Ana Sayfa Blog Sayfa 5092

Vanlı kadınlardan kefenli eylem

0

Vanlı kadın örgütleri, yaşanan çatışma ortamının son bulması için bir araya gelerek kefenli eylem yaptı.

Van’da faaliyet gösteren 11 kadın örgütünün üyeleri, Faki Tayran Parkı‘nda bir araya gelerek yaşanan çatışma ortamının son bulmasını istedi. Eyleme, Mavigöl Kadın Derneği, Saray Kadın Derneği, Bostaniçi Belediyesi Maya Kadın Dayanışma Merkezi, Kadın El sanatları Derneği, Van Kadın Derneği, Van Kamer, Van Kadın Sorunlarını Araştırma Uygulama Merkezi (VAKASUM), YAKA-KOOP, KESK Kadın Komisyonu, Van Kent Konseyi Kadın Komisyonu ve İnsan Hakları Derneği (İHD) Kadın Komisyonu üyeleri katıldı.

Kefenleri içindeki kadınlar, “biz bu savaşa çocuk doğurmayacağız” diyerek, savaşa çocuk doğuran bedenlerinin ölü olduğunu ve doğurganlık özelliği taşımadığını söylediler. Kadınlar, “üç çocuk mu, üç asker mi”, “kadın doğuruyor, erkek öldürüyor”, “duble yol değil, duble yaşam”, “savaşa değil, barışa bütçe”, “savaşa asker doğurmayacağım” sloganları attılar.

Grup adına bir açıklama yapan Saray Kadın Derneği Başkanı Hamide Yeni, çeyrek yüzyıldan fazladır Türkiye’de süren savaşın herkesi ekonomik, sosyal, politik ve psikolojik olarak derinden etkilediğini söyledi. Yeni, “Türkiye’nin her yerinde bu savaş sonucu yaşamını yitirenlerin cenazelerini taşımayan omuz kalmadı. Hemen hemen her mahallede, her köyde, neredeyse her evde bu savaşın yasını tutanlar var. Biz kadınlar yıllardır süren bu acıların yüreklerde açtığı yaralar üzerine yenilerinin eklenmesini istemiyoruz. Biz kadın örgütleri, yıllardır bu savaşın son bulması için yüzlerce eylem yaptık, yüzlerce kez, binlerce kez, ‘Savaşa hayır’ dedik. ‘Bu savaşa doğurmak istemiyoruz’ dedik. Ancak siyasi iktidarlar kimsenin sesini duymadan, ‘Daha çok kan, daha çok ölüm’ dedi. Biz kadın örgütleri, bu savaşın derhal bitmesini ve hiç kimsenin ölmemesi için adımlar atılmasını, ayrıca savaşa değil, barış ortamına hizmet eden bir medya istiyoruz” ifadelerini kullandı.

Kadınlar, bir süre oturma eylemi yaptıktan sonra etkinliğe son verdiler.

(Kaynak: Çumra Postası, bianet)

Kandil bombardımanı: Apoletli Medya BİS!- Ragıp Duran

Bıçak kemiğe dayanmış ve sabır tükenmişti. Üstelik söz de bitmiş uygulama başlamıştı. Daha önce de terörizme karşı zaten yeni strateji ilan edilmişti. Çıka çıka Kandil bombardımanı çıktı tüm bu sinirli milliyetçi söylemden. Üstelik de 6 günlük operasyon PKK’ye göre başarısız. Ama bizim medyaya inanacak olursak…Durum vahim.

Türk egemen medyası, Silvan olaylarıyla başlayan son süreçte, klasik/geleneksel yani temel gazetecilik ilkelerini ve yaklaşımını bir kez daha açık açık ihlal ederken, propaganda ağırlıklı yayınlarıyla iktidar-medya ilişkilerinde eski dönemin sürdüğünü sergiledi.

Gazeteciliğin temel işlevi, meydana gelen bir olay konusunda, kamu çıkarını gözeterek, mümkün olan en doğru, en ayrıntılı bir şekilde (Ve tabi ki inandırıcı, güvenilir, dengeli ve hızlı bir yöntemle), tüm tarafların görüşlerini vererek, yurttaşları/okurları bilgilendirmek, aydınlatmak.

Ne var ki, Silvan olaylarından Kandil’in 6. gün bombalanmasına kadar geçen süre içinde, Türk egemen medyası, mevcut iktidar yanlısı medyanın ‘Ergenekon dönemi’ olarak adlandırdığı zamanda kullanılan bütün manşet, başlık, spotları bir kez daha kullandı. Adeta hepsi arşivden… Ergenekon karşıtı köşe yazarları da, darbecilik ve askerperverlikle suçladıkları eski köşe yazarlarının tüm klişelerini ve yaklaşımlarını tekrar etmekte beis görmedi. Kürt karşıtlığı, AKP ile Ergenekon dönemi yönetimlerin ortak paydası, ortak zemini. Ha Ali Veli, ha Veli Ali… Bu aralar ‘İslamcı kesimin Emin Çölaşanlarından’ söz edilmesi tesadüf olmasa gerek.

Burada iki mesele var:

Vakti zamanında, utangaç bir uslûpla da olsa Çiller/Güreş döneminin sınırötesi harekatlarına karşı çıkan kalemler, bugün bu harekatları can-ı gönülden destekliyor. ‘Yeni dönem’, ‘Terörizme karşı yeni strateji’ safsataları altında, Kürt meselesine hala salt güvenlikçi gözlükle baktıklarını, milliyetçi söyleme sarıldıklarını üstelik de şiddet övgüsü yaparak kanıtlıyor. Cengiz Aktar’ın AKP ideolojisine uygun bulduğu anlamlı bir etiket var: İslamcı Kemalist! Dolayısıyla bugünkü Kürt karşıtı şiddet kampanyasının eski ya da İslamcı Kemalizm’den kaynaklandığı ortaya çıkıyor. Ulus-devlette iktidara gelen, önce Diyarbakır’a gidip ‘Bu devlet size haksızlık etti’ filan diyor, sonra kafası atınca, ‘Bıçak kemiğe dayandı’, ‘Artık söz bitti, uygulama başladı’ diyor. İktidar konumu (Saygılar Mösyö Foucault!), özellikle de ileri derecede demokrasi yoksunu olunca, Kürtlerin ve barışın perspektifinden baktığınızda herhangi bir yenilik getirmiyor.

Pennslyvania Mescidine yakın yayın organlarında reklamı yapılan bu yeni dönemin nesinin yeni olduğunu henüz kimse açıklayamadı. İhsan Bal’ın açıklamaları sahada uygulanamayacak öneriler. ‘Teröristler artık öldürülmeyecekmiş, adalete teslim edilecekmiş’ (!). Tek gerekçeleri, silahlı güçlerin sivil yönetiminde ve denetiminde olması. Polisin Özel Harekat birlikleri, Süper hatta Ultra Valiler kimsenin yabancısı değil. Şiddet çözümünü savunup uygulayanın sivil ya da asker olması çok mu önemli? PKK’ye yakın kaynaklar, bu ‘yenilikleri’ eleştirmelerine rağmen, aslında personel değişikliği ve komuta mekanizmasının askeri açıdan Kürt silahlı militanlarını daha güçlü hale getireceğini öne sürüyor.

