Ana Sayfa Blog Sayfa 3715

Haftanın Tortusu

tortu* Ekonomi kötüye gidiyor, rakamlar bile gerçeği gizleyemiyor. * Demirtaş’ın son grup toplantısı, HDP’nin ilk seçim mitingi. * Seçimin gündemi 21 Mart’ta belli oldu.

 

 

 

* Ekonomi kötüye gidiyor, rakamlar bile gerçeği gizleyemiyor. Türkiye’de seçmen davranışlarına bakınca bir taraftan tüm olaylara karşı tepki göstermeyen ve safını terk etmeyen bir seçmenle karşılaşıyoruz ve belki haklı, belki de haksız tepki gösteriyoruz. Fakat öte taraftan baktığımızda ise ekonomik dalgalanmaların seçmen davranışları üzerinde neredeyse birebir gözlemlenebildiğini de görebiliyoruz. Bu da tepki gösterdiğimiz ve “Dünya yıkılsa umurunda olmaz” dediğimiz seçmenin aslında bir şeyleri iyi izlediğini ve tepki gösterdiğini de ortaya çıkartıyor. Toplumsal olaylara karşı televizyondan üzerine boca edilen propaganda ile kendinden geçen seçmen, o televizyonu izlerken eğer tabağındaki yemek azalırsa bir şeylere tepki veriyor. Karnı doymayan seçmen, propagandayı da “yemiyor.”

Açıklanan son rakamlara bakarsak işte o tabak boşalıyor. İşsizlik 5 yılın zirvesinde. Büyüme oranları işsizliği sabit tutacak kadar bile değil. İşsizliği arttıracak vaziyette. Bir de bunlar Türkiye’nin işsizlik rakamları. İş aramayan, artık umudu olmayan, insanların işsiz kabul edilmediği bir sistemden bahsediyoruz yani. Tüm bunların yanında başka bir rakam da ilgi çekici şekilde “orada” duruyor. 2015’in Şubat ayında Başbakan Ahmet Davutoğlu, örtülü ödenekten tam 214 trilyon 92 milyar lira (eski parayla çünkü AKP, borçları yeni parayla, yatırımları eski parayla ifade ederek bir etki yaratmaya çalışıyorlar. Onlar tek para birimine geçmeden, halkın geçmesi gerekmiyor sanırım.) harcamış. 2014 yılında, aynı ay Recep Tayyip Erdoğan bunun 10’da 1’i kadar bir harcama yapmış. Ne diyelim. “Selam olsun” örtülü ödeneğe!

* Demirtaş’ın son grup toplantısı, HDP’nin ilk seçim mitingi. Halkların Demokratik Partisi Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, salı günkü son grup toplantısına çıktı ve tek bir cümle söyledi. “Recep Tayyip Erdoğan seni başkan yaptırmayacağız!” Salı gününden akılda kalan belki de tek sahne bu. Demirtaş dakikalarca bir konuşma yapabilir ve o konuşma sırasında bu cümleyi bir kaç kere tekrarlayabilirdi. Fakat bu, aynı etkiyi yaratmazdı. Çok doğru bir şekilde çok etkili bir cümleyi, çok etkili bir yöntemle ifade etti. “Demirtaş’tan tarihi grup konuşması” diye verilen haberlere merak edip bakanlara da ulaştı o tek cümle, “Demirtaş, Erdoğan’a meydan okudu” diye verilen haberlere bakanlara da… Yani hem araç, hem mesaj açısından mükemmel bir hamle yaptı. HDP’nin son grup toplantısını, HDP’nin ilk seçim mitingine çevirdi. Belki de HDP’nin en etkili seçim mitingini de yapmış oldu. HDP’nin barajı aşması için AKP’den kopan oylar kadar, her zaman AKP’ye mesafeli olan oylara da ihtiyacı var. Bu doğrudan hamle ile o oylara ulaşmak için doğru tellere dokundu Demirtaş.

* Seçimin gündemi 21 Mart’ta belli oldu. 21 Mart, tüm haftanın gündemini üzerinde toparladı. Cumhurbaşkanı’nın “Kürt Sorunu yoktur” demesi de 21 Mart’ta var. Sonra “Kürt Sorunu vardır” demesi de 21 Mart’ta var. İzleme Heyeti ve benzeri konulara “olumlu bakmadığını” ifade etmesi de; hükümetin “ama bizim de bir yetkimiz var!” demesi de 21 Mart’ta var. Sadece bunlar da değil. 21 Mart’ta Diyarbakır’da Newroz, Ankara’da Nevruz da var. Kısaca 21 Mart bir Orhan Pamuk romanı gibi bir sayfada, tüm romanı özetleyen bir gün oldu.

Fotoğraf çok netleşti. MHP’nin oyu artıyor. %18’ler, %21’lerden bahsediliyor. HDP’nin barajı geçtiği, MHP’nin de %18 oy aldığı bir seçim sonucunda Erdoğan’ın başkanlık hayallerinin suya batacağı çok açık. Bu sebeple gündemin bir tarafından MHP, bir tarafından HDP çekerken (Bahçeli’nin konuşması bittiği an, Öcalan’ın mektubu okunmaya başlandı!) yırtılan Erdoğan’ın başkanlık hayalleri oluyor. Hayalleri korumak için bir “Kürt Sorunu vardır” diyor, bir “Yoktur” diyor. En temel adımları bile olumlu bulmadığını söylüyor ve açıktan hükümete tavır alıyor. Bir yanda da hükümet var. Tüm siyasi yatırımını yaptıkları bir süreç var ve bu süreçte durmak da geri dönmek de düşmek anlamına geliyor. Ergenekon ve Balyoz’da “yanılan” hükümetin bir de Kürt Sorunu’nda yanılmış olması, 12 yılın boşa geçtiği anlamına geliyor. O yüzden ilk defa çok sert bir şekilde karşı koyuyorlar “reis”lerine.

Seçime 80 gün kadar kaldı. 80 gün boyunca konuşacağımız fotoğraf işte tam olarak da bu olacak. Bir de bu fotoğrafa elinde ekonomi sepetiyle CHP girecek.

Mandalay’a varmışsınız. Hiç söylemiyorsunuz

Aslında söylüyorlar. Dünya turuna çıkmış güneş enerjili ilk uçak Solar Impulse, 19 Mart günü dünya turunun 4. durağına vardı. Canlı yayınlanan yolculuğun bir sonraki turu ne zaman olur, söylemesi öyle kolay değil. Bir sonraki durak olan Chongqing ve Çin üzerinde havanın düzelmesi bekleniyor. Yakında demek daha doğru olacaktır.

Solar Impulse
Solar Impulse

9 Mart’ta başlayan yolculuk sadece güneş enerjisiyle 57 saat 46 dakikada 5678 km’yi aşmayı başardı. Tabii ki Solar Impulse ekibi henüz yolcuğun başında. Aşılması gereken iki okyanus ve kat edilmesi gereken binlerce kilometre yol var. Solar Impulse hakkında Yeşil Gazete’nin daha önceki haberlerine şu bağlantılardan (ben bir bağlantıyım, ben de öyle, bana da link derler) ulaşabilirsiniz. Ne diyelim, karbonları az olsun.

Unutmadan ekleyelim. Mandalay günlük hayatta pek çoğumuzun sıkça duyduğu bir şehir ismi değildir muhakkak. Mandalay Myanmar’ın eski başkentlerinden biri, aynı zamanda ülkedeki ikinci büyük şehir. Myanmar mı nere? Biraz da siz bakın canım.

 

(Yeşil Gazete)

Külliye değil, şirket değil, üniversite! – Güven Gürkan Öztan

Siyasal iktidar, yargıdan üniversiteye kadar özerk olmalarının demokratik işleyişin gereği olduğu birçok kurumu kimi zaman yasal kimi zaman da fiili tasarruflarla cendereye aldığından bu kurumların demokrat ve muhalif bileşenleri uzun bir süredir iradelerini ortaya koyacak bir çıkış arayışındaydı. Bu arayış, ülkenin genelindeki özgürlük ve demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak İstanbul Üniversitesi (İÜ) rektörlük seçimlerinde kendini gösterdi. İstanbul Üniversitesi Demokratik Üniversite Girişimi’nin (İÜDÜG) adayı Prof. Dr. Raşit Tükel 2595 öğretim üyesinin oy kullandığı seçimlerde toplam 1202 oy alarak açık farkla birinci oldu. Bu denli büyük bir akademisyen kitlesinin tüm olumsuz şartlara rağmen demokrat ve özgürlükçü bir adayın arkasında durması, Türkiye’nin diğer üniversitelerinde ve genel kamuoyunda da bir umut vesilesi olarak yankı buldu. Demokratik kitle örgütleri ve tek tek bireyler İÜDÜG’e ve Tükel’e desteklerini açık bir biçimde beyan etmeyi sürdürüyor. Geçtiğimiz hafta boyunca bu destek salonlardan, amfilerden, kampüslerden meydanlara taştı. Talep açık ve netti: Raşit Tükel rektör olarak atanmalıdır. Normal bir ülkede bu denli oy farklıyla birinci olan bir aday için sokağa çıkmaya gerek kalmaz; zaten bu irade sonucu belli etmiştir. Ama Türkiye ‘normal’ bir ülke değil. Gerçekten de atama kararı beklenirken Erdoğan’ın rektörlük seçimlerinden çıkan yedi üniversiteye rektör atadığı bilgisi geldi; iki örnekte Erdoğan en çok oyu alan rektör adayını atamadı. YÖK ‘misyonunu’ yerine getirmiş, listeleri Erdoğan’ın onaylamasına uygun bir biçimde çoktan düzenlemişti. Akabinde YÖK’ün aynı taktiği İÜ için de izlediğini ve Raşit Tükel’i ikinci sıraya indirdiğini öğrendik.

İŞİNE GELİNCE SEÇİM, İŞİNE GELİNCE ATAMA
AKP, birçok anti-demokratik uygulamayı kendisinden önce koyulmuş kurallar olduğunu söyleyerek dolaylı bir biçimde savunmayı sürdürüyor. Uzun iktidar döneminde yoğun bir kodifikasyon çalışması yapan iktidar partisi, kimi zaman kendi koyduğu normu bile defalarca değiştirmesine rağmen, çok temel meselelerde bugüne kadar kayda değer hiçbir hamle yapmadı. Bunlardan biri yüzde onluk seçim barajıdır. Barajın düşürülmesi her gündeme geldiğinde, barajı kendilerinin koymadığını söyleyerek topu taca atmayı yeğlediler. Haziran genel seçimlerine az bir süre kala, Türkiye’nin geleceği büyük ölçüde bu barajın sandıkta yıkılıp yıkılmayacağına bağlı. AKP’nin hamle yapmadığı bir diğer alan yine seçim süreçleriyle ilgili. Rektörlük seçimlerindeki seçilme – atanma gerilimi hakkında seçimin sonucunu önceleyen bir düzenleme bunca yıldır AKP tarafından gerçekleştirilmedi. ‘Makbul’ rektör seçmek adına akademisyenlerin iradesini tek başına yeterli görmeyen sistem, YÖK’ün seçimde yarışan adayları bir de kendi tasarrufuna göre sıralamasını ve cumhurbaşkanının önüne gelen isimlerden ‘uygun’ bulduğunu ataması şeklinde işliyor. Bu sistem hem geçmişte hem de bugün, akademinin kurumsal kimliğini tahrip eden anti-demokratik uygulamalara yol açtı. AKP öncesinde de onun iktidarı döneminde de YÖK oldukça keyfi bir tutum takınarak seçimlerden çıkan sonuçlara göre değil kendi iradesine göre rektör adaylarını sıraladı. AKP’nin ilk yıllarında YÖK ile işlerin iyi gitmediği dönemde hükümet ile YÖK arasında gerilimler eksik olmamıştı. Hatta 2006’da yeni kurulan üniversitelere rektör belirleme konusunda hükümet YÖK ile karşı karşıya gelmiş, yeni yasa çıkarmak zorunda kalmıştı. Zamanla AKP, YÖK’ü tümden etkisi altına aldı; sonrasında da üniversite yönetimlerini peşi sıra belirlemeye başladı. Taşradaki hakimiyet zamanla merkezlerdeki üniversitelere doğru genişledi. YÖK iktidarın istediği gibi adayları sıralıyor ve cumhurbaşkanına gönderiliyordu. Yakınlarda Gökhan Çetinsaya kısmen bu yöntemi, en çok oy alana göre sıralamayı öne çekecek bir teamülle değiştirmek istediyse de bu konuda yasal bir düzenleme yapılmadığından bugün eski hamam eski tas haline geri dönüldü.

Cumhurbaşkanlarının rektör atama karnesi de hiç iyi değil. Ahmet Necdet Sezer de Gül de akademisyenlerin iradelerine saygı duymayı bir teamül haline getirmedi ve siyasi kaygılarla hareket ederek atama gerçekleştirdi. Rektör adayları arasında bu duruma doğrudan itiraz edip bunu seçim sürecinde dile getiren isim de pek yoktu. Çünkü birçok rektör adayı, Ankara’da kurulacak ilişkilerle seçimden birinci çıkmasalar bile atanmalarını sağlayabileceklerini biliyordu. Prof. Dr. Raşit Tükel’in ve İÜDÜG’nin en ayırt edici özelliği kulis oyunlarına tevessül etmeden, baştan bu yana rektör seçimlerinde en çok oy alan adayın atanması gerektiğini savunmasıdır. Bu tutum lafzi bir şey olmanın ötesinde Raşit hocanın 2012 rektörlük seçimlerinde gösterdiği duruş ile cisimleşmiştir de. Seçimlerden ikinci çıkan Tükel, en çok oy alanın atanmasını bir demokrasi gereği olarak gördüğünü beyan ederek çekilmişti. Eğer en yüksek oyu alan atanmayacaksa akademisyenler neden sandığa gidiyor sorusu meşru ve haklı bir sorudur. Ayrıca hem Tükel hem de İÜDÜG rektör seçimi konusunda üniversite bileşenlerinin tümünün sözünü söyleyebileceği, liyakata dayalı bir mekanizmanın kurulmasının elzem olduğunu dile getirmeye devam ediyor.

KAMPÜSTE BÜTÜNLEŞME
Tükel’in başarısının demokrasi ve özgürlük mücadelesi için ilham verici bir özelliği var. Çünkü bu başarı uzun soluklu, ilkeli, katılımcı ve demokratik bir mücadelenin ürünü. Hem üniversitenin farklı birimleri arasında yeni bağların kurulmasını sağlayan hem de üniversiteyi demokratik kitle örgütleriyle yakınlaştıran bir bakış açısının akademisyenlerce kabul gördüğünün kanıtı. Aynı zamanda öğretim görevlilerinin, idari personelin ve öğrencilerin kendi sözlerini söyleyebilecekleri bir üniversite idealine ulaşmak adına yan yana gelebileceğinin göstergesi. Tükel’in en çok oyu almasını takiben demokratik kitle örgütlerinin desteğiyle yapılan basın açıklaması esnasında taşeron işçilerin, araştırma görevlilerinin ve öğrencilerin alkışlarla destek olması Tükel’in adaylığının kapsayıcılığını bir kez daha kamuoyunun ilgisine sundu. Üniversiteleri “ideoloji ve kimlikler üzerinden bölerek” yönetilmez hale getirme peşinde koştuğumuzu ya da ‘orta sınıf refleksleri’ verdiğimizi iddia eden iktidar hokkabazlarına inat, belki de ilk kez üniversitede böylesine bir bütünleşme yaşandı. İÜDÜG ve Raşit Tükel, hem asistanların işgüvenliği mücadelesinde hem de muhalif öğrencileri hedef alan soruşturmalarda onları yalnız bırakmamaya özen göstermişti. Şimdi aynı gruplar, siyasi görüşlerinden bağımsız bir biçimde Tükel’in rektörlüğüne destek vermek için kampüsü dolduruyordu.

Demokratik mücadeleye ilham olacak başka bir nokta da seçim sürecinde izlenen siyaset oldu. Baskın seçim kararına karşı Tükel ve İÜDÜG hiçbir biçimde rakip rektör adayları hakkında suçlayıcı bir pozisyon benimsemedi; çıkar ilişkileri içine girmedi. Seçimi takip eden günlerde de diğer adayları hedef tahtasına koymak yerine kendi programını anlatmayı tercih etti. Yolsuzluk ve kadrolaşma iddialarının ayyuka çıktığı zaman diliminde gerçeğin araştırılması için tüm imkânların kullanılacağını söylemekten de kaçınmadı. Demokrat ve ilkeli bu duruşa karşılık Tükel’i ve İÜDÜG’yi itibarsızlaştırmak adına asılsız haberler yapan havuz medyası, iktidarın “düşman” bellediklerinin tümünün Tükel’i desteklediğini ileri sürecek kadar pespayeleşti. Üniversitedeki seçime Kabataş fantezileri karıştıran iktidarın kalemşorları kendilerine servis edilen kurmaca haberleri servis etti. Tüm bu kirli oyunları, hür iradeleriyle oy veren akademisyenlere bir hakaret sayıyoruz.

YENİ ARAYIŞLAR
Üniversitelerin kâr elde etme üzerine yeniden yapılandırılmasına ve liyakata aykırı bir biçimde gerçekleştirilen kadrolaşmalara karşıyız. Bizler birilerinin ileri sürdüğü gibi “kamu kaynağı kullanan kuruma kamu otoritesi karışmasın” demiyoruz; üniversite valilik, tapu kadastro müdürlüğü değildir diyoruz. Rektör, “hükümetin memuru” değil üniversite bileşenlerinin temsilcisidir; temsil edebilmesi için de aynı bileşenlerin seçimine dayanmalıdır. Rektörlerin yetkilerinin azaltılması ve üniversite bileşenleriyle paylaşılması, akademik birimlerin karar alma süreçlerinin demokratikleştirilmesi, iç denetim mekanizmalarının çeşitlenmesi, bu temsiliyetin meşru bir biçimde sürdürülmesi için önkoşuldur.

İÜ’nün öğretim elemanları, idari personeli ve öğrencileri seçim başarısının Türkiye’de demokratik mücadele veren başka mecralardaki öznelere umut vermesini diliyor. Elbette değişimin bir günde gerçekleşmeyeceğinin farkındayız. Ancak ülkenin dört bir yanından üniversite hayalimize destek yükseliyorsa orada tabandan gelen bir değişim arzusu var demektir. Özerk, bilimsel ve demokratik bir üniversite isteğimizin bu denli sahiplenilmesi 12 Eylül’den bu yana süren 35 yıllık baskı düzeninin yıkılacağının habercisi. Yeter ki korkmadan, yılmadan mücadeleye devam edelim.

Güven Gürkan Öztan – Birgün

 

 

 

Suyun değerini ona sahipken bilelim – Pelin Cengiz

Her yıl 21 Mart Dünya Ormancılık Günü, 22 Mart ise yıl Dünya Su Günü olarak kutlanıyor. Kutlanıyor diyorum ama gerek orman gerekse su varlığının genel durumuna, kullanım biçimlerine ve mevcut rakamlara bakınca ortada kutlanacak bir şey olmadığı görülüyor. Kutlamadan ziyade, su ve orman varlıklarının bilinçli kullanımını ve korunmasını teşvik etmeye yönelik farkındalık yaratmak çok daha önemli.

Her bireyin temiz suya erişimi temel bir insan hakkı. Su, ekolojik sistemin ayrılmaz bir parçasıdır, ticari bir mal olamaz. Su, tüm canlıların yaşamını sürdürebilmesi için erişim hakkının olduğu doğal bir varlık. Hiçbir canlı kendisinin su ihtiyacının daha önemli ve suya ulaşma hakkının daha öncelikli olduğunu ileri süremez. Su, bulunduğu ortamın asli unsurudur. Yatağı değiştirilemez, bulunduğu yerden başka bir alana taşınamaz. Doğal yaşamla su ilişkisini dikkate almayan hiçbir karar, uygulama ve yasal düzenleme kabul edilemez.

Ancak, suya erişim hakkının tam olarak uygulanmasında çok az ilerleme var. Kapitalizmin bitmez tükenmez açlığı doğayı alınıp satılan, kiralanan bir meta haline getirdi. Yaşam alanlarını korumaya çalışanlarla, “daha çok üretim, daha çok tüketim” diyenlerin kıyasıya savaşından maalesef rant, talan ve para hırsı galip çıkıyor. Dünyanın bir bölümü suyu hoyratça kullanırken, geri kalanı suya erişimde ciddi sıkıntılar çekiyor.

Su üretilemez bir varlık, dünyadaki su miktarı artmıyor. Küresel ısınma kaynaklı yağış azlığı, aşırı buharlaşma, hızlı tüketim ve kirlilik nedeniyle su kaynakları hızla tükeniyor. Yeraltı sularının seviyeleri düşüyor, göller küçülüyor, sulak alanlar yok oluyor. 1 milyara yakın insan temiz suya erişemiyor, 2,8 milyar insan su kıtlığıyla karşı karşıya. Su varlıkları gün geçtikçe kirleniyor, sağlıklı suya erişim güçleşiyor.

Yılda kişi başına düşen kullanılabilir su miktarı 8-10 bin metreküp olan ülkeler su zengini, 1000 metreküpün altında olanlar su fakiri olarak nitelendiriliyor. Kişi başına 1500 metreküp su düşen Türkiye’nin 2030’da nüfusunun 100 milyon olacağı ve su kaynaklarındaki bozulmanın da süreceği düşünüldüğünde, Türkiye 2030’da su kıtlığı çeken ülkelerden biri olacak. Kişi başına düşen su miktarı 1120 metreküpe düşecek.

Türkiye’de en fazla su yüzde 73 ile tarımda kullanılıyor ancak suyun verimli kullanımına yönelik yöntemler yaygın değil. Kentsel, endüstriyel ve tarımsal nedenlerle su kalitesinin düşmesi bir başka risk. Mesela, 1395 belediyeden sadece 296’sının atık su arıtma tesisi var.

Doğanın dengesinden bihaberlerin, “su artık boşa akmayacak” cehaletiyle HES’ler suyu paraya dönüştürmenin aracı oldu. Hiçbir akarsuyun serbest akmaması üzerine kurulu su politikasıyla Türkiye’de de suya erişim hakkı engelleniyor. Yüzlerce HES projesinin yanında, Su Kullanım Hakkı Anlaşması ile verilen lisans sayısı 2000 civarında.

Kuraklık geçen yıl gündemden düşmedi, barajların doluluğu yüzde 15-20’lere kadar düştü. Yağışlarla birlikte istenen seviyeler yakalandı ancak kuraklığın tekrar etmeyeceğinin garantisi yok. İstanbul’a 185 kilometre ötedeki Melen Çayı’ndan borular içinde su taşımak marifet değil.

Doğa Derneği’ne göre, Türkiye’de 60 yılda 2 milyon hektarlık sulak alan yok oldu. Bu miktar, Marmara Denizi’nden daha büyük bir alana eşdeğer. International Union for Conservation of Nature verilerine göre, sulak alanlarını hızla yitiren Türkiye, en fazla tür yok oluşunun da yaşandığı ülke.

Dünya üzerindeki toplam su akışının yüzde 60’ı dünya karasal alanının yüzde 30’unu oluşturan ormanlardan sağlanıyor. Türkiye’nin son 12 yılda orman kaybı 164 bin 222 hektar, bu Kayseri ili büyüklüğüne denk. Başta Kuzey Ormanları olmak üzere dört bir yanda hektarlarca ormanı “kamu yararı” kılıfı alında yok etmeyi sürdürüyoruz.

Su ve orman varlıklarını kaybetme hızı bu şekilde sürerse, Türkiye kuraklığa bağlı olarak ciddi ekonomik, ekolojik ve sosyolojik risklerle karşı karşıya. Suyun değerini ona sahipken bilmek gerekiyor, bu değerleri kaybettikten sonra tedbir almanın kimseye faydası olmayacak çünkü.

Pelin Cengiz – Taraf

Küresel kapitalizm evrensel insanı öldürüyor – Erol Anar

Rőnesans insanı evrenseldir. Bunu gőrebilmemiz için Leonardo da Vinci’ye bakmamız yeterlidir. Yalnızca ressam değil, mucit, müzik aletlerinden denizaltı tasarımlarına kadar çok çeşitli işleri başarıyla yapabilen evrensel insan tipine bir őrnektir, aynı zamanda kapitalizmin uzman insanının antitezidir. Vinci anatomist, ressam, heykeltraş, botanikçi, mimar, mühendis ve bunlardan daha fazla bir kişidir. O, Rőnesans dőneminin evrensel insanını simgeler kişiliğinde. Rőnesans hümanizminde kendisini ifade edenlerden birisi de Montaigne’dir. O yapıtında, insanı, onun ilişkilerini ve evrensel ortak yanları analiz eder ve kendi açısından çeşitli sonuçlara ulaşır. Hümanizm akımının en büyük temsilcilerinden birisi ise Erasmus’tur. Űnlü “Űtopya” yazarı Thomes More da aynı kategoridedir.
Rőnesans entelektüel ve sanatçıları evrensel insanı aramış ve onu kendi yaşam biçimlerinde yaşatmışlardır.

Kapitalizmde uzmanlaşma

Kapitalist sistemin bir őzelliği de, işbőlümünde kişileri tek tek uzmanlaştırmış olması ve uzmanlık alanları çerçevesine sıkıştırmasıdır. Bőylece tek tek uzmanlar eliyle sistem her gün yeniden üretilir. ABD Çalışma Bakanlığı’nın kayıtlarına gőre 1850 yılında “mavi yakalılar” tabiriyle tanımlanan emek işçilerinin oluşturduğu 323 meslek türü, bugün 20 binin -hatta daha fazla- üzerindedir. Ayrıca “beyaz yakalılar” olarak nitelenen meslek gruplarının sayısı bu kadar olmamakla birlikte yine çoktur. Boston Űniversitesi rektőrü Robert Silvers, uzmanlaşmaya verilen őnem yüzünden birçok bilim insanının sanat ve sosyal bilimlerden yoksun olarak yetiştirilmesinin insanlıkdışı bir davranış olduğunu belirtiyor.

Engels, “Doğanın Diyalektiği” adlı yapıtında bu durumu, insanları tek yőnlülüğe sevk eden işbőlümü hastalığı olarak niteler. Bugün aşırı uzmanlaşmanın insanlığı yeni bir karanlık çağa sürükleyebileceği endişesi yaygınlaşıyor. Uzmanlık sistemi, evrensel-bütünsel insanı ortadan kaldırmaya yőneliktir. Entelektüel bilgi sürecinden yalıtılan bireyler de, sistemin elindeki araçlarla yeniden yőnlendirilir. Toplum ise, sisteme hizmet eden uzmanlar eliyle biçimlendirilir. Bunun sonucunda da uzmanlık sistemi anti-evrensel olur. Ȍzgürleşme yolundaki insan, bütünsel düşünen evrensel insandır. (Anar, 2000)

“Ve ensonu, işbölümünün bize derhal ilk örneğini sunduğu şey şudur: insanlar doğal toplum içinde bulundukları sürece, şu halde, özel çıkar ile ortak çıkar arasında bölünme olduğu sürece, demek ki, faaliyet gönüllü olarak değil de doğanın gereği olarak bölündüğü sürece, insan kendi işine hükmedeceğine, insanın bu kendi eylemi, insan için kendisine karşı duran ve kendisini köleleştiren yabancı bir güç haline dönüşür.” (Marks-Engels, 1976: 36,37)
Uzmanlaşmak, kişinin sisteme kőleleşmesine ve yabancılaşmasına neden olan bir durumdur.
“Uzmanlaşmak, daha çok üretmek için değil, kişinin karşısına çıkan yeni koşullarda yaşayabilmesi içindir. Uzmanlaşmak üzere bőlünen iki parça en azından ilk etapta, devamlı bir iletişim içinde olmak zorundadır. Durkheim, katı uzmanlaşmanın faydasından çok zararı olduğunu dile getirmektedir, çünkü bu durum organın işbőlümünde donup kalmasına neden olmaktadır.” (Durkheim, 2006)

Marks, bütünsel bir insan anlayışını savunur. Bu modernist bir gőrüştür. Çünkü postmodernizm bütünselliğe inanmaz, parçacıdır.
Şőyle der: “Feuerbach, dinsel özü insansal öze indirgiyor. Ama insansal öz, tek tek her bireyin doğasında bulunan bir soyutlama değildir. Gerçekliği içerisinde, bu, toplumsal ilişkilerin bütünüdür.” (Marks-Engels, 1976, VI, 6)
Gramsci ise, şőyle bir kategorize yapar: ilki öğretmenler gibi nesilden nesile aynı işi yapmayı sürdüren geleneksel aydınlar; ikincisi ise danışman, teknisyen, uzman vb. meslek mensuplarını içeren organik aydınlar. İşte sistemi her gün yeniden üreten ve onun devam etmesine neden olan bu organik aydınlardır temelde.
İnsanı, evrensel değerler, toplumsal ilişkiler bütünü ve insan olma őzelliği birleştirir ilk olarak. Bu en üst kimliktir. Daha sonra ise aidiyet grupları gelir.

Kapitalist sistemin tapınağı finans kapitaldirimage6

Kapitalist sistemde insanlar tüm zamanlarını işlerine vermekte ve herhangi başka birşey yapmaya zaman bulamamaktadırlar. Bütün hayatlarının amacı, işlerinde kariyer yapmak, tırmanmak ve profesyonelleşmektir.

Ȍrneğin beyaz yakalılardan bir hekimi ele alalım. Tanıdığım bir hekimden sőz etmek istiyorum. Bu hekim, sabah erken saatlerde hastanede çalışmaya başlıyor. Sonra őğleden sonra ya da daha geç bir saatte kliniğine gidiyor ve gece 21.00 gibi ise evine geliyor. Yemek, banyo ve diğer ihtiyaçlarını karşılıyor, belki ayaklarını uzatarak biraz televizyon izliyor, cep telefonundan internete girerek mesajlarına bakıyor ve daha sonra uyuyor. Bu hekimin ne kendi mesleği çerçevesinde okuyacak ne de sanat, edebiyat ve diğer alanlarla ilgilenecek zamanı var. Kapitalizm, insanı bir robot gibi rutinin içine hapsediyor ve onun kendisini geliştirmesine olanak bırakmıyor. Bu insan, artık kendisine iyice yabancılaşmış ve rutin hayatını sıkıcı bir şekilde tamamlamaktan başka bir amacı olmayan çağdaş bir kőledir. Eğer kitap okumasını ya da sanatla ilgilenmesini őnerirseniz, size “bundan benim ne çıkarım olacak.” diye soracaktır.

Çevremde hayatı boyunca ders kitabından başka bir kitap okumamış ve işinden başka herhangi bir ilgi alanı olmayan birçok insan tanıyorum, mimar, mühendis, hekim ve birçok meslek dalına mensup bu insanlar postmodern bir yanılsama içinde yaşıyor ve değil dünyada, ülkelerinde bile neler olup bittiğini anlamaya çalışmıyorlar. Herkes kendini, kendi bireysel çıkarını kurtarma derdine düşüyor. Bir sayfalık elektronik posta mesajını okumaya üşenen insan tipi, Marks’ın 1000 sayfalık kitabının kapağını bile kaldırmayacaktır.

Modernizm evrenselci-bütünselcidir, postmodernizm ise yerelci-parçacıdır. Modernizm birleştirici, postmodernizm ise ayrıştırıcıdır. Bu anlamda modernizm nesnel, postmodernizm ise őzneldir.image7

Ancak işbőlümü de eskisi gibi Fordist bir anlayışta kalmamıştır. Post-Fordizm ile işbőlümü daha profesyonellesmiş ve esnek uzmanlaşmaya evrilmiştir.
Fordizmde katı bir işbőlümü, yőnetici ile işçiler arasında katı bir hiyerarşi vardır. Fordizmdeki uzmanlaşma, Post-Fordizmde çok vasıflı bir yapıya bürünür ve esnekleşir. Post-Fordizm olarak adlandırılan dőnem ise, bazılarına gőre Fordizmin yeni biçimidir ve kapitalizmin kendini yenileme olanaklarını yeniden yaratma sürecinden başka birsey değildir. Aynı şekilde postmodernizmin modernizme alternatif değil, ondan bir sapma olduğunu dile getiren gőrüş gibi.

“Post-fordist dönemde ise farklı bir yönelim gözlenmektedir. Bu çerçevede fordizmin temel çehresi, iş hayatında özelleşme ve parçalanma, tüketimde ise tek biçimlilik iken; post-fordizmin özünü, kitle piyasalarının parçalanmasını izleyen geniş iş sınıflamaları ve emek esnekliği oluşturmaktadır. Üretim açısından post-fordizm, hem imalat hem de hizmet sektörlerinde farklı ürün dizinlerini üretebilecek esnek sistemler geliştirme doğrultusundaki bir eğilimi temsil etmektedir. Bu değişmeler, doğal olarak yansımasını emek esnekliği talebinde bulmuştur.” (Argın, 1992)

“Piore ve Sabel’in esnek uzmanlaşma yaklaşımı, temel olarak gelişmiş sanayi ülkelerinde egemen üretim paradigması olarak 20. yüzyılı karakterize eden “kitle üretiminin” (Fordizm) artık yerini yeni bir üretim paradigmasına terk ettiğini ileri sürmektedir. Buna göre, yüksek teknolojinin sahip olduğu potansiyellere dayanan yeni üretim modeli esnek uzmanlaşma olarak adlandırılmakta ve bu üretim modeli yeni bir endüstriyel organizasyon biçimini getirmektedir.” (Dağdelen, 2005)
Fordizm’deki yarı nitelikli işçi, mühendislerin yerini profesyoneller, teknisyenler ve satış temsilcileri alır Post Fordizm’de. Post Fordizm’deki esnek uzmanlaşma, çalışan insanları niteliksiz ve nitelikli olarak ayırmış ve bunun sonucunda niteliksiz olarak sınıflandırılanlar ki sayıları çok fazladır, bu durumdan olumsuz bir şekilde etkilenmişlerdir.

Kapitalizm insanı zamansızlaştırmaktadırimage8

Kapitalizm insanın tüm zamanını çalmakta ve bőylece onu kőleleştirmektedir. İnsanların artık daha fazla para kazanmaktan başka bir amacı yoktur, daha fazla para daha az entelektüel faaliyet, daha az insani yaşamdır. Çoğu insanın (beyaz yakalıların őzellikle) parasını harcamaya bile zamanı yoktur. Mavi yakalıların ise zaten harcayacak parası yoktur. Postmodern kapitalist dünyada, insanların mabedi de finans kapitaldir.

“Daha fazla kazan, daha fazla tüket, daha az yaşa!” felsefesidir bu. Çoğunluk için ise para kazanma yolları tıkanmıştır. İnsanlar hiçbir şey için, zamanları olmadığına ikna edilir. Bütün zamanlarını para kazanmaya harcamaktadırlar. Neoliberalizmin yarattığı elit insan tipi için, zaman para demektir. Yabancılaşıyor, ve bunun sonucunda da çeşitli hastalıklara sahip oluyorlar ve kazandıkları parayı da burada kullanmak durumunda kalıyorlar.
Maaşının yüzde 90’ını yoksullara yőnelik projelere bağışlayan Uruguay eski Devlet Başkanı Pepe Mujica şőyle diyor: “İnsanlar aslında para ile satın almıyorlar, zamanlarını harcayarak satın alıyorlar.” (Mujica, 2013)

Evrensel insan çok yőnlüdür

Evrensel insan olmak demek, kendi őz kimlik ve değerlerini yadsımak degil, tam tersine bu değerlerden yola çıkarak bütünsel evrensel bir boyuta ulaşmak anlamina gelir. Evrensel insan, çok yőnlü insandır; psikolojiden felsefeye, sanata edebiyata, birçok alanda őğrenir. Kafası açıktır, dogmatik değildir ve araştırmacıdır. O őğrendikçe bildiğini degil, daha çok bilmediğini düşünür ve bilginin sınırsız olduğunun farkındadır.

“Bu idealin halk için temsil ettiği şey kuşkusuz her şey­den önce yoksunluğa son, sefalete son, herkes için eşit ve zorunlu olan kolektif emekle bütün maddi ihtiyaçların kar­şılanmasıdır; daha sonra bütün efendilere ve her türden ta­hakküme bir son ve halkın ihtiyaçlarına uygün olarak halk yaşamının, devlette olduğu gibi yukardan aşağı değil aşa­ğıdan yukarı doğru, bütün hükümetlerden ve parlamento­lardan vazgeçerek halkın kendisi tarafından özgür inşasıdır – tarım ve fabrika işçi birliklerinin, komünlerin, illerin ve ulusların gönüllü bir ittifakı; ve nihayet daha uzak bir gelecekte bütün devletlerin yıkıntıları üstünde yükselen evrensel insan kardeşliği. (Bakunin; 1992)

Bir insan hayatı ile bugüne dek insanlığın oluşturduğu bilgi hazinesini kıyasladığımızda gerçekten ne derece bilgisiz ve yetersiz olduğumuzu görebiliriz. Örneğin 70 yıl yaşayan ve 20 yaşından itibaren ayda 4 kitap okuyan birisi 50 yıl hiç kesintisiz bunu sürdürdüğünde 1 yılda 48, 50 yılda ise 2 bin 400 kitap okur. Bu dahi erişilmesi zor bir rakamdır. Ama insanlığın yarattığı milyonlarca on milyonlarca yazılı kaynak ve yayın olduğu düşünülürse, bu kişinin bilgisinin denizde bir damla olmaktan öteye gidemediği yadsınamaz bir biçimde ortaya çıkacaktır. Oysa çoğumuz sahip olduğumuz üç gram bilgimizle birbirimiz üzerinde bir çeşit iktidar kurmaya, bize çevredeki insanların ayrıcalıklı davranışlar göstermesini bekleriz. Büyük filozofların yaşamlarını incelediğimizde hemen hepsinin bilmediklerini fark ettikleri an bir bilgeye dönüştüklerini görebiliriz. (Anar, 2003)
İçinde yaşadığımız çağ, her ne kadar “bilgi ve enformasyon çağı” olarak nitelense de özünde anti-entelektüel bir çağdır. Bu ilk bakışta bir paradoks olarak görünse de, yadsınamaz bir gerçektir.

Neoliberalizm ve alışkanlıkları tektipleştirilen insan

1970’lerden itibaren kendisini tanımlamaya başlayan neoliberalizm, sosyal devlet anlayışını zayıflatıyor ve őzelleştirmeye ağırlık veriyor; küreselleşmenin yayılma aracı olarak işlev gőrüyordu. Fakat bu küreselleşme evrensel insanı oluşturma anlamında değil, tam tersine onu parçalayarak ve yerelleştirerek yok etme stratejisi üzerine kuruluydu.
Neoliberalizm insanın kendi őz kimliğini yok etmeye dayanır. Ana akım medya aracılığıyla, dünyanın dőrt bir yanında aynı televizyon programları (Survivor, Big Brother, yarışma programları, diziler…) gősterilir. Yine dünyanın dőrt bir yanında Coca Cola, Mc Donald’s… gibi uluslararası küresel kapítalizmi simgeleyen kapitalist şirketlerin temsilcilikleri açılarak, Japonya’dan Rusya’ya insanların beslenme alışkanları değiştirilir, tektipleştirilir. Ȍyleyse neoliberalizm evrensel insana karşıdır ve o tektipleştirilmiş, kőle, sorgulamayan, yabancılaşmış bir insan tipini yaratır. İşte uzmanlaşma da çeşitli biçimleriyle sistemin sürdürülmesine hizmet eder. Neoliberalizm evrenselliği, insani anlamda değil, küresel őlçekte bir iletişim altyapısının kurulması ve tektip insanın oluşturulması anlamında kullanır.
Bu anlamda birey, evrensel insanın aradığı ortak toplumsal çıkarlar yerine, bireysel ve dar çıkarlarını arar. Toplumsallığın yerini ise, bireyselcilik almaktadır bőylelikle. Neoliberalizm, őzgürlükten ise toplumun ya da tek tek bireylerin őzgürlüğünü degil, serbest pazar ekonomisini anlamaktadır. Birey őzgürlüğü yalnızca kâğıt üstünde kalan biçimsel ve gerçekte olmayan bir őzgürlüktür. İnsanlar giderek yalnızlaşmakta ve yabancılaşmaktadır. Bu da rutin, robotik bir hayatın tutsağı olmayı beraberinde getirmektedir.
Oysa őzgürlük, Huberman’ın belirttigi gibi hayatı tümüyle yaşamak demektir. “Yeterli beslenme, giyinme ve barınma konusunda bedenin gereklerini karşılamak için ekonomik olanak, ayrıca aklın faaliyet alanını genişletmek, kişiliği geliştirmek ve kişiliğimizi ortaya koymak için etkin fırsatlara sahip olmak demektir. Besbellidir ki, bu anlamda őzgürlük, en büyük bolluğa kavuşulunca mümkün olur.” (Huberman, 1975)
Neoliberalizm, anti-insani ve bu anlamda da anti-evrenseldir. Evrensel insan kayboldukça, yok edildikçe insanlığın ortak geleceği de buna bağlı olarak yok edilmeye çalışılmaktadır. Ancak ne yapılırsa yapılsın, Bakunin’in işaret ettiği gibi evrensel insan kardeşliği bir gün kazanacaktır.

Referanslar
“Mujica, El Dinero y La Libertad”, 20 Mayıs 2013, Nuestra America, http://www.americaalmundo.com/
HUBERMAN, Leo, (1975), “Sosyalizmin Alfabesi”, Sol Yayınları, Altıncı Baskı, Ankara.
BAKUNIN, Mihail, (1992), “Devlet ve Anarşi”, Türkçesi: Alev Türker.
DURKHEIM, Émile, (2006) “Toplumsal İşbőlümü”, Cem Yayınevi, İstanbul.
MARKS, Karl – ENGELS, Friedrich, Engels, (1976) “Alman İdeolojisi”, Seçme Yapıtlar, Birinci Cilt, Aralık, Sol Yayınları.
ANAR, Erol, (2003),”Sen”, Chiviyazıları Yayınevi, İstanbul.
ANAR, Erol (2000), “Yaralı Bir Yüreğin Güncesi”, Hera Yayıncılık, İkinci Basım, Ankara.
ARGIN, Şükrü, (1992), “Kapitalist Toplumda İşin ve İşgücünün Kaderi: Fordizmden Post-Fordizme”, Birikim Dergisi, No: 41, Eylül.
DAĞDELEN, İlhan, (2005), “Post Fordizm”, Mevzuat Dergisi, Yıl: 8, Sayı: 90, Haziran.

Erol ANAR (twitter:@erolanar) /Dünyalilar.org

Fukuşima İzlenimleri (2) : Faciayı yaşayanların eylemi “Nükleerden vazgeçelim!”

Fukuşima’dayız. Aklımızda  Fukuşima İzlenimleri(1)’de bahsettiğim otobüsün camından seyrederek içinden geçtiğimiz İitatemachi, Namie , Minamisoma …Bu kez  orada faciayı yaşayanların isyanlarına destek vereceğiz.  Dolayısıyla bu yazımda size Fukuşima’da katıldığımız iki farklı eylemden bahsedeceğim.  Biri  11 Martta Fukuşima şehir merkezinde bir sokak eylemi, festival yürüyüşü gibi rengarenk çeşit çeşit kostümler içinde  insanların  “Nükleere hayır!” nidasını  yansıtacak. Diğeri  ise  ilkinden 3 gün sonra 14 Martta yapılmış olacak.  Fukuşima’nın  faciayı nasıl algıladığını ve değerlendirdiğini bize gösteren  referans özelliği taşıyacak.

Merakla beklediğimiz sokak eylemi  Fukuşima Kültür Merkezindeki   anma töreninden sonra başladı. Farklı ülkelerden  gelen bizler  sahneye davet edilerek kısa kısa Fukuşima faciası hakkındaki düşüncelerimizi ifade ettik, ortak temennimiz  başka Fukuşima facialarının yaşanmamasıydı . Töreni  4 yıl öncesinde verilen kayıplar için saygı duruşu  takip etti.  Yürüyüş yaklaşık 100 kişilik  bir katılımla başladı ilerleyen saatlerde  kortej 300 kişiye ulaştı. Yürüyüşe eşlik eden  2-3 polisin yegane görevi   araç trafiğine karşı kortej  güvenliğini sağlamaktan ibaretti. .

Yürüyüş boyunca farklı insanlarla konuşma fırsatım oldu.  Örneğin okul çocuklarıyla konuştum,  onlara, “Fukuşima’da  çocuk olmayı” sordum, bana  eve kapanıp  hasır zeminde oyun oynamaktan  sıkıldıklarını anlattılar, toprağı, açık havayı özlemişlerdi.  Radyasyondan korktuklarını söylediler, göze de görünmediği için nerede olduğunu anlamıyorlarmış  bu da onları hep dikkatli olmak zorunda bırakıyormuş, annelerinin tembihlerinden çok sıkılmışlar.  Bu yürüyüşü deneyimlediğimiz haftanın sonunda Tokyo’da tanıştığım bir sivil toplum örgütünün son dönem misyonunun  özellikle Fukuşima’daki çocuklara dışarda oyun oynayabilecekleri günübirlik seyahatler düzenlemek olduğunu öğrenecek, doğal olarak bu çocukları, onların yüzlerini,  ifadelerini  hatırlayacaktım.

IMG_2555
Fukuşima’da her gün okula giden çocukar

 

Eylem sırasında  değişik kostümler  boy gösterdiği için yüzünü peçeyle kapatmış bedevi görüntüsü veren bir adam dikkatimi çekti.  Önümüzdeki süreçte  eylemlerde yüz kapatmanın terör eylemi sayılacağı  kanuni düzenlemelerin yolda olması  algıda seçicilik yaratmıştır diye düşünsem de bu adamın  ne kadar coşkuyla korteji götürdüğünü, oradaki varlığının altını çizdiğini farketmem  yanına yaklaşıp ona neden bu kostümü seçtiğini sormamı gerektirdi.

IMG_2553
Eyleme katıldığı için işinden kovulmaktan korkan bir Japon

Cevap tahmin ettiğim gibiydi: Bu vatandaş,  bir devlet memuru olduğu için yaptığı eylemin sonuçlarından korkuyordu  ve işinden olmamak için kimliğini gizlemesi gerekiyordu. Sonraki günlerde aldığım bilgilerle de birleştiği üzere aslında  Japonya’da  da insanların gözaltına alınması, eylemlerinden dolayı işlerinden atılmaları  pek sık karşılaştıkları bir gerçekti ve bu durum onları hayatlarını idame ettirmekle varlıklarını kanıtlamak arasındaki tercihte çaresiz bırakıyordu .

Kortejin önünde bir Meksikalı bir Türkiyeli aktivist

 

Yaklaşık 2 saat yüründü, nihai olarak  valiliğin yakınlarında bir alışveriş merkezi önünde de  yürüyüşün anlam ve önemini ifade  eden  açıklama okundu

Diğer eylem İki gün sonra 14 Mart günü  Fukuşima’da  bir spor kompleksinde gerçekleştirildi. Yaklaşık 6 bin kişinin katıldığı yazar, aktivist, öğretmen, yerel yöneticilerin sunum ve konuşmalardan oluşan  program   süresince konuşmalarından en çok etkilendiklerim:  İki kadın yazar, biri “Sayonara Genpatsu” (Güle güle nükleer santral) hareketini başlatan Keiko Ochiai, diğeri Fukuşima faciasında kadınların mücadelesine dair “Bu da mı günah değil? /Lütfen Fukuşima’nın çığlığına kulak verin! ”adlı  İngilizce basıkısı da yeni çıkmış olan Fukuşimadaki kadınların emeğiyle hazırlanan kitabın yazarlarından Ruiko Mutou . Bir budist tapınağı rahibi, bir de Fukuşima Üniversitesinden Finans Profesörü  Shuji Shimizu . Bu insanların hepsi  konuya farklı açılardan değinerek nükleer santral kazasının hayatlarını nasıl etkilediğini  anlattı, ortak mesaj pek tabi ki “nükleer santrallere karşı hep birlikte mücadele edelim” idi, bu konuşmalardan aldığım notları sizlere de aktarmak isterim.

IMG_2123
Spor salonunda saygı duruşuyla başlayan Fukuşima Nükleer Faciasını anma etkinliği

 

Yazar Ochiai dedi ki “Nükleer santral ayrımcılık yaptığı için problemdir , savaşlar ayrımcılık yaptığı için problemdir  çünkü birileri ölür ve birilerinin ölmesinden başka birileri fayda sağlar. Bize unutturulmak istenen şeyler var, olimpiyatların Tokyo’da yapılacak olmasıyla, kalkınma yalanlarıyla kandırılıyoruz. Bugün Fukuşima’da mağdur olanlarla dayanışma günüdür, kapıda durmayın içeri girin, Fukuşima’daki arkadaşınızın yanında olun onun size ihtiyacı var”.

Yazar Mutou  ise kaza sonrası bilançoyu özetleyerek başladı konuşmasına. “Bugün nükleer santralde 7 bin kişi çalıştırılıyor; çocukların çalışıtırlması da problem hatta 13 yaşındaki bir çocuğun 3 bin Yene (yaklaşık 30 dolar) çalıştırılması gibi olaylar da yaşadık hatırlarsınız; Radyoaktif atık su denize akıtılıyor, o denizde  geçen sene çocuklar yüzdürüldühatırlarsınız: radyoaktif bölgede yollar yapılıyor, insanların otomobilleriyle bu yollardan geçmesine izin veriliyor. Tüm bunlar bize gerçeğin unutturulması için yapılıyor, bizler şimdi ve şu anda bir daha ülkemizde  nükleer santrallerin çalıştırılmaması için birlik olmalı, dünyadaki nükleer santrallerin de kapatılması için mücadele etmeliyiz”.

Rahip “Doğal olanın bozulması dinimiz gereği kabul edilemez .İnsnaların yaşamlarını etkilediler, onları bir daha evlerine dönmeden prefabrik evlerde yaşamak zorunda bıraktılar. Kirliliğin bertarafı çalışmaları tamamen yalandan ibaret.”dedi

Fukuşima Universitesinden Profesör Shimizu ise doğal olarak problemi finansal açıdan ele alarak dedi ki “Nükleer santral kazasının maliyeti bizlerin vergisiyle ödeniyor, kazadan beri bu santraller kapalı peki  bu santraller için yapılan ödemeler bitti mi? Hayır aynen devam ediyor. Üstelik santrallerin yeniden çalıştırılması için yeni teknolojik yatırımlar yapılıyor ve  bu meblağlar  da bizlerin vergisiyle ödeniyor. Bu durum devletin  yaklaşım ve düşünce şeklinin değişmediğini  gösteriyor. Bu sistem öyle üstesinden kolay gelinecek bir sistem değil.  Biz yaşadığımız sürece bu sistemin son bulması için gayret göstermeliyiz.”

Tören bitince yurt dışından, şehir dışından  katılan olup olmadığı sorulunca, salondaki bir anti nükleer  grubun bize  hediye ettiği  “Fukuşima’da yaşamak istiyorum” forması üstümüzde ayağa kalktık ve  salondan büyük alkış  aldık. Japonların ne kadar organize bir toplum olduğunu bilenler için  spor salonunda gerçekleştirilen eylem aslında hiç  sıradışı  değil. Organizasyon komitesi her hangi bir şiddet , hareket ,aksiyon olmaksızın konuşmalardan oluşan  eylemi organize  etmek ve sonraki eylemlerine kaynak bulmak için bağış toplayarak törenin sonunda toplam 1 milyon yen elde etti. Toplanan miktar anons edilince salonda büyük bir alkış koptu. Demek istediğim,  miktar huzursuzlukla değil coşkuyla karşılandı. Meblağın büyüklüğü  olayın ne kadar desteklendiğinin maddi bir göstergesiydi.  Nükleersiz Türkiye için Kürekle Karadeniz  eyleminde fonlabeni ile aslında bu yapılacaktı. Maddi destek  manevi desteğin somut göstergesi olacaktı. Fakat  bizim ülkemizde yanlış anlamalar çok mümkündü.  Bu noktada Japonya’da  sivil toplum örgütlerinin yegane  finansal kaynaklarının “bağış” olduğunu  söylemeden geçemeyeceğim. Hiç şüphesiz bağış yapma lüksü olan, hayat standartları bizimkinden iyi olan bir toplumdan bahsediyorsak da insanların birbirine duyduğu güven ve saygıyı  bir kez daha derinden hissettim ve pek tabii olarak  bizdeki uygulamalarla  da mukayese ettim.  Japonların  spor salonunda 1 milyon yen (10 bin dolar) bağış topladıklarını  salonda kopan alkışlarla kutlamaları, bana karşılıklı güven tesis etmenin  önemini  düşündürdü. Peki bağış yöntemi baş ağrıtıyorsa, üstüne üyelerinin  meslek odalarına ödediği aidatları kesmek suretiyle hükümet, kendi karar ve yönetim erkine karşı çıkılmasını önlemek adına meslek odalarının gücünü  azaltıyorsa  Türkiye’deki sivil toplum örgütleri  nereden kaynak bulacaktı?  Bazı kurum  ve kuruluşların hibesi yoluyla  elde edilen  imkanlar ise tam tersine organizasyonun özgürlüğünü kısıtlayıp  yönetim ve idaresinde  sapmalara,  parayı verenin düdüğü  çalmasına neden olmuyor muydu? Öyle sanıyorum ki kaynağı anonimleştirmek  sivil toplum örgütlerinin aldığı desteğin politik kullanımını önleyecek yegane yöntem. Sorunun çözümü  toplumdaki  güven sorunu şeffaflıkla giderebilmekte yatsa da  ilk adım o örgüte bir şans vermek.

 

Bir sonraki yazı,  Fukuşima’dan  İzlenimler (3) :Nükleer Facia sonrasında Değişen Hayatlar

Pınar Demircan

 

Erdoğan Başkan olamayacağını anladı, Başkomutan olmak istiyor – Celal Başlangıç

Van’dan, Şırnak’a, Kobanê’den Kandil’e; bütün yollar Diyarbakır’a akmıştı.

2015’in 21 Mart’ında Diyarbakır’ın bütün yolları da Newroz Alanı’na gidiyordu.

Otobüslere, minibüslere, özel araçlarına, motosikletlerine, hatta atlarına bile binip kutlamaların yapılacağı alanın yolunu tutmuştu insanlar.

Ana arterlerden sonrası iyice tıkanmıştı. Herkes bulduğu yere bırakıp aracını, “ha yağdım, ha yağacağım” diyen yağmur yüklü bulutların altında yürüyüşe geçiyordu alana doğru.

Yolda da boşu boşuna yürümüyorlardı; marş söylüyorlar, halaya duruyorlar, zılgıt çekiyorlar, bayrak sallıyorlardı…

Gerillanın Newroz’u
Bu yıl sallanan yeşil, sarı, kırmızı renkli HPG bayraklarına bir de aynı renkleri taşıyan üçgen YPG bayrakları eklenmişti.

Newroz olduğunu bilmeyen; Mahmur’da direnen, Şengal’de kurtarıcı olan HPG ile Kobanê’de zafer kazanan YPG’nin “özel bir kutlaması’ var sanabilirdi.

Bismilli eski arkadaşım Mümtaz, bu gözlemi daha ileriye götürüyordu:

“Şengal’den, Kobanê’den sonra en isabetli tespit bu bayrama ‘Gerillanın Newroz’u demektir.’

Daha birkaç yıl öncesine kadar “dağ başı” değilse de, Diyarbakır Ovası’nın ıssız bir noktasında sayılabilecek Newroz Alanı’nın çevresi pıtrak gibi çoğalan apartmanlarla dolmuştu.

Daha yolları bile yapılmamış apartmanların arasındaki çamurlu yollarda kaya kaya insanlar Newroz Alanı’na ulaşmaya çalışıyordu.

Yanımdan eşiyle birlikte geçen bir Diyarbakırlı, tek tük atıştırmaya başlayan yağmura “Ah” ediyordu:

“Altı çocuğu, anayı babayı evde bırakıp geldik. Bu yağmur olmasaydı, en az on kişi gelecektik. Aileyi temsilen iki kişi gelebildik.”

Doğru, yağmur bulutları öyle kapkara çökmüşlerdi ki Diyarbakır’ın üstüne, sanki “Fena yağacağım ha!” diye tehdit ediyordu.

Erdoğan ‘etkisiz eleman’ oldu
Aslında Newroz alanlarda kutlanmaya başladığından bu yana en fazla bir iki kere yağmurlu geçmiştir 21 Martlar bu güne dek. Yani bu yılki Newroz nadir yağışlı günlerden birine denk gelmişti.

Ama Kürtler, bu yağmur bulutlardan bir “güneş” çıkartmasını da bileceklerdi.

Çünkü, günlerdir Diyarbakır’ın üzerine çöken bu kara bulutlarının, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “İzleme Heyetini doğru bulmuyorum” sözlerinden sonra daha da ağırlaşacağını, “Müzakere sürecine” ilişkin olarak büyük bir karamsarlığa yol açacağını sanıyordum.

Daha bir gün öncesinden, Diyarbakır Barosu’nun Cemil Paşa Konağı’nda verdiği büyük Newroz kokteylinde de bu karamsarlığı gözleyeceğimi düşünüyordum.

Ancak, Newroz’dan bir akşam önceki kokteylde de fark ettim ki kimse Erdoğan’ın bu sözlerini ciddiye almamıştı.

Aynı hava Newroz Alanı’nda da vardı.

Hatta alanda, bölgenin deneyimli siyasetçilerinden biri Erdoğan’ın “Müzakere süreci”ni kesintiye bile uğratabilecek sözlerini hiç de umursamadıklarını gösteren bir tespit yaptı:

“Kulak asma, Başkan olamayacağını anladı, Başkomutan olmak istiyor!”

Anlaşılan o ki Kürtler barış ellerini Ankara’ya uzatmışlar “İster kabul et, ister etme! Ben yolumda yürürüm” diyorlardı.

Yani süreç bir zamanlar çok önemsenen Erdoğan’ı bile “etkisiz eleman” durumuna getirmişti.

‘Başkanın mesajına güneş bile doğdu’
Newroz Alanı doldukça doluyordu.

İnsanlar apartmanlar arasından yürüyüş kolları haline dönüşmüş, nehir gibi akıyordu alana.

Herkesin merakı da alanın ne kadar dolacağı yolundaydı.

Ama Öcalan’ın mesajının okunacağı saate gelmeden çok öncesinde alanın gözle görülebilen her noktası tıklım tıklım olmuştu.

Diyarbakır Belediye Eş Başkanı Fırat Anlı, bir milyonu aştığı, iki milyona yaklaştığı tahmin edilen kalabalığa bakıp “Artık bu meydan da yetmiyor. Seneye daha büyük bir meydan yapmamız gerekecek” diyordu.

O kadar yoğun bir kalabalık vardı ki, gazetecilerin ve televizyoncuların çalışması zaman zaman olanaksız hale geliyordu. Ancak bütün olumsuzlukların tartışmasız, kavgasız, gürültüsüz çözülmesi de, “barış süreci”nin Newroz Alanı’ndan başladığının bir işaretiydi.

Öcalan’ın mesajı okunmasına yaklaşık yarım saat kala amansız bir yağmur başladı.

Gökten yere doğru iri su damlaları yağıyor, ama insanlar yine de oluk oluk alana akıyordu.

Saat tam 12.45’te Pervin Buldan, Öcalan’ın mesajını Kürtçe okumaya başlamıştı ki, yavaş yavaş güneş çıkmaya başladı.

Bir yandan yağmur yağıyor, bir yandan güneş vuruyordu insanların üzerine.

Yanımdan biri sevinçle bağırdı:

“Başkanın mesajını duyunca güneş bile doğdu.”

Bu arada bir başkası şakayla karışık “Ey Ateist Kürtler” diye çağrı yapıyordu, “Artık Allah’a inanırsınız, gidin ve tövbe edin…”

Sıra Öcalan’ın mesajının Türkçe okunmasına geldiğinde artık ortalık günlük güneşlik olmuştu. Sırrı Süreyya Önder de bu fırsatı kaçırmadı:

“Başkan Öcalan’ın sesi gelince bu boran ve fırtına dindi, güneş doğdu. Bir gün kendisi gelecek, Mezopotamya’da bütün dünyanın demokrasisi ve özgürlüğünü bereketlendirecek.”

Kandil’de beklenen yarılma Ankara’da oldu
Neden olduğunu anlayamadım ama, Öcalan’ın Türkçe mesajı Kürtçesinden daha büyük bir coşkuyla karşılandı alanda.

Sloganlar, zılgıtlar, marşlar birbirini kovaladı.

Öcalan mesajında Kandil’e “Hemen kongreyi toplayın, silahları bırakma kararı alın” dememişti.

Kongre sürecinin önüne Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “doğru bulmadığı”  İzleme Heyeti’ni koymamakla kalmamış ayrıca bu heyetle birlikte parlamenterlerden oluşacak bir Hakikat ve Yüzleşme Komisyonu’nu da koymuştu.

Aslında mesajın kodları, T24’te bir gün önce yayınlanan “Dünyanın gözü Newroz mesajında” başlıklı yazımda yer alan tespitle neredeyse bire bir örtüşüyordu.

Öcalan’ın mesajından çıkan tespitler de aynen o doğrultudaydı:

“Hükümetin önüne yeni ‘ev ödevleri’ koyacak. Yani mesaj okunduğu anda herkes dönüp Kandil’e değil, Ankara’ya bakacak.

” Kandil’e “Haydi yarın kongreyi toplayın ve silahları bırakın” demeyecek. “Önce ‘asgari müştereklerin sağlandığı bazı ilkelerin hayata geçmesi’ni talep edecek.”

“Kandil’in görüşlerine daha yakın, hükümetin görüşlerine daha az yakın bir mesaj olacak.”

“Çatışmasızlık sürecini daha da tahkim edici bir metin olacak.”

Aynen de öyle oldu.

Ama az da olsa küçük bir sürpriz bekleyen Kürt Siyasal Hareketi’nin bazı kademelerinde görev yapanların yüzünde de bu mesajdan sonra büyük bir rahatlama olduğunu görmek için öyle çok dikkatli bakmaya da gerek yoktu.

Çanakkale uzak, Eşme yakın!
Yakın zamana kadar, özellikle iktidar çevreleri ve yandaş medyanın kalemleri Kürt Özgürlük Hareketinde bir bölünme umuyordu.

Daha doğrusu temenni ediyordu.

“Kandil bölündü, güvercinler ve şahinler savaşıyor.”

“Kandil’le İmralı arasında ayrılık var. İmralı silahların bırakılmasını, Kandil savaşı istiyor.”

“HDP, Öcalan’ı dinlemiyor, aralarında ayrılık var.”

“HDP heyetine Kandil çok kızdı.”

Ancak bunların hiçbirini destekleyecek somut bir bulguya rastlanmadı.

Ancak Erdoğan’ın “İzleme Heyetini doğru bulmuyorum” sözleri ve arkasında gelen Arınç’ın, Davutoğlu’nun açıklamalarıyla, Kandil’de beklenen yarılmanın ya da Kürt Özgürlük Hareketi’nde umulan çatlağın aslında Ankara’da yaşandığı ortaya çıktı.

AKP iktidarı daha kendi içinde İzleme Heyeti çatlağını yaşarken, Öcalan Newroz mesajıyla Ankara’nın önüne parlamenterlerin de katılımıyla bir Hakikat ve Yüzleşme Komisyonu koyuyordu.

Görünen o ki “müzakere sürece” AKP’de Aksaray’la Hükümet arasında yaşanan çatışmayı daha da derinleştirecek.

Ancak, Ankara’daki çatlağa inat, Öcalan’ın mesajında Kürtlerle Türklerin arasındaki bağların daha da güçlenmesini sağlayacak bir nokta dikkat çekiciydi.

O da Öcalan’ın sözünü ettiği “Eşme Ruhu”ydu.

Süleyman Şah Türbesi’nin taşınmasında Türk Silahlı Kuvvetleri’yle YPG’nin yaptığı işbirliğine dikkat çekiyordu Öcalan üstü örtülü olarak:

“Bu temelde gelişen ‘Eşme ruhunu’ halklarımız arasında yeni tarihin sembolü olarak selamlıyorum.”

Şimdi Öcalan’ın bu cümlesini, 2013 Newroz’undaki mesajında yer alan “Çanakkale” vurgusuyla birleştirmek gerekiyor:

“Çanakkale’de omuz omuza şehit düşen Türkler ve Kürtler; Kurtuluş Savaşı’nı birlikte yapmışlar, 1920 meclisini birlikte açmışlardır.”

Evet, 2013’te Türklerle Kürtler arasında en sıkı belirtilecek “ruh”, “Çanakkale ruhu”ydu.

Görünen o ki artık bir de “Eşme ruhu” var.

Newroz Alanı’ndan ayrılırken, sahnede Suavi 78’liler için bestelediği “Şarkımızı Tamamlamak İçin”i söylüyordu.

Yağmura, çamura aldırmadan mutlu insanlarla birlikte yavaş yavaş çıkıyorduk alandan.

Erdoğan’ın “Ne Kürt sorunu ya! Neyiniz eksik” sözüne Cemil Bayık’ın verdiği yanıt dönüp duruyordu kafamda:

“Kürt sorununun çözümünü önüne koymayan hiçbir politikacının geleceği yoktur.”

Aslında farkındaydım. Çıktığım bu alanda yalnız Diyarbakır’ın, Türkiye’nin değil, Kobanê’nin, Şengal’in, Kandil’in, Afrin’in, Ceziri’nin, sonuç olarak koskocaman bir Ortadoğu’nun ruhu vardı.

Diyarbakır’ın Newroz Alanı, zalime karşı mazlumun, bakıya karşı özgürlüğün, savaşa karşı barışın ete kemiğe bürünmüş bir haliydi.

Gördüm ki, 2015’in Newroz’unda herkes “bayramı kutlu”, ateşi direngen bir demirci Kawa’ydı!

Celal Başlangıç – t24.com.tr

Diyarbakır’da coşkulu Newroz, Öcalan’dan barış çağrısı

newrozDiyarbakır’da kutlanan Newroz’a yüzbinlerce insan katıldı. Newroz alanında gerçekleşen şenlikte toplanan kitleler barışa olan özlemlerini dile getirdiler. Meydanda Abdullah Öcalan’ın silah bırakmaya dair merakla beklenen mesajın Türkçesini HDP İstanbul milletvekili Sırrı Süreyya Önder, Kürtçesini ise Pervin Buldan okudu.

Mesajın Türkçesini okuyan Sırrı Süreyya Önder, mesajı okumadan önce şöyle dedi: “Öcalan’ın mesajı gelince boran fırtına dindi, güneş açtı. Bir gün kendisi gelecek Mezopotamya’dan başlayarak bütün dünyanın özgürlüğünü bereketlendirecek. Sesi böyle yaptı kendisinin ne yapacağını en iyi Ortadoğu başta olmak üzere dünya halkları biliyor.”

Silahlı mücadeleye son

Ülkemiz halklarının, demokrasi, özgürlük, kardeşlik ve onurlu barışı için yürüttükleri mücadelede bu gün tarihi bir eşikte bulunduklarını belirten Öcalan tarihi mesajında 40 yıllık hareketin acılarla dolu geçen mücadelesinin boşa gitmediği gibi aynen sürdürülemez bir aşamaya da varmış bulunduğunu dile getirdi.

Öcalan, halkların demokratik çözüm ve barışı talep ettiğini belirterek 28 Şubat günü Dolmabahçe Sarayında açıklanan on maddelik deklarasyona vurgu yaptı ve bu temel ile “yeni bir süreci başlatma görevi ile karşı karşıyayız dedi.

Silahlı mücadelenin son erdirilmesi zamanının geldiğini söyleyen Öcalan silahları bırakmak için bir kongre çağrısında bulundu ama yaptığı kongre çağrısı için bir tarih önermemesi dikkat çekti.

Yeni dönemde, Türkiye Cumhuriyeti dahilinde özgür ve eşit Anayasal yurttaşlık temelinde demokratik kimlik sahibi demokratik toplum olarak, barış içinde ve kardeşçe yaşama sürecine girildiğini, böylelikle 90 yıllık Cumhuriyet tarihinin çatışmalarla dolu geçmişini aşıp gerçek barış ve evrensel demokrasi kriterleri ile örülmüş bir geleceğe yürüneceğini vurgulayan Abdullah Öcalan’ın mesajının tamamı şöyle:

 

TÜRKÇE

“Tüm halklarımıza,

“Barışın, eşitliğin, özgürlük ve demokrasinin yanında yer alan tüm halklarımızın ve dostlarımızın Newroz’unu selamlıyorum.

“Emperyalist kapitalizmin ve despotik yerel işbirlikçilerinin tüm dünyaya dayattığı Neo liberal politikaların yol açtığı kriz, bölgemiz ve ülkemizde çok yıkıcı bir şekilde yaşanmaktadır. Halklarımızın ve kültürlerinin etnik ve dini farklılıkları, bu kriz ortamında, anlamsız ve acımasız kimlik savaşlarıyla tüketilmektedir. Ne tarihi ne çağdaş, ne de vicdani ve siyasi değerlerimiz bu tabloya asla sessiz ve bigâne kalamaz. Bilakis acil bir müdahale, dini inançlarımız, siyasi ve ahlaki sorumluluğumuzun gereğidir.

“Ülkemiz halklarının, demokrasi, özgürlük, kardeşlik ve onurlu barışı için yürüttüğümüz mücadele bu gün tarihi bir eşiktedir. Kırk yıllık hareketimizin acılarla dolu geçen bu mücadelesi boşa gitmediği gibi aynen sürdürülemez bir aşamaya da varmış bulunmaktadır. Tarih ve halklarımız bizden dönemin ruhuna uygun bir demokratik çözümü ve barışı talep etmektedir. Bu temelde tarihi Dolmabahçe Sarayında, hepimizce resmen ilan edilen on maddelik deklerasyon temelinde yeni bir süreci başlatma görevi ile karşı karşıyayız.

“Deklarasyon gereği ilkelerde mutabakat oluşmasıyla birlikte PKK’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı yaklaşık kırk yıldır yürüttüğü silahlı olan mücadeleyi sonlandırmak ve yeni dönemin ruhuna uygun siyasal ve toplumsal strateji ve taktiklerini belirlemek için bir kongre yapmalarını gerekli ve tarihi görmekteyim. Umarım ilkesel mutabakata en kısa sürede varıp Parlamento üyeleri ve İzleme Heyetinden teşkil edilen bir Hakikat ve Yüzleşme komisyonundan geçerek bu kongreyi başarıyla realize etme durumunu yaşarız. Bu kongremizle birlikte artık yeni dönem başlamaktadır. Bu yeni dönemde, Türkiye Cumhuriyeti dahilinde özgür ve eşit Anayasal yurttaşlık temelinde demokratik kimlik sahibi demokratik toplum olarak, barış içinde ve kardeşçe yaşama sürecine giriyoruz. Böylelikle 90 yıllık Cumhuriyet tarihinin çatışmalarla dolu geçmişini aşıp gerçek barış ve evrensel demokrasi kriterleri ile örülmüş bir geleceğe yürüyoruz. Newroz’un gerçek tarihine yaraşan da huzurunuzda böyle bir aşamayı selamlamaktır. Ve lakin ülkemiz ve halklarımız için doğru olan olgular, aynı zamanda kutsallarla dolu bölgemiz için de geçerli olmak durumundadır. Kapitalist emperyalizmin genelde son iki yüz yıllık, özelde son yüz yıllık gerçeği şudur: Ulus devlet milliyetçiliği temelinde etnik ve dini kimlikleri özüne ters biçimde içe doğru kapatıp birbirlerine düşman etmek, yani böl-yönet politikasına uygun olarak varlığını acımasızca günümüze kadar sürdürmek!

“Bilmeliyiz ki Ortadoğu üzerindeki emellerinden vazgeçmeyen Emperyalist güçlerin yol açtığı son zorbalık IŞİD görüntüsünde ortaya çıkmıştır. Barbarlığın bile anlamını zorlayan bu örgüt, kadın çocuk demeden, Kürtler, Türkmenler, Araplar, Ezidiler, ve Asuri-Süryaniler başta olmak üzere bütün bölge halklarına ve inançlarına dönük vahşice katliamlar sergiledi.

“Artık gün bu acımasız ve yıkıcı tarihi sonlandırıp gerçek geçmişimize uygun barış, kardeşlik ve demokrasiye geçiş yapma günüdür. Doğru bildiğim ve inancım gereği; çatışmacı, tüketici, yıkıcı milliyetçiliğin doğurduğu ulus devletleri demokratik siyasetle aşarak açık demokratik kimliklerle bir ortaklaşmaya geçmenin mecburiyetidir. Bunun için ulus devletleri kendi içinde demokratik siyasetle demokratik ortaklaşmanın yeni bir türünü gerçekleştirmeye ve yine ulus devletleri kendi aralarında Ortadoğu’nun demokratik ortak evini inşa etmeye çağırıyorum.

“Ayrıca bugün vesilesiyle mahşeri topluluğunuzun ezici çoğunluğunu teşkil eden özgürlüğe kanat çırpan kadınları ve gençleri önümüzdeki dönemin ekonomik, sosyal, siyasal ve güvenlik alanlarında özgürlük ve eşitlik mücadelesinde en aktif bir biçimde yer almaya ve başarmaya çağırıyorum. Ayrıyeten hem bölgemiz için hem de uluslararası dünya için büyük anlamı olan Kobani direnişini ve zaferini selamlıyorum. Bu temelde gelişen ‘Eşme ruhunu’ halklarımız arasında yeni tarihin sembolü olarak selamlıyorum. Yukarıda belirlemeye çalıştığım tüm bu saptamalar tek cümleyle tarihimizin ve güncelliğimizin toplum olarak yeniden revizyonu, restorasyonu ve yeniden inşası için değerli bir çağrıdır.

“Tekrar bu tarihi Newroz’un şahsınızda tüm insanlık için büyük hayırlara vesile olması dileğiyle selamlıyorum.”

KURDİ

JI HEMÛ GELÊN ME RE;

Ez Newroza hemû gel û dostên me yên li cem aşitî, wekhevî, azadî û demokrasiyê sekinîne silav dikim.

Qeyrana polîtîkayên neolîberal ên ku kapîtalîzma emperyalist û hevkarên wê yên herêmî li ser hemû dinyayê ferz kirine, di welat û herêma me de, bi awayeke wêranker tê jiyîn. Cûdahiyên olî û nîjadî yên çand û gelên me, di nav vê qeyranê de, bi şerên nasnameyan yên bê merhemet û bê wate tên tunekirin. Ne nirxên me yên dîrokî, ne yên nûjen, ne jî yên wijdanî û sîyasî ji vê tabloyê re, tu carî nikare bêdeng û bêhistiyar bimîne. berovajiyê vê, mudahaleyeke lezgîn, berpirsiyariya me yên yeqînîyên olî, sîyasî û exlaqî ye.

Têkoşîna ku me ji bo demokrasî, azadî, biratî û aşitiya birûmet a gelên welatê me, meşand; îro di şêmûgeke dîrokî de ye. Têkoşîna tevgera me ya çil salan a ku bi êşan dagirtî ye weke ku vala neçû, hatiye merhaleyeke wisa ku nikare bi heman awayî bê meşandin. Dîrok û gelên me, ji me, çareseriya demokratik û aştiyeke li gorî rihê serdemê dixwazin. Li ser vê bingehê, di Qonaxa Dîrokî ya Dolma Bahçeyê de, bi bingeha deklerasyona ji deh xalan pêk tê ya ku ji aliye me hemûyan ve, bi awayeke fermî  hat îlankirin; em bi destpêkirina pêvajoyeke nû re, rû bi rû ne.

Bi pêkhatina mutebaqata li ser rêgezan a ku Deklerasyon ferz dike; PKK têkoşîna ku teqrîben çil sal in li dijî Tirkiyeyê meşandin û ji sîlehê pêk dihat, bi dawî bikin; ji bo stratejî û taktîkên xwe yên sîyasî û civakî yên li gorî rihê serdemê diyar bikin, ez, lidarxistina kongreyekê, pêwîst û dîrokî dibinim. Ez hêvî dikim ku di demeke herî kin de, em xwe bigihînin mutebaqata rêgezî û bi derbasbûna ji komisyona ku bi nunerên parlamentoyê û ji lijneya şopandinê pêk tê, emê bi awayeke serkeftî realîzekirina vê kongreyê bijîn. Bi vê kongreya me, êdî serdemeke nû dest pê dike.   Di vê serdema nû de, di nav Komara Tirkiyeyê de, bi bingeha welatîtiya makezagonî, wek civakeke demokratîk û  xwedî nasnameya demokratîk, em dikevin pêvajoya jiyana bi biratiyê ya di nav aştiyê de.

Bi vî awayî em, ji ser paşxaneya Komara Tirkiyeyê ya 90 salî ku bi pevçûnan tije ye, gav davêjin û ber bi pêşerojeke ku bi aşitîyeke rasteqîn û bi krîterên demokratîk ên gerdûnî hatiye honandin ve dimeşin. Tişta ku li dîroka rasteqîn a Newrozê tê jî, di hizûra we de, silavkirina merhaleyeke wisan e. Lê bele, diyardeyên ku ji bo welatê me û gele me rast in, divê, di heman demê de, ji bo herêma me ya bi pîroziyan tije ye jî, derbasbar be. Rastiya kapîtalîzma emperyalist ya  bi giştî dused salên dawî, bi taybetî jî ya sed salî ev e ku li ser bingeha neteweperestiya netewedewletiyê, nasnameyên nijadî û olî, bi awayeke li dijî cewherê xwe, ber bi hindurê xwe ve tewandin û ji hev re kirin dijmin; yanê li gorî politikaya perçe bike û bi rê ve bibe, hebûna xwe bi awayeke bê merhamet heta roja îro anî!

Divê em bizanin ku  hêzên emperyalîst ên ku dev ji emelên xwe yên li ser Rojhilata navîn bernedane, zordariya wan a herî dawiyê bi şikilê DAÎŞ’ê derketiye holê. Ev rêxistina ku wateya hovitiyê jî, bê wate dihêle; bêyî ku bibêje ev, jin û zarok in, di serî de Kurd, Tirkmen, Ereb, Êzîdî û Asûrî-Suryanî, li dijî hemû gel û yeqinîyên herêmê, komkujiyên hovane pêk anîn.

Roj ew roje ku, vê dîroka bê merhamet û wêranker bi dawî bikin û derbasî aşitî, biratî û demokrasiyê ya ku li gorî paşxaneya me ya rasteqîn bibin. A ku ez rast dibînim û ya ku li gorî baweriya min e, eve ku netewedewletên ku,  neteweperestiya wêranker, tuneker, pevçûner aniye dinyayê, jê bihartina bi sîyaseta demokratik, bi nasnameyên demokratik ên vekirî re, neçariya derbasbûna hevpariyekê ye. Ji bo vê yekê, ez bang li netewedewletan dikim ku bila di nav xwe de, bi sîyaseta demokratîk, cureyeke nû ya hevpariya demokratîk pêk bînin û dîsa  netewedewlet   bila di navbera xwe de, mala hevpar a demokratîk a Rojhilata Navîn ava bikin.

Bê vê, bi sedema îro, ez bang li xort û jinên ku ji bo azadiyê perwaz didin dikim, ku piraniya civata we ya mehşerî pêk tînin,  bila di têkoşîna wekhevî û azadiyê de, di qadên aborî, civakî, siyasî û ewlehiyê yên serdema li ber me de, bi awayekî herî çalak cih bigirin û bi ser bikevin. Derveyî vê, ez silav li berxwedan û serkeftina Kobanê dikim ku hem ji bo herêma me hem jî ji bo dinyaya navneteweyî wateyeke xwe ya mezin heye. Li ser vê bingehê, ez  silav li  ‘‘Rihê Eşmeyê’’ dikim ku wek remza  dîroka nû ya di navbera gelên me de ye. Hemû van tespîtên ku min hewl da ku ez li jor diyar bikim; heke bi hevokekê bibêjim: ev, ji bo wek civak ji nû ve revizyon, restorasyon û ji nû ve avakirina dîrok û rojaneyîtiyê bangeke hêja ye.

Careke din, ez di şexsê vê Newroza dîrokî de, bi daxwaza, ji bo hemû mirovatiyê bibe sedema xêrên mezin, silav dikim.

Bijî Newroz, Bijî Biratiya Gelan…

 

Yeşil Gazete

Fukuşima Nükleer Santrali’nin 1 No’lu reaktöründe tam erime olduğu kesinleşti

Tokyo Elektrik Şirketi (TEPCO), Fukuşima Nükleer santralinin 1 no’lu reaktöründeki tüm yakıt çubuklarının eriyerek reaktörün altına indiğini kabul etti. Tokyo Elektrik Şirketi ve Nükleer Sökümünde Uluslararası Araştırma Enstitüsü (IRID) Şubat 2015 itibariyle 1 no’lu reaktör binası içerisinde araştırma yapıyordu.

melt down1

Santralin işletmesinden sorumlu olan TEPCO, reaktör binasının içini  kozmik ışıkla denetliyordu. Atomaltı parçacıklarının atmosferdeki kozmik ışın çarpışmasıyla oluşan muon ışını reaktör içini izlemeyi mümkün kılıyordu. Muon ışını beton ve demirden geçerek uranyum ve plutonyum gibi yüksek yoğunluklu maddelere çarptıklarında bloke olarak yön değiştirse de  gölge oluşturarak yakıt çubuğunun reaktördeki konumunu gösteren bir harita çıkarabiliyor.

Bu bilginin akabinde diyebiliriz ki, TEPCO muon ışığının çarpmasıyla bir gölge oluşmadığı için reaktör içerisinde artık yakıt çubuğu kalmadığına, tüm çubukların reaktör binasının altına muhafaza kabının düştüğüne hükmetti. Öte yandan yüksek radyoaktif maddenin doğaya karışıp karıştığı bilinemiyor zira  Tokyo Hosei Universitesinden Profesör Hiroshi Miyano, tam erimeyle reaktörün altına inen yakıt çubuklarının doğaya karıştığına dair bir sonuca varılamayacağını belirtti. Tamamen olasılıklar dahilinde olan durum, önümüzdeki süreçte netlik kazanacak görünüyor.

Bu şekilde TEPCO’ nun bir sonraki prosesi reaktörden eriyerek aşağı muhafaza kabının altına indiği varsayılan yakıt çubuklarını dışarı çıkarmaya çalışmak olacak ki bu işlem Mart 2011 ‘den itibaren reaktör içinde biriken yüksek orandaki radyasyon sebebiyle sadece robotlar tarafından yapılabilir.

1 no’lu reaktörün durumu öncelikle operatörler tarafından teyid edilmişken 2 ve 3 no’lu rekatörlerde de erime olduğu düşünülüyor.

Fukuşima santralinin temizlğinden sorumlu olan TEPCO facianın başlangıcından itibaren bitmeyen şekilde bir dizi sorunla boğuşuyor. En son geçen ay Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA)ndan 15 uzman tarafından yapılan değerlendirmeler süreçte ilerleme kaydedildiğini ama yapılması gereken çok fazla operasyon olduğunu söyledi.

Nükleer Yakıt Çevrim ve Atık Teknoloji yetkilisi Juan Carlos Lentijo“Durum oldukça karmaşık, gittikçe artan orandaki kontamine su problemi çok kısa sürede giderilmeli” diyor  ve “Yüksek oranda radyoaktif olan kullanılmış yakıt çubuklarının bertaraf edilmesi erime sonrası uzun dönemli bir mücadele olacak ” diye ekliyor.

IAEA raporuna göre Santralin altından akan yeraltı suları vaziyeti daha güç bir duruma sokuyor ve sürecin yönetimi atık yakıt çubuklarının bertarafı depolanması gibi problemler de içiçe geçmiş bulunuyor.

Son olarak 26 şubat tarihinde 2 no’lu reaktörün çatısı üzerinde biriken yüksek oranda sezyum içeren kontamine suