Ana Sayfa Blog Sayfa 505

‘Elem katrası’ Yassıada’dan New York’a…

Her yıl nisan ayında, tüm dünyada “Dünya Peyzaj Mimarlığı Ayı – World Landscape Architecture Month” kutlanır.

Bu vesileyle biri İstanbul’dan diğeri New York’tan iki şehircilik, peyzaj mimarlığı  örneği yazmak istedim.

Yassıada: Nereden nereye? 

Bugün Yassıada’ya baktığımızda tek bir boşluk göremiyoruz. Yüzümü oraya döndüğümde gözlerimin kökünün sızladığını hissediyorum.

Felsefecilerin armağan olarak gördüğü “boşluk”,dengelerin, dengesizliğin oluşması için bir zorunluluk, kendi başına bir varlık. Oysa Neoliberal ekonominin aktörleri tarafından tahammül edilmez, iştah açıcı ve derhal doldurularak sermayeye dönüştürülmesi gereken bir meta olarak görülüyor.

Onların boşluk dedikleri Yassıada ve Sivriada’yı Sait Faik şöyle anlatıyor:

“Güneş batıyor, martılar haykırıyor, karabataklar sudan çıkmış, ıslak kanatlarını kaldırabilmek için deli gibi çırpınıyorlar, ayı balığı büyük bir nefesle çıkıyor. Büyük bir nefesle tekrar dalıyor. Martılar geliyor, karabataklar gidiyor. Akşam büyük bir vaveyla içinde vahşi, kırmızı dalgalar esmer kayaları dövüyor.”

Doğa ‘boşluk’ sevmez mi? 

Aristoteles’ in “Doğa boşluk sevmez” dediği gibi doğa, bir zamanlar Yassıada’yı öyle güzel doldururdu ki, oradaki manastır, şato kalıntıları ve doğal bitki örtüsüyle bize eski zamanların hayallerini kurdururdu: Bizanslılar, Yassıada’yı önce önemli kişileri sürgüne göndermek için kullanmış mesela. Bizans İmparatoru Theofilos, Platea Manastırı’nı 860 yılında yaptırmış. Adaya sürgün edilen Patrik İgnatios, üzerine bir kilise  ve kilisenin altına dehlizler, tüneller inşa ettirmiş. 11. yüzyıla kadar ise Ada’da  siyasi mahkumlar kaldığı için  bu dehlizler zindan olarak kullanılmış.

Romancı Edward Bulwer-Lytton‘ın kardeşi, o dönemin Birleşik Krallığı’nın İstanbul sefiri Sir Henry Bulwer, 1858 yılının bir yaz günü ilk kez ayak bastığı Yassıada’ya ve vahşi doğasına hayran kaldığını anlatıyor. Sultan Abdülmecit’in de onayını alarak satın aldığı, bu dört tarafı kayalık, ıssız adanın sahilinde burçları  olan, enteresan bir mimari üslupta gotik bir şato inşa ediyor. 1865 yılına kadar da  orada yaşıyor. Şair ve maceracı Wilfrid Scawen Blunt’a göre, Bulwer bu ıssız yere şatoyu, çılgınca aşık olduğu Prenses Ypsilanti için yaptırmış.

Bulwer, şatosunda partiler, davetler vermenin yanı sıra kısmen kendi kendine yeterli olma umuduyla adada tarımsal üretim de yapmış. Bir limonluk inşa ettirip asma kütükleri diktirerek bahçe kurdurmuş. Bir rivayete göre de inşaat yapılırken lahit içinde çok değerli mücevherler de bulunmuş. Bunun üzerine Osmanlı hükûmeti Bulwer’den adayı bir Türk’e satmasını istiyor. Böylece şato, arazi, bahçe ve bağ  Mısır Hidiv’i İsmail Paşa‘ya geçiyor. Ancak o da Bulwer gibi Yassıada’dan sıkılıp gidince ada bakımsız bir şekilde kendi haline bırakılarak, terkediliyor. Kayıtlara göre  Bulwer’in bahçesinden geriye kalan sadece İngiliz çiçekleri…. 1920’lerde ise çoban Vasil, koyunları ve keçileri ile burada yaşamaya başlıyor.

Darbe: Yas defterinde yeni bir sayfa

Yassıada 1947’de Deniz Kuvvetleri Komutanlığı tarafından satın alınıyor. Komutanlık Bulwer’in şatosunu  muhafaza ederek, subay ve erler için  lojmanlar, spor sahası, tesisler, buz deposu, yemekhane, silahhane gibi yeni binalar  yaptırıyor. 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından ise “Ada’nın yas defterine” yeni bir sayfa ekleniyor: Mahkeme binaları kurulup adil yargılanma hakları hiçe sayılarak yapılan seri ve hızlı duruşmalar sonucunda, idam cezasına mahkum edilen dönemin Demokrat Parti yöneticilerinden oluşan 15 sanıktan Başbakan Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, İmralı Adası’nda infaz ediliyor. Yargılamaların ardından 1978’e kadar Deniz Kuvvetleri’nde kalan Yassıada, bir dönem de Deniz Bilimleri Fakültesi tarafından kullanılıyor.

Adada tutuklu kalan ve 11 ay hapis cezasına çarptırılan Demokrat Parti milletvekili şair Faruk Nafız Çamlıbel, Zindan Duvarları isimli şiirinde, bu uzun dava sürecinde adayı  şöyle tasvir eder:

“Bilmiyor gülmeyi sakinlerin binde biri;
Bir vatan derdi birikmiş bir avuçluk karada
Kuşu hicran getirir, dalgası hüsran götürür;
Mavi bir gölde elem katrasıdır Yassıada”

Betondan ‘Özgürlük Adası’

Yakın tarihimize, 2012 yılına gelindiğinde Yassıada’nın doğal ve tarihi sit statüleri kaldırıldı; otel ve kongre merkezi yapılması kararı alındı. 2013’de darbenin izlerini silmek için adanın adı İBB Meclisi kararıyla Demokrasi ve Özgürlükler Adası oldu. Keyfi şekilde bir günde bir torba yasa ile sit alanı olmaktan çıkarılarak imara açılan adada, inşaat için öngörülen yüzde beş emsal değer de yüzde 65’e çıkarıldı. Tüm bu yapılanlara  karşı açılan davalar, alınan yürütmeyi durdurma kararları hiç bir şekilde dikkate alınmadı.

Halk ve sivil inisiyatifin “bırak, ıssız kalsın” dediği bu doğa ve tarih/kültür parçasını “boş alan” olarak gören iktidar, 125 odalı otel, 30 bungalov, 600 kişilik Adnan Menderes Kongre Merkezi, cami, kütüphane, müze, Demokrasi Feneri, Demokrasi Şehitleri Anıtı, Sonsuzluk İskelesi, Özgürlük Platformu ibi çok sayıda bina inşa ederek, üzerinde hiç boş alan bırakılmamacasına doldurdu. Çıkan kamyonlar dolusu hafriyatı, molozları ise kontrol yönetmeliğine uygun olarak nakletmedikleri ve bir de dolgu alanı yapacakları için denize boca ettiler. Binlerce senede Akdeniz’den koparak Prens Adaları’na tutunan ve burada kolonileşen mercanların tümünün  üzeri çamurla kaplandı. Bu mercanlar ki, aldığımız her üç nefesten ikisinin kaynağı olan deniz fotosentezinin önemli canlıları, Marmara Denizi’nin  oksijen kaynağıydı. Marmara Denizi’nin ölümünün bu nedenle  çok hızlandığını o dönemde dalışlar yaparak mercanların ölümünü izleyen bilim insanı Nur Eda Topçu, Açık Radyo-Dünya Mirası Adalar programında konuğumuz olduğunda göz yaşları içinde anlatmıştı.

Gelinen noktada üzerine doldurulan binalar, yeni boyanmış duvarlar, balmumu heykeller ve gıcır gıcır nesnelerin replikaları ile Adalet ve Kalkınma Partisi’nin neoliberal siyasetinin bir izdüşümü haline getirildi Yassıada. Uzun süre boş kalan Ada, şimdi 20 yıl süreliğine, bir yıllık karşılığı  4.2 milyon Türk Lirası’ndan Albayrak Turizm Seyahat İnşaat A.Ş ye ait Birun Ada Otelcilik Turizm A.Ş’ne tahsis edilmiş durumda.

300 metre uzunluğunda, 190 metre genişliğindeki; kuş göç yollarının üzerinde, altında mercan kolonilerinin yaşadığı Yassıada, yaşayan bir varlıktı. Şimdi kıyıları doldurularak 103.700 metre kare büyüklüğünde, mercanları yok edilmiş, kuşların olmadığı, Ada’nın altının, üstünün tüm vejetasyonun yok edildiği ve tüm yaşayan canlıların yok olduğu, hiç unutmamamız gereken  bir antroposen anıt.

New York örneği ve ardından gelen ödül.

Çok uzağımızdaki bir kıtada; ABD’de ise 1899’da kurulan Amerikan Peyzaj Mimarları Derneği’nin bu sene Peyzaj Mimarisi Planlama ve Analizi Liyakat Ödülü, Hudson Highlands Fiyordu, New Jersey: Raritan Nehri ve Körfez Toplulukları çalışması ile nisan ayı başında Scape firmasına verildi. Ekibin çalışması iki yıllık zorlu bir süreç sonunda, yaklaşık yedi  belediyeyi ve yaklaşık 310.000 sakini olan New Jersey-New York’ta gerçekleşti.

Bu projenin önemli tarafı; iklim krizine adaptasyonun yanı sıra, bölge sakinlerinin yaşanmış deneyimlerine, onların ihtiyaçlarına, eşitlik ve çevresel adalet hedeflerine bağlı kalınarak yapılmış olmasıydı. Sulak alanların içine kadar girmiş, tehlike arz eden yerleşim alanlarının daha güvenli bölgelere taşınması ve  sonrasında bu alanların restore edilmesi, yeniden yabanlaştırılarak doğaya geri bırakılması da oldukça önemli bir peyzaj araştırması ile gerçekleşti. Misyonları ise doğaya bütüncül bir bakışla bakıp özüne inerek, tüm disiplinlerle birlikte çalışmak şeklindeydi.

Bir de güzel haber; Bu çalışmayı gerçekleştiren ekibin lideri; iklim krizi ve afetler uzmanı mimar, şehir plancı Sera Tolgay çok yakında Yeşil Gazete’de yazmaya başlayacak.

Ekibin yaptığı tüm bu çalışmalar, ısınan gezegenimizi onarmak, duvarları kaldırıp peyzajı özgürleştirmek içindi.  Bahsettiğim haberin ardından  firmanın yöneticisi Kate Orff,  Dünya Peyzaj Mimarlığı ayında Dünyanın En Etkili İnsanlarından Oluşan Time 100 Listesine Seçildi.

İnsan- istiridye- midye işbirliği…

Kate, 10 yıldır fırtına dalgalarının Staten Island kıyılarında oluşturduğu riskleri azaltmak ve aynı zamanda canlı ekosistemini canlandırmak İçin “Living Breakwaters”a liderlik ediyor. Ekibin  işbirlikçileri arasında mühendisler ve mimarların yanı sıra istiridye, midye  gibi insan olmayan canlılar da var ve hepsi gelişen bir yaşam alanını yeniden canlandırmaya yardımcı olmak için birlikte çalışıyor.

Bize peyzajın parçalanmış bir toplumu nasıl onarmaya yardımcı olabileceğini gösteriyorlar. İnsanların biyolojik çeşitliliği korumasına ve iklim değişikliğine uyum sağlamasına yardımcı olmak için geniş bir çevre etiği üzerine düşünüp çalışıyorlar.

New Jersey örneğinde ekolojik bir restorasyon, iyileştirme ve bir yabana dönüş çalışması görürken, Yassıada örneğinde ise hem hafıza kırımına uğruyoruz hem de büyük bir  ekokırım suçuna şahitlik ediyoruz.

Adalılar çok yakında askıya çıkacak 1/1000 ve 1/5000 Ölçekli Adalar Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı beklerken, burnumuzun dibindeki Yassıada ve ellerini ovuşturan neo-liberaller uykumuzu kaçırmaya devam ediyor. İnsan eliyle gerçekleşen afetleri yaşamaya devam ederken, Dostoyevski’nin sözü son noktamız olsun.

“Doğaya karşı işlenen bir suçun öcü, insan adaletinden daha zorlu olur.”

KKTC’nin tek kullanımlık plastik yasağı

Geçen hafta Yeni İnsan Yayınları’ndan çıkan “Plastik: Mucize mi Felaket mi” kitabım hakkında konuşmak ve aynı zamanda da Haziran 2023’ten itibaren yürürlüğe girecek bazı tek kullanımlık plastiklerin yasaklanması kararını konuşmak üzere KKTC’ye gittim. Bu KKTC’ye ilk gidişimdi. Kıbrıs Türk Biyologlar Doğayı Araştırma ve Koruma Derneği’nin (Bio-Der) davetlisi olarak gittiğim adada oldukça güzel bir grup insanla plastiğe dair birçok şeyi de konuşma fırsatı bulduk.

Kıbrıs Türk Biyologlar Doğayı Araştırma ve Koruma Derneği küçük ama oldukça etkili işler yapan bir STK. Biyologların kurduğu bu örgüt, tıpkı Türkiyeli STK’lar gibi benzer çevre problemlerine ve absürd çevre dostu olmayan uygulamalara karşı çabalayan bir kuruluş. Plastik kirliliğine karşı da çeşitli çalışmalar yapan ve son olarak kabul edilen tek kullanımlık plastik yasağı kararını da destekleyen bir organizasyon. Zaten beni de bu karar kapsamında bir farkındalık oluşturma çabası çerçevesinde davet etmişlerdi.

KKTC’nin plastiğin zararları konusundaki farkındalık ve aksiyon alma düzeyi bizden bir hayli ilerde. Tek sorunu dünya sahnesinde istediği meşruiyete sahip olamaması. Bunun birçok nedeni var ancak konumuz bu olmadığı için bunu bir kenara bırakalım.

Ücretlendirme politikası tek kullanımlık yasağına dönüştü

Gelelim KKTC’nin neden bizden daha ileri bir seviyede olduğu konusuna. KKTC bizimle beraber bazı alışveriş poşetlerini ücretli hale getirmiş ancak araya pandemi girince bu yasak pek de anlamlı olamamıştı. Bunun yanında yeteri farkındalığın da geliştirilememiş olması da cabası. KKTC’deki plastik poşet ücretlendirilmesi, bizdekinin aksine belli bir süre sonra tümden yasaklamaya evrilecek şekilde planlanmıştı. Her ne kadar pratikte pandeminin de etkisiyle plastik poşetin ücretlendirilmesi istenildiği gibi uygulanamamış olsa da bu ücretlendirme politikasının nihayet, tek kullanımlık plastik yasağına evrilmiş durumda. Bu da oldukça sevindirici bir gelişme.

KKTC’de 29 Haziran 2023’ten itibaren plastik poşetlerin yasaklanacak olmasının ardından, 11 Temmuz’dan itibaren de bir grup tek kullanımlık plastik ürünler yasaklanacak. Mevcut çevre yasası temel alınarak yürürlüğe sokulacak olan “Tek Kullanımlık Plastik Ürünlerin Çevre Üzerindeki Etkisinin Azaltılmasına İlişkin Tüzük” KKTC Resmi Gazetesi’nde yayımlanmış ve bu tarihten ay ay sonraya tekabül eden 11 Temmuz’da yürürlüğe girmesi kararlaştırılmış. Buna göre, tek kullanımlık plastikler ücretli veya ücretsiz temin edilemeyeceği gibi herhangi bir promosyon veya kampanyaya da dâhil edilemeyecekler.  Sadece bazı özel alanlarda (sağlık kuruluşları, cezaevleri, karakol, yaşlı bakımevleri ve huzurevleri) tek kullanımlık plastik ürünlerin kullanımı uygulama dışı bırakılmış. Oldukça makul ve yerinde bir ilk adım. Bu yasal düzenlemeye göre artık piyasada yer bulması yasaklanan tek kullanımlık ürünler şunlar:

  • Tıbbi kullanımlar hariç plastik kulak çubukları
  • Plastik çatal, kaşık, bıçak, tabak, bardak
  • Plastik karıştırma çubukları
  • Tıbbi kullanımlar hariç pipetler
  • Balon sapları,
  • Plastikten üretilmiş fast-food yemek paketleri
  • Genleşmiş polistirenden üretilmiş fast-food yemek paketleri
  • Yukarıdaki maddelerde belirtilen ürünlerin okso-bozunur plastikten yapılmış olanları

Oldukça geniş kapsamlı ve çoğunluğu zaten oldukça gereksiz olan plastiklerden bahsediyoruz. Bu sayılan plastiklerin toplamı dünya genelinde yapılan sahil temizliği kampanyalarında en çok karşılaşılan tek kullanımlık plastik çöpler. Tabii yasaklama kararı getirilirken bir de bazı istisnalar söz konusu ancak bu istisnaların uzun vadede bazı suiistimallere konu olabileceğini ve bazı etiket oyunlarıyla tüketiciyi aldatıcı ve yasanın etrafından dolaşılmasına sebebiyet verici bir hale evirilmesi mümkün.

‘Biyobozunur aldatmacası’ riski

Örneğin yeniden doldurulmaya veya tasarladıkları aynı amaç için yeniden kullanılmaya uygun olduğu beyan edilen plastikler, kullanım ömürleri içinde birden fazla tur veya rotasyon gerçekleştirmek üzere tasarlanan plastikler kapsam dışında! Üreticilerin mevcut tek kullanımlık plastikleri üretmeye devam etmek için bu istisnaları suiistimal eden etiket oyunlarına ya da yasanın etrafından dolanma girişimlerinde bulunmayacağının garantisi yok. Bunu hali hazırda biyobozunur aldatmacası çerçevesinde görebiliyoruz. Salt denetimle kontrol edilme inisiyatifine bırakılmış istisnalar çoğunlukla kötü sonuçlanmıştır.

Ayrıca bu yasağın esnetilmesi ya da geri çekilmesi için plastik endüstrisinin temsilcileri harekete geçmiş bile. Aksini beklemek ve doğayı koruyan bir yasa değişikliğine destek verdiklerini görmek zaten oldukça şaşırtıcı olurdu. Anladığım kadarıyla KKTC’de plastik endüstrisi temsilcileri bu yasak kararı alındıktan hemen sonra tüm siyasi partileri dolaşıp insanların kafalarını karıştırarak bu yasak kararından geri adım atılmasını sağlamak üzere lobi faaliyetlerine başlamış.  Türkiye’deki sektördaşlarından üstün lobi taktikleri konusunda brifing bile almış olabilirler. Hatırlayın plastik çöp ithalatı devam etsin ve ülke yabancı ülkelerin plastik çöp sömürgesi olsun diye milyonlarca lirayı medya kampanyalarına, sosyal medya trollerine ve sahte gazetecilere akıtıldığı; yalan yanlış ithalat-ihracat rakamlarının uydurulduğu ve diğer taktiklerle plastik çöp ithalatı yasağı değiştirilmişti. Benzer bir lobi faaliyetini plastik poşetin fiyatının sabit tutulması kararında da görmüştük.

Tek kullanımlıkların doğa dostu olduğunun iddia edilmesi de Türkiyeli plastik endüstrisinin dahiyane bir iddiası. Benzer şekilde KKTC’de de yine uydurma bilgilerle (tek kullanımlık plastiklerin kağıt ambalajdan daha doğa dostu olduğu gibi gülünç iddialar gibi) karar alıcıların fikrini etkileme yolunda çabalar olduğunu görüyoruz. Ancak bu çabalara rağmen hali hazırda bir geri adım emaresi görülmüyor. Bu önemli. Bunun da sürdürülebilmesi için kamuoyu desteği olmazsa olmaz. Kamuoyunun desteğinin alınması da yine Bio-Der’in yaptığı etkinlikler gibi etkinliklerin yaygınlaşmasıyla mümkün. İşte KKTC’deki bu tek kullanımlık yasağı kararı KKTC’nin Türkiye’nin çevre konusundaki konumunun kat be kat ilerisinde olduğunun göstergesi. Artık bu adımla temmuz ayında tıpkı AB ülkelerinde olduğu gibi KKTC’de tek kullanımlık plastikler yasaklanacak.

