğinde ısrarcı (inatçı); mantıksız kavgalar çıkaran, çabuk mutsuz olan niteliklere sahip yetişkinler oluyorlar. Böyle bir çocuğun anne babası da hayatlarının sonuna kadar süren çocuk odaklı bir yaşamları nedeniyle kendilerinden beklenen diğer görevleri hakkıyla yerine getiremez; çocuklarına bağımlı olurlar (çocuğun rövanşı alışı). Bu anlatımdaki çocuk sözcüğü yerine Türkiye Cumhuriyeti’ni, anne baba yerine de cumhuriyeti kuran asker bürokratları koyunuz; soruna yol açan temel sorunu, sahiplerini ve çözümlerini bulmuş oluruz. Soruna yol açan bütün sorunların temelinde sivil, askeri, siyasal tüm kurumlarımızda Sorun Çözme Kabiliyeti (SÇK) yetmezliği yatıyor, aslında.

Doğadaki Son Anneler ve Çocuklar Azalırken ve Ekolojik Aptal Çocuklar Artıyor

Kentsel nüfusun hızla artması ve köy ekonomisine bağımlı sosyal yapının 1980’lerden sonra iyice bozulması nedeniyle doğal ortamlarla doğrudan temas ederek (birincil deneyimler) doğanın kıymetinin ve doğal dengelerin farkına varmış nüfusun genel nüfus içindeki payı giderek azalıyor. Doğada edinilmiş birincil deneyimleri olmayan, doğadan, kırsal hayattan ve taşrada çalışmaktan korkan genç kuşaklar, artık nüfusun çoğunluğunu oluşturuyor. Richard Louv’un 2008 yılında yazdığı TÜBİTAK yayını “Doğadaki Son Çocuk” kitabında 1900’da nüfusun % 40’ını oluşturan çiftliklerdeki nüfusun çok azalması üzerine (1990’da ABD nüfusunun %1,9’u), 1993 yılında ABD Federal Hükümetince yıllık çiftlik sakinleri istatistiğinin toplanmasına son verildiğini yazıyor. Bu karar, ABD’de kırsal yaşamı, orman ve tarım arazilerini doğrudan deneyimleyen kuşağın sonunun geldiğinin basit, ama çok önemli bir göstergesidir.

Bizde bu durum bu kadar iyi bilinmiyor mu bilmem, ama tarımda iktisaden faal nüfusun yüzdesindeki değişimle kabaca izlenebilir. 1965 yılında % 71,9 olan ‘tarımda iktisaden faal nüfus’un (12 yaş ve üstünkilerde tarım, ormancılık, balıkçılık iş kollarında çalışanlar) toplam iktisaden faal nüfusa oranı: 1990 yılında % 53,7; 2007’de ise % 23,2 olmuştur. Büyük değişimin bir başka basit göstergesi ise 1985 yılında %82,5 olan tarımda çalışan kadınlarımızın çalışan kadın nüfusu içindeki payının 2006’da %48,5’e düşmesidir. Doğadaki son annelerin sayısı dünyada ve bizde hızla azalıyor. Sonuç: Başta kadınlarımız, kızlarımız olmak üzere kuştan, arıdan, böcekten korkan; çamaşır suyu kokusunu ve beyazlığını hissetmediğinde huzursuz olan kadınlarımız ve onların yetiştirdiği ekolojik zekâsı gelişmemiş çocuklarımızın sayısı hızla artmasıdır.

Türk(iye) Çevrecileri Kısa, Az ve Tek Yönlü Okur

Türk(iye) çevrecileri, Türk aydınının ve üniversite mezunlarının hastalıklarının tamamına sahiptirler. Kendi düşünce penceresi dışında yazılanları okumazlar. Eleştirilmeye katlanamazlar, eleştiriyi sonuna kadar dinle(ye)mez; bir metni veya kitabı sonuna kadar okumazlar. Attila İlhan’ın “totaliter aydın” dediği bu kesim kendine demokrattır; demokrasiyi kendilerinden başkasına lafta isterler. Tartışma usul ve yöntemlerini bilmezler, bencil; fiziki şiddet ve mobbinge varan oranda kavgacıdırlar. Kadro dergileri yoktur. Bir dergiyi yaşatamamışlardır. Eylemden anladıkları kısırdır. Çabuk küserler ve çoğu sosyal bakımdan sol, sosyalist, sosyal demokrat, Avrupa görmüş, bir batılı dili iyi bilen, hali vakti ortanın üzerinde insanlardır.

Sol ve EYÇ okurunun çoğu halk edebiyatının ve Doğu’nun külliyatını bilmez ya da çok yüzeysel (kulaktan dolma) bilir. Az ve kısa yazıları okumaya meyillidirler. Oysa Batı dünyasında özellikle Avrupa’da kısa yazılmış yazı ve eleştiriler vb. beğenilmez. Baştan savma bulunur. Cemil Meriç “Kısa cümle, aydınlık cümle… ne demek? Ne kadar kısa, kimin için aydınlık? Fikri balta ile belinin ortasından kesmek…” diye yazar. ABD’de hocasının bir halk sağlığı uzmanlık öğrencisinden bir gün once verdiği 300 sayfa araştırma makalesini ertesi gün tartışmak üzere okumasını istemesi; gündeliktir bir iştir. Kısaca bizde her üniversite hocası ve solcu yazara kolaylıkla verilen ‘aydın’ (entelektüel) olmanın ilk şartı uzun ve farklı ideolojilerden çok yazı ve kitap okumaktır. Çünkü şeytan ayrıntıda gizlidir.

Kürt solunun ve EYÇ’lerinin eleştirisine genel Türkiye (sol) aydını eleştirisi dışında pek girmek istemem. Bildik fıkradaki gibi “Hırsızın hiç mi kabahati yok?” diyenlere sadece, “Hırsız kim; ev sahibi kim?” diye sorarım. Kürt aydını hiçbir zaman evin (ormanının) sahibi olduğuna kendisi inanmadı ki, ormanlar kralı aslan inansın. Batıda kırılan toprak ağalığı düzeni doğuda niye kırılamadı? Ötekileştirildiklerini ileri sürerken kendi dışındakileri ötekileştirdiler ve bütün devrimci demokratik örgütsel ve toplumsal mücadeleler içinde her zaman antidemokratik ve bölgeci (mikro milliyetçi) davrandılar. Batıda her il ve ilçede hemşerilik dernekleri kurdular. Ailecek içinde halen oturdukları ve yaşadıkları yerlerin çevre sorunlarının konuşulduğu ortamlarda, her fırsatta, sadece doğdukları ve ait oldukları bölgenin ve hatta köylerin çevre sorunlarını dile getirip adından süregiden toplantılara katılmadılar ve yardım taleplerimize karşılık vermediler. Biz onlarla Delilo oynadık ama onlar bizimle hiç zeybeğe kalkmadılar. Benzer durum şimdi HES ve termik santral mücadelesindeki Karadenizliler için de geçerlidir.

Sivil toplum örgütleri (Dernek, sendika, meslek örgütleri) kendi içlerinde demokrasiyi sağlayamadıkça Türkiye’de sağlıklı bir demokrasi oluşamaz. Kendine çevreci diyen birçok insan yönetimlerini sorgulayamadıkları ve seçemedikleri sivil, ama demokratik olmayan örgütlerin üyesidirler (örn. TEMA ya da Greenpeace). Bu, sivil toplum örgütü algılamasındaki egemenlerin istediği ve parti dışı yerel siyaset yapmayı engelleyen çarpıklığın göstergesidir. 12 Eylül apolitizasyonunun oluşturduğu bu durum insanların demokrasi algısını temelden hatalı oluşturur. Yönetimsel baskı ve korku rejimine bağlı nedenleri olsa da başta kendine çevreci diyenler; kendini solcu ya da demokrat olarak niteleyen pek çok insan kendi yaşadığı şehir, il ya da coğrafi çevre için mücadele etmekte korkaktır.

12 Eylülün Domino Etkisi Çığ Gibi Büyüyen Bir Afet Şeklinde Devam ediyor

Bugün 12 Eylül Faşist Darbesinin en önemli domino etkilerinden birisi iş güvencesi ve çevre koruma mücadelesine olmuştur ve bu etki çığ gibi büyüyen bir afet gibi devam etmektedir. Apolitizasyonun başarılması, sendikasızlaştırma ve iş güvencesizliğinin yasallaştırması nedeniyle gençler, kadınlar ve yoksullar; çevre sağlığı mesleği üyelerinin büyük çoğunluğunun istihdam edildiği devlet memurları (hekimler ve diğer sağlık meslekleri, öğretmenler, kamu mühendisleri vb.); doğrudan (siyasi partiler) ve dolaylı (sivil toplum örgütleri) siyasetten arındırılmıştır.

Bu nedenselliğin oluşturduğu korku iktidarının Türkiye çevre koruma hareketindeki sonucu: örgütsüz ve katılımcısı görece az (örn.: Anadoluyu Vermeyeceğiz Hareketi); çoklukla dışarıdan tuzu kuru diye nitelendirilen serbest meslek üyelerinin, akademisyenleri veya emeklilerin sürüklediği bir harekete dönüşmesi oldu. Sosyolojik ve siyasi nedenlerine burada girmek istemediğim bazı yörelerdeki köylü eylemleri ve katılımları dışında hareket, halktan ve gençlikten koptu. Derneklerin üye sayılarının az ve maddi yönden zayıf olması; Türk Tabipleri Birliği, veterinerlik, diş hekimliği, eczacılık v.b gibi sağlık meslekleri örgütlerinin de eylemli ilgisinin olmayışı vb. nedeniyle Türkiye çevre hareketleri şimdilerde EMO, ÇMO ve Barolar gibi mühendis ve avukat odaları güdümüne girmiş görünüyor. Ne var ki bu mühendis ve avukat odalarının genetik kodlarında hekimlerle, yaşam bilimleri ve diğer sosyal bilim meslekleriyle (sosyoloji, psikoloji vb.) çalışmak, onların çevre sağlığı ekibinin vazgeçilmez birer üyesi oldukları bilgisi yok. Bu kesimler hiçbir zaman bilirkişilik anlamında hekimlerin, sağlıkçıların ve sosyal alan mesleklerinin görüşüne rağbet etmediler. Yani devletin çevresel etki değerlendirmeleri ve yatırım izin ve denetim aşamalarını sağlıkçılardan arındırma sorunu aslında sivil toplumun kendisi için de geçerlidir. Üyelerinin çevre ve hasta hakları savunucusu da olması gereken sendikalar ise hâlâ çevre hareketinin dışında.