İkinci mesele şu: 1925’den bu yana çözülemeyen Kürt meselesine, binlerce siyasetçiyi hapse tıkmakla, seçilmiş milletvekillerini Meclis’e sokmamakla, Kandil’i bombalamakla ya da yeni tutuklama kampanyalarıyla çözüm bulacağına inanmak, en hafif deyimiyle safdillik. AKP devletinin, ABD’deki üçüncü sınıf üniversitelerde master yaptı diye danışmanlığa getirdiği sivil ‘akademisyenlerle’, hepsi aynı şeyi savunsa da farklı isimlerle ekrana çıkan kıymeti kendinden menkul askeri strateji uzmanları, Atatürk, İnönü, Bayar, Gürsel…vs… dönemlerinde denenip herhangi bir başarı sağlayamadığı gibi sorunu daha da çetrefil hale getiren şiddet çözümünün çıkmaz olduğunu, geçersiz olduğunu bilmiyor mu?

Maksat, asker kayıpları nedeniyle morali bozulan Türk kamuoyunun, amiyane tabirle ‘milliyetçi gazını almak’ ise, bu da amacına pek ulaşmıyor. Çünkü, önce ‘Kandil’i BBG evi gibi gözetliyoruz’ diyen bir askeri yetkili, emekli olunca, ‘Kandil’e üç ordu göndersek de sonuç alınamaz’ mealinde açıklamalar yapmıştı.

Arada bir de, Murat Karayılan’ı belki 5. kez yakalayan mümtaz Türk medyası, bu haber çarpıtmasını haklı göstermek için 2-3 gün boyunca ‘Karayılan muamması’ başlıklarıyla kıvırdı. Şemdin Sakık ve Abdullah Öcalan yakalandı. Halen içeride çok sayıda PKK’li var. Vakti zamanında Şeyh Said ile Seyit Rıza idam edilmişti. İhsan Nuri trafik kazasında öldü. Şimdi bugün Karayılan yakalansa, Kürt meselesi çözülecek mi ki? Azadi ve Hoybun bugün artık sadece tarih sayfalarında. Kürt meselesi yok mu?
PKK kaynaklarına yakın medya organları, Karayılan konusundaki spekülasyonlara son verecek girişimi 23 Ağustos Salı öğlen saatlerine kadar atmadı. Bülent Arınç da bu nedenle hala ombudsmanlık görünümünde kuşku yayabiliyor. İran-Karayılan ilişkisini Suriye perspektifiyle değerlendirmek gerek.

Gerçekten demokratik bir ülkede, böylesine geniş çaplı bir askeri propaganda hatta askeri ajitasyon harekatı yapılsa, yurttaşlık bilinci yüksek kesimler, ‘Sen bizim vergilerimizi böyle anlamsız operasyonlarda nasıl harcarsın?’ diye iktidardan hesap sorar. 6 gündür Kandil bombalanıyor (17-22 Ağustos). Kürt tarafının haberlerine ambargo koyan egemen medya, ANF’nin haberine göre bombalara maruz kalan iki kadın, iki çocuğun ölümünden bile sözetmiyor. Öldürülen 7 sivil konusunda da Türk egemen medyasında çıt yok. HPG’nin 22 Ağustos Pazartesi günü yaptığı açıklamada ‘Bombardımanlarda üç gerillanın’ yaşamını yitirdiği yolundaki bilgiyi de görmezden geliyor Türk egemen medyası. Ama Genelkurmay Başkanlığının ’90-100 ölü, yüzlerce yaralı’ haberi(!) hemen sayfalara, ekranlara taşınıyor. İki zıt kaynak arasında bu kadar büyük fark olabilir mi? 90’a 3 !
Egemen medya en zıvır zıvır işlere muhabir gönderir de böylesine önemli bir konuda kendi görüşünü yansıtamıyor.
Genelkurmay’ın servis ettiği film ve fotografları hiçbir inceleme-eleştiri süzgecinden geçirmeden, olduğu gibi ekranlara, sayfalara taşımaya herhalde gazetecilik denmez. Bu faaliyet aslında Ordu Foto-Film Merkezinin görevi.

Her gazetede, televizyonda en az 2-3 magazin muhabiri var, özel olarak bir futbol takımını izleyen muhabir var, köşe yazarı deseniz kesenize bereket, ama Kürt meselesi gibi hayati bir konuda, gazete ve televizyonların merkezinde sorumlu bir editör/muhabir/uzman yok. ‘Bizim Diyarbakır’daki arkadaşlar bakıyor o meseleye’ derlerse de inanmayın, çünkü Türk egemen medyasında Kürt meselesine aslında ‘Ankara’daki arkadaşlar’ bakıyor.

Gazetecinin yapması gereken, bir dizi temel soruyu sorup, bu sorulara farklı pespektiflerden (Yani hem TSK hem de PKK açısından ama en önemlisi kamu çıkarı açısından) yanıtlar aramak olmalı. Mesela:

– Silvan olaylarıyla ilgili olarak TSK’nın raporları – ki askeriyenin bariz bir şekilde hatalı olduğunu belirtiyor- neden sadece bir gün haber yapıldı? Görevden alınan komutanlarla ilgili olarak neden haber takibi yapılmadı?

– Kandil harekatının amacı, yararı ve olumsuz yanları nelerdir?

– PKK ile BDP arasında, İmralı ile Kandil arasında ne tür ilişkiler vardır?

– TSK’nın yeni komuta kademesi ile siyasi iktidar arasındaki ilişkiler nedir?

Örneğin bu dört soruya, köşe sahibi olduğu için, her gün farklı bir konuda ahkam kesen her kalem sahibi öyle kolay kolay yanıt bulamaz. Bu soruların yanıtları, bazı askeri/teknik bilgiler gerektirdiği gibi, farklı uzmanların görüş ve yorumlarıyla ele alınmalı. Keza farklı, yani çatışan tarafların siyasi tahlilleri de önemli. Gazetecilik esas olarak fikir/kanaat değil, bilgi ve belge okuma/inceleme/tahlil etme mesleği… Gazetecilik ayrıca esas olarak savaş değil barış mesleğidir. Gazetecilik daha çok sayıda insan ölsün diye değil, barış olsun, huzur olsun diye yapılır. Bu, siyasi-ideolojik bir tercih değil. Bu, mesleki bir tercih. Çünkü topların, tankların, avcı bombardıman uçaklarının kol gezdiği bir ortamda bizim mikrofon, kamera ve kalemlerimizin sesi duyulmaz!

