12 Şubat’ta İzdemir Termik Santrali’nin ikinci ünitesi için yapılmak istenen ÇED bilgilendirme toplantısı halkın ve çevrecilerin tepkileri nedeniyle yapılamadan sonlandı.
Mart 2014 de deneme adı altında faaliyete geçen İzdemir Termik Santrali’nin faaliyette olan 1. ünitesi için Nisan 2014 de Danıştay 14. Dairesi’nin ÇED olumlu kararını iptal kararına istinaden, mevcut ünite için ÇED tekrarı beklerken 2. ünite ÇED halkı bilgilendirme toplantısı 12 Şubat 2015 saat 10:30’da Çakmaklı Köyü’nde kahvede yapılmak istendi.
İzmir ÇMO Başkanı Helin Kınay, Orman Müh. Odası’ndan Kenan Öztan, Kıyı Ege Belediyeler Birliği’nden avukat Enis Dinçeroğlu ile EGEÇEP, FOÇEP, Foça Forum ve Aliağa Çevre Platformu’nda oluşan ve ÇED toplantısına katılmak istenen çevrecilerin araçları köye gelmeden jandarma tarafından durduruldu ve GBT uygulaması yapıldı. Araçların o noktada tutulması sebebiyle, toplantıya katılımın geciktirilmek istendiğini öne süren çevreciler ÇED toplantısının yapılacağı kahveye yürüyerek ulaşabildiler.
Kahvenin küçüklüğü sebebiyle önemli sayıda katılımcının dışarıda kaldığı toplantıda, yöneticinin “Aliağa’da termik santral mi var?” sözü tepkilere neden olurken daha sonra toplantı sloganlarla, alkışlarla ertelendi ve toplantının gerçekleştirilemediği de tutanaklara geçti.
Isparta ve Antalya illerinde Yukarı Köprüçay Havzası’nda yapımı devam eden Kasımlar Barajı ve HES projesinin inşa edildiği alanın bir kısmının orman, bir kısmının da tarım alanı olduğu ortaya çıktı. Projede ise dava konusu HES projesi ise yer almıyor.
Evrensel’den Yusuf Yavuz’un haberine göre Isparta ve Antalya illerinde Yukarı Köprüçay Havzası’nda yapımı devam eden Kasımlar Barajı ve HES projesinin inşa edildiği alanın bir kısmının orman, bir kısmının da tarım alanı olduğu ortaya çıktı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın hazırlanan 1/100 bin ölçekli Antalya-Burdur-Isparta Çevre Düzeni Planı’nda orman ve tarım alanı olarak görülen bölgenin 1/25 bin ölçekli Çevre Düzeni Planı henüz yapılmadı. Ancak buna rağmen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı planı tamamlanmamış alanda hukuka aykırı biçimde inşaatı başlayan HES projesine ÇED Olumlu kararı verdi. Yöre köylülerinin ÇED Olumlu Kararı’nın iptali istemiyle açtıkları davayı gören Danıştay 14. Dairesi ise köylülerin bu istemini reddetti.
Danıştay 14. Dairesi, bilirkişi raporuna dayanarak aldığı kararda, dava konusu projenin çevresel etkilerinin telafi edilebilir düzeyde olduğu görüşüne yer vererek, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın ÇED olumlu kararında hukuka aykırılık bulunmadığına hükmetti. Ancak oy çokluğu ile alınan karara muhalefet oyu kullanan Danıştay Üyesi Mustafa Genç, dava konusu projenin uygulandığı alanın ilgili çevre düzeni planında tarım ve orman alanı olarak işaretlendiğini belirterek, “Çevre düzeni planında dava konusu HES projesinin yer almadığı anlaşılmaktadır. Planlamaya ilişkin süreç işletilmeksizin verilen dava konusu ÇED olumlu kararında hukuka uyarlık bulunmadığından yürütmenin durdurulması isteminin kabulü gerektiği oyuyla çoğunluk görüşüne katılmıyorum” görüşünü savundu.
“Önce projeyi inşa edip ardından plan yapmak dünyanın neresinde var?”
Konuyla ilgili Evrensel Gazetesinin sorularını yanıtlayan davanın avukatı Yakup Okumuşoğlu, planlama usul ve esaslarına uyulmadan proje inşa ederek Türkiye’nin doğasının korunamayacağını belirterek, “Önce projeyi inşa edip ardından plan yapmak dünyanın neresinde var?” diye sordu. Projenin bir kısmı sınırlarında kalan Antalya Büyükşehir Belediyesi ise 9 Şubat tarihinde gerçekleşen meclis toplantısında plansız alana inşa edilen HES projesini meşrulaştıracak olan nazım bayındırlık planını onayladı. AKP’li meclis üyelerinin oylarıyla onanan plana CHP’li üyeler karşı çıktı, MHP grubu ise çekimser kaldı.
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Haluk Koç, Parti Meclisi Toplantısı sona ererken basın mensuplarına açıklamalarda bulundu.
Haziran’da yapılacak Genel Seçim için 85 seçim bölgesinin 55’inde milletvekili adaylarını ön seçim yöntemiyle belirleyeceklerini ifade eden Koç, Başbakan Ahmet Davutoğlu’na seslenerek “CHP 85 seçim bölgesinin 55’inde milletvekili adaylarını ön seçim yöntemiyle belirleme kararı almıştır. 45 ilde hakim denetiminde tüm üyelerin katılımıyla 10 ilde örgüt denetiminde tüm üyelerin katılımıyla aday belirleme yolu tespit edilmiştir. Sayın Davutoğlu’na soralım boş saçmalamalarının yanında. Senin böyle bir demokratik cesaretin var mı Sayın Davutoğlu? Senin bir iktidar partisi genel başkanı olarak adaylarını üyelerinin katılımıyla hakim huzurunda belirleyebilme iraden cesaretin var mı?” dedi.
“MERKEZ ADAYLARI KADIN ADAYLAR OLACAKTIR”
Ön seçimin 29 Mart günü tüm üyelerle, hakim denetiminde yapılacağını açıklayan Koç, “Adaylık başvuruları 17-24 Şubat tarihleri arasında Genel Merkezimizde yapılabilecektir. İstanbul, Ankara,İzmir. İstanbul birinci, ikinci, üçüncü bölge; Ankara birinci, ikinci; İzmir, birinci, ikinci bölge birinci sıra merkez adayları kadın adaylar olacaktır. Bu genel başkanımızın özellikle arzuladığı noktadır. Ön seçim, 29 Mart’ta tüm üyelerle hakim denetiminde yapılacak. 45 seçim bölgemizde hakim huzurunda ön seçim, 10 ilimizde örgüt denetiminde eğilim yoklaması kararı alınıştır. Merkez yoklaması ise 30 seçim bölgesinde yapılacaktır. Bu 30 seçim bölgesinin 17 tanesi yüzde 10’un altında oy aldığımız seçim bölgesi. 13 tanesi ise bölgenin duyarlılıklarına göre PM tarafından merkez yoklaması kapsamına alınan illerdir” ifadelerini kullandı.
Syriza’nın Yunanistan’daki seçim başarısını Türkiye Yeşilleri’nin eski uluslararası koordinatörlerinden, Yeşil Gazete yazarlarından Dilek Özkan‘la konuştuk. Uzun süredir Yunanistan’da yaşayan ve doktorasını yapmakta olan Dilek Özkan, yakından takip ettiği Syriza’nın başarılı olacağına inanıyor.
…
Dilek, sen uzun zamandan beri Yunanistan’da yaşıyorsun? Ne kadar oldu? Bildiğim kadarıyla Syriza’nın yükselişi dönemine bire bir tanıklık ettin. Birkaç yıl önce Syriza’nın iktidar olacağını bekler miydin? Çevrende bunu ciddi olarak tahmin eden var mıydı? Ya da ne zamandan beri bu ciddi bir olasılık olarak konuşuluyordu?