Toplumun diğer çıkar grupları için ne söyleyebilirsiniz?

Sektörler ve çıkar grupları (tarım, enerji, sanayi, hizmet) çevresel etkileri bakımından birbirinden bağımsız değildir. Tül perde yapımında kullanılan sentetik iplik veya hayvan yemi üretilen; ÇED ve GSM (Gayri Sıhhi Müessese) değerlendirmesi orta ölçekli sanayi bölgesi olarak yapılan bir organize sanayi bölgeleri içine (kamu yararı vardır kılıfıyla) bir gecede yapılan kararla ağır sanayi (demir çelik) tesisleri kurulabilmesinin yolu açılıyor, en az 500 m olması gereken 150 m bırakılan sağlığı koruma bandı artık köy evlerine 50 metreye çekilebiliyor Bu gibi durumlar için Alatlı “(devlet) analarıyla ensest ilişki kuran oğullar” eğretilemesi yapıyor.

Bilgi edinmekte mutlak yasaklar, artık yok. Sektör sahipleri ve küçük çıkar grupları da (doğru insanlarla temas kurmaları şartıyla) internet olanakları ile bilgiye ulaşılabilir ve bilgi edinme yasakları aşılabilir. Devletin ve egemenlerin sana iletmediği, vermediği bilgiye kendin ulaşacaksın. Ne var ki, ünlü Nobelist, hayvan davranışları bilimcisi (etolog) Konrad Lorenz’in “Milyonlarca bok böceğinin yaptığı doğru olsa idi….” diyerek dikkat çektiği gibi internet arama motorlarında en çok tıklandığı için en üst ilk satırdaki çıkan adreste verilen bilgiyi her zaman doğru zanneden çoğunluğun  egemen olduğu toplumların algısı çarpık oluyor. Tahmini bir oran verdiğinde Aziz Nesin’i vatan haini ilan eden “kendini akıllı zanneden”lerin yaptığı ihtiyaçlar hiyerarşisi yanlış olur. Böyle “körleşmiş” toplumlar, bu dünyadan ziyade öbür dünyadaki cennet için çabalarlar. Bu durumun tek suçlusu, kökü İslam düşüncesindeki analiz ve nedensellik yasaklarına varan sosyo-ekonomik durumun yarattığı “Sadece kendi duymak istediklerini söyleyen bilim adamı ve yazar” isteyen gelmiş geçmiş bütün Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri (sivil burjuvazi) ve yanlış kurmaylarla dolu askeri burjuvazidir. İyilikten maraz doğmuş; kaş yapayım derken göz çıkarılmıştır. Bugünkü durum (eskiye rücu), 28 Şubat 2007 sürecini takip eden ve AKP’nin zaferi ile sonuçlanan 2007 seçimlerine kadar ülkeyi yöneten bu burjuvazinin ektiği rüzgârların fırtınasıdır.

Çernobil Halk Mahkemesi ekinde verdiğiniz “Çevre Sağlığı Mesleklerindekilerde Aranan Davranış Yeterlilikleri” nin çevre sorunlarımızla ve atom santrali ile ne ilgisi var?

Bütün ahlâk ve demokratik toplum hukuk kurallarının birey ve toplumun güvenliği ve akıl ile ilişkisi vardır. Ne ki, geçmiş zamanda veya bugün, bir coğrafyadaki bir toplum için doğru sanılan çözüm ve kurallar, bütüncü anlamda bir başka zamanda ve bir başka toplumda ve küresel denge için doğru olmayabiliyor. Batı demokrasisinin ve aydınlanmanın eksiği buradadır.

18 yaş altı toplum bireyleri ve doğmamış kuşaklar bugün kendi haklarını korumak için oy kullanamaz, ama bütün dünyada ve ülkemizde onları çok sevdiğimiz yalanı ile onların gelecekteki yaşam kaynaklarını tüketecek kararları alıyoruz. Maalesef insan, bedeni ölüme götüren bir kanser hücresi gibi yavaş yavaş bütün dünyayı sarıp kendisiyle birlikte pek çok canlıyı da öldürerek türünü sonlandıracaktır. Bu, bugünkü seçmen kitlesinin sırtına çok farklı bir ahlâkî sorumluluk yükler. Bu yük, batıdaki Evangelist ve Siyonist; ülkemizdeki egemen Sünni kapitalist ahlâkın, tüm kalkınma ve sanayileşmeye dayalı ideolojilerin vb. sorgulanmasını ve yeni bir devlet yönetimi (siyaset) yapmayı gerektiren acil bir durumdur. Bütün bilimsel ve mesleki ahlâk öğretilerinin, kadim dinlerin ışığında yeni ve bütüncü bir ekolojik ahlâk ve adalet sistemi geliştirilmesine ihtiyacı vardır.

16 temel başlık altında incelenen çevre konuları Çernobil Halk Mahkemesi’nin ekinde verdiğim gibi 39 bilim disiplini ve 75 çevre sağlığı mesleğini ilgilendiren çok meslekli, çok bilimlidir (multidisipliner) konulardır. Kitabın ekinde verdiğim çevre sağlığının temel konuları ile ilgili özellikle uzmanlık alanlarının pek çoğunda ülkemizde uzmanlık eğitimi verilmemektedir. Kitapta çevre meslekleri üyelerinde bulunması gereken ahlâk kurallarını da verdim. Ülkemizde çevre sağlığı mesleği adaylarına böyle bütüncü bir meslek ahlâkı listesi öğretilmemektedir. Bu 23 ilkeden hepsi önemlidir, ama benim en önemli bulduklarım: 1. Diğer bilimsel yaklaşımların rolünü değerli bulma ve karşılıklı saygı; 2. Sorun çözme noktasında diğer mesleklerin uzmanlığına duyulan gereksinimi tanıma; 3. Sorunların ve yanıtların bilinmediği durumlarda dürüstlük; 4. İnsan hakları ve demokratik ilkelerde ve 5. Herkes için sağlık ilkelerinde kararlılık; 6. Halkı ilgilendiren konularda ilkeli bir tavır alma için ve 7. Eylemleriyle ilgili sorumlu olma ve sorumluluk alma için iyi niyettir.

Uzmanlıktan Nasıl Zarar Görülür?

Bilim kendi kurallarına göre yönetilir. Bilimsel keşiflerde ve araştırmalarda ve doğa yasalarında demokrasi yoktur, ama bilimin yaşama uygulanma noktalarında (teknoloji), insan ve çevreye olan etkileri olan bir durum oluşursa bu diğer bilim dallarının ve toplumun çıkar gruplarının da söz söyleyebileceği alanlar yaratır. Yer çekimi yasasına uyarak düşen bir atom bombasının veya nükleer enerji bilimin ilkelerine göre çalışan bir atom santralinin etkileri, nükleer enerji ve fizik biliminin dışındaki bilimleri ve çıkar gruplarını da ilgilendirir. Bilimin keşfedildiği ülkelerde bilim insanının tüccar olması makbul değildir. Böylelerini meslektaşları deşifre ve teşhir ederler. “Doğduğu ortamdan koparılmış bilgi yıkıcı eğilimler taşır ve doğanın seyri bedelsiz değiştirilemez” diyen Feyerabend çok haklıdır. Bilimsel alt yapının, bilim insanlarını da içine alan meslek ahlâkının ve demokrasinin bütün kuralları ve aktörleri ile oluşmadığı coğrafyalarda bilim ve onun yaşama uygulanması (teknoloji) tehlikeli hal alır. Üniversitede bilimsel özgürlük ve idari özerklik önemlidir. Çıkar grubu anlamında sağlık, herkes gibi bilim insanlarına ve belki daha fazla, nükleer enerji sektöründe çalışanlara lazımdır. Bilim özgürlüğünün, multidisipliner bilirkişilik yaklaşımının ve çevre sağlığı meslekleri üyelerinde, bulunması gereken davranış yeterliliklerinin bulunmadığı toplumlarda uzmanlık zarar verici hale gelir. Bunun en iyi örneği başta nükleer mühendislik olmak üzere bütün mühendislik meslekleri ve uygulamalarıdır.

Ortak aklı sorgulama nasıl olacak? İlahiyatçılardan, bilim insanlarından beklentiniz nedir?

Düşüncesini özgürce açıklayanlara komünist-dinsiz damgası vuran bir toplum (mahalle) baskısı var. Devletin seçim, siyasi partiler ve devlet memurları vb. yasalarında bazı gruplara (memurlara) getirilen seçilme ve ifade özgürlüğü yasakları, kısıtlılıkları ve  % 10 seçim barajı var. Bu durum toplumun bütün düşünen kesimlerinde özsansüre, ailesinin gelecek korkusu nedeniyle yazara yaptığı (yazma bizde zarar görüyoruz) özbaskılara da yol açıyor. Devletin sağlıklı büyüyebilmesi, kendi ayakları üzerinde durabilmesi için, bütün bu yasakların kalkması; ananın kendi çocuklarından korkmaması gerek. Çevre kirliliğine neden olanların kul hakkı yiyip yemediklerini, yeryüzünde var olmayan teknolojilerle (nükleer enerji, GDO’lu ürünlerin vb.) üretilen ürünlerin vb. haram olup olmadığını sorgulamak ayrı bir mahalle baskısını beraberinde getiriyor. Çünkü Hıristiyan âlemi Yeşil İncil’i oluşturup e-kitap olarak elektronik ortamda dahi herkesin ücretsiz ulaşımına sunarken; ülkemizde egemen olan Sünni (Hanefi) İslam’da, “Kur’an yorumu ve içtihat kapısı” herkese açık değil. Bu yüzden sorgulamalar içinde en zararsız ve sağlıklı olanı; ilahiyatçıları sorgulanması. Bunun da en kolay yolu onları panellerimizde konuşmaya davet etmek, Yeşil Gazete’nin İhsan Eliaçık; Özgür Gürbüz’ün “Nükleer Caiz mi?” röportajlarında olduğu gibi (oto)röportaj yapmak. Panelistliği veya röportajı red ettiklerinde dahi elinizde bir kanıtınız olmuş olur.