Türkiye’de Kürt meselesi gündeme geldiğinde gazetecilik yapılacağına, Vatan Millet Sakarya propagandası görünümünde Kürt düşmanlığı ve şiddet övgüsü yapılıyor bizim egemen medyada. Çünkü bu kolay bir faaliyet. Ayrıca da, medya mülkiyet yapısı ve ideolojik bağımlılık hesaba katıldığında bu yaklaşım, mecburi yaklaşım. Yeni Şafak gazetesi, katil diye BDP’lileri hedef gösteriyorsa, bu yayın, bir sonraki adım için zemin hazırlamak anlamına gelir. Köşe yazarı mı, polis mi, cemaatin ulak oğlanı mı belli değil, biri kalkıp, ‘PKK bir binbaşıyı esir aldı’ diye yazarsa, ve bu askeri-medyatik bombardıman altında kimse bunun hesabını sormazsa, gazetecilik mesleği pek mahzun…

Ekranları, manşetleri hatta tüm sayfaları silah fuarı broşürleri gibi donatmak, resmi şiddeti meşrulaştırmak için binbir takla atan akademik ünvanlı ya da kendisini strateji uzmanı ilan eden (Aşağı yukarı herkes!) kişilerin görüşlerinden medet ummak, Kürt sorununun çözümsüzlüğünü ‘sürdürülebilir’ hale getirmekten başka bir işe daha yarıyor: Kürt düşmanlığını yaygınlaştırmak.

Sadece Silvan sonrası gelişmeler değil, baştan beri, yani 1925’den bu yana Türk egemen medyası (Akademiası da) şu kilit konu ve sorulara eğilmediği için milliyetçiliğin, militarizmin, şiddetin pençesinden kurtulamıyor:

– Kürtler bu devletin gerçekten hakiki/eşit yurttaşları mı? Kendilerini öyle hissetmiyorlarsa neden?

– Kürtler 1925’den bu yana sorunlarını, taleplerini neden ancak dağa çıkarak, şiddete başvurarak açıklayabildiler?

– Kürtler bugün ne istiyor?

– AKP’nin Kürt Açılımı nedir? Neyi amaçlıyor?

– Öcalan’ın Yol haritası nedir? Protokol metinleri neleri içeriyor?

– Öcalan, İmralı’daki görüşmeleri kendi açısından açıklıyor, yorumluyor. Devlet kanadı bu görüşmeleri nasıl değerlendiriyor?Neden sessizlik var?

– Kürt sorunu barışçı bir şekilde çözülmezse, ne gibi sonuçlar ortaya çıkabilir?

Bu soruları sorabilmek, bu konuları açabilmek için medyanın bağımsız ve özgür olabilmesi gerekiyordu. Bu soruları sormak ve yanıt aramak da kaçınılmaz olarak kahve sohbeti değil ciddi uzmanlık gerektiren bir alan. İlginçtir, aslında bu soruları, medya ve akademia’dan önce bizatihi devletin sorması, irdelemesi, yorumlaması gerekirdi. Hatta yanıtlar üretmesi lazımdı. E Devlet Baba bunu şimdiye kadar yapmadıysa medyatik yavrucuğu neden yapsın ki?

Yine de bu kez, geçmişteki sınır ötesi operasyonlara oranla, az da olsa bir-iki olumlu gelişmeye tanık olduk. Mesela Can Ataklı gibi bir yazar, telefonla katıldığı bir TV programında, mealen, ‘Kandil’i bombalayacaksın da ne olacak? Benim için, Silvan saldırısını gerçekleştiren teröristlerin yakalanması çok daha önemli ‘ diyerek, güvenlikçi yaklaşımı savunurken bile, Kandil harekatının anlamsızlığını ifade etmiş oldu. Radikal gazetesinin manşetten verdiği, hayatını kaybeden binbaşının babasının

‘Meseleyi ölüm değil siyaset çözer’ şeklindeki açıklaması da anlamlı.

Kandil operasyonunda TSK’nın beklediği sonucu alamaması konusunda bahane olarak tehlikeli bir haber çarpıtma örneği, Bugün gazetesinde çıktı: Efendim, TSK’nın üst kademesinden Ergenekoncular, PKK’ye harekattan önce istihbarat sızdırmışmış! Kaynağı, bilgisi, belgesi olmayan bu iddia, bir köşe yazısında yayınlandı. TSK’nın darbeci geleneğini biliyorduk, bu yazı ile TSK’nın bir de PKK kanadı hakkında bilgi sahibi olduk! Okurun bu tür asparagaslara inanmasını beklemek, ya alemi cahil sanmakla ya da iktidar gururunun densizliğiyle açıklanabilir ancak.

Olumlu gelişme kategorisinden olmasa da, Flash TV’de ana haber bülteninde, Genelkurmay’ın bombardıman uçaklarının hedefleri vururken çektiği görüntülerin altına Arapça (?) maç anlatım sesi döşeyip, hedefler vurulduğunda Gooool diye bağıran spiker montajı, milliyetçilik vahametinin, Rambo Gazeteciliğin boyutlarını göstermesi açısından ilginç. Flash TV ana haber bülteni sunucusunun, jetlerin hedefleri bombalamasını, milli takımın rakip takıma gol atmasına benzetmesi (Bu benzetmenin telifini dönemin Olağanüstü Hal Bölge Valisi Hayrettin Kozakçıoğlu’na ödemek gerek), en milliyetçi ve en şiddet yanlısı medya olan ayrıca da çok sık militarist söylem kullanan spor medyasına bir saygı selamıydı herhalde. Flash TV’nin bu yayını, egemen medya tarafından bile eleştirildiğine göre, Kandil bombardımanının medyatik versiyonunun ne kadar sulandırıldığına iyi bir örnek.

Egemen medya bu tutumuyla, bu yayınlarıyla, geniş okur kesimi nezdinde sürekli olarak puan kaybediyor. Çünkü güvenirliği ve inandırıcılığı her geçen gün azalıyor. PKK kampları yıllardır bombalanıyor buna karşılık PKK de yıllardır hedef bildiği TSK’ya yönelik operasyonlarını sürdürüyor. Mevcut iktidar yanlısı medya organları olsun, Kürt karşıtı kadim medya organları olsun, Kürt karşıtlığından, savaşperver davranışlarından vazgeçmediği sürece gazetecilik/habercilik yapamaz, yapamıyor da zaten. Medya, şiddetin çözüm olmadığını, milliyetçiliğin ve militarizmin savaş anlamına geldiğini kabul ettiği gün, düzgün habercilik yapmaya başlayabilecek. Barış Gazeteciliği diye giderek gelişen bir ekolden haberdar olan kaç gazeteci, kaç editör, kaç yazı işleri müdürü, köşe yazarı ya da Genel Yayın Yönetmeni var acaba Türkiye’de?

Önümüzdeki yakın dönemde, Kandil Operasyonunun, Blok’tan seçilen milletvekillerini de içeren geniş kapsamlı bir gözaltı kampanyası ile süreceğine dair söylentiler var. İktidar, böyle bir operasyonu göze alma cüretini gösteriyorsa, güney komşumuz Suriye yönetimine özeniyor, anlamına gelir. Hiç tavsiye edilmez! Yurtiçi ve yurtdışı tepkileri bir yana, PKK’yi güçlendirebilecek bu adım karşısında, egemen Türk medyasının yayınlarını şimdiden öngörmek mümkün. KCK operasyonu gibi olumsuz bir örnek de var yakın geçmişimizde.

Aslında, temel faktör, egemen medyanın siyasi iktidardan, siyasi, ideolojik, maddi ve manevi olarak bağımsız ve özgür olmaması. Aksi takdirde, şimdiye kadar muhalif kalemlerin, kenarda köşede bin kez yazıp söylediği şu gerçeği iktidar da çoktan kavrar, kabul eder ve uygulardı:

Türkiye’de askeriyenin vesayetini kırmanın en önemli aracı Kürt meselesini barışçı yoldan çözmektir.

Yorum: Beşiktaş turu hakemlerle hatırlamalı

İlk maçın sonunda yazdığım değerlendirme yazısında, “Alania’nın sert oynayan bir takım olduğu söyleniyordu ama Beşiktaş daha sert oynadı” yazacakken vazgeçmiştim. Alania’nın sert bir takım olduğunu görmek için deplasmana gitmek gerekiyormuş. Beşiktaş, ağır sahada dayak yiyerek bitirdi maçı denebilir. (İlk yarında Alania’lı oyuncular beş sarı kart gördü. Bu sürede Beşiktaş’ta da iki sarı kart vardı ama ikisi de sert oyuna gösterilen tepkiler sonucu oldu.) Alania’nın sindirme ve hemen golü bulma arzusu, Beşiktaşlı oyunculara darbeye dayalı ağrı olarak geri döndü.

Bitmesi gereken bir saatte başladı maç; 21.40 gibi… Nedeni yoğun yağış. Topun sekemeyeceği, çizgilerin silindiği bir yağış. Fakat çalışmayla maçı geç de olsa başlattı Ruslar. Eğer ertesi gün kura çekimi olmasaydı, yine bu kadar ısrar edilir miydi maçta orası biraz şüpheli. Tabii bir de Alania’nın bu ağır sahayla iyi bir sonuca gitme şansı, “saha ve hava şartlarının futbol oynamaya çok müsait olduğu” hava şartlarından daha yüksek. Kendisini değil, topu ve tekniğini konuşturan Guti gibi futbolcular için çok olumsuz bir saha. İşin ilginç olan yanı ilk yarı boyunca Guti, ilk maça nazaran daha etkili oldu. Bellli bir alan içerisinde ara pas atarak yeteri kadar zora soktu rakip defansı. Fakat, rakibin çok zayıf olması ve 20. dakikada, İstanbul’daki maçın en iyi oyuncusu olan 4 numaralı Dudiev’in sakatlanması Beşiktaş’ın zorlanmasını engelledi denebilir.

İkinci yarıya gelince işler değişti denilebilir. Zaten Beşiktaş’ın sahanın da etkisiyle yorulduğu ve istediklerini yapamayacağı 40. dakikadan itibaren belliydi. Fakat belli olmayan ve bence inanılır gibi de olmayan hakem ve Beşiktaşlı oyuncuların arasında yaşananlar!

Şimdi düşünün ki, bir maçta Beşiktaş, ikisi bir oyuncuya olmak üzere toplam 8 sarı kart görüyor ve hiçbir sarı kart oyun gereği değil! Neredeyse hepsi, şu şekilde: Alanialı bir oyuncu Beşiktaşlı bir oyuncuyla tartışma çıkartıyor, hakem de geliyor ikisine birden sarı kart gösteriyor. Sert giren ya da tartışmayı çıkartanın kim olduğu önemli değil. Bir takım bunu, birinci kartta anlamayabilir, ikinci de anlamayabilir, üçüncüde de anlamayabilir. Sekiz sarı kart görülür mü bu şekilde? Dön arkanı, rakip görsün sarı kartı, sen de dinlen. Yok illa “dayılık” yapacak oyuncular! Sekiz sarı karta mal oldu bu durum ve turu da zora soktu! Hele, bu takımın kaptanı olan İbrahim Toraman‘ın aynı tuzağa iki kere düşüp, oyundan atılması inanılır gibi değil! Rakip de sekiz sarı kart gördü. Bir maçta 16 tane sarı kartın olması ve olan pozisyonlara bakınca, hakemin de çok yeterli olmadığı açık ama en azından hakem adalet görüşünü açıkça ortaya koydu. Fakat, bu maçın hakemini “anarken”, ilk maçın penaltı yaratan hakemini de unutmamak gerek. İsmail’in pozisyonunda penaltı vermeseydi, şimdi başka konuları konuşuyor olacaktık. Bakın, Bursaspor’u ilk maçtaki haksız penaltı bile kurtaramadı.

Maç tamamen sıkıcı geçerken, Beşiktaş eski günlerini hatırlayarak 81 ve 88’de iki gol yedi. Alania için de herhalde uzun yıllar hatırlanacak bir Avrupa zaferi oldu bu maç. Beşiktaşlı taraftarlar için ise hemen unutulmak istenen bir karşılaşma.

Sonuç olarak, Beşiktaş UEFA Avrupa Ligi’ne Türkiye’den kalan tek takım olmayı başardı. Gelir anlamında da önemli bir kaynak sağlayacaktır bu durum. Rosenborg’un, Young Boys’un, Glasgow Rangers’ın, Celtic’in, Panathinaikos’un, Roma’nın ve Sevilla‘nın elendiği bir ortamda gruplara kalmayı başardı.

Maçın başarılı oyuncuları olarak, Rüştü Reçber’i, Manuel Fernandes’i ve Veli Kavlak’ı sayabiliriz Beşiktaş adına.

 

Fenerbahçe ligden çekiliyor

0

Fenerbahçe Kulübü Asbaşkanı Ali Koç, futbolcuların artık Bank Asya 1. Lig’de oynamayı talep ettiklerini ve yarın kendilerinin de Federasyon’a giderek ‘Bizi Bank Asya 1. Lig’de oynatın’ diyeceklerini söyledi.

ALİ KOÇ’UN AÇIKLAMALARINDAN SATIR BAŞLARI
UEFA’dan gelen talebin, sadece Fenerbahçe’ye değil tüm Türkiye’ye atılmış bir tokat olduğunu ifade eden Ali Koç, “15 Ağustos’taki açıklamalarda Fenerbahçe’nin lige devam edeceği ifade edilmişti. Biz de çalışmalarımızı yaparken, dün bize UEFA’dan gelen bir yazı iletildi. Bizim, Şampiyonlar Ligi’ne gönüllü olarak katılmamamız isteniyordu. Böyle bir kararı, bu kadar kısa sürede veremeyeceğimizi ilettik. Böyle bir kararın, sadece Fenerbahçe’ye atılan bir tokat değil, tüm Türkiye’ye atılan bir karar olarak görüyoruz” dedi.

UEFA’nın bu tür kararları başka ülke federasyonları adına alamadığını ancak konu Türkiye olunca kararı almakta zorlanmadığını da açıklayan Koç, “Türkiye, bu süreçte kendi üzerine düşeni en iyi şekilde yapmışken, UEFA’dan bir müfettişin gelip karara müdahale etmesi bizce yanlıştır. Başka ülke federasyonlarına yapamadıklarını, bize yapmaya çalıştılar. Milan, kendi ülke federasyonundan ceza almışken, Şampiyonlar Ligi’ne katıldı ve o sene de Şampiyonlar Ligi Şampiyonu oldu. Bir İtalyan takımını lige alabiliyor ancak bizi almadı” ifadelerini kullandı.

Savcının UEFA yetkilisine bilgi vermediğini ancak TFF’nin sadece Fenerbahçe ile ilgili bilgiler verdiğini söyleyen Ali Koç, “Fenerbahçe Spor Kulübü, mevcut iddialar nedeniyle kendi federasyonumuz tarafından Şampiyonlar Ligi’ne gitmesi uygun görülmemiştir. ‘Bu kararı UEFA verdi’ diyerek işin içinden çıkmak mümkün değildir. Bizim yerimize Trabzonspor’un Şampiyonlar Ligi’ne alınması sıfır toleransa göre kazamizahtır. Savcı Mehmet Berk, Türkiye’nin çıkarlarına uymadığı için UEFA müfettişine bilgi vermemiştir. UEFA sadece Fenerbahçe ile ilgili bilgilendirilmiştir” şeklinde konuştu.

Futbolcuların ve teknik heyetin isteği doğrultusunda Spor Toto Süper Lig’de mücadele etmek istemediklerini yarın bunu Türkiye Futbol Federasyonuna da ileteceklerini belirten Ali Koç, “Fenerbahçe’nin Spor Toto Süper Lig’de mücadele etmesini doğru bulmuyoruz. Futbolcularımız, Fenerbahçe’nin Bank Asya 1. Lig’de devam etmemizi bizden talep ettiler. Biz de yarın federasyona giderek ‘Bizi Bank Asya 1. Lig’e yollayın’ demeye gidiyoruz” diye konuştu.

(Ntv)

Bir devrimin ölüm ilanı God bless NATO! – Fehim Taştekin

Libya istenmeyen rejimleri müdahaleyle devirmek için kötü bir emsal.

“Bizi iç savaş temizler” diyenler Libya’da kazandı. İşin başında planlanmışçasına ‘barışçıl gösteriler’ hızlıca iç savaşa dönüştürüldü. Ve böylece uluslararası hâkim düzene çomak sokan rejim ya da liderleri bertaraf için geliştirilen yeni sömürgecilik doktrini ‘insani müdahale’ bir kez daha uygulama zemini buldu. Halkını ‘sıçanlar’ ve ‘ezilesi hamamböcekleri’ diye aşağılayan Muammer Kaddafi’nin katliam yapacağına dair abartılı öngörülerle ‘insani müdahale’ meşrulaştınldı. Ortalık ‘Müdahale olmasaydı çok büyük kıyımlar yaşanacaktı’ savunmasından geçilmiyor. Dünyanın bir zorbadan kurtulması akılları o denli sarhoş etti ki NATO bombardımanının yol açtığı kıyım görülmez oldu. Tarafsız bir bilanço henüz yok ama NATO bombardımanında ölen sivil sayısı 1239, yaralanan sivil sayısı 4500. NATO’nun kışkırttığı iç savaştaki kurban sayısı ise 13 bin.

Savaş endüstrisi

Niyetim kendilerine ‘Özgürlük savaşçısı’ diyen Libyalı gençlerin diktatörü devirmeye yönelik soluksuz mücadelelerini itibarsızlaştırmak değil, Libya üzerinden güdülen hesapların da görülmesi. Trablus’ta ‘God bless NATO’ ve ‘God bless America’ sloganları, Bingazi’de ‘Fantastik Dörtlü’ yazılı afişte sıralanan fotoğraflar aynı zamanda müstakbel efendileri de resmediyor: Suzan Rice (ABD’nin BM elçisi), David Cameron, Nikolas Sarkozy ve Barack Obama. İmzalanacak petrol anlaşmaları, bombardımanla yıkılan alt ve üst yapının yeniden inşası için açılacak milyar dolarlık ihaleler, kıyıda demir attıkları halde donanma gemileri batırılan ve üslerde bekleyen uçakları imha edilmiş ordunun yeniden teçhizi için ayrılacak bütçeler muhteşem dörtlü için savaşın hâsılatı olacak. Bu noktadan sonra Libya’nın geleceğine kimlerin ortak olacağını öngörmek zor değil: Halliburton, Shell, Total, BP vs. Daha da Önemlisi ABD, elde edeceği üslerle Afrika’nın girişine tüneyecek. Hem Akdeniz’e hakim olmak hem Afrika’nın derinliklerine uzanmak için Libya stratejik bir değer. Yeni Libya yönetiminin geçiş sürecinde içine sokulacağı yardım-kredi sarmalı yüzünden bu taleplere direnmesi zor. Tabi Bahreyn’deki özgürlük arayışlarını Körfez İşbirliği Konseyi’nin ortak askeri gücüyle bastıran Arapların Libya’daki savaşa ortak olurken başka dertleri var. Onlar için ‘baş belası’ Kaddafi’den kurtulmak başlı başına bir hedef.

Sırada kim var?

Dış müdahale olmadan bir diktatörün halkın gücüyle devrildiği Mısır’da Amerikan karşıtlığının hızlıca nüksettiği ve İsrail’le yapılan anlaşmaların sorgulanır hale geldiği görüldü. Bundan ders alan Washington, askeri müdahaleyle Libya’da tersi sonuçlar alıyor. Libyalı asilerin sözcülerinden Ahmed Şabani’nin “Kaddafi’nin zalim rejiminin sona ermesi için İsrail’in uluslararası toplumdaki etkisini kullanmasını istiyoruz” derken yeni Libya’nın İsrail’i tanıyıp tanımayacağı sorusuna verdiği yanıt kritik: “Bu son derece hassas bir mesele. Bu İsrail’in bizi tanıyıp tanımamasına bağlı.”

Barışçıl süreçlerin gittiği yer, belli ki hakim güçlerin istediği yere çıkmıyor. Bu nedenle Batı’nın Arap Baharı’nda ‘barışçıl’ süreçten sapıldığı yer olarak Libya’nın kötü bir emsale dönüştürülme tehlikesi üzerinde durulmalı. Sıradaki ülke kuşkusuz herkesin parmağını gösterdiği Suriye. Askeri kapasitesi ve çevresel etkileri nedeniyle Suriye’nin caydırıcı bir tarafı var. Libya’daki gibi 20 bin sorti ve 7500 hava saldırısıyla bertaraf edilemeyebilir. Yine de Libya Örneği bir savaş tehdidi olarak Şam’ın kapısına Damokles’in kılıcı olarak asıldı. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Ders olsun” uyarısı bu açıdan önemli. Uluslararası güçlerin bu emsali taşıyacakları diğer hedef, ayrık bir duruşa sahip olan Sudan olabilir. Libya’da 6 ayda elde edilen sonuç, Batılı müttefikler için sadece jeopolitik, stratejik ve ekonomik değil ‘tek tipçi’ küresel yapı için ideolojik bir zafer. Hal böyle olunca Libya sokaklarında gençlerin can verdiği devrim, Trablus’ta Bab el Aziziye ulaştığında devrim olmaktan çıkıyor.

Radikal

20 cm’lik olumlu başlangıç

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, su ürünleri avcılığını düzenleyen tebliğde değişiklik içeren taslağı hazırladıklarını, buna göre avlanma limitinin lüfer için 14 santimetreden 20 santimetreye, lagos ve orfoz balıkları için 30 santimetreden 45 santimetreye çıkarıldığını bildirdi.

Su ürünleri avcılığına ilişkin, yer, zaman, boy, tür, mesafe, derinlik, avlanma araç ve gereçleri ile ilgili yasal düzenlemeler yaptıklarını belirten Eker, söz konusu düzenlemelerin Su Ürünleri İstişare Kurulu‘nca ilgili kamu ve bilimsel kuruluşların, balıkçı örgütlerinin ve sivil toplum kuruluşlarının görüşleri alınarak yapıldığını anlattı.

Eker, bu düzenlemeleri yaparken kamuoyunun taleplerinin de dikkate alındığını, Türkiye’nin bu alandaki balık varlığı ve gelecekte Türkiye denizlerinde balık avlanabilmesi için bu sirkülerin hassasiyetle, bilimsel kriterlere göre hazırlandığını anlattı.

Bu yıl için su ürünleri avcılığını düzenleyen tebliğde değişiklik taslağı hazırladıklarını, kendisinin imzaladığını bildiren Eker, yeni düzenlemeye göre lüfer için avlanabilir minimum boy yasağının 14 cm’den 20 cm’ye orfoz ve lagosta ise 30 cm’den 45 cm’ye çıkarıldığını kaydetti. Bakan Eker, şöyle devam etti:

”[Düzenlemeyle] 20 cm’den daha küçük olan lüfer balıkları avlanamayacak demektir. Bu da umuyoruz ki, önümüzdeki yıllarda Türkiye’nin lüfer balığında bir artışa yol açar. Önümüzdeki dönemde bunun etkilerini ölçeceğiz. Avlanma limitini 20 cm’ye çıkarmakla lüfer sayısında artış var mı? Bunu göreceğiz, ölçeceğiz. Ona göre gerektiğinde ikinci bir adım atacağız. Çünkü bizim sularımıza has balık türlerini muhafaza etmemiz, bütün kaynağımızı bir günde, 1 sezonda, 1 yılda tüketmememiz ve gelecek kuşaklar için muhafaza etmemiz lazım.”

Eker, yeni düzenlemeyle, lüferin üremelerinin devamlılığının sağlanmasına fırsat verilmesi yanında, çinekop olarak adlandırılan küçük boydaki balıkların avlanmasının engelleneceğini ve bu balıkların biraz daha büyüyüp ekonomik boya geldiklerinde avlanmasının balık varlığının daha iyi değerlendirilmesini sağlayacağını ifade etti.

Konuyla ilgili İstanbul lüfere hasret kalmasın kampanyası yürüten Slow Food Fikir Sahibi Damaklar grubu yöneticisi Defne Koryürek bir açıklama yaparak “değerlendirme sonrası muhalefet hakkımızı koruyarak, bu 20 cm kararını olumlu bir başlangıç sayıyoruz” dedi.

Defne Koryürek’in açıklaması şöyle: Bakanlık bu platformun sesini, burada kaynayan kazanı duydu, ağır da olsa harekete geçti ve bugün Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker bir açıklamada bulundu: lüferin 14 cm olan avlanma alt boyunu artık 20 cm.

Bakanlık 20 cm’e hangi bilimsel araştırmayı esas alarak karar verdi, elbette meraktayız. Akademisyenlerimiz değerlendirmek üzere girecekler devreye, şüphesiz..

Bizim “lüferde avlanma alt boyu en az 24 cm olmalı” dememize sebep verilerle, Bakanlığınki neden farklı, neden 20 cm’ı imzaladı Bakan?

Zira bu bir süreç ve doğanın dengesi, üzerinde yaşadığımız, varlığımızın teminatı bu Dünya’nın sürdürülebilirliği, herkesden önce, bize emanet. çocuklarımızın emaneti.

Bu kararı olumlu bir ilk adım olarak değerlendiriyor  ve devamını getirmeyi, tamamına erdiğini görmeyi diliyoruz.

Defne Koryürek Bakan’ın açıklaması sonrası sürece ilişkin de uyarmayı ihmal etmiyor:

1 Eylül itibarı ile devreye girecek 20 cm avlanma alt boyu ile beraber bir kaç husus var ki, takibimize ihtiyaç duyuyor:

– Balıkçılar bu av limitine riayet ede(bile)cek mi?
– 20 cm’in uygulaması ne kadar gerçekçi takip edilecek?
– Yavru barbunlar gibi yavru lüferler, 14-16 cm çinekoplar görecek miyiz tezgahlarda?

Yani, Bakanlık lüferin yokoluşunu bir işaret sayıp denizlere dair korumacı bir politika geliştirecek ve aldığı kararların denetlemesini de sıkı tutacak mı; yoksa bu karar kağıt üzerinde mi kalacak? Biz, herkesden önce biz, takipçisi olmalıyız.

Anlayacağınız “en az 24 cm demiştik biz”, demekle kalmamalıyız. 20 cm’in doğru uygulamasının da  takibinde olmalıyız, denetim zaaflarını tesbit ettiğimizde bizzat düdüğü çalmalı ve talep etmeliyiz.”

(Yeşil Gazete)

Konya’da insan dehşeti!!

Bu bir köpek ya da pitbull dehşeti haberi değildir!

Konya‘da barınaktaki sokak köpeği, sağlık kontrolünden geçirilip kısırlaştırıldıktan sonra sokağa bırakıldı. Ancak köpek, motosikletli bir kişinin saldırısına uğradı.

Olay merkez Meram İlçesi Kovanağzı Mahallesi’nde dün akşam saatlerinde meydana geldi.

Görgü tanıklarının anlattığına göre, motosikletle gelen bir kişi, elindeki şişeyi kırıp, sokak hayvanları için su kaplarının bulunduğu yerde duran sokak köpeğinin makatına sapladı.  Kanlar içinde kalan zavallı köpek acılar için havlarken, kimliği belirsiz saldırgan yine motosiklete binerek kaçtı.

DHA’nın haberine göre; köpeğin durumunu gören çevredekiler, tedavi edilmesi için Hayvan Barınağı’nı arayarak buradaki görevlilere haber verdi.

Gelen görevliler köpeği alıp barınağa götürüldü.

Yaralı köpeğin barınaktaki veteriner ekibi tarafından tedavisine başlandığını söyleyen Doğayı ve Hayvanları Koruma Derneği Konya Şube Başkanı Ümit Sürmeli, ”Lütfen hayvanları sevip onları koruyalım. Onların da yaşama hakkı var. Bu köpeklerin aşıları tam ve kimseye zararı yok” dedi.

(Ntv)

Belki de bütün iş ‘şiddetsiz çözüm’ diyebilmekte…

Dün öğle saatlerinde, savaş uçakları İstanbul göklerinde alçaktan uçuş yapmaya başladığında, Selda’yla birlikte Yeşil Ev’in balkonunda oturuyorduk. Kulakları sağır eden her uçak gürültüsünde ve F bilmemkaç savaş jetleri tepemizden son sürat geçerken, önce gözden kaybolana kadar uçakları izledik, sonra birbirimize baktık. En sonunda yorumu Selda yaptı: “Galiba savaş halinde olduğumuzu hissettirmeye çalışıyorlar.”

Savaş uçakları hangi ‘mantıklı gerekçeyle’ İstanbul gibi bir kentin üzerinde dakikalarca alçaktan uçuş yapar bilemiyorum. Ama sanırım Selda’nın yorumu doğru. Savaş gösterisi yapmak için her araç kullanılıyor. Bu bazen savaş uçakları oluyor, bazen gazete sayfalarında sergilenen parçalanmış çocuk cesetleri… Bir yanda silah fetişisti gazetelerin sergilediği tanklar, toplar, son model öldürme araçları, diğer yanda gerillaya siper olmaya giden canlı kalkan kafileleri… Bir yanda terörle mücadele diye yaldızlanan kanlı sözcükler, diğer yanda devrimci halk savaşı teorileri… Savaşın dili, barışın dili diye soyutlama yapacağımıza açık konuşalım, şunun adını koyalım. Şiddeti seviyoruz…

Hepimiz yıllardır Kürt meselesi üzerine düşünür, konuşur, okur, ara sıra da yazarız. Kürt sorununda barışçı ve demokratik çözüm istiyoruz değil mi? Kuşkusuz… İyi de barışa nasıl ulaşacağız, ya da demokrasiyi nasıl kuracağız? Tarih bize gösteriyor ki, bu gayet tabii savaşla da olabilir. Gayet tabii barış istemenin şiddetsizliği savunmadan yapılacak yolları da vardır. Bu nedenle yeni bir şey söylemek için bildik cümlelerin altını kazımak, orada eksik olanı aramak gerekebilir.

Belki de asıl mesele “şiddetsiz çözüm” diyebilmektir.

Bu yazıyı yazmadan önce kim ne zaman şiddetsiz çözüm demiş diye hazreti google’a bir sorayım dedim. Biz Yeşiller olarak 2007 Aralık’ında, Yeşil Diyalog toplantısında “Kürt sorununda şiddetsiz çözüm” başlıklı bir oturum yapmıştık, 2009’da da aynı başlıkla bir rapor yayınlamıştık, ama bunu ilk ve sadece biz söylemiş olamazdık kuşkusuz. Tabii ki öyle değilmiş. Ama “şiddetsiz çözüm” diye taradığınızda çok da fazla sonuç çıkmıyor doğrusu.

Yeşiller’in sayfaları ve raporları dışında eski AP yeşil milletvekili Joost Lajendijk’in 2006’da AP-Türkiye Karma Komisyonu Eşbaşkanı iken Diyarbakır’da “Zor bir zaman. Problemli bir süreç. Ama biz hala Türkiye’nin AB’ye girişte Kürt sorununu şiddetsiz bir şekilde çözebileceğine inanıyoruz” dediği bir demeci var mesela… Prof. Dr. Melek Göregenli 2009’da Bianet’e verdiği bir mülakatta “Ben, toplumun büyük çoğunluğunun şiddetsiz bir çözümden yana olduğunu gözlemliyorum. Bu bir politik tercihten çok, şu ana kadar uygulanan politikaların yarattığı acı dolu sonuçların yarattığı bıkkınlıkla ilgili biraz da” diyor. Türkiye Barış Meclisi sözcülerinin 2008’de Diyarbakır’daki bir patlamanın “silahsız ve şiddetsiz çözüm arayışını da hedef aldığını” söylediklerini görüyoruz. Ayrıca Birgün’den Melih Pekdemir ve Taraf’tan Melih Altınok da “şiddetsiz çözüm”ü yazılarının başlığında kullanmışlar. Blok’un Van milletvekili BDP’li Aysel Tuğluk da bu yıl seçim öncesinde yaptığı bir konuşmada “PKK ve Öcalan şiddetsiz çözüm için büyük fedakarlıklar gösterdi. Ama zulümden vazgeçmeyenler savaştan beslenenler o zorbalar bu savaşı bitirmek istemiyorlar” demiş.

Bu söylenenleri küçümsemiyorum. Ayrıca kuşkusuz “şiddetsiz çözüm” diye bir kalıp olarak kullanmadan da, Kürt sorununda çözümün şiddetsizlikten geçtiğini söyleyen başkaları vardır, olmalı… Umarım benim ulaşamadığım ya da atladığım çok yazı, çok konuşma vardır. Ama yine de bu fikrin çoğunlukta olduğunu, yeni moda deyimle “ana akım” haline geldiğini söyleyemeyiz.

Şiddetsizliği savunmak

Bu savaşın iki tarafı olduğu varsayımıyla mecburen iki tarafa ayrı ayrı konuşmak gerekiyor, sanki denge kurmak mecburiyetindeymişiz gibi. Aslında bu da yanlış. Ama sözümüzü sadece devlete yöneltmekle yetinemeyiz. Devlet dediğiniz zaten bir savaş makinesi. Şiddetsizlik fikri devlet için zaten suç. Askere gitmeyi, eline silah almayı reddetmek, asker silahları sustursun demek suç. Devlet refleksiyle davrananlar da çok normal bir şey söylermiş gibi, devlet silahları susturamaz, gerektiği her zaman silahlarını konuşturmak görevidir diyebiliyor.

Ama devlet yanlısı olmayan, barışçı ve demokratik çözüm diyebilenler için de şiddetsizlik savunması yapmak galiba sandığımızdan daha zor. Şiddetsiz çözüm diyebilmek için galiba önce devrimci savaş, silahlı propaganda gibi kavramları tamamen reddetmeniz, savaşarak ulaşılacak barışın veya kurtuluşun, savaştan da beter olduğunu kabul etmeniz gerekiyor.

Açık konuşalım. PKK biz dedik diye silahlı mücadeleyi bırakacak değil. Biz dedik diye de başlamadılar. Ne akıl verecek halimiz, ne tepeden konuşacak hüviyetimiz var. Ama önemli olan bunun şartlarını oluşturmaktır. Savaşı durdurmanın uluslararası konjonktürden, iktidarın binbir türlü hesabına kadar sayısız zorluğu da olsa, biz hiç olmazsa şiddetsizliğin konuşulacağı bir siyasi atmosferi yaratacak cesareti gösterebiliriz.

Bu korkunç savaş ortamının hepimizi zehirlemesine neden olan iki taraflı savaş propagandasını eleştirebiliriz mesela. Yıllardır üzerimize boca edilen bebek katili söyleminin rövanşını alma çabalarını ve şiddeti yücelten canlı kalkan militarizmini eleştirebiliriz. Devletin bile “gerilla” sözcüğünü kutsama olarak kabul edip yasakladığı bir ülkede zor ama, hemen bugün gerilla savaşını bir bütün olarak mahkum edebiliriz. Gerilla hikayelerini ve hepimizi dağlara çağıran şarkıları sevmeyi bırakamıyorsak bile, hiç olmazsa şu savaş bitsin diye artık söylememeyi, Che Guevara tişörtlerini sandıklara kaldırmayı becerebiliriz. Bunları yapmamız Türkiye devletinin geçmişte ve bugün Kürt halkına çektirdiği acıları, uyguladığı katliamları ve savaş kışkırtıcısı politikalarını onayladığımız anlamına gelmez.

Şiddetsiz çözümü savunmak bir ‘üçüncü yol’culuk değil. Bu ülkede yaşayan bütün halklar savaşla bir yere varılamayacağını kabul etti. Bunun ne kadar önemli bir kazanım olduğunun farkında mısınız? Savaşla bir yere varılamayacağını kabul etmekle, şiddeti bir bütün olarak reddetmek arasındaki çizgiyi geçmek o kadar da zor değil. Öldürmemek, ölmemek, kimsenin askeri ve kimsenin propaganda memuru olmamak mümkün.

Bugün artık Kürt sorununda sadece barışçı ve demokratik çözümü değil, şiddetsiz çözümü de savunmaya başlayabiliriz.

İlk derbi 8. haftada!

0

Spor Toto Süper Lig’de merakla beklenen 2011-2012 sezonu fikstürü bugün çekildi. Fenerbahçe, kura çekimine temsilci yollamadı. Sezonun ilk derbisi 8. haftada Beşiktaş‘la Fenerbahçe arasında oynanacak.

13.00’de başlayan fikstür çekimine Türkiye Futbol Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Mehmet Ali Aydınlar, Yönetim Kurulu üyeleri ile Spor Toto Süper Lig’de yer alan kulüplerin başkan ve yöneticileri katıldı.

Spor Toto Süper Lig’de 2011-2012 sezonu 9 Eylül 2011’de başlayacak. Kura çekimi sonucunda ilk hafta eşlemeleri şu şekilde oluştu:

1. hafta
Antalyaspor – Gaziantepspor
Ankaragücü – Mersin İdman Yurdu
Eskişehirspor – Beşiktaş
Bursaspor – Kayserispor
Kardemir Karabükspor – Sivasspor
Samsunspor – Gençlerbirliği
Büyükşehir Belediyespor-Galatasaray
Manisaspor – Trabzonspor
Fenerbahçe-Orduspor

Derbiler ne zaman?
8. hafta: Beşiktaş – Fenerbahçe
11. hafta: Beşiktaş – Galatasaray
12. hafta: Trabzonspor – Beşiktaş
14. hafta: Galatasaray – Fenerbahçe
15. hafta: Trabzonspor – Fenerbahçe
16. hafta: Fenerbahçe – Trabzonspor

Fikstür çekimi öncesi bir konuşma yapan Türkiye Futbol Federasyonu Başkanvekili Göksel Gümüşdağ, Türk futbolunu sarsan şike soruşturması ile ilgili açıklamalar yaptı. Gümüşdağ, konuşmasında şunlara değindi:

“Futbolumuzun içinde bulunduğu olağanüstü durumun sonucu olarak ligi 9 Eylül’de başlatmayı uygun gördük. Geçen sezon sona erdiğinde herkesin bambaşka hayalleri vardı. Ancak herkes gibi biz de 3 Temmuz sabahı yeni bir döneme uyandık. Aradan geçen 53 günde futbol konuşulmadı. Bu güzel oyun unutuldu. 88 yıllık futbol tarihimizin en zor günlerini geçiriyoruz. Bu süreçte elini taşın altına koyması gerekenlerin, taşı kaldırıp üzerimize attığını görüyoruz. Ülke futbolunu 30-40 yıl geriye götürmesi muhtemelen kararın önüne geçtiğimiz için ileride bize hak verilecektir. Kimse Milli Takım’ın uluslararası turnuvalara katılmasından bizi alıkoyamaz.” dedi.

Gümüşdağ, play off kararının aldığı eleştirilere değinirken, “Medyadan büyük eleştiriler geldi. Bunlara saygı duyoruz. Ama kulüplerimiz bize destek verdi. Kararımızın arkasındayız” ifadelerini kullandı.

Köprü ve Otoyollar kiralanıyor

Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB), “Boğaziçi Köprüsü“, “Fatih Sultan Mehmet Köprüsü ve Çevre Otoyolu” ve birçok otoyolunun da içinde bulunduğu otoyolları tek paket halinde 25 yıl süre ile “işletme haklarının verilmesi” yöntemi ile özelleştirilecek.

ÖİB’nin Otoyollar ve Köprülerin Özelleştirilmesi Hakkında İhale İlanı Resmi Gazete’de yayımlandı. Buna göre ÖİB, Karayolları Genel Müdürlüğü (KGM)’nün sorumluluğunda olup, yapım, bakım, onarım ve işletimini üstlendiği; bağlantı yolları ile birlikte, “Edirne–İstanbul–Ankara Otoyolu”, “Pozantı–Tarsus–Mersin Otoyolu”, “Tarsus–Adana–Gaziantep Otoyolu”, “Toprakkale–İskenderun Otoyolu”, “Gaziantep–Şanlıurfa Otoyolu”, “İzmir–Çeşme Otoyolu”, “İzmir–Aydın Otoyolu”, “İzmir ve Ankara Çevre Otoyolu”, “Boğaziçi Köprüsü”, “Fatih Sultan Mehmet Köprüsü ve Çevre Otoyolu” ve bunlar üzerindeki hizmet tesisleri, bakım ve işletme tesisleri, ücret toplama merkezleri ve diğer mal ve hizmet üretim birimleri ile varlıkları (OTOYOL), tek paket halinde birlikte, fiili teslim tarihinden itibaren 25 yıl süre ile “İşletme Haklarının Verilmesi” yöntemi ile özelleştirecek.