Dilek Özkan
Ekim 2008’den beri Atina’da yaşıyorum, yani 6 yıldan biraz fazla oldu. Doğru, Yunanistan’ın en belki de en sancılı sürecine tanıklık ettim. Özellikle Aralık 2008 Alexis’in öldürülmesiyle başlayan toplumsal hareketlilik, pek kişiyi olduğu gibi beni de etkilemişti. Ardı arkası kesilmeyen eylemler, grevler, işgaller derken bu süreçte Syriza’nın her yıl biraz daha oylarını arttırdığına şahit olduk. Ben Syriza’yı 2009 ve 2012 genel seçimlerinden beri yakından izliyordum. Aslında 2012 Mayıs ve Haziran’ın da Syriza iktidara göz kırpmıştı, seçimlerden 3 puanlık farkla ikinci parti olarak çıkmayı başarmıştı. 2014 yerel seçimleri, ve Avrupa Parlamentosu seçimlerinden sonraysa, artık Syriza’nın bir sonraki seçimlerde iktidar olacağına neredeyse kesin gözüyle bakılıyordu. Cumhurbaşkanı krizinden önce yapılan seçim anketleri de Syriza’nın birinci parti olacağı sinyallerini veriyordu. Bence, aslında 2012 seçimlerinde de, özellikle ikinci turda “Syriza gelirse Yunanistan Euro bölgesinden çıkar, bankalara ve mevduat hesaplarına el konur” gibi karalama kampanyaları etkili olmuştu. Bu sefer de yine aynı kampanyayı yürütmelerine rağmen, başarılı olamadılar. Syriza’nın “Yunanistan değil, Avrupa değişmeli” söylemi daha etkili oldu. Kısacası, benim gibi, bir kesim Syriza’nın gelişini bekliyordu; bir kesimse gelme ihtimaline karşı çoktan banka hesaplarını boşaltmıştı. Çok büyük sürpriz olduğu söylenemez, ama yine de herkes de bir şaşkınlık yarattığı bir gerçek. Sonuç olarak, 1950’den beri radikal sol söylemi olan bir parti Yunanistan’da iktidara gelmemişti.
“Yunan gençleri diğer Avrupa ülkelerine yöneldi”
Yunanistan’da hayat nasıl? Ekonomik kriz günlük yaşamı ne kadar etkiliyor? Krizden sonra hayatınızdaki en önemli değişiklikler ne oldu?
15 yaşındaki Alexis 7 Aralık 2008’de Atina’da polis tarafından öldürülmüştü
Ekonomik kriz sonrasında Yunanistan’a dayatılan neo-liberal politikalar maalesef en çok çalışan emekçileri, orta alt sınıfı, emeklileri ve gençleri etkiledi. Biliyorsunuz, ilk olarak maaşlara ve vergi sistemine el attılar, önce ikramiyeler kalktı, sonra maaşları düşürdüler. İşten çıkarılmalar, yer değiştirmeler derken özellikle devlet memurları bu süreçten en çok etkilenenler oldu. Elbette özel sektör de krizi fırsata dönüştürüp, daha çok sömürü imkanları geliştirmekten geri kalmadı. Yunan gençleri, iş ve eğitim olanakları için diğer Avrupa ülkelerine yöneldi, özellikle Almanya, İsviçre, İngiltere bunlar arasında öncelikli tercih edilen ülkeler oldu. Yerel şirketler, dükkanlar, mağazalar kapandı, yerlerini özellikle yeme-içme sektörünün çok uluslu şirketleri almaya başladı. Eğitim ve sağlık sistemi muhtemelen en çok hırpalananlar arasındaydı. Gerçekten akıl almaz yöntemlere başvurdular, diğer Avrupa ülkesiyle alakası olmayan politikalar uygulandı her alanda.
Syriza’nın iktidara gelmesi şimdiden bir şeyleri değişitirdi mi? Kamuoyunda, basında, günlük hayatta, okulda örneğin, ya da sokakta nasıl bir hava var?
Garip ama sanki daha olumlu bir atmosfer oluştu seçimler sonrasında. Syriza’ya daha kuşkuyla yaklaşanlar, oy vermeyenler dahi Tsipras ve ekibinin hemen kolları sıvayıp çetin bir pazarlık sürecine giriştiğini görünce fikirlerini değiştirdi. Hatta bu hafta yapılan son seçim anketlerinde Syriza’nın oylarını %10 daha artırdığı ortaya çıktı. İnsanlar umutlu, daha önce Nea Demokratia ve Pasok seçmeniyse Tsipras’ın bu iki haftada başardıklarını, 5 yıldır yapamadıklarından dolayı oldukça sinirli ve kızgın. Tsipras’ın halkçı söylemi sempatizanlarını artırıyor, Ekonomi Bakanı Varoufakis’in Avrupalılar karşısındaki karizmatik ve alaycı üslubu da Yunanlıların zedelenen gururunu okşuyor. Bu pazarlıktan ne şekilde dönerlerse dönsünler, geniş bir kesim tarafından daha şimdiden başarılı olacakları inancı yerleşmiş durumda. Henüz pratikte çok bir şey değişmiş değil, hükümet çalışmalarına bu hafta başlayacak ama öncelikli mesele ekonomi.
“Anarşistlerden de Syriza’ya oy verenler oldu”
Peki Yunanistan’daki taban hareketleri, anarşist gruplar vb. Syriza’ya nasıl bakıyor? Beklentileri nasıl? Yunanistan’da bir dönem Gezi benzeri ciddi toplumsal olaylar çok yaygındı, biliyoruz. Bu hareketlerin içindeki aktivistler bugün Syriza içinde mi, yoksa arada bir açı var mı sence? Ayrıca iktidar olma durumu neleri değiştirebilir?
Yunanistan başbakanı Alexis Tsipras
Elbette, diğer hükümetlerden farklı olacakları umut ediliyor. Bildiğim kadarıyla, anarşist ya da otonom örgütlenmeler arasından da bu seçimlerde Syriza’ya oy verenler oldu. Genel olarak, önceki hükümetlerin aksine demokratik haklar konusunda da saygılı ve dikkatli olmaları bekleniyor. Hükümet açıkladığı programında özellikle göçmen sorunlarına el atacağını vurguladı. Bu önemli bir gelişme. Yunanistan’da doğan göçmen çocuklarının vatandaşlık hakkı elde edememesi önemli bir sorundu, bunun çözüme kavuşacak olması olumlu karşılanıyor. Bunun haricinde, hükümetin Avrupalı ortaklarıyla yeniden masaya oturma pazarlığını desteklemek adına geçen Perşembe günü ikinci defa on binlerce kişi hükümet binasının önünde boy gösterdi. Bu herhalde daha önce görülmemiş bir durum. Yıllardır hükümet politikalarına karşı seslerini duyurmak için sokaklara dökünen kesim bugün destek için oradaydı. En çok da kadınlar, Syriza’nın ev kadınlarının üstündeki ekonomik yükü azaltmak adına verdiği vaatler azımsanacak gibi değil. Bazı kesimlerle arada bir açı var elbet. Bunlar şimdiden Syriza’nın ve hükümetin açığını bulma yarışına giriştiler bile; ama Syriza’nın başarısız olması durumunda yerine gelebilecek ihtimalleri kimse düşünmek bile istemez herhalde.
Biz uzaktan, hele ki Türkiye gibi gün geçtikçe olmayan demokrasisini de kaybedip hem piyasa köktenciliğine, hem de tek adam rejimine gömülen bir ülkeden bakınca, bu kadar neoliberalizm karşıtı bir program ve bu kadar özgürlükçü söylemler görmekten heyecan duyuyoruz. Hatta belki biraz fazla heyecanlanıyor bile olabiliriz. Sen yıllardır Yunanistan’da yaşayan ama burayı da iyi bilen bir Türkiyeli olarak Syriza’nın programındaki en önemli konuların neler olduğunu düşünüyorsun? Seni en çok neler heyecanlandırıyor? Hangi konular seni ikna etmiyor?