Ülkeyi, bütün sorunların çözümlerinin Kur’an’da var olduğuna inananlar yönetirken; bunların âlim, ulema dedikleri, her türlü basılı, sözlü ve görüntülü ortamda dünya ve ülke meseleleri üzerine sürekli ahkâm keserken; maaşlarında EYÇ’lerin de kul hakkı olan bu ülkenin ilahiyatçılarının ve din adamlarının çevre kirliliği ve nükleer santraller konusunda susmalarını anlamak ve kabul etmek olası değil.

Ülkemizde istatistiğin ve dinsel ahlâkın bu kadar yanlış, tek taraflı, yanlı ve alçakça yorumlandığı devir olmadı. Her ne kadar Alev Alatlı’nın Rusya’da gördüğü: “Meşrutiyetini ve güvenilir ulemasını kaybetmiş, aşırı derecede yıpranmış, sadece aydınlarının desteğinden değil, camilerini dolduracak güvenilir müminlerinden de yoksun bir toplum…” Türkiye tarihinin bir sonraki sahnesi olsa da şimdilik farklı bir ahlâk ve hukuk sisteminin yaratılması için egemen ahlâkın sahipleri olarak din adamlarının ve İslam ilahiyatı uzmanlarının ne düşündüğü önemli.

Çernobil Sorumluları Ne Kadar Kul Hakkı Yemişlerdir?

Kul hakkı yiyen sadece hakkı yenilen tarafından affedilebilir. K. Evren hariç hepsi de ölmüş olan Çernobil Çilesinin Türkiye sorumlularının arkasından konuşmak bu nedenle uygun değildir. Öbür dünyaya kul hakkıyla gidenleri yalnız Tanrı bilir. Ama, Eylül 2007’de, Türkiye gibi yıllardır atom santrali kurup kurmamayı tartışan Endonezya’da, nükleerin caiz olmadığına karar vererek atom santraline karşı çıkan Nahdlatul ulemasının ne düşündüğünü biliyoruz da; Dünya ve insan ilişkilerine dinsel öğretiler ve Allah’ın rızası (onayı); helâl-haram gözlüğü ile bakanların çevre sağlığı konularının üst ve alt başlıkları için ne düşündüklerini bilmiyoruz. Kul hakkı yemenin Allah tarafından affedilmediği öğretisinin sahipleri olan İslam ilahiyatçılarının veya “Eşi-kızı düğünde oynayan deyyustur” (kadının namusuzluğuna göz yumandır) diyen din adamlarının vb., bu ülkeye yapılmak istenen atom santrallerin; bacasından zehir saçan termik santral gibi işletmelerin; çevre kirliliğine yol açarak yapılan ürün ve hizmetlerin (bankacılığın, elektriğin, demir çeliğin, suyun vb.) helâl ve caiz olup olmadığı; ve bu işletmelerin sahiplerinin, yönetim kurullarının kul hakkı yiyip yemedikleri hakkında ne düşündüklerini hâlâ bilmiyoruz.

Büyük Japonya Depremi ardından meydana gelen Fukuşima atom santralleri kazalarından yıllar önce Özgür Gürbüz’ün yaptığı “Nükleer Caiz mi?” röportajına verdikleri yanıtlardan, ilahiyatçılar içinde sadece Prof. Dr. Süleyman Ateş’in, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurul Üyesi Doç. Dr. İsmail Karagöz’ün ve İlahiyatçı yazar Prof. Dr. İsmail Karacam’ın düşüncelerini biliyoruz:

“Nükleer caiz değildir yapmayın” demek doğru olmaz, buna yetkililer karar verir. Ancak zararları çoğunluktaysa (içkide olduğu gibi) din buna onay vermez. Çernobil’de olanları biliyoruz.” diyerek atom santrali konusunda işi yetkililere bırakan Karagöz, yetkililerin satışını yasaklamamasına rağmen, işi yetkililere bırakmıyor; içkiye onay vermiyor. Kanıta dayanmayan; duruma, bölgeye göre haram ve caiz olma; dinde çifte standart; inandırıcı değil.

Zararlı olan bir şey, gerek şahsa gerek topluma olsun, yasaklanır; İslam’a aykırıdır. Zarar gerek Müslümanlara gerek Müslüman olmayanlara olsun kabul edilemez, reddedilir. Yapacağınız işin riski faydasından büyükse işe başlanmaz.” diyen Karacam’ın sözlerinin öznesi ve nesnesi örtük ve genel.

İlahiyatçıların öğüt vermesi, yorum ve tenkit yapması gereken konu sadece atom santralleri ile sınırlı değildir. Nitekim, Yeşil Gazete’de Murat Köylü’ye verdiği röportajda ilahiyatçı yazar İhsan Eliaçık: “Kuran’da “Yerlerin ve göklerin yaratılışı, insanınkinden daha büyük bir olaydır” der. İnsanmerkezli düşünceye katılmıyorum. İnsan evrenin sahibi değil, mensubudur… Allah’ın yarattığı evrene zarar vermemek gerekir. Kuran’da takva sakınmak demektir. Neden sakınmak? İnsana, çevreye, doğaya zarar vermekten sakınmak. Kim sakınıyorsa o takva sahibidir… Nükleer insanlara zararlı bir gelişmedir. İhtiyaçtan değil, ihtirastan üretilmiştir. Dünyanın muhterisleri var. Büyük güçler var, asıl onların elindeki nükleere karşı tavır almak gerekir.” diyerek konuya önemli bir açılım yapıyor.

Kutsal metinler ekolojik metinlerdir. Antik çağların ve bin-iki bin yıl öncesinin hafızası ve tecrübesinin birikimidirler. Örneğin Yeni Ahit’in (İncil) Matta-7 bölümünün 24-27. Ayetlerinde sahte peygamberlerden sakınmayı öğütleyen Hz. İsa; bu öğüdü dinlemeyenleri “evini kum üzerine kuran budala adama” benzetir. “Endonezya deprem bölgesi. Oranın şartları gereği ulema bu kararı almış olabilir. Bizde de deprem riski var, ama olmayan bölgeler de vardır.” görüşünde olan; Marmara ve Düzce Depremlerini yaşamış Süleyman Ateş ve diğer İslam ilahiyatçıları Matta İncil’ini okumamış olabilirler mi? Aynı sorun son romanında (Düğümlere Üfleyen Kadınlar) Kur’an’a göndermeler yapan Ece Temelkuran’ın da “Bu kadar kadim bir metne Türkiye edebiyatında niye doğru dürüst atıf yapılmıyor?” diyerek saptadığı gibi edebiyatçılarımızda da görülür.

Édouard Schuré’nin (1841–1929) biraz eksik de olsa “İstesek de istemesek de Musa ve İsa’nın izinden gidiyoruz. Hıristiyanlık’la Helenizm’in yeni bir terkibini yapalım.” ifadesinde olduğu gibi, isteseler de istemeseler de Musa’nın, İsa’nın ve Muhammet’in izinden gitmek zorunda olan Türkiye EYÇ hareketlerinin kendisini halka anlatabilmesi için Kur’an ve Hz. Muhammet ile yeşil-ekolojist düşüncelerin terkibini, sentezini yapması gerekir. Bu pek de zor değildir; çünkü İsa’yı ve Musa’yı yadsımayan Kur’an’da ve Hz. Muhammet’in Hadislerinde pek çok yeşil ve ekolojist ipucu bulmak mümkündür. Yeşil düşünce de bütün dinler ve ideolojiler gibi toplumun temel ihtiyaçlarına yanıt verebilmek için doğmuştur. Yeşil Düşünce, bütün ideolojiler içinde, çok tanrılı dinler dâhil en çok da, bütün öncüllerinin bir terkibi olan İslamiyet’le kaynaşabilir. İslam, körlüğünü ancak yeşil düşünce ile açabilir.

Bu Ülkenin Bilim insanları Çernobil Konulu Bilimsel Araştırma yapmamışlardır

Sorunumuz sadece ilahiyatçıların suskunluğu değil. Genel anlamda bilim insanları sandığımız üniversite öğretim üyelerimiz de suskun. Bu ülkede kendilerini bilim insanı olarak tanımlayan ziraat, hukuk, ekonomi, biyoloji, veterinerlik, klinik hekimlik hatta itfaiyecilik (yangın güvenliği) vb. uzmanlarının, çevre ve atom santrali sorunlarını Ermeni Soykırımı kadar tartıştıkları ve görüşlerini kamuoyu ile paylaştıkları söylenemez. Bu ülkenin üniversitelerinde son birkaç yıl öncesine kadar ne çevre hukuku ne de çevre ekonomisi hocası vardı. Bu alanlarda bilim insanı ve meslek insanı yetiştiren anabilim dalı (kürsü) şeklinde örgütlenmeler (Siyasal Bilgiler Fakültesi dışında) hâlâ, yoktur. Bırakın çevre epidemiyolojisini; genel epidemiyoloji uzmanlığı yan dal eğitimi veren halk sağlığı anabilim dalı yoktur. Oysa batıda, bilim adamı koşullarını yerine getirmemiş, ama yazdıkları ile bunu hak eden uzman, yazar ve felsefecilere (Roland Barthes, Paul Feyarebend, Albert Einstein vb.) bile ülkenin iyiliği için yeni bilim dalları (kürsüler) açmak geleneği vardır. Biz de bu gelenek hiç olmamıştır ve giderek YÖK sayılmıştır. Ve… 26 yıldır bu ülkenin bilim insanları henüz Çernobil konulu nitelikli bilimsel araştırma yapmamışlardır.

Söyleşimizi “O Halde Ne yapmalı?” ile bitirelim ki sorunların çözümü havada kalmasın.

Ekolojik anlamda “hiçbir şey yapmamanın da; her şey yapmanın da” çözüme etkisi olur. Gerçekte, yapılanların, felsefî temeli ve etkinliği üzerine düşünülmeden yapılması; “Körler sağırlar; birbirini ağırlar” ve “körleşmeye karşı körleşme” sonucunu verir. Bazen hiç bir şey yapmamak, bir süre hazırlanmak ve hareketin siyasi, felsefi ve zamansal yönden tasarlanması daha iyi olabilir.

Ben siyasi anlamıyla ekolojistim. Ekolojistliğin ve pek tabii ki ekolojizmin tek sözcükle Türkçe karşılığı yok. Türk Dil Kurumu ekolojizmi “Olgulara bütünsel olarak ve doğa merkezli bakış açısıyla yaklaşan bir düşünce akımı” olarak oldukça iyi tanımlıyor. Benim için kapitalist, emperyalist ve faşist yönetim ve insan mühendisliği modellemeleri hariç; çoğu düşünce biçiminin ekolojizm ve doğa ile uyumlu olmaları mümkün. Hem de hiç olmayacak sandığımız milliyetçilik, dinler, sosyalizmin bile.

Ne yapmalının Türkiye EYÇ’lerine özel yanıtı “Siyaset yapmalı, yapmanın bütün yollarını kullanmalı”dır. Çevreyi kirletmenin nedenleri biliniyor, ama bunun örneğin seçim barajı veya siyasi partiler yasasın ve seçilme engelleri (yasakları) ile ilgisi sorunların ve çözümlerin başına konmuyor. Mücadele topyekün olmak zorunda. Çevrecilerin (EYÇ anlamında) birbirini ötekileştirmeden, birlikte, sistemli, eş zamanlı ve örgütlü olarak hemen-kısa-orta ve uzun vadeli çalışmaları gerekir. Bunu yaparken “akşam 5′de işten çıkıp bir trene atlayarak Almanya’daki bir toplantı ya da konuşmaya katılan ve gece treniyle Brüksel’e dönerek sabah 9′da işine gelen; bütün izinlerini de seçim çalışmalarında kullandığı için hiç izin yapmadan yıllarca bu tempoyla çalışan” Petra Kelly gibi öz verili çalışmak gerekir. Hemen yapılacak şeylerden biri de ilahiyatçılarla ve siyasetçilerin çocuk ve eşleri ile yakın ilişkiler kurup birebir ekolojist ve yeşil ilkeleri algılatmak ve harekete destek vermeye ikna etmektir.

İdeolojik sınıf temelli siyasetten ekolojizmin ‘doğayı örnek alan çıkar ilişkisi’ temelli bir siyaset ve demokrasi modeline geçilmesi gerekir. Çünkü çoğunluğun, azınlığın çıkarlarına ve doğal dengelere rağmen yapamayacağı şeyler vardır.

Bir ideoloji, yaşam tarzı veya insan mühendisliği uygulamasının özellikle sivil ve gönüllü olarak büyüyebilmesi için çekirdek yeşil toplumun yaşayışı ile düşüncesi ile ve çevresindeki yeşil olmayan birey ve topluluklara örnek olması gerekir. Bunun nasıl yapıldığını Gandi gibi bazı başarılı liderlerin, peygamberlerin ve Hz. Muhammet ve ilk Müslümanların vb. uygulamalarından biliyoruz. Günümüzde de tarikat benzeri toplulukların ya da Brezilya’daki Topraksızlar Hareketlerinin örgütlenme ve çalışmaları örnek alınabilir. Yeşil düşünce bir din değildir, ama dinsel örgüt üyelerinde ve denetim mekanizmalarında olduğu gibi yeşil düşünceye sahip bireyler de düşündüğü gibi yaşamalı ve genel topluma örnek davranış ve alışkanlık biçimleri sunabilmelidirler.

Çevreciyim, Yeşilim Diyenler Ne Yapmalı?

En önemli gereksinimlerimizden yani hava ve sudan başlayarak bulunduğumuz yörede ve şehirde hava ve su kirliliği var mı ve güvenilir ve doğru biçimde ölçülüyor mu diye düşünmek gerekir. Ölçülmüyorsa, açıklanmıyorsa ölçülmeme nedeni ne diye düşünülmelidir. Her gün yüzlerce hasta bakan doktorun, her gün tonlarca kömür yakan santral işçisinin, santral mühendisinin ne yapabilirim diye düşünmesi ve bireysel olarak bir takım kararlara, sonuçlara varıp örgütleri ve siyasi partiler aracılığıyla düzeltme çabasına girmesi gerekir. Düzeltme gücü ve etkisi olan kişi ve kurumları sorgulaması; gönüllü çevre istihbaratına yardımcı olması, düzeltme yönünde iktidar araçlarını değiştirme çabasında olması gerekir.

Çevreciyim diyen kişi dindar ise çevre kirliliği yaparak günah işleyenleri, kul hakkı yiyenleri desteklememesi; böylelerinin yönettiği siyasi partilere oy vermemesi; hiçbir şey yapamıyorsa en azından böylelerine hak etmediği saygıyı göstermemesi ve hoşgörmediğini belli etmesi gerekir.

Çevreciyim diyen kişi ülkücü-milliyetçi ise bayrağını kirletilmesine, milletinin sağlıksız nesillere sahip olmasına yol açanları arasında barındırmaması ve bunlara saygı duymaması, oy vermemesi gerekir.