Darısı Türkiye’nin başına

KKTC’nin bir otel ve sahil cenneti olduğu düşünüldüğünde, tek kullanımlık yasağı kararının çevre açısından önemli bir karar olduğunu belirtmekte fayda var. Çünkü otellerin merkezinde olduğu turistik faaliyetler deniz çöpü miktarının %40 oranında artmasına neden oluyor.  Nitekim bu durumu KKTC’li doğaseverler de paylaşıyor. Çevre konusunda hassasiyeti olan ve KKTC’nin plastik çöp problemini birebir gören insanların hepsi bu kararı oldukça faydalı görüyor. İşletmeler ise bu kararın alınması ile beraber yeteri farkındalık çalışmalarının yapılmadığından dem vuruyor. Nitekim bunu ben de üç gün gibi kısa bir süre orada bulunmama rağmen hissettim diyebilirim.

KKTC hükümeti STK’lar ile birlikte hem sokakta, hem işyerlerinde hem de okullarda bu kararın nasıl olumlu bir karar olduğunu ve çevreyi koruma açısından ne düzeyde faydalı bir değişim olduğunu anlatmalıdır. Ayrıca yurttaşların da bu kurallara adaptasyonu için neler yapmaları gerektiğini başta kamu spotları olmak üzere, toplantılar, seminerler, konferanslar ve iş yerleri ziyaretleri ile gerçekleştirmelidirler. Bu bağlamda ne kadar yoğun çaba harcanırsa kararın hayata geçmesi de o kadar çabuk olacaktır.

KKTC’de alınan bu yasaklama kararının darısı Türkiye’nin başına olması umuduyla herkese plastiksiz bir Ramazan Bayramı dilerim.

Bayram, 24 Nisan ve yabancılaşmalar

Gelenek ve modern arasında belirsizliklerin her zaman yoğun ya da seyrek bir biçimde bulunduğu anlar, durumlar olur. Gelenek ve geleneksel yaşam biçimi nedir ve modern olan, bazen çağdaş dediğimiz yaşam biçimi nedir? İkisini de bazen yeniden keşfeder ve onun anlamlı gelen bir ögesini veya özelliğini keşfederiz ama genellikle “ne o ne diğeri” ya da “hem o hem diğeri” türü bir gündelik yaşamın, kendimizce sağladığımız (ya da her zaman sağlayamadığımız) uyumu içinde oluruz. Uyumu sağlayamadığımızda giderek yabancılaştığımız, gündelik yaşam içindeki ve bizi mutlu ettiğini düşündüğümüz kavramları yavaş yavaş unuttuğumuz, kaybettiğimiz dönemler olur. Bazen/ bazılarımız için bu dönem sonsuza kadar da uzayabilir.

Bugün geleneksel olarak bir bayram günü. Bayramın geleneksel anlamı, barış, hoşgörü, kardeşlik, olumsuz olan her şeyin unutulması ve sevinmek için, gerçek veya yapay fırsatların yaratılmasıdır. Bayramları genellikle, “Amarkordvari” bir nostalji içinde düşünürüz. Ama bu bayram gerçekten gelmiyorsa, bireysel olarak veya içinde yaşadığımız toplumsallıkta bu bayramı gerçekten hissedemiyorsak, burada birçok yabancılaşmanın, katman-katman yaşamımızı kaplamakta olduğunu düşünürüz.

Geleneklere veda zamanı mı?

Bayramlar geleneğin hoş olan, yüzümüzü güldüren zamanlarıdır ama onu her defasında gerçekleştirebilmemiz gerekir. Bayramı bir takvime bağlı olarak yaşayabilmek hem saçma görünüyor, hem de anlamlı… Bireysel olarak bayram etmek bizim için farklı nedenlere bağlıysa takvim bayramları saçma gelebilir. Ama belirli bir takvim dönemini herkesin bayram olarak kabul etmesi de toplumsal olarak yapay da olsa, barışı ve bolluğu hep birlikte yaşamak olanağı gibi de düşünülebilir.

Toplumsal dönüşümler ve o büyük “değişim”, yani teknolojik ilerlemeler, makinelerin ve yazılımların inanılmaz bir ivmeyle gelişmesi, küresel ölçekte iklim değişikliğiyle ilgili farklı ölçeklerdeki çöküşler ve evrensel bir iklim felaketinin (ya da değişikliğinin) her yönden ve her zaman farklı dozlarda da olsa beliriyor olması hegemonya ilişkilerinin ve sömürünün, yoksullaşmanın ve servetin/ sermayenin giderek belli ellerde toplanması vb. geleneği iyi ve kötü yanlarıyla yıkıyor…

İçinde yaşadığımız toplumun kendi geçmişi (tarihi) bakımından, geleneksel yaşamın içinde (hegemonyasız olmamakla birlikte) farklılıkların bulunması, bir arada yaşaması ve bu beraberliği olağan/ normal olarak görmesi, toplumsal işleyişte her zaman despotluk ve şiddet egemen olmakla birlikte, farklı dinsel inançlar, diller ve etnik kimlikler kendi olmayı anlamlı buldukları biçimde bir toplumsal yaşamı, kırlarda ve kentte sürdürebiliyordu. Geleneksel toplumdaki bu içselleşmiş ve olağan yaşam biçiminin/ kültürün bir parçası olan çoğul bayramlar, çoğul kimlikler ve toplumun çoğulcu (ama aynı zamanda giderek farklılaşmaların ve bu kimliklere özgülenen uzmanlaşmaların geliştiği) yapısı, üretim ve kültürel birikimler bir evrim gösterebiliyordu.

Cylopc dönemi

Dünyada ve Osmanlı’da, evrimin artık “modern” olduğunu söyleyebileceğimiz aşamasında ortaya çıkan ve modernin en korkunç ve insan yiyen/ “cyclopic” evladı olduğu düşünülebilecek ulus-devlet/ milliyetçilikler hem bu çoğul yaşamın hem de çoğul bayramların sonunu hızla getirdi. Her imparatorluk-toplum, kendi evlatlarını yemeye ve daha çok/ daha hızlı ve daha gaddarca yok etmenin teknolojilerini geliştirmeye başladı. Her ne kadar, Nazi milliyetçiliğini “bu modernliğin” doruk noktası olarak kabul etsek de “cylopc” dönemin başlangıcının da yaşadığımız topraklarda meydana gelen Ermeni, Süryani ve Ezidi soykırımları olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

İttihat ve Terakki, İmparatorluğun en kanlı ve en korkunç/ gaddar olaylarını düzenledi ve 24 Nisan, Ermeni toplumunun soykırıma uğratıldığı gün olarak, dünya toplumunun belleğine yazıldı. Bu korkunç günde, Osmanlı’nın bütün toplumları, tarihte birlikte gerçekleştirdiği ve bir imparatorluğun halkları olarak birlikte başardığı bütün ilerlemelerde ve değerlerde cehennemi bir kırılma ve dönüş noktasıyla karşılaştılar. Bu kırılma anının kazananı olarak Müslüman-Sünni-Türk toplumu, hala inanılmaz bir inkarcılık içinde, büyük bir “zafer kazandığını” düşünüyor. Öyle ki bugün bile bu büyük soykırıma dayanarak ve orada elde ettiğini zannettiği türde zaferleri, çoğulculuktan geriye kalmış son etnik topluluk olan Kürtlere karşı yenileyerek genişletebilme hayalleri kuruyor.

Oysa 24 Nisan’dan sonra, herkes kaybetti. Bu coğrafyadaki hiçbir kent artık eskisi gibi olamadı. Hiçbir kır, kendi öz kaynaklarına ve özelliklerine dayanarak geliştirmiş olduğu ekolojik dengeyi bir daha tutturamadı. O çoğul yaşamın zenginlikleri bir daha bu topraklara uğramadı. Anadolu, bu yalnızlık ve tek türcülük/ homojenleşme içinde yoksullaştı ve çoraklaştı. Renklerini ve çoğulluğunu, çoklu coşkularını kaybetti. Giderek daha militer, daha despotik ve daha tek tür ve basmakalıp/ duyarlıktan ve yaratıcılıklardan uzak bir toplum olma yolunda ilerlemeye devam etti. Bugün içinde olduğumuz siyasal İslam iktidarı, bu durumun doruk noktası oldu.

Acıyı paylaşmak

Bayramlar artık eskisi gibi gelmiyor. Takvimlerde tatil dönemi olmak ya da orta sınıflar için kentlerden kaçışa elverişli olup-olmamak bakımından değerlendiriliyor. Toplumun kendi belleği ve toplumsal bilinçaltı, artık hiçbir bayramı saf ve mutluluk içinde yaşayamayacak kadar bulanık, çapaklı ve masumiyetten uzak. Hala ciddi bir hegemonya savaşının, savaş makinesinin dişleri ve dişlileri olağanüstü bir güce sahip. Barış için sadece bir dilekçe veren ve belki ülkenin en nitelikli akademisyenlerine ve entelektüellerine eziyet etmek için yıllardır kötülük inşa ediyor.

Evet bayram ve hiç olmazsa bayramları, bir barış ve bolluk-bereket zamanı olarak yaşayabilsek… Ama öylesi bir yoksulluk ve gerilim içinde ki toplum, bunu yapamayız.

Evet, soykırımın anısı önünde sessizce eğilmek ve Nazi öncesi bir deha ile düzenlenen soykırımda her şeyini, yaşamlarını kaybeden bir halk için üzülmek ve (ne kadar anlam taşıyabilirse) özür dilemek gerekirken bunu yapamıyoruz. Bu büyük acı önünde, hepimizin acısı olması gereken bu acıyı bile paylaşamıyoruz.

Kaybettiklerimiz ve dünyanın gelişimi, küresel olarak insanlığın gidiş yönü  yabancılaşmaları ve yabancılaşmış (doğal ve toplumsal) ilişkileri çoğaltıyor sadece.

Bir bayram ve barış yazısı olmak amacıyla başlayan ama giderek acılaşan bu yazıyı, her şeye rağmen bundan sonrası için iyi bir bayramlar dileği ve olgun bir toplum gibi soykırımın bu büyük acısı karşısında içten bir özrü başarabilen toplum beklentisi ile bitiriyorum…

Bugünlerde bayramı kutlamak!

Türkiye’de afet konutları, mahalleleri, yolları vb. gibi ‘büyük’ işlerin yapılması buyruğunun verilmesi, gerçekte bunların belirli şirketlere ‘ihale edilmesi’, depremzedeler için verilen çadır ve daha da önemlisi konteyner ve sağlıklı temiz içme suyu sözünü tutmaktan çok daha kolay.

Depremzedelere uygun ve yeterli sayıda konteyner, temiz içme suyu, sağlıklı ve güvenli bir yaşam ortamı, genel ve kişisel hijyen (özellikle hamile kadın, kadın, çocuk ve yaşlılara), nitelikli yeterli beslenme vb. olanaklarını eksiksiz sunmak ve sorunlarını çözmek ise, titiz, incelikli, ayrıntılı, yansız, denetimli bir uygulama ve kendini adama yaklaşım ve felsefesi gerektirdiği için, Türkiye’de öteden beri (önceki deprem ve sel-taşkın-su basması vb. afet ve felaketlerinden de iyi bildiğimiz gibi) çoğunlukla ülkeyi yönetenlere zor ve/ya da önemsiz gelmiştir.

Büyük sözlere rağmen yaralar sarılamadı

Ülkede 6 Şubat 2023’ten beri ve bu Bayram sabahında da hala yaşananlar, işte afet/felaketlerin yönetilmesinde, bırakın afete hazırlıklı olmayı (risk yönetimi), krizi yönetmek ve “yaraları sarmak” aşamalarında da başarılı olunmadığının çok açık göstergeleridir.

Bu konularda çok konuşulmasına ve büyük sözler edilip büyük sözler verilmesine karşın durum şu anda ülkede tam da böyle!

Yaralarımızı birlikte en kısa sürede sarabilmek dileğiyle, Ramazan Bayramı’nı kutlar, sağlık, mutluluk ve gönenç dilerim.

*

Not: Fotoğraflar önceki gün gerçekleşen Pazarcık hortum olayının yarattığı hasarı gösteriyor.

[Seçime Doğru] Oy ve Ötesi’nden Orkun: Deprem bölgesinde 250 bin civarı seçmenin hayatta olmadığını düşünüyoruz

Video Röportaj: Müjgan HALİS

14 Mayıs’ta düzenlenecek Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimlerine giden yolda, seçim sürecine odaklandığımız video dizisinin on birinci konuğu, Oy ve Ötesi Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Ertim Orkun. Ertim Orkun’la seçim güvenliğini konuştuk.

*

Oy ve Ötesi, 14 Mayıs’a nasıl hazırlanıyor?

Bunun için hazırlıklarımıza, başladık kayıtlarımızı açtık, gönüllüleri toplamaya başladık. Şu anda 32 bin civarındaki gönüllümüz var. Hedefimiz 100 bin gönüllüye ulaşmak bu seçimde, 100 bin gönüllü ile sahada sandıkların güvenliğini sağlamak için çalışıyor olmak.

Eğitim programımız hazır, eğitimlerimizi güncelliyoruz düzenli olarak, bu seçim hiç olmadığı kadar fazla eğitim veriyor olacağız. 50 büyükşehirde 50 büyük eğitim hedefimiz var. Bununla ilgili salonlarımızı da belirledik. Bu salonları doldurmak için çabalıyoruz. Çünkü büyük salonlar var. Ve burada sadece Oy ve Ötesi Gönüllüleri değil, partilileri de devlet görevlilerini de eğitmek istiyoruz, herkese açık eğitimimiz. Bunun organizasyonuna devam ediyoruz.

Ayrıca yeni bir aplikasyon hazırladık, bununla sahada olacağız. Seçim gününde bu uygulamayı kullanıyor olacağız. Yeni aplikasyonla fotoğraflar çekildiği zaman çekilen fotoğrafların verilerini otomatik olarak dijital hale getireceğiz. Sayısal veriler sistemimize otomatik olarak geliyor olacak. Böylece çok hızlı bir şekilde sahadan veri elde ediyor olacağız. Bu uygulama bizim aynı zamanda gün içerisinde sahadaki arkadaşlarımızı doğru şekilde yönlendirmemizi sağlayacak. Hiç olmadığı kadar iyi bir organizasyonla sahada olmayı umut ediyoruz.

Deprem bölgelerine dair güvenlik kaygılarınız var mı?

Deprem bölgesinde kaygılarımız yok ama deprem bölgesiyle ilgili çalışmalarımız olacak. Burada çok ciddi sayıda insanımızı kaybettik. Gerçekten çok büyük bir trajedi ve inanılmaz büyük de bir göç var. Çünkü bölgede yaşanacak yer kalmadı, şu anda açıklanan sandıklarda belki de yüzde 15-20 seçmen oranı olacak. Çünkü insanlar artık orada değiller. Kimi hayatını kaybetti, kimi de o şehirlerden göçtüler. Göç eden insanların büyük kısmı kayıtlarını oldukları yerlere almadılar, bu tabii ki bir belirsizliği ortaya çıkartıyor. Bu belirsizlikle mücadele etmek için biz orada çalışıyor olacağız. Sandıkta hiç olmadığı kadar fazla gönüllüyle var olmak için oradaki sivil toplum kuruluşlarıyla irtibattayız. Oradaki kuruluşlardan bize yardımcı olabilecekleri bünyemize katmayı, onları eğitmeye, onlarla çalışmaya çalışıyoruz. Deprem bölgesinde her sandıkta en az bir görevliyle olabilirsek, o günün orada sakin bir şekilde, güvenli bir şekilde geçtiğini gözlemlemiş oluruz ve bu endişelerin kaygıların yersiz olduğunu ortaya çıkarmak için çalışmış oluruz. Amacımız, hedefimiz bu olacak.

Seçmen sayısından hareketle gerçek kayıp sayısına ulaşma imkânı var mı?

Böyle bir açıklama yok, devletin yaptığı bir açıklama da yok. Ama Fatih Altaylı’nın bir yazısı vardı, belki görmüşsünüzdür. Bölgedeki GSM operatörleri ve banka kartlarıyla yapılan bir hesap. 200 bin civarı banka kartı ve 300 bin civarı GSM operatörü artık aktif değil. Yani buradan anlaşılan 250 bin civarı insanımız artık hayatta değil diyebiliriz. Bu insanlar şu anda resmi olarak ölü ilan edilmediler hala, hayatta gözüküyorlar ve bunlar seçmen listelerinde de olacaklar. Dünyada eşi benzeri olan bir durum değil, zorlu bir süreç olacak herkes için. Hem siyasi partiler hem bizler hem oradaki vatandaşlar, asıl onlar için zorlu bir süreç olmaya da devam edecek.

Hala sağ görünen bu seçmenlerin yerine oy kullanma riski de konuşuluyor…

Bölgede “bu insanların yerine oy kullanacaklar” gibi bir itham bence ağır bir itham olur, haksızlık olur. Sonuçta o sandıklarda çalışacak olan insanlar oranın yerlisi ve o bölgelerin insanı olacak. Yani A partisi B partisi olmak çok önemli değil o sandık kurulunda kaybettiğiniz Osman Amca‘nın yerine birisi gelip oy kullanırken hangi partiye oy verdiğinizin önemi var mı? Birazcık burada insanlığımızı sorgulamak lazım. Kimseyi bununla itham etmemek lazım. Tabii ki şüphe duymakta sakınca yok, tabii ki önlem almak lazım. Her sandıkta olalım ama böyle ağır ithamlara ben şahsen katılmıyorum. Orada bulunan insanların bu seçimdeki sandık güvenliğini en az bizler kadar düşüneceğinden eminim. Tüm siyasi partiler orada sandıklarda mücadele verecekler, hepsi orada sandık kurullarında insanlarını bulunduracaklar. Bunun için çabalıyorlar. Seçimin güvenli olmasını sağlayacak olan bizleriz. Biz millet olarak bunu üstesinden geleceğiz. Burada güvenli bir seçim olmasını hep beraber garanti edeceğiz,

CHP’den ‘elektrik kesintisi olabilir, infial olur’ açıklaması geldi…

Tüm Türkiye çapında elektrik kesinti çok iddialı olur. Böyle bir şeyin olmasını beklemiyoruz. Ama elektrik kesildiği zaman o bölgede elektrik olmaz. Elektrik geldiği zaman işler devam eder. Biz kurum olarak seçim güvenliğini sağlayacaksak orada o sandıklarda olacağız. Partiler adına konuşuyorum, ıslak imzalı tutanakların hepsini toplayacaklar ve topladıktan sonra da elektrik kesilir, geri gelir. “Bakın elimde ıslak imzalı tutanak var, imzalı olarak sayılarak rakamlar budur, sonuç da budur” diye ispat edilebilir. İspat olursa herhangi bir durumda spekülasyon yapılacak bir şey de kalmaz, sadece birkaç saat elektriksiz kalmış olursunuz. Ondan sonrasında da süreç kaldığı yerden devam eder. Önemli olan ispat edebilecek evrağınızın elinizde olması. Orada o gün nasıl olmuş, sayımlar nasıl olmuş, bunun sonuçlarını belgeleyebilecek halde olmalısınız. Olduktan sonra hiçbir sorun yok. Her sandıktan ıslak imzalı tutanakları almaları durumunda, seçim sonucu iki saat geç çıkar, itirazlar uzun sürer ama ulaşılacak sonuç değişmez.

Sandık güvenliğinde en riskli zaman aralığı nedir? Mesela ilçe seçim kuruluna giderken torba değişiminden bile bahsediliyor.

Evet tabii ki olabilir, ‘olamaz, mümkün değil’ demek doğru değil. Her şey olasıdır ama olma olasılığının çok çok düşük olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye çapında 200 bin sandık var. Bir seçimin sonucunu değiştirmek için siz sandık başına 20-30 oy eklediğinizi düşünün, çünkü yüzde 100 değiştiremezsiniz, çok belli olur. İki milyon oy için değiştirmeniz gereken sandık sayısı 100 bin. Bu kadar büyük bir organizasyonu yapmak, Türkiye çapında torbaları değiştirmek çok olası mı derseniz, ben çok olası görmüyorum. Okullardan ilçe seçim kurullarına torbalar büyük şehirlerde otobüslerle, küçük yerlerde askeri araçlarla ve polis araçlarıyla gidiyor. Arkalarında her siyasi partilerin temsilcileri bulunuyor. Veya o otobüslere siyasi partilerin temsilcileri biniyor, eşlik ediyorlar torbalara. İlçe seçim kuruluna girdikten sonra o torbaların bulundukları yerde gene partililerin temsilcileri bulunuyor. Bu süreci doğru takip ederseniz burada otobüste şu değişti, bu değişti olanağı da kalmamış oluyor.

Bu senaryoların konuşulması dahi güvensizlik ortamını göstermez mi? Ki sizin varlık nedeniniz de bu değil mi?

Aslında her türlü toplumda Oy ve Ötesi gibi organizasyonlara ihtiyaç var. Bizim ana amacımız toplumda seçim bilincini, seçim katılımını, insanların seçime olan yaklaşımları duygularını, hissiyatını arttırmak ve bunun için varız. Biz “acaba sandıklarda bir şey oluyor mu” diye başladık ama sonrasında seçim sürecinin bütününde bunun bir parçası olarak insanların ve toplumun bu sürece sahip çıkmasını sağlamayı misyon edindik.

Dünyanın bizden daha demokratik ülkelerinde benzer oluşumlar var, onlar da çalışıyor, çünkü seçimi bağımsız gözlemcilerin gözlemliyor olması önemli. Burada partiler kötü niyetli olmayabilirler, devlet kötü niyetli olmayabilir ama onların bakış açıları çok farklı. Onlar kendilerine göre bir operasyonu yürütmek üzere bakıyorlar. Partiler kazanmak üzere seçime yaklaşıyorlar. Bizler bunun için yaklaşmıyoruz, asıl amacımız seçim sonuçlarının ne çıktığı değil, seçimin usulüne ve hukuka uygun olarak işleyip işlemediğini gözlemlemek. Veya işleyiş içerisinde değiştirilmesi gereken, belki bir sonraki seçimler için not alınması gereken, önerilmesi gereken yeni faaliyetler, bunları ortaya çıkarmak için çalışmak. Sivil toplumun asıl amacı budur.

Önceki seçimlerle karşılaştırdığınızda Oy ve Ötesi’ne gönüllü katılımı nasıl?

2018 seçimlerinde kırk beş bin gönüllümüz vardı, şu anda 30-35 bin arasında bir yerdeyiz. Seçimde yüz bin gönüllüyü hedeflediğimizi söylüyoruz ve umut ediyorum oraya ulaşacağız. 2018’de gelen gönüllülerin çoğunluğu son iki haftada gelmişti, yarıdan fazlası diyebilirim yani biz şu anda bunun çok çok üzerinde bir rakamdayız. Yaş olarak da bu seçimde biraz gençleştiğimizi söyleyebilirim. Genç nüfus katılıyor ve ilk defa oy kullanacak çok sayıda insan var. Şu ayrıca çok önemli bizim için; daha önceki seçimlerde mesela Bayburt‘tan hiç gönüllümüz yoktu. Şu anda 20’nin üzerinde Bayburt’ta gönüllümüz var, bu demek oluyor ki önümüzdeki 26 gün içinde 100 civarında gönüllüyle Bayburt’ta veya Türkiye’nin her ilinde sahada olacağız. Bu bizim için oldukça sevindirici; her yerden veri toplayacağımızı her yerde elimizin, ayağımızın, gözlerimizin olacağını söyleyebiliriz.

Demire şekil veren kadın

Video haber: Şirvan Oktay GÖRER

*

“Demircilik erkek mesleğidir, güç gerektirir, kadınlar yapamaz” algısını kırmak için eline aldığı kaynak makinesini bir daha bırakmayan Gülcan Felekoğlu Akın, kadın emeğine güzel bir örnek. Demir tezgahının başında demir kesip kaynak yapan ve eşiyle birlikte bu meslekle ailesini geçindiren Gülcan Usta’nın hem işine hem de işini sanata dönüştürmesine olan aşkına eşlik ettik.

 

[Seçime Doğru] Mısra Öz: Bu yola bir daha hiçbir aile paramparça olmasın diye girdim

Video Röportaj: Müjgan HALİS

14 Mayıs’ta düzenlenecek Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimlerine giden yolda, seçim sürecine odaklandığımız video dizisinin on ikinci konuğu, Türkiye İşçi Partisi’nden aday olan Mısra Öz. Çorlu tren faciasında oğlu Oğuz Arda Sel’i kaybeden Mısra Öz, Türkiye İşçi Partisi’nin İstanbul 2. Bölge 2. Sıra adayı. Mısra Öz ile hem adalet mücadelesini hem adaylığını konuştuk.

*

Neden aktif siyasete girdiniz?

8 Temmuz 2018’den beri yürütmüş olduğum bir adalet mücadelesi var. Ne yazık ki haksızlığa uğradığımız, yargının karşısında sanıkların ve gerçek sorumluların yargılandığı bir duruşma da değil, bizlerin yargılandığı, olayı takip eden avukatların yargılandığı, yazan gazetecilerin yargılandığı bir hukuk sürecinden geçtik. Ve bu süreçte ben şunu fark ettim: Aslında toplumsal tüm cinayetlerin davalarının üstü örtülmeye çalışılıyor bu ülkede. Ve bununla birlikte de ne yazık ki Soma’da, Aladağ‘da, Hendek‘te son yaşadığımız deprem olayında, kadın cinayetlerinde davaların üstü örtülmeye çalışılıyor.

Benim sürdürmüş olduğum bu mücadele süresince biz ailelerle hep bir aradaydık ve yaşadığımız şeyler çok benzerlik gösteriyordu. İşte bu benzerlik gösteren hak arayışını meclise taşımak için, hem siyasi anlamda hem de hukuki anlamda bu olayların çözülebilmesi için bir şeyler yapabilmek adına bu sesi topluca halkın içinden gelerek meclise taşımak istedim. Ve bunun neticesinde de böyle bir karara vardım.

Peki neden Türkiye İşçi Partisi?

Türkiye İşçi Partisi çünkü bir söylemimiz onlarla çok uyuşuyordu ve bütünlük sağlıyordu; ‘hesaplaşacağız’ söylemi. Ben yasını bile yaşayamamış bir anneyim ve bize yapılanlar reva değil. Aramızda 7 yaşındaki kızını toprağa verip mahkeme salonlarına giremeyen ve yargılananlar var. Mahkemeye gelmiş olan bir kamu görevlisi için diyorlar ki ‘beyefendi kapıda, burası çamur olduğu için giremiyor’. Gelebilir misiniz diyorlar. Korkunç bir şey. Yani ne acıya saygı var ne ölüme saygı var ne yaşanılanlara saygı var.

Bu, keza aynı şekilde dava sürecinde de bu şekilde oldu. Biz en ufak bir eleştiride hemen hakkımızda açılan soruşturmalarla karşılaştık. Mahkeme salonlarına alınmadık. Kapılar üzerimize kilitlendi. İçerideki kolluk kuvvetlerinin üstünde silah vardı. Annesini babasını trenin altından tanınmayacak şekilde çıkartmış İsmail kardeşimiz dışarıda kalmıştı ve içeriye girmek istiyordu. Yapmış olduğu tek şey kapıyı yumruklamak, ‘kapıyı açın’ demekti. Hakkında dava açıldı, bunun gibi bir sürü şey yaşadık.

Meclise giderseniz öncelik listeniz nedir?

Adalet, kadınlar, çocuklar, eşit haklar, laiklik… Bu çerçevede yapmayı istediğim çok fazla şey var. Öncelikle bu sesi meclise taşımam gerekiyor ve siyasi ayağında yapılabilecek tüm değişimlerin, güncellemelerin ya da sistemin içinde değiştirilmesi, bunların değişmesine yönelik çalışmalar yapmak. Adalet meselesi, çok ciddi bir kâbus haline geldi. Kadınların bu ülkede yaşadıkları, çocukların bu ülkede yaşadıkları. Biliyorsunuz; ben oğlum gittikten sonra onun adına kurmuş olduğum bir çocuk derneğini yürütüyorum. Çocuklar eşit ve adil haklarla eğitim göremiyor. Yeme, barınma ihtiyaçlarından, giyim ihtiyaçlarına, yaşam haklarına kadar her şeyleri tehdit altında. Bunlar güncellenmesi ve değiştirilmesi gereken kanun maddeleri ve bunun gibi birçok şeyin gündemimde olacağını bilerek ilerliyorum bu yolda.

Yaşadığınız korkunç olaydan önce de politika bu kadar gündeminizde miydi?

Oğuz Arda gitmeden önce, yani başıma bu olay gelmeden önce, ben de tabii ki gündemi takip ediyordum. Gazete okuyordum, haberleri takip ediyordum, ülkede olandan bitenden haberdar bir yurttaştım aslında. Bazı olaylara tepki verdiğim zamanları bilirim, hatırlarım. Herkes gibi ben de Gezi’deydim. Berkin Elvan öldürüldüğünde ben de isyan ettim ya da Özgecan [Aslan] öldürüldüğünde ben de sokaklarda kadınlarla birlikte yürüyenler arasındaydım. Fakat hiçbir zaman başıma gelebileceğini, böyle bir hak arayışının içine düşeceğimi, bu kadar da siyasetin göbeğinde olan bir hak mücadelesi olduğunu düşünmemiştim. Bu tür toplumsal olayların siyasi olduğunu düşünürken aslında siyasetin tam da ortasında olduğunu fark ettim.

Adaylığınız nasıl karşılandı?

Bugüne kadar olumsuz hiçbir dönüş almadım. Çünkü insanlar mücadelemi biliyor, çünkü insanlar o meclise çıkabilirsem gerçekten halkın içinden bir ses olarak oraya gidebileceğimi ve onlarla yan yana durarak hep birlikte bir şeyler yapabileceğimizi görüyor.

Tekrar altını çizerek söylüyorum; ben siyasetçi değilim, ben bu ülkede hak arayan bir kadınım. Ve Türkiye İşçi Partisi’nin de aslında işte yıllardır mücadele eden çiftçinin, İGDAŞ işçisinin hak mücadelesi verenin, aslında toplumun içindeki bu mücadelelerde bireysel emek sarf eden insanları meclise taşımak istemesindeki amacının en net göstergesiyim, öyle söyleyebilirim.

Türkiye İşçi Partisi’nin arkasında durduğu bu söylemlerinde onlarla yan yana olduğum için de toplum bunu çok olumlu karşıladı ve çok güzel dönüşler aldım. Bu bana daha çok inanç ve motivasyon sağladı. Herkese tüm bu süreçte sizin aracılığınızla ve yanımda oldukları için teşekkür ederim.

Neden Mısra Öz? Neden size oy versinler?

Neden Türkiye İşçi Partisi bu belki birçok yerde duydukları bir şeydir ama ben tekrar altını kırmızı çizgilerle çizerek belirtmek istiyorum ki, şu anda eğer mevcut iktidar değişirse -ki değişmesi şart- öncelikli yapmamız gereken şeylerden bir tanesi tek adam rejimini değiştirmektir.

‘Tek adam rejimi değiştirdikten sonra gelen iktidar devletin sigortasıdır’, diyor sevgili Erkan Baş. Biz ise milletin sigortasıyız. Yani bu toplum için yapılacak olan, iyi olan ve doğru olanın arkasında durmakla birlikte yanlış olanın karşısında en güçlü muhalefet yapacak olan bireyler bizleriz, parti biziz, bu yüzden Türkiye İşçi Partisi. Halkın içinden olduğumuz için ve toplumun içindeki bireylerle yukarıdan değil de ne yaşadıklarını anlayıp aynı dilden konuşabilmemize imkân verdikleri için Türkiye İşçi Partisi.

Neden Mısra Öz, dersem tabii ki onların takdirine bırakıyorum, beş yıldır beni tanıyorlar artık, biliyorlar. Bilmeyenler için sadece şöyle bir şey söyleyebilirim, ben bu yola bir daha hiçbir aile paramparça olmasın, hiçbir çocuk yaşam hakkını kullanırken öldürülmesin, ihmallerin, liyakatsizliğin, sorumsuzluğun neticesinde yaşam hakkından kopartılmasın, bir daha böyle olaylar tekrarlanmasın, adalet gerçek suçlulara cezalar vererek bu zulmü durdurabilsin diye çıktım. Tabii ki takdir yine onlarındır. Yanımda oldukları ve inandıkları için, beş yıldan beri bu davada bu mücadelede sesime ses oldukları için teşekkür ederim; destekleri çok kıymetli.

Ekonomiye bakınca, KİMLERE OY VERMEYECEĞİZ?

[email protected]

Seçime bir aydan daha az zaman kaldı. Son üç yılı Yeşil Gazete’de olmak üzere yıllardır ekonomik konular üzerinde yazan biri olarak özellikle son beş yılda ekonomik alanda  yaşadıklarımızı unutmayıp bu seçimde KİMLERE OY VERMEYECEĞİMİZİ  hatırlamakta ve hatırlatmakta fayda görüyorum. Eminim benim unuttuklarım, sizlerin ekleyecekleri de olacak. Ama benim liste epey uzun. Başlayalım!

  • Miras aldığı yapısal reformlar, İMF programı ve AB üyelik adaylığı gibi olumlu gelişmeler sayesinde ilk yıllarda göreli olarak başarılı bir performans sergilemesine rağmen 21 yıl sonra ülkeyi ekonomik açıdan aldığı noktanın çok gerisinde bırakanlara,
  • Ekonomik gelişme ve kalkınmadan sadece betonlaşmayı anlayıp, insani gelişme, nitelikli eğitim, teknoloji geliştirme, girişimcilik ve çevreyi koruma konularında sınıfta kalanlara,
  • Dünya teknoloji devrimini yaşarken ülkenin teknoloji ağırlıklı üretim ve ihracat düzeyini neredeyse yerinde saydıranlara,
  • Kadının eşit işe eşit ücretle işgücüne daha fazla katılımını destekleyecek adımları atmayanlara,
  • Türk ekonomisini dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına sokacağını iddia edip, aldığı sıradan daha da geriye götürerek 21’inci sıraya düşürenlere,
  • 2023 yılı hedefi olarak gayrı safi yurt içi hasılasını (GSYİH) 2 trilyon dolar, kişi başına GSYİH’sını 25 bin dolar olarak ilan edip, 2022 sonunda ülkenin GSYİH’sını 906 milyar dolara, kişi başına milli gelirini 10.655 dolara indirenlere,

  • “Ben ekonomistim, enflasyonu düşürmek için faizler indirilmelidir” diyerek ekonomik teoriye ve pratiğe aykırı adım atarak gelir dağılımını daha da bozup insanları fakirleştiren çok yüksek bir enflasyona neden olanlara,
  • Yanlış ekonomik politikaların doğurduğu sonuçları perdelemek için KKM gibi suni finansal araçlar icat ederek, döviz hesabı sahiplerine ülkenin hazinesinden bir yılda 200 milyar TL’nin üzerinde para aktaranlara,
  • Ülkedeki gelir dağılımını bozarak, en yüksek gelirli yüzde 20’nin milli gelirdeki payını yüzde 46,7’ye çıkarırken, en düşük gelirli yüzde 20’nin payını yüzde 6,1’e düşürenlere,
  • Gelir dağılımını bozarak toplumsal adaleti ortadan kaldıranlara, sonra bu insanlara komik tutarlarda sosyal yardım yaparak kendilerine bağımlı kılmaya çalışanlara,
  • Ülkedeki çalışanların önemli bir kısmını asgari ücretli durumuna düşürenlere; yılbaşından beri 8.500TL olan bu ücreti şu anda 9.591TL olan açlık sınırının altında tutarak insanları adeta açlığa mahkum edenlere,
  • Asgari ücret ve emekli maaşı dengelerini bozanlara, birçok emekliye asgari ücret altında maaş verenlere, dul ve yetim maaşlarını yerinde saydıranlara,
  • Köprü, otoyol, havaalanı, enerji santrali ve şehir hastanesi gibi yatırımlardan “öncelikli” olmayanları, cebimizden para çıkmıyor diyerek normal maliyetinin çok üzerinde bir bedelle KÖİ projesi olarak özel sektöre yaptırıp, birkaç sene sonra devlet bütçesinin önemli bir kısmının bunların ödemelerine gitmesine yol açanlara,

  • Sonrasında da asgari ücret, memur ve emekli maaşı artışları için bütçede kaynak yok diyerek insanları açlık sınırının altında bir gelire mahkum edenlere,
  • İzlenen yanlış ekonomi politikaları sonucunda konut fiyatlarını bir yılda yüzde 189,2 artırarak bırakın dar gelirliyi, orta gelirli hanehalkını bile ev alma imkanından yoksun bırakanlara,
  • Artan enflasyon ve ev fiyatları nedeniyle dar ve orta gelirlileri maaşlarından daha fazla kira ödemek durumunda bırakanlara,
  • Akademisyen ücretlerini 31.241TL olan yoksulluk sınırının altında tutarak, doktorlara her türlü zorluğu çıkartarak ülkemizden binlerce yetişmiş akademisyen, doktor ve mühendisin yurt dışına istemeden gitmesine yol açanlara, böylece ülkenin yetişmiş insan gücünü kaybetmesine sebep olanlara,
  • Özerkliği olan Merkez Bankası’nı atadığı “itaatkar” başkanlarla kendine tabi bir kuruma dönüştürerek izlenen para politikalarının ülke ekonomisini ve piyasalarını raydan çıkaranlara,
  • Yanlış ekonomi politikalarının yol açtığı kur artışını engellemek için ülkenin sınırlı döviz kaynaklarını satarak ülkeyi oradan-buradan borç alınmış dövizle acil ihtiyaçlarını karşılar hale getirenlere,

  • Yanlış faiz ve para politikası sonucu piyasaları işlemez ve fiyat oluşturamaz hale getirip, sonra devletin bütçesinden milyarlarca lira harcayarak İstanbul’da sadece binalardan oluşan bir finans merkezi kuranlara,
  • ÖTV’nin kapsamını genişleterek ve oranlarını artırarak birçok ürünü insanlar için ulaşılamaz hale getirenlere,
  • Başta enflasyon ve işsizlik verileri olmak üzere devlet tarafından yayınlanan istatistikleri şaibeli hale getirerek ülke ekonomisine ilişkin öngörüde bulunmayı imkansız hale getirenlere, dolayısıyla asgari ücret ve emekli maaşı gibi birçok ücretin hesaplamasının gerçeklerden uzaklaşmasına yol açanlara,
  • Ucuz emek üzerine kurulu bir ihracat stratejisiyle kendi halkının reel gelirini ve refahını her geçen yıl azaltıp, bu artı değeri ucuz ihracat yoluyla başka ülkelere aktaranlara,
  • Liyakatsiz ve sadece itaat etme meziyeti olan insanları önemli ekonomi kurumlarının başına getirerek bu kurumları görevlerini yapamaz ve yanlış politikalara karşı duramaz hale getirenlere,
  • Hakkında yolsuzluk ve rüşvet iddiaları olan ekonomi bürokratlarına yönelik hiçbir adım atmayanlara,
  • İzlenen yanlış, tutarsız ve öngörülemez ekonomi politikalarıyla bir yandan yabancı yatırımcıları kaçırıp, diğer yandan yerli yatırımcıların ülke içinden çok yurt dışında yatırım yapmalarına yol açıp, ülkenin büyüme ve istihdam kapasitesini daha da daraltanlara,

  • Ülkede satacak bir şey bırakmayıp, ardından bütün yeraltı servetimizi, madenlerimizi işlenmemiş olarak satarak bir yandan katma değeri yurt dışına aktarıp, diğer yandan ülkenin doğasını ve en verimli toprak ve su kaynaklarını talan edenlere,
  • Kamu İhale Kanunu’nu 20 yılda 192 kez değiştirerek, istisnai durumlar için konulmuş pazarlıkla ihaleyi düzenleyen 21. maddeyi neredeyse bütün önemli kamu ihalelerinde uygulayarak ihaleleri istediği firmaya verip ülkeyi zarara uğratanlara,
  • Enflasyonu tek haneye indirerek ve altı sıfır atarak istikrar kazandırılan TL’sının itibarını son beş yılda izlenen yanlış politikalarla tekrar bozanlara, paramızı pul edenlere, 500 ve 1000 TL’lik banknot ihtiyacı yaratanlara,
  • Yabancılara gayrımenkul satışını kolaylaştırarak, bir yandan ülkedeki gayrimenkul fiyatlarını yükseltip, diğer yandan Türk vatandaşlığını önüne gelene adeta “promosyon” olarak dağıtanlara,
  • İşsizliği artıranlara, özellikle genç işsizliğini yüzde 20’nin üzerine çıkaranlara,
  • Covid salgını sırasında, dünyada birçok ülke karşılıksız ve ciddi tutarda destek verirken salgından etkilenen esnaf ve küçük girişimcilere sadece sınırlı miktarda düşük faizli kredi desteği vererek mağdur edenlere,

  • Tarımda kendine yeterli bir ülkeyi izledikleri yanlış politikalarla ithalata bağımlı hale getirip, dünyada en yüksek gıda enflasyonunun yaşandığı ülkelerden birisi yaparak çocuklarımızı ve gençlerimizi yetersiz beslenmeye mahkum edenlere,
  • Sürekli vergi ve imar afları getirerek ülkenin kurumsal yapısını bozup, kurala uygun hareket edenleri sürekli cezalandıranlara,
  • 2,5 milyar dolar ödenerek Rusya’dan alınan S-400 savunma sistemini hiç aktive etmeyerek parayı sokağa atanlara, bunun sonucunda F-35 programından çıkarılarak ülkeyi ayrıca 10 milyar dolardan fazla zarara uğratanlara,
  • Gençlerimizin umudunu ve hayallerini kırarak, iş bulma ve iş geliştirme imkanlarını daraltarak bu ülkenin ekonomisinin tekrar kendi ayakları üzerinde durmasını zorlaştıranlara,
  • 21 yıldır iktidarda değillermiş gibi, seçilirlerse ekonomide mucizeler yaratacaklarını iddia edenlere

KESİNLİKLE OY VERMEYECEĞİZ!

EŞİK: Yeni meclis bir kez daha eşit temsilden çok uzak olacak

Yüksek Seçim Kurulu, 14 Mayıs 2023’te yapılacak seçimlerle ilgili milletvekilliği kesin aday listelerini 19 Nisan günü açıkladı. 

Eşitlik İçin Kadın Platformu‘nun (EŞİK) Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), İyi Parti, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP), Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (Yeşil Sol Parti) milletvekili listeleri üzerinde yapmış olduğu inceleme, yeni meclisin eşit temsilden yine çok uzak olacağını ortaya koyuyor.

Kadınlar siyasete girmek istemiyor iddiasını çürüten çok sayıda kadın aday adayı olmasına rağmen, birçok partinin kesinleşmiş listelerinde çok az sayıda kadına yer veriliyor. EŞİK tarafından yapılan basın açıklamasında, kadın adayların büyük bölümünün de seçilemeyecek yerlere konularak listelerdeki kadın oranının yapay şekilde yükseltildiği ifade ediliyor.

EŞİK, şu ifadelere yer veriyor:

“Yüksek Seçim Kurulu, listelerde cinsiyet belirtmediği için bu çalışma tüm vekillerin isimleri tek tek kontrol edilerek gerçekleştirilmiştir. Cinsiyete göre ayrıştırılmış veri toplamak devletin ve kamu ya da özel ilgili tüm kurumların temel görevlerinden biridir. Bu görevi ısrarla yerine getirmemek kadınlara karşı açık bir ayrımcılıktır; Anayasa’nın başta eşitlikle ilgili 10. maddesi olmak üzere birçok maddesinin ve Türkiye’nin taraf olduğu BM CEDAW Sözleşmesi’nin 9 No’lu Genel Tavsiyesi’nin açık ihlali anlamına gelmektedir.”

‣ EŞİK’ten siyasi partilere mektup: Eşit temsil lütuf değil, kadınların hakkı!

Bu görevin yerine getirilmemesinin aynı zamanda devletlere cinsiyete dayalı ayrıştırılmış veri ve istatistik toplama yükümlülüğü getiren İstanbul Sözleşmesi‘nin 10 ve 11’inci maddeleri ile 10 Pekin Eylem Planı gibi uluslararası sözleşmelere ve kadının insan haklarını düzenleyen belgelere de aykırı olduğunu aktaran platform, “Bu temel bilgiye erişimin mümkün olmaması, titiz bir kontrol süreci yürütmüş olmamıza karşın, analizde genel tabloyu etkilemeyecek ufak hataların yapılmış olmasına yol açmış olabilir” açıklamasında bulunuyor.

Yeniden Refah Partisi‘nin 2018 seçimlerinde barajı geçememiş olmasına rağmen, 14 Mayıs 2023 seçimine Cumhur İttifakı ile girdiği için barajı geçeceğinden birkaç vekil çıkarmasının öngörüldüğünü belirten Eşitlik İçin Kadın Platformu, partinin hangi şehirlerden kaç vekil çıkaracağı bilinmediği için hesaplamalara yansıtılmadığını belirtiyor.

‣ KA.DER: Yerel seçimlerde kadın adayların sayısı hayal kırıklığı yarattı

MHP’nin 40, AKP’nin 34, İyi Parti’nin 22, CHP’nin 21 ilde kadın adayı yok

Platformun 14 Mayıs seçimlerinden sonra Meclis’te yer alması beklenen siyasi partilerin kesinleşmiş aday listeleri üzerinden gerçekleştirdiği inceleme bulgularına ve 2018 seçim sonuçlarını temel alarak yaptığı karşılaştırmalara ve hesaplamalara göre,

  • 33 ilden kadın vekil çıkmıyor. Bu iller TBMM’nin 28. Dönemi boyunca sadece erkek vekillerce temsil edilecek. Cumhuriyet tarihi boyunca kadın vekil çıkarmamış olan 20 ilden 18’inde bu seçimde de kadın vekil çıkmayacağı görülüyor.
  • MHP’nin 40, AKP’nin 34, İyi Parti’nin 22, CHP’nin 21 ilde kadın adayı bulunmuyor.
  • Meclis’e 117 kadın vekilin girmesi ve Meclis’teki kadın oranının yüzde 19,50 olması bekleniyor.
  • TİP ile Yeşil Sol Parti’nin oy oranları 2018 seçimine göre artacak olursa, ilk sıralarda kadınlara en çok yer veren partiler oldukları için, Meclis’e girecek kadın sayısı da artacak.
  • CHP ve İyi Parti açısından İstanbul, İzmir, Giresun, Karabük, Manisa, Tekirdağ, Zonguldak, Osmaniye gibi kimi illerdeki potansiyel oy artışı, Meclis’e yedi ila 10 arasında daha fazla kadının girmesini sağlayabilir.
  • Yeniden Refah Partisi’nin listelerine 48 kadın aday koyduğu görülmekle birlikte, birinci sırada kadınlara yer vermemiş olması sebebiyle, 14 Mayıs 2023 seçimlerinde vekil çıkaracak olsa bile, bunlar erkek vekiller olacak.
  • Milletvekili listelerinde kadın oranı en yüksek parti 43,50 ile Yeşil Sol Parti; ikinci parti ise yüzde 42,13 TİP. Kadın adayı en az olan parti yüzde 15,17 ile MHP iken, hemen ardından yüzde 18,67 ile AKP geliyor.
  • Aday listelerinde birinci sırada en çok sayıda kadın vekile yer vermiş olan parti yüzde 47,06 ile TİP’dir iken ardından yüzde 39,08 ile Yeşil Sol Parti geliyor. En az sayıda kadını birinci sıraya yazan parti yüzde 4,60 AKP olurken, onu yüzde 8,05 ile MHP takip ediyor.
  • Meclis’e girecek en çok sayıda kadın vekil, 56 kadın milletvekili ile AKP’de görünse de oransal olarak değerlendirildiğinde, yüzde 41,54 kadın vekil oranı ile Yeşil Sol Parti ilk sırada yer alıyor.
  • Listelerde seçilebilir yerlerde yer alan kadın oranı en yüksek olan parti yüzde 41,54 ile Yeşil Sol Parti iken en düşük orana sahip parti yüzde 4,00 ile MHP. Bunu yüzde 11,36 ile İyi Parti, yüzde 18,18 ile CHP ve yüzde 19,05 ile AKP izliyor. Seçilebilir yer nitelendirmesi, 2018 seçim sonuçları baz alınarak oluşturuluyor.
  • Listelerdeki kadın oranı ile seçilebilir yere yazılan kadın oranları kıyaslandığında, aradaki farkın en açık olduğu parti TİP iken hemen ardından İyi Parti geliyor. İyi Parti listesinde yer bulan kadın sayısı 150 iken, seçilebilir yerde sadece beş kadın adayın olduğu görülüyor. İyi Parti’yi MHP takip ediyor; MHP’nin listesinde 91 kadın varken, seçilebilir yere yazılan kadın sayısı sadece iki. CHP listesinde 153 kadına yer vermekle birlikte, sadece 26 kadın aday CHP’den seçilebilir sıralarda yer alıyor.
  • Partilerin listelerinde seçilebilir yerin hemen altında bir kadın adaya yer verdiği görülüyor. Bu durum AKP listelerinde 15, Yeşil Sol Parti’de 13, CHP listelerinde 11, İyi Parti’de yedi, MHP’de altı, TİP’de üç ilde görülüyor.

Eşitlik İçin Kadın Platformu, bu verilerin siyasi partilerin seçilebilir sırada kadın aday eksikliğinin farkında olduklarını ve mümkün olduğunca üst ama seçilmesi riskli sıralara kadınları koyduklarını ve seçilebilmek için en yoğun emeği sarfetmek durumunda kalacak adayların da kadın adaylar olacağını gösterdiğini bildiriyor.

‣ EŞİK, siyasi partilere seslendi: Eşit temsil için yapılacak çalışmaların önünde yasal bir engel yok

İllerdeki durum

  • MHP’nin 40 ilde kadın adayı bulunmuyor.
  • AKP; Adıyaman, Amasya, Artvin, Bilecik, Bingöl, Bitlis, Burdur, Çankırı, Çorum, Elazığ, Giresun, Gümüşhane, Hakkari, Isparta, Kars, Kırşehir, Mardin, Muğla, Muş, Nevşehir, Niğde, Ordu, Rize, Siirt, Sinop, Tokat, Yozgat, Bayburt, Kırıkkale, Bartın, Ardahan, Iğdır, Karabük ve Kilis olmak üzere toplam 34 ilde hiç kadın adaya yer vermedi.
  • İyi Parti; Afyon, Ağrı, Amasya, Artvin, Bilecik, Bitlis, Bolu, Burdur, Giresun, Gümüşhane, Kastamonu, Kırşehir, Muş, Niğde, Sinop, Tokat, Tunceli, Uşak, Bayburt, Şırnak, Ardahan ve Kilis olmak üzere toplam 22 ilde hiç kadın adaya yer vermedi.
  • CHP; Ardahan, Artvin, Bilecik, Bingöl, Edirne, Erzincan, Erzurum, Iğdır, Karabük, Kastamonu, Karaman, Kayseri, Kırıkkale, Kırşehir, Kilis, Malatya, Rize, Siirt, Sinop, Sivas, Şırnak ve Tokat olmak üzere toplam 21 ilde hiç kadın adaya yer vermedi.
  • Millet ittifakı; Ardahan, Artvin, Bilecik, Iğdır, Kastamonu, Giresun, Gümüşhane, Sinop, Tokat, Kırşehir, Kilis, Şırnak ve Rize olmak üzere toplam 13 ilde, altı parti olarak tek bir kadın aday çıkarmamış durumda.
  • Emek ve Özgürlük İttifakı’nın tüm illerde kadın adaylara, eşit temsile yakın oranda yer verdiği görülüyor.

‘Eşit temsil vazgeçilmezimiz’

EŞİK, kadınların eşit temsilinin siyasetçilerin keyfi kararlarına bırakılamayacağını belirterek “Her bir seçimde ülke eşitlik yolunda bir beş yıl daha kaybetmektedir. Cumhuriyetin ikinci yüzyılında da sadece erkeklerin yönettiği; kadınların, çocukların, tüm toplumun hayatı hakkında tek karar ve yetki sahibinin erkekler olduğu bir ülke istemiyoruz” diyor.

Önceki yıllardaki seçimlerden farklı olarak bu seçimde, seçim ittifaklarından biri tarafından kadınların hakları ve hayatları ana pazarlık konularından biri haline getirildi. Platform, bu durumu şöyle değerlendiriyor:

“İktidar ittifakının seçim vaatleri ve propagandalarında kadınların eğitim hakkından çalışma hakkına, şiddetsiz bir hayat hakkından nafaka hakkına dek neredeyse tüm haklarının yok edileceği ilan edilmektedir. Seçim propagandası adı altında her gün kadın erkek eşitliğine ve LGBTİ+ varoluşa yönelik ağır saldırılar yapılmaktadır. Bu saldırıların oluşacak olan yeni Meclis’te de süreceği açıktır. Bu saldırılara karşı Meclis’e en azından eşit sayıda kadının girmesini ve haklarını ve hayatlarını kendilerinin savunmasını sağlamak yerine yine erkek egemen bir Meclis oluşturmak, kadınların hayatlarını erkekler arası bir pazarlık konusu olarak görmeye devam edileceğinin ilanıdır.”

‣ KA.DER: Eşit temsile ulaşıncaya kadar mücadeleye devam!

Aday listelerinde açıkça görülen kadın temsilinin yetersizliğine, sadece kadınlar değil toplumun geniş bir kesimi isyan ediyor. Kadınlar İçin Eşitlik Platformu, bu eksikliğin yasama organında oluşturulacak kurullarda, yürütme ve yargı atamalarında eşitlik ilkesi gözetilerek acilen telafi edilmesi gerektiğini söyleyerek şu tavsiyelerde bulunuyor:

“İlk 100 gün içinde yapılacak ilk yasal düzenlemelerden biri de tüm seçimlerde ve atamalarda eşit temsil ilkesinin yasal zorunluluk haline getirilmesi olmalıdır. Eşit temsil olmayan listeler seçim kurulları tarafından reddedilmelidir. Eşitlik ilkesini ihlal eden atamalar iptal edilmelidir. Eşit temsil, ilk anayasa değişikliğinde de anayasal bir kural olarak düzenlenmelidir.”

Platform, yasal güvenceli eşit temsil sağlayıncaya kadar mücadeleye devam edeceğini açıklıyor.

Avrupa Birliği göç ve iltica kurallarında düzenlemeye gitti

Avrupa Parlamentosu (AP), Avrupa Birliği‘nde (AB) düzensiz göçmenlerin geri dönüşlerini hızlandıracak ve acil durumlarda sığınmacıların üye ülkeler arasında zorunlu dağıtımı gibi yeni göç ve iltica kuralları getirecek paket üzerinde uzlaştı.

AP Genel Kurulu‘nda AB Komisyonu‘nun çıkmaza giren göç ve iltica paketiyle ilgili oylama yapıldı.

Oylamanın ardından AP tarafından yapılan yazılı açıklamaya göre, onaylanan yeni kurallar düzensiz göçmenlerin geri dönüşünü hızlandırmayı ve AB içindeki diğer ülkelere seyahat etmelerini engelleyecek tedbirleri içeriyor.

Göçmenlerin, AB tarafından gerekli görülen durumlarda üye ülkelere yerleştirilmelerini zorunlu kılan paket, “dayanışma mekanizması” gereği, bu haller dışındaki durumları gönüllülük prensibine bağlıyor.

Buna göre, üye ülkelerden biri göçmen akınına uğradığında diğer üye ülkeler, bir miktar mülteciyi kendi ülkelerinde ağırlamak ve baskı altındaki ülkeye finansal destek sağlamak gibi yöntemlerle destek verecek.

AB ülkelerinde üç yıllık yasal ikametten sonra uzun vadeli izinlerin verilmesinin hızlandırılması ve geçici koruma statüsünden yararlanan kişilerin entegre olmasını da öngören paket, AB’de uzun süreli ikamet edenlerin ek çalışma kısıtlamaları olmaksızın başka bir AB ülkesine ailesiyle birlikte taşınma hakkını da sağlıyor.

Paket, sonraki aşamada AP ve AB Konseyi tarafından müzakere edilecek.

Görüşmelerin 8-9 Haziran’daki AB adalet ve içişleri bakanları toplantısında, üye ülkelerin bakanlarının uzlaşma sağlamasının ardından başlaması bekleniyor.

Göç ve iltica paketi

AB Komisyonu, 2015’teki göç akınından beri sığınmacıların nasıl dağıtılacağı ve iltica başvuruları reddedilenlerin nasıl geri gönderileceğine çözüm bulunamaması nedeniyle bir dizi yasa teklifi, yol haritası ve tavsiyelerden oluşan yeni bir tasarı hazırlamıştı.

AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen‘in Eylül 2020’de açıkladığı paketle ilgili, üye ülkelerin farklı tutumları nedeniyle sonuç alınamamıştı.

Geçen sene Fransa, AB Dönem Başkanlığı süresince, paket üzerinde ilerleme sağlanabilmesi için “adım adım yaklaşımı”nı benimsemişti. Bunun üzerine AB’nin sınırlarını güçlendirmek ve dayanışma mekanizması olmak üzere paketteki iki unsur üzerinde anlaşma sağlanmıştı.

2022, “AB’nin göç krizinden bu yana görülmemiş düzeyde düzensiz göç aldığı yıl” olarak kayıtlara geçmişti.

AB’ye 2022’de 330 bin düzensiz giriş yapılmış, bu, bir önceki yıla göre yüzde 64’lük artışa tekabül etmişti.

‘Yasal ve ahlaki değerler gözardı ediliyor’

AB’nin göç politikasını ele alan bir çalışmada, birliğin “yasal, ahlaki ve insani” değerleri göz ardı ederek sadece düzensiz göçmen akınını azaltmaya çalıştığı bildirilmişti.

2018’de İngiltere‘deki Oxford Üniversitesi‘nde akademisyenler ve sahadaki araştırmacıları bir araya getiren “Sınır Kriminolojisi” birimi, “Avrupa Sınır Kontrolünü Devrediyor: Merkez Akdeniz’de Gidiş, Ölüm, Arama ve Kurtarma Faaliyetlerinde Son Trendler” başlıklı bir çalışma yayımlamıştı.

Çalışmada, Uluslararası Göç Örgütü ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği‘nden alınan verilerle Ocak 2016-Temmuz 2018 arasında düzensiz göçmenlere ilişkin güncel veriler ışığında AB göçmen politikasıyla ilgili değerlendirmelere yer verilmişti.