Çok doğru biraz fazla heyecan görünüyor, ama sadece Türkiye’den değil. Şu anda Syriza, en çok da Tsipras genel olarak yurtdışındaki basın tarafından yakinen takip ediliyor. Bunu doğal karşılamak gerekiyor, Avrupa politikası uzun süredir sağ ve merkez sağ partilerin hegemonyası altında. Syriza’nın bu anlamda ayrık otu gibi çıkıvermesi herkesi heyecanlandırdı, uzun süredir iktidara göz ucuyla dahi bakmayan sol partileri de umutlandırdı. Syriza şu anda ekonomiye ve Avrupa Merkez Bankası ve IMF’yle olan ilişkisine odaklanmış durumda. Önümüzdeki günlerde bu konuda ciddi adımlar atmaları bekleniyor. Gerçekten de bu mesele herkesi ilgilendiriyor, çünkü son 5 yıl içerisinde, genel olarak maaşlarda %30’un üzerinde kesintiye gidildi, emekçi kesimin üzerindeki vergi yükü azalması gerekirken daha da arttı, işsizlik oranları zaten malum. Bu anlamda, Syriza’nın bu konuda atacağı en ufak adım olumlu karşılanacaktır.
Bir Türkiyeli olarak bakınca, Yunanistan sosyal haklar ve insan hakları gibi konularında zaten bizden çok öndeydi. Ama beni özellikle bu ekonomik krizin ve neo-liberal politikaların beslediği ırkçılık söylemle ortaya çıkan ‘Altın Şafak’ partisinin yükselişi endişelendiriyordu. Son seçimlerde de oylarını korudukları görüyoruz. Bu anlamda, Syriza’nın programında başarılı olması, ekonomik kriz nedeniyle radikal sağa sürüklenen seçmene daha bilinçli tercihler yapma şansı verebilir. Irkçı ve neo-nazi söylemlerinin beslendiği kaynaklar ve örgütlenmeler ortaya çıkarılabilir, deşifre edilebilir. Göçmen hakları konusuna ağırlık verilebilir ve göçmenlerin bürokratik engellerden dolayı yaşadığı sorunlar giderilebilir.
Benim heyecanla beklediğim gelişme ise önceki hükümetlerin Yunanistan’ın doğal zenginliklerinin özelleştirmesi ya da satışıyla ilgili anlaşmaların feshedilmesi. Biliyorsunuz, Pire limanını Çinliler alıyordu, ama süreci dondurma kararı aldılar. Umarım Eldoradagold’un, Selanik yakınlarında, Halkidiki bölgesinde işlettiği altın madenine de el atarlar. Syriza’nın verdiği sözleri yerine getirip getiremeyeceğini zaman gösterecek, ama ben bu konuda samimi olduklarına inanmak istiyorum.
“Syriza başarılı olacak”
Syriza’nın seçim başarısı seçimlere Syriza ile birlikte katılan Yeşlilleri de doğrudan iktidar ortağı yapmış oldu. Bir milletvekili ve bir de çevre bakan yardımcısı çıkardılar. Sence Yeşiller’in ve yeşil oyların bu başarıda payı oldu mu? Syriza’ın programında ekolojinin payı ne? Yeşiller’in bu anlamdaki katkısı ne oldu?
Neyse ki, bu sefer Yeşiller Partisi Syriza’yla ortaklığa oturdu. Yeşiller partisinin oyu geçen seçimlere kadar mecliste temsil edilme barajı olan %3 civarındaydı. Ancak, bir önceki seçimlerde oy oranlarını ciddi biçimde kaybettiler. Muhtemelen o zaman Syriza’yla birlikte girmiş olsaydılar, Syriza iki yıl önce iktidar olacaktı. Yeşillerden seçilen kişi tanıdığımız, sevdiğimiz bir isim. Bu anlamda Yunanistan ve Türkiye’yi ilgilendiren ekolojik meselelerle Türkiye Yeşilleriyle ortak hareket edeceğinden eminim.
Syriza’nın bir sağ partiyle koalisyon kurması eleştirildi bu arada. Bu konu orada nasıl ele alınıyor? Sen ne düşünüyorsun, Bağımsız Yunanistan Partisi Syriza’nın ilerici programında gedik açabilir mi?
Bu konu üzerinde daha önce de yorum yapanlar olmuştu, dolayısıyla ben de aynı argümanı destekleyeceğim. Yunan parlamentosuna giren partilere baktığımızda Syriza’nın koalisyon yapabileceği tek parti, ne yazık ki daha önceki seçimlerde Nea Demokratia (Yeni Demokrasi)’den ayrılarak Kamenos’un etrafında toplanan Bağımsız Yunanlar Partisi’ydi. Her ne kadar merkez sağda yer alan bir parti olsa da Syriza’yla tek buluştukları nokta, ‘kemer sıkma’ politikasından feragat etmekti. Syriza seçimlerden hemen sonra Komünist Partisi’ne yeşil ışık yaktıysalar da bunun geri dönüşü olmadı. Yunan Komünist partisi (KKE) NATO’dan ve AB’den çıkmayı şart koştu. Kaybedenler kulübü olarak Yeni Demokrasi ve Pasok’la da koalisyon düşünülemezdi. Seçimlerin arifesinde medya destekli bir hareket olarak, aslında Syriza’nın oylarını bölmeyi hedeflerken Yeni Demokrasi’nin oylarını tırtıklayan Potami (Nehir) de hiç güvenilir bir ortak olmayacaktı. Dolayısyla tek seçenek Kamenos’un partisiydi. Tabii şimdilik sorun çıkarmayacak bir ortak olarak görünse de, yine de tetikte olmakta fayda var.
Syriza başarılı olacak mı, ne dersin?
Bu çok iddialı olacak ama evet, ben başarılı olacaklarına inanıyorum. Vaat ettiklerini her alanda olmasa da imkanları zorlayarak başaracaklarını düşünüyorum. Belki hemen olmayacak ama uzun vaade de fark yaratacaklar.
Avrupa Parlamentosu Yeşiller/Özgür İttifak Grubu Eş Başkanı ve Milletvekili anti-nükleer aktivist Rebeca Harms, Enerji Bakanı Taner Yıldız‘a28 Ocak 2015 tarihinde bir mektup yazarak Akkuyu Nükleer santralinin Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporu hakkında itirazlara yol açan imza sahteciliği ve inşaat izninin hemen verilmesine yönelik sorular sordu. Mektubu sizin için Türkçeleştirdik.
Avrupa Yeşiller Partisi Grup eşbaşkanı Rebecca Harms
Sayın Bakan Yıldız ,
Mersin Akkuyu’da yapılması planlanan Türkiye’nin ilk nükleer santralinin Çevre Etki Değerlendirme Raporu’ndaki (ÇED) bazı usülsüzlük iddialarına istinaden aşağıdaki sorularımı makamınıza yönlendirmek arzusundayım.
Bildiğiniz gibi 1 Aralık 2014 tarihinde Türkiye Çevre Bakanlığı, ÇED raporunu resmi olarak kabul etti ve Akkuyu inşaatına başlanabileceğinin işaretini verdi.
Ocak ayı başında Türkiye medyasında, ÇED raporunun içinde imza sahteciliği yapıldığına ve ÇED’in meşruiyetine itirazlar olduğuna dair haberler çıktı. Türkiye Mühendis ve Mimarlar Odaları Birliği’nin talebiyle gerçekleştirilen uzman analizi gösterdi ki rapor sürecinin farklı aşamalarında iki imza sahteciliği yapılmış bulunuyor. Analiz, Çevre bakanlığı tarafından resmi olarak kabul edilen ÇED raporundaki sahte imzaların, rapor imza tarihinde kurum personeli olmayan iki çalışana ait olduğunu ortaya koymuştur. Türkiye medyasındaki haberlerden, Çevre Bakanlığının nükleer santral tesisini kurmakla yetkilendirilmiş olan Rosatom’dan raporun kabul edilmesi yönünde büyük baskı gördüğünü anlıyoruz.
Bu durum raporun geneline yönelik şüphelerin yanısıra ÇED onayına göre verilen inşaat izninin meşruiyetine yönelik şüpheleri de arttırmaktadır. Böylesine önemli bir belgenin bir uzman görüşü alınmadan hazırlanması ve tüm maliyetleriyle hayata geçirilmeye çalışılması tam bir skandal olurdu.
Bununla birlikte 3000 sayfalık rapor onaylanmadan önce kamuoyuna gerekli tartışma, inceleme ve değerlendirmeleri yapması için sadece 10 gün verilmişti. Herşeyin ötesinde uzmanlar, nükleer atıklar için geçici depolama alanı ile nihai depolamadan sorumlu olacak tarafı tanımlayan bir alt anlaşmanın bulunmaması ve herhangi bir nükleer kaza yaşanması halinde radyasyondan etkilenen bölgede uygulamaya konacak bir tahliye planının olmaması gibi 2 kilit unsurun eksikliğine vurgu yapıyor. Akkuyu depremsellik niteliği olan bir sahadır: Ecemiş fay hattı tesisin kurulması planlanan sahaya sadece 25 kilometre mesafededir. Sizin daha iyi bileceğiniz gibi geçmişte bölge pek çok şiddetli deprem tecrübe etmiştir.
En son Fukuşima faciası, bir depremin nükleer santrallerde dolayısıyla da çevre ve insanda nasıl bir tahribata yol açtığını gösterdi. Ne var ki hükümetiniz bu koşullarda nükleer santral tesisi girişiminde hâlâ ısrarcı.
Yukarıda bahsi geçen hususların ışığında Akkuyu girişimine hız verilmesine istinaden sizden aşağıdaki soruların üzerinde durmanızı rica ediyoruz :
Projeye yönelik yukarıda bahsi geçen iddiaları nasıl değerlendiriyorsunuz? İddiaları göz önüne alacak mısınız?
Türkiye Hükümeti sınır ötesi etki yapabilecek Akkuyu girişimi hakkında komşularının bilgilenmesini nasıl sağlayacak? Türkiye Hükümeti Espoo* Kongresinde taraflardan biri olmak niyeti taşıyor mu?
Akkuyu’da bir nükleer kaza olursa Kıbrıs ve Yunanistan gibi komşu ülkelerin etkileneceği çok açıktır. Yunan ve Kıbrıs hükümetleri ile bir istişarede bulunmayı ve onları süreçteki gelişmeler hakkında mütemadiyen bilgilendirmeyi öngörüyor musunuz?
Çok Teşekkür ederim.
Saygılarımla,
Rebecca Harms
Yeşiller/Avrupa Parlementosu EFA Başkanı
*ESPOO (Sınıraşan Çevresel Etki Değerlendirme Sözleşmesi) uluslararası anlaşma
Rebecca Harms kimdir? 1956’da doğdu. 2010 yılından itibaren Avrupa Parlamentosu Yeşiller Özgür İttifak Grubu Eş Başkanıdır.
Almanya’nın nükleer atık sahasının bulunduğu Gorleben bölgesinde yaşamış biri olarak nükleer enerji üretimine karşıtlığını ilan etti. 2005 yılında Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (IAEA) hazırladığı Çernobilin Sonuçları raporuna karşılık 2006’da 2 ingiliz bilim insanıyla alternatif olarak TORCH adında bir raporun hazırlanmasında işbirliği yapmıştır. 2011’de Fukuşima nükleer faciasının sonucunda oluşan radyoaktif sızıntıların devam etmesine karşı aksiyon olarakAvrupa Birliği bünyesindeki liderler, 27 Avrupa Birliği üyesi ülkede nükleer güvenlik testlerine başlanması gerektiğine karar vermesini Harms “Bu testlerle nükleer enerji üretiminin değerlendirilmesine yeni kriterler gertirilmiş izlenimi vermeye çalışılıyor oysa amaç aslında nükleer enerji için yeni bir kabul ortamı hazırlamaktır” diye eleştirmiştir.
Harms Türkiye’ye en son 6 Kasım 2014 tarihinde Yeşil Düşünce Derneği, Kıbrıslılar Bilim, Eğitim Sağlık ve Dayanışma Derneği (KİBES), nükleersiz.org ile birlikte çağrıcılarından olduğu “Nükleer Tehdit ve Akdeniz Havzasında Ortak Mücadele” panelin için konuşmacı olarak gelmişti.
* İsviçre’de gizli hesaplar ortaya saçıldı. Meğerse ne zenginmişiz! * Bürokratlar dokunulmazlığa hücum etti, AKP’ye koştu. * Sır küpü çatladı, AKP içi mücadele ortaya çıktı. * Laik ve Bilimsel Eğitim İçin Boykot gündemi belirledi. * Özgecan Aslan…
*İsviçre’de gizli hesaplar ortaya saçıldı. Meğerse ne zenginmişiz! Haftanın başında, İsviçre’deki gizli hesapların ortaya saçıldığı haberini okuduğumda bu haberin son günlerin en önemli haberlerinden bir tanesi olabileceğini düşünmüştüm. Sonuçta İsviçre HSBC’de açılan gizli hesaplar ortaya saçılmıştı ve bu hesaplar arasında Türkiye’den 3105 tane hesap vardı. Bu hesaplarda da 3.48 milyar dolar vardı. Bu hesapların sahipleri ve o paraların nasıl kazanıldığı konusu önemliydi. Fakat bu yazıyı yazdığım haftanın son gününde, notlarıma bakarken bu olayın ayrıntılarını hatırlayamadım bile. O kadar hızlı bir gündem değişikliği oldu ki, bu olay çok geride kaldı.
Fakat bu gerçekten ilginç bir konu ve sadece bir bankada olan hesap ve para ortaya saçıldı. Diğer bankalar ve diğer hesaplara dair de söylentiler diğer sızıntılarda (leaks) biraz biraz ucunu göstermişti. O uca bakınca da en “yukarıları” görmek mümkündü. Yani yeni sızıntılar
* Bürokratlar dokunulmazlığa hücum etti, AKP’ye koştu. 7 Haziran 2015’te gerçekleşecek Genel Seçimler’de aday olmak isteyen kamu çalışanlarının istifa etmesiyle artık seçim ve adaylıklar konusu Türkiye’nin gündemine oturmuş oldu. İstifaların dağılımına bakınca doğal olarak iktidar partisinin ağırlığı gözüküyor. AKP’nin görev verdiği bürokratlar, istifa edip AKP’den TBMM’ye girmeye çalışıyorlar. Bunun iki sebebi olabilir. Bir tanesi bu bürokratların, en azından bir kısmının, dokunulmazlığa ihtiyacının olması. İkinci neden de, Ahmet Hakan’ın yazdığı gibi, AKP için istifa etmenin CV’lere getireceği büyük artı puan. (Bir üçüncü neden de olabilir. Onun için bir sonraki maddeyi beklemeniz gerekecek.) Sonuçta tüm istifa eden bürokratların dahi listeye alınması mümkün değil sayı itibariyle. Bir bölümü görevlerine geri dönecek ve AKP’nin bir neferi olarak görevlerine en kısa sürede daha üst düzey bir koltukta devam edecekler.
Her ne olursa olsun, bürokrasiden istifa edenlerin neredeyse tamamının iktidar partisi için istifa ettiği bir parti-devlet karışımı tarafından yönetildiğimiz gerçeği bir kere daha örneklendi.
* Sır küpü çatladı, AKP içi mücadele ortaya çıktı. Bürokrat istifalarının en ilgi çekeni ve hatta toplamını gölgede bırakanı MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın istifasıydı. Aslında istifa ihtimalinden hep söz ediliyordu ama daha sonrasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söyledikleriyle olay bambaşka bir boyuta taşındı. Görünüşe göre Hakan Fidan, Erdoğan’ın karşı çıkmalarına rağmen, Başbakan Davutoğlu’nun onayıyla istifa etti. Yani sır küpü çatladı AKP içi mücadele ortaya çıktı. Fakat öğrenilmiş çaresiz muhalefetin bu konuya yaklaşımı daha da ilginç bir görüntüyle bizi karşı karşıya bıraktı. Kimse böyle bir ikilik olabileceğine ihtimal bile vermedi. Herkes AKP’nin birbirine kenetlenmiş, tek bir fikir ve ideal etrafında sımsıkı bir kitle olduğundan emin neredeyse. İktidar uçmuyor, muhalefet uçuruyor. Halbuki bu çatlağa dini referansını bile bulmuş durumda. Erdoğan, başta Fidan olmak üzere kritik görevde bulunan ve istifa edenleri Uhud Savaşı’ndaki okçulara benzetiyor. Bu referans hem kendi ağzından, hem de medyadaki ağızlarından verildi. Savaşın kazanıldığını zannedip, savaşı bırakıp ganimet peşinde koşanlar anlamına gelen bu benzetme ile aslında bir başka istifa nedeni de ortaya çıkmış durumda. “Ganimet paylaşımı.” Buradaki ganimetin ne olduğunu da çok açıklamaya gerek yok. Senin, benim cebim…
* Laik ve Bilimsel Eğitim İçin Boykot gündemi belirledi. Geçen hafta gerçekleştirilen Laik ve Bilimsel Eğitim Mitingi’nden sonra bir adım daha atıldı ve bu amaçla bir boykot gerçekleştirildi. Kamuoyuna duyurulmasında Birleşik Haziran Hareketi’nin öncülük ettiği boykota daha sonra sendikalar, Alevi örgütleri ve HDP de katıldı. Boykotun sönük geçmesine yönelik hükümetin aldığı önlemlerle, taleplerin ne kadar doğru bir noktadan ortaya çıktığı daha boykot başlamadan görüldü. Boykot gününde belirli oranlarda (bazı okullarda %100’e varan…) katılım oldu ama çıkan ses katılımın çok daha üstündeydi çünkü talep ve talebin geldiği yapının özellikleri itibariyle sekülerlik mücadelesinin yeni bir evresi başladı. Şimdiye kadar şucu, bucu diye etiketlenip hemen hem kriminalize hem de karikatürize edilen talepler ilk defa güçlü şekilde ortaya çıktı ve tamamen tabandan dile getirildi. Önümüzdeki günlerde bu konu kendinden konuşturmaya devam edecek.
* Özgecan Aslan… Hafta korkunç bir olayla bitti. Ve sonrasında tüm toplum gördü ki bu olay aslında bir istisna değil(miş). Sadece belki diğer örneklere göre biraz daha ileri gitmiş hali. Her gün onlarca kadın bu tip bir olayın eşiğinden dönüyor(muş). Özgecan’ın anısı etrafında kadınlar her gün yaşadıkları olayları anlatmaya başladılar. Gördük ki gerici muhafazakar kültürün son sürat yol aldığı ülkemiz aslında bir eziyet ülkesi(ymiş). Hemen bu kültürün temsilcileri kadını daha da ötekileştiren, daha da kapatan öneriler sunmaya başladılar. Hayır. Gerici muhafazakarlıkla savaşmalı ve onu yenmeliyiz. Yine bu tip acı olaylar yaşanabilir mi? Belki. Fakat bunu doğal kabul eden, buna mağdurun üzerinden nedenler arayan bir kültürü dağıtmış oluruz.
Bu olayın belki tek sevinilecek yanı katillerin hemen yakalanmış olması. Fakat orada da bir durmak gerekiyor. Bir kişi, cinsel suç ve cinayet işliyor. İnsanlar tepkilerini cinsel küfürlerle gösteriyor ve bu kişinin alması için ölüm cezası istiyor. Bu aslında tam da bu zihniyete yenilmektir. Hukukun vereceği en ağır cezayı talep etmek hakkımız ama bunu talep ederken de birazcık da olsa karşıtına benzememeli insan.
20 yaşındaki kız kardeşimizi öldürdüler. Daha niceleri gibi adını ölümüyle öğrendiğimiz Özgecan, evine gitmek için bir dolmuşa binmişti. Gidemedi. Hangimiz girseydi o dolmuştan içeri, aynı feci sona yürüyecekti. Velhasıl kendini hayatta sananlar biliyor ki şimdi, bu biraz da geride kalanların cenazesi.
Devasa bir kadın mezbahası bu ülke, “ahlakla, namusla” kirletilmiş derin bir kan denizi…
Bütün kadınlar bilir. Bazı kuralları vardır bir mezbahada yaşamanın. Boş sokaklarda tek başına yürürken dikkat edeceksin. Otobüsler ineceğin duraktan önce boşalırsa, yolun kalanını kalbin elinde gideceksin. Yok saymaya çalıştığın bir endişe ele geçirecek kalbini. Aklında hep feci ihtimaller dolanacak. Hindistan’dan korkunç haberler gelmişti hani, ruhuna teyellenen sızıyla hatırlayacaksın. Otobüsler, toplu tecavüzler, öldürülen kız kardeşlerin… Ve bileceksin çok kötü şeyler sadece çok uzakta yaşanmaz. Maalesef defalarca öğrettiler bunu sana ve sen bunu defalarca öğrendin.
Mesela arkadaşlarla eğlenilmiş bir gecenin sonunda, mesela mesainin azıcık uzadığı bir kış akşamında, mesela bazen de güpegündüz tenha bir sokakta… eve giderken her çıtırtıya kulak kesileceksin, her gölgeye dikkat. Kalbin felaketi haber veren tellal gibi küt küt atacak.
Arkandan ayak sesleri duyarsan muhakkak hızlanacaksın. Kendini ışıklı bir caddeye, azıcık kalabalık bir yere atacaksın. Işıklı cadde ya da kalabalık seni korurmuş kollarmış gibi.
Oysa bileceksin. Başına ne gelirse gelsin… Kocan mesela bir tokat attığında, abin mesela namus diye böğürüp bıçağa sarıldığında, hiç tanımadığın yabancılar mesela –ya da en yakınların- etini acıtmak için uzanıp ruhunu kanattığında, o kalabalık seni katiyen korumayacak, bileceksin. Yardım istemek için, boğulur gibi elini kaldırdığında, evvela kılığına bakacak o cehennem zebanisi kalabalık. O gün ne giymiştin? Çok mu makyaj yapmıştın? Acaba biraz fazla mı gülümsemiştin? Başlangıçta kuyruk sallamıştın da sonradan ağız mı değiştirdin yoksa, ha?
Birlik olup soracak cehennemden sesler korosu: Ne yani baban boşuna mı dövüyor seni? Abin yok yere mi kana buladı elini? Kocan durduk yere mi çekti sanki tetiği? Ne yaptın sen kim bilir, kim bilir ne yaptın? Nasıl beş paralık ettin o adamcıkların haysiyetini, namusunu, şerefini? O kalabalık ahlak ve namus laflarını mesela her şeyden çok sever. Seni diyelim sevgilinle el ele görseler, dünyayı dar ederler. Öpüşsen, metrolardan anons geçerler. Flört etsen dinle kitapla tehdit ederler. Ama sıra kendi aralarındaki tecavüzcülere geldi mi onları cansiperane kollar, gözetirler. Katillerini kırpıp televizyon yıldızı bile yapar bunlar. Şaşılacak bir şey yok elbet. Tam teşekküllü bir mezbahanın kusursuzca çalışabilmesi için çok lazım olan ahlak çünkü, tam da böyle bir şeydir, bütün kadınlar bilir.
İşte bunların da pekâlâ farkında olduğun için, kalabalığa doğru koşarken bileceksin onlara güvenilmeyeceğini. Kime güveneceksin peki? Sahi, kim koruyacak seni bu zebanilerden? Adalet mi?
Hâkim diyecek ki “iyi de kızım, senin de üstünde tayt varmış ama!” O hâkim var ya, o hâkim bey amca, sen mesela tayt giydin diye, el âlem içinde yüksek sesle güldün, tanımadığın birine saat sordun yahut gece eve geç geldin diye katillerinin cezasında iskontoya gitti yıllarca bu mezbaha ülkesinde. Tecavüzcüler “aslında iyi çocuklardı” diye, katiller “zavallının gururu çok incinmişti” diye, felekzede kategorisinde aklanıp paklandı, ödül gibi cezalarla kurtardı paçayı bu riya denizinde. Bu yüzden bitmek bilmedi senin cehennemin. Bu yüzden böyle kolay yakabildiler canını her seferinde.
Biliyorsun bu ilk değil. Bütün kadınlar bilir. Daha önce defalarca öldün sen, 14 yaşında, 19 yaşında, 27 yaşında, 39 yaşında, 51 yaşında, defalarca, defalarca… Sadece geçen sene bile 257 defa öldürdüler seni. Yazıyla yazıyorum bak, tam iki yüz elli yedi defa.
Ve bu böyle olduğu, olabildiği için fink atıyor şimdi katillerin ortalıkta. Kendilerinden öncekilerden aldıkları cesaretle geliyorlar üstüne. Hayır, hiçbiri binde bir görülen feci bir hastalıktan mustarip değil, münferit vakaların vampir dişli canavarları değil hiçbiri. Birilerinin babası, birilerinin evladı, birilerinin komşusu bu adamlar. Sabah kızlarının başını okşadılar, öğlen annelerinin elini öptüler filan, öylesine aramızdalar. Kıllarına zarar gelmeyeceğini bilmenin gönül rahatlığıyla yaşıyor; güçlerini kendilerini koruyan o kalabalıktan, yaptıklarının yanlarına kâr kalacağını bilmenin ferahlığından alıyorlar. Hacısı, hocası, babası, dayısı, kocası, danası, polisi, hâkimi, mahallelisi, dedikoducu teyzesi… devasa bir suç örgütü bunlar. İyi bak, kolay tanırsın onları. Bilerken bıçaklarını “kadınlar çiçektir”, “analar kutsaldır” masalları anlatmaya bayılırlar.
Ölmemek için daha fazla, kanamamak için artık bu mezbahada, üstüne üstüne yürüyeceklerimiz, ayağımızın altında ezeceklerimiz… bir gün, evet uzak bir sılayı anar gibi burnumun direği sızlayarak söylüyorum belki ama bir gün, bir gün muhakkak bu cehennem tarihinden sonsuza dek sileceklerimiz onlar.
Özgecan’ı öldürdüler. Bıraksak hepimizi öldürür bunlar. Üzgünüz. Ama daha çok öfkeli şimdi. Ve kederimizden çok öfkemiz değiştirecek bu mezbahanın akıbetini…
“Bir tane kadın mıdır, kız mıdır bilmem” diyen, yerli yersiz her fırsatta natalist söylemleriyle kadının varoluşunu üremeye indirgeyen kişi bu ülkenin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan.
“Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek çıkıyor” diyen bu ülkenin Maliye Bakanı Mehmet Şimşek.
“Anası tecavüze uğruyorsa neden çocuk ölsün? Anası ölsün” diyen Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek.
“Tecavüze uğrayan doğursun, gerekirse devlet bakar” diyen bu ülkenin Sağlık Bakanı Recep Akdağ.
“Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur” diyen AKP Milletvekili, İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün.
“Kadın herkesin içinde kahkaha atmayacak” diyen bu ülkenin Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç.
“Türk kadını evinin süsüdür, erkeğinin şerefidir” diyen bu ülkenin eski Savunma Bakanı Vecdi Gönül.
Münevver Karabulut cinayetiyle ilgili, “Kızlarına sahip çıksalardı” diyen bu ülkenin Valisi Celalettin Cerrah.
“Medya olayları abartıyor. Kadına yönelik şiddet algıda seçicilik” diyen Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı Fatma Şahin.
Altı yaşında çocukların evlenebileceğini söyleyenleri de, “Annen de olsa diz kapağının üstü tahrik eder” diyenleri de duydu bu kulaklar. Kadına yönelik şiddetin önlenmesine çözüm bulduğunu sanan hadsizlerin “Bekâr erkeklere cinsel ihtiyaç ödeneği verilsin” sözlerini de, Diyanet’in nişanlı çiftlerin nerede, nasıl gezeceğiyle ilgili fetvasını da.
Siyasetçiler, yöneticiler, bürokratlar gizli öznesi “kır dizini otur evinde, çocuğuna bak” cümlesi olan bir haletiruhiye ile kadını hizaya getirme, kadına ayar verme derdinde. Kadınların yapması veya yapmaması gerekenler üzerinden üretilen siyasal zihniyetin geldiği nokta ortada. Israrla anlamak istemedikleri şey şu: Tacize, tecavüze, şiddete uğrayan bireyleri eğitmeyeceksin, bizzat tecavüzcüyü, şiddet eğilimli erkek güruhunu eğiteceksin.
TİB verilerine göre saatte iki milyon kez porno sitelerine giriliyor. Türkiye, Google’da “child porn/ çocuk pornosu” sözcüklerini en çok aratan ülke. Avrupa’da çocuk pornosu girişlerinin yüzde 67’si Türkiye’deki bilgisayarlardan gerçekleşiyor.
Bianet’in “Erkek Şiddet Çetelesi” durumu bütün açıklığıyla ortaya seriyor. Erkekler 2014’te 281 kadın öldürdü, 109 kadın ve kız çocuğuna tecavüz etti, 560 kadını yaraladı, 140 kadın ve kız çocuğuna cinsel tacizde bulundu. Her beş kadından biri boşanmak ya da ayrılmak istediği için öldürüldü. Her üç tecavüz mağdurundan biri 12-17 yaş arasındaki çocuklardı. Bu yılın ilk bir buçuk ayında anitsayac.com’un verilerine göre kadın cinayetleri 36’ya dayandı.
Cezasızlığın da etkisi büyük. En çok indirim ve en hafif cezalar, kadın cinayetleriyle tecavüz davalarında veriliyor. Haksız tahrik indirimi her davanın anahtarı. Davaya gelirken kravat taktı diye tecavüzcüye iyi hâl indirimi veren, 13 yaşında 26 kişinin tecavüzüne uğrayan çocuğun sanıklarla “kendi rızasıyla” birlikte olduğuna hükmeden mahkemeler var. Erkek şiddetini, “cinnet geçirdi, kıskandı, ruhsal hastalığı vardı” klişeleriyle okuyanı merhamete davet eden medya var.
Siyasetçilerin, yasaların, medyanın el birliğiyle normalleştirmeye çalıştığı kadın cinayetleri aynı kökten besleniyor, yani erkeklere ve kadınlara biçilen, hapsedilmek istenen cinsiyetçi toplumsal rollerden… Namus, aile, din, gelenek, töre, yasalar gibi erkek egemenliğinin rahatça kullanımına sunulan şiddetin kapı gibi “meşru” ve “haklı” araçları da meseleyi körüklüyor.
20 yaşında Özgecan Aslan’ın tecavüz edilip yakılmasının, cesedinin dereye atılmasının ardında bu zihniyetin, sapkınlığın, geri kafalılığın, bu vıcık vıcık kerameti kendinden menkul kasaba ahlakçılığının hiç mi payı yok yani? Bu sözleri izansızca söyleyenlerin üzerinde en ufak bir vebal dahi kalmayacak mı?
Katili biliyoruz, tecavüz edilen, öldürülen her kadının arkasında başta devletin ve siyasetin muhafazakârlık taklidi yapan çürümüş, sapkın ahlak algısı var.
ABD’nin önemli şairlerinden Philip Levine 87 yaşında hayatını kaybetti. Şairin pankreas kanseri tedavisi gördüğü bildirildi.
“Şiiri, sıradan Amerikalıların hayatına sokan şair” olarak tanınan Levine, 2011-2012’de ABD Kongre Kütüphanesi tarafından Amerika’nın Baş Şairi (Poet Laurette) olarak seçilmişti. ABD’de daha önce aynı ödülü alan şairler arasında William Carlos Williams, Robert Frost, Joseph Brodsky gibi isimler de bulunuyor. Kaliforniya Eyalet Üniversitesi’nin emekli öğretim üyelerinden olan Levine, burada 1958 ile 1992 yılları arasında ders vermişti.
1928’de Detroit’te doğan ve yirmiden fazla şiir kitabı yayımlayan Levine, The Simple Truth kitabıyla 1995 yılında Pulitzer Ödülü’ne, 1980’de Ashes: Poems New and Old’la National Book Awards’a, What Work Is kitabıyla Lenore Marshall Şiir Ödülü’ne değer görülmüştü.
İşçi sınıfından bir şair
Levine’in hikayesi Baş Şair seçilmesi üzerine 2011’de Taraf gazetesinde yazılan bir yazıda şöyle anlatılıyor:
“Tüm büyük zaferlerde olduğu gibi Levine’ın başarısının da basit bir başlangıcı var. 1940’lı yıllarda Detroit’in varoşlarında yaşamış Başşair. Yaşadığı yerde altı apartman, beş altı tane ev ve ötesinin bir boşluk olduğunu anımsıyor. Akşam yemeklerinden sonra ağaçların oyuklarına girermiş. Alacakaranlıkta, üstübaşı kir içinde şiir yazarmış kafasında. Her zaman da inanılmaz bir hafızası varmış Levine’ın; şiirleri ezberden okumakta hiç sorun yaşamamış ve bu, her hafta yaptığı bir ritüel hâlini almış.
“Orada olduğunu bilmediğim, kendi içimde bulduğum şey, bir sesti” diyen 83 yaşındaki şair, “Sadece dil sevgisiyle başladı. Beni, okuduğum bazı şiirler kadar derinlemesine etkileyen başka bir şey yoktu. Şiirler, ezberleyebildiğim, birlikte taşıyabildiğim ve aklımda okuyabildiğim ve onlarla yaşayabildiğim bir şeydi” diyor şiire olan tutkusunu anlatırken.
Levine, sonraları otomobil fabrikalarında çalıştı, tabii şiir yazmayı hiç bırakmadı boş saatlerinde. Montaj bandı üzerindeki dakikaları şiirlerlerine girdi; çok çalışılan işte geçen bir hayatın dökümüydü adeta o dönemdeki şiirleri.
Wayne Devlet Üniversitesi’ne devam eden Levine, Fresno’da uzun yıllar California Devlet Üniversitesi’nin İngilizce bölümünde fahri profesör olarak ders verdi.
Levine, 17 yaşındayken İngilizce öğretmeni Wilfred Owen’ın bir şiir kitabını vermiş ona. II. Dünya Savaşı sırasında artık bir yetişkin olan Levine, savaşı teğmen olarak yaşayan Owen’ın kendi deneyimlerinden oluşturduğu bu “zarif savaş karşıtı” kitaba kendini kaptırmış: “Liseyi bitirip askere alınmak istemiyordum… Eğer filmlere giderseniz, ki bunu hep yaptık, oraya gidip savaşta parçalara ayrılmak için gönüllü değilseniz, bir adamdan daha aşağıydınız. Ve ben gerçekten başka birini döldürmek istemiyordum…. Bu, benim fakirliğe karşı ilk güçlü sempatimdi.”
Neyse ki Levine, şanslıydı ve 1946 yılında, savaş bittikten sonra, liseden mezun oldu. “Kendime güvenim tamdı. Nereden geldiğini bilmiyorum. Bu şeyi yapabileceğimi biliyordum. Ne olacağını ve nereye gideceğini bilmiyorum. Fakat şiir yazacağımı ve ona bağlanacağımı biliyordum” diyor Levine şiirle ilişkisini açıklarken.
Kongre’nin kütüphanecilerinden James Billington Levine’ı Başşair olarak seçenlerden. “Otomobillerin parçalarını ve Detroit’te, onun önermesinde kısmen mitolojik, fakat hepimizin kullandığı ve güvendiği sıradan şeylerin bir hikâyeye dönüştüğü başkaca şeyleri görmek harikulade bir şey” diyor Levine’ın şiirini anlatırken Billington.
“Çalışan insanların hayatını bize biraz akıl verebilen bir şeylere yükseltiyor” diyen Kongre Kütüphanesi Başkanı Casper, “Onun şiirleri ulaşılabilir, ama kolay değil. Hayatlarımızın gizemlerini ve mücadelelerini anlatıyor” sözleriyle tanımlıyor Başşair’in şiirii.”
GÜL İÇİN/ Philip Levine
Üç hafta önce, 27 sene evvel Ekrın, Ohayo’ya
gitmek için bir otobüse bindiğim aynı sokağın köşesine
tekrar gittim, fakat birkaç beton insaat blokuyla,
dağılan bira tenekeleri ve kırılmış şişelerin arasında,
terkedilmiş bir otelin arkasındaki boş manzaraya bakan
yalnız bir tane boş park yeri vardı.
Ekrın hâla oradamıydı diye merak ettim
yüzlerce mil güneyde Ohayo’nun küçük, âdi
ağaçları arasında saklanan bir şehir, o kadar olgunlaşmış ki
yenilginin kokusuyla, vatandaşları boyları, cinsiyetleri,
gelirleri ve herşeyin önceden var olan durumu hakkında
yalan söylediler. Bütün bir Cumartesiyi geçirdim
orada, benden yirmi paund daha ağır bir
adamın keşmir elbisesinde saklanarak,
ve hiçbirzaman jeketin düğmelerini
iliklemedim. Hatırlıyorum birisi
birisiyle evleniyordu, fakat yalnız gelinin
babası ve annesi çıktılar linolyum dans pistine ve
eğildiler birbirlerine azarlanmış okul çocukları gibi,
ne bulabildiysem içtim ve tek başıma geri döndüm terminale
ve sarhoşların ve dulların arasında uyukladım
şafak sökünceye doğru ilk önce kuzey.
Ne yapıyordum Ekrın, Ohayo’da,
1951’in hastalanmış çiftlikleri arasında
yavasça inleyip ve en sonunda US 24 üzerinde
Ruj fabrikasının ufuğu mahvettiği yapışkan cehennem
havasına giren bir otobüsü bekleyerek? Getrüd Ştayn’ın
ayaklarının altında Paris’te olabilirdim,
sonradan bir prenses
tarafından bulunan ve ismi bir iş ortaklığı
ya da bir Yahudi kahramanına ithafen
konulan küçük Musa gibi
berrak bir derenin kamışları
arasında sürüklenebilirdim.
Yanlış yılda
ve yanlış yerde doğdum, ve yolumu
o kadar yavaş ve o kadar kötü yürüdüm ki
hatırlıyorum her bir dönemeci,
ve her birisi geçmiş bir gül gibi kokuyor,
sarı, Amerikalı, güzel, ve hakiki.
Çeviri: Vehbi Taşar
NOT: Bu şiir seneler önce Detroit şehrinde öğrenci iken Amerika’da cebimden para verip de ilk defa olarak satın aldığım şiir kitabının içinden düştü. Sanırım sene 1976 ya da 1977 idi. Kitabın ismi “The Names of the Lost”, yani, Koybolmuşların İsimleri. Yazarı ise Detroit de doğmuş bir Amerikan yahudisi olan Philip Levine dir. Fakat bu şiir, kitabın içinde basılı değildi. 1980 li yılların başında abone olduğum New Yorker dergisi Philip Levine’in yukardaki şiirini basmış. O sıralarda ben Boston’da yaşarken onu itinayla bu mecmuadan makasla kesip, bu kitabın içine koymuşum. Bugün ilk defa olarak düştü sayfalarının arasından. Yıllar sonra Philip Levine le bir kere daha karşı karşıya geldim. 1990 lı yılların başında, Fresno’da üniversite’de İngiliz şiiri edebiyatı profesörü olmuş epeyce yaşlanmıştı. Şimdi nerededir bilmem. Yukardaki şiir Yahudi olsun, Türk olsun, Amerika’ya göçme deneyiniminin acılarını ve yalnızlığını dile getirmesi açısından benim çok değer verdiğim bir şiirdir. Saygılarımla, Vehbi
Şiirin orijinali
ONE FOR THE ROSE
By Philip Levine (1928- )
Three weeks ago I went back
to the same street corner where
27 years ago I took a bus for Akron,
Ohio, but now there was only one blank space
with a few concrete building blocks
scattered among the beer cans
and broken bottles and a view of
the blank backside of an abandoned hotel.
I wondered if Akron was still down there
hidden hundreds of miles south among
the small, shoddy trees of Ohio,
a town so ripe with the smell
of defeat that its citizens lied
about their age, their height, sex,
income, and previous condition
of anything. I spent all of a Saturday
there, disguised in a cashmere suit
stolen from a man twenty pounds
heavier than I, and I never unbuttoned
the jacket. I remember someone
married someone, but only the bride’s
father and mother went out
on the linoleum dance floor and leaned
into each other like whipped school kids,
I drank whatever I could find and made
my solitary way back to the terminal
and dozed among the drunks and widows
toward dawn and the first thing north.
What was I doing in Akron, Ohio,
waiting for a bus that groaned slowly
between the sickened farms of 1951
and finally entered the smeared air
of hell on U.S 24 where the Rouge plant
destroys the horizon? I could have been
in Paris at the foot of Getrude Stein,
I could have been drifting among
the reeds of a clear stream,
like the little Moses, to be found
by a princess and named after a conglomerate
or a Jewish hero. Instead, I was born
in the wrong year and in the wrong place,
and I made my way so slowly and badly
that I remember every single turn,
and each one smells like an overblown rose,
yellow, American, beautiful, and true.
Bundan bir ay önce… Harbiye’den Taksim’e yürüyorum. İş çıkışı, saat altı. Üstümde annemin eskiden kalma parkası var. Biliyorsunuz, şu bana on beden büyük gelen, içinde kaybolduğum parka. Bir önemi yok aslında hiç; ne giydiğinin, ne içtiğinin, ne saatin kaç olduğunun, nerede olduğunun…
Yağmur yağıyordu kapüşonu kapattım, atkımı burnuma kadar çektim. Yüzüme yağmur gelmesin diye resmen ayaklarıma bakarak yürüyorum. İçimden şarkı söylerim ben yürürken. O zaman da Jefferson Airplane söylüyordum. Hayalimde kediler gülümsüyorlar, Grace Slick bir tavşanı kovalıyor…
Taksimin o beton çölünde yürüyorum, henüz varmadan. Bir an kafamı kaldırdım, bir adamla göz göze geldim. Adam durmuş telefonla konuşuyordu, arkamdan yürümeye başladı. Telefondakine daha küçük olduğumu (kırmızı sırt çantam vardı sanırım öğrenci sandı) bana tecavüz ettiği zaman ne kadar korkacağımı anlattı. Arkamı döndüm bağırmak için, kaçtı.
Ayaklarımın ucundan dizlerime kadar uyuştu vücudum. Mideme kramp girdi. Midem bulandı. Başım döndü. Ölüyorum sandım. Ölmedim. Ölmeyince unuturum sandım, unutmadım.
***
Babam ben küçükken dolmuşa binip Tunalı’ya gitmeme izin vermezdi. Çok kızardım. Çok. Hiç anlam veremezdim. Benim hep evde oturup ders çalışmamı istiyor sanıyordum. Arkadaşlarımı sevmiyor. Bana güvenmiyor. Sürekli kızıyordum ona. Bir gün “Birisi dolmuşta, otobüste seni taciz ederse sen bunu kaldırabilir misin? Peki senin psikolojin bozulduğunda ben bunun vebaliyle nasıl yaşarım?” dedi.
Küçükken başıma gelenleri hatırlamaya çalışıyorum, hatırlayamıyorum. Sadece belli belirsiz terör hissini hatırlıyorum.
***
İstanbul’a ilk taşındığım ay hesabımın olduğu banka şubesinde çalışan eleman kayıtlı bilgilerimden telefon numaramı alıp mesajlar attı. Bir “arkadaşım” çok ünlü bir sanat festivalinin yöneticisi babasının yanında staj ayarlamıştı, ama staj için “arkadaşım”a arkadaşlık etmem gerektiğini ima etmişti. Sinir krizleri geçirdim, gitmedim staja. Bana tehdit mesajları attı, bir daha asla sanat camiasında iş bulamayacağımı söyledi. Bir daha o “camiada” iş aramadım ki… Eski iş “arkadaşım” sarhoş olup arar, mesaj atar, cevap vermeyince iş yerinde herkesin içinde bana “şeytan” derdi.
Babam bilmiyor muydu otobüse binmemek, sokağa çıkmamak çözüm değil. Babam bilmiyor muydu ki taciz sadece otobüste değil, sokaklarda, okulda, iş yerinde, her yerde?
Biliyordu. Beni korumaya çalışıyordu kendi gücü yettiğince.
Evdeki kocaman demir cetveli elime verip, seni rahatsız edenin kafasını bununla kıracaksın, hiç korkmayacaksın demişti.
Senin baban sana o biber spreyini aldığında ne demişti Özgecan?
***
Kadınlar #sendeanlat diyorlar birbirlerine. Hepimiz taciz edildik. Hiç anlatamadık, belki kendimize bile. Ben diğer kadınların taciz hikayelerini dinleyene kadar hep kendimi suçladım, sadece ben taciz ediliyorum sandım. Biliyordum ama duymuyordum, görmüyordum, konuşmuyorduk. Ne zaman ki başka kadınların hikayelerini okudum, o zaman anladım: Ben kadın olduğum için tüm bunlar başıma geldi.
***
Sevgili Özgecan,
Sen de anlat:
Senin adını da hep Özge Can diye yazıyorlar mıydı?
Senin adın da Leyla bir özge candır şarkısından mı geliyor?
Özgecan, gözlerin ne kadar da güzel…
Senin annen de seni kara gözlü ceylan diye sever miydi?
Canım Özgecan.
***
Benim demir cetvelim kadın dayanışması. Senden ve taciz edilen, tecavüz edilen, öldürülen…tüm kadınlardan güç aldık Özgecan. Tacizcinin, tecavüzcünün, katilin kafasını kadın dayanışmasıyla ezeceğiz. Korkmayacağız, meydanları bırakmayacağız.
Susmayacağız, anlatacağız: Biz kadın olduğumuz için taciz edildik, tecavüz edildik, öldürüldük. Bizim suçumuz değildi. Sen de anlat.