Çevreciyim diyen kişi laik ve sol düşüncelere sahip ise insan haklarını ihlâl eden, emekçileri, yoksulları vb. ezen kapitalist veya sosyalist (devlet kapitalizmi) partileri ve seçim sistemini desteklemeyip bireysel ve siyasal yeni çözümler geliştirmesi gerekir. Bunun aksini yapanlara, demokrasiyi kendisi için isteyenlere toplum içinde hak etmedikleri saygıyı göstermemesi gerekir.

Eğer Can Yücel’in dediği gibi kişi, “solun en ileri dalı olan yeşil” ise; bütün bu hak ihlâllerine diğer canlılarının, gelecek nesillerin ve eko sistemin haklarını ekleyip mücadele vermesi; insana ve eko sisteme zarar veren yaşam ve tüketim alışkanlıklarından vazgeçmesi, seçenek yaşam biçimleri içinde yer alması ve yeşiller-ekolojist parti(ler)ye oy vermesi gerekir. Önce nüfusun %77’sinin yaşadığı kent ve ilçe merkezlerindeki zalim kapitalist tüketim alışkanlıklarından başlamadan kırsalın çevre sorunlarına çözüm getirilemez. Yeşiller, Egemen Özkan’ın güzel çevirisiyle Sinek Sekiz Yayınevi tarafından Türkçeye kazandırılan Bill Molllison’un “Permakültüre Giriş” kitabında anlatılan etik yatırım sistemini ülkemizde oluşturmaya çalışmalı, kentte ya da kırsalda permakültür topluluk uygulamalarına da öncülük etmeli; katılmalıdırlar.

Bütün canlıların ve insanların onuru vardır. Bu onura saygısızlık yapılmamalıdır. Zira, Tınaz Titiz’in saptadığı gibi etkili Sorun Çözme Araçları elinden alındığı için giderek Sorun Çözme Kabiliyeti zayıflayan ve her gün çeşitli nedenlerle yoksayılarak, ötekileştirerek; askerde komutanlarından, işinde amirlerinden, patronundan, öğretmeninden evde eşinden mobbinge, şiddetin her türlüsüne uğrayarak defalarca onuru kırılan Türkiye insanı, “kısa vadede etkili gibi görünen, uzun vadede ise tahripkâr Sorun Çözme Araçlarına yönelmeye”; insanda üretme, yaratma nedenlerinin kaybolmasına ve isyan etmeye yol açacak kadar hayata ve hayallerine küstürecek bir ümitsizliğe hızla koşmaktadır.

Gönüllü çevre istihbaratı’yla neyi kast ettiniz?

İncirlik üssünden bir genel seçim günü çıkartılan ve muhtemelen Akdeniz’e dökülecek tehlikeli atıkların bilgisini, İncirlik’te çalışan Türk işçilerin bize verdiği istihbarat ile öğrenmiş ve Greenpeace desteği ile atıkları geldikleri yere (İngiltere’ye) döndürmüştük. Yeni bir işgal biçimi olan kapitalist çevre tahribatına karşı ülkenin korunması; genellikle devletin uyuduğu veya çalışmadığı zamanlarda yapılan (gece karanlığında, çalışma saatleri dışında, tatil günleri vb.) kirlilikle; kâğıt üzerinde, halka rağmen verilen hatalı ÇED kararları vb. ile erken mücadele; çalışanların içerden zamanında verdiği bilgilerle yapılabilir.

Sözlerimi Ankara ODTÜ’de yapılan bir Ekolojik Yaşam Sempozyumundaki bildirisine “Selâmün aleyküm” diyerek başlayan Victor Ananias’ı ve Kemerköy (Gökova) Termik santralini protesto için yattığı ölüm orucunda sağlığını yitirerek aramızdan erken ayrılan Sınırsız Çevre Yolcusu arkadaşım Saynur Gelendost’u anarak ve Bill Molllison’un şu cümleleri ile bitirmek istiyorum: “Paramızı veya işgücümüzü silahlanmaya, biyolojik zehirlere, bize veya çevreye zararlı olacak hiçbir şeye vermememiz gerekir… yapmamız gereken en büyük değişim tüketim yerine üretimi tercih etmektir; … eleştirdikleri sisteme bağımlı olan ve gıda veya barınak yerine laf ve mermi üreten devrimcilerin beyhudeliği de bu yüzdendir… Dinde, sağlıkta, çiftlikte veya fabrikada monokültürcüden korkun… Edilmesi gereken birçok kavga ve çıkılması gereken birçok macera vardır. Soğuğa, açlığa, fakirliğe, cehalete, aşırı nüfusa ve açgözlülüğe karşı kavga; arkadaşlık, insanlık, uygulamalı ekoloji ve sofistike tasarım macerası… Bunlar, şu anda yaşamakta olduğunuzdan çok daha iyi bir hayat sağlayabilir ve çocuklarımıza da bir hayat sunar”.

Yeşil Gazete’ye teşekkürlerimle.

Umur Gürsoy, 20.03.2013, İstanbul

More in Röportaj

You may also like

Comments

Comments are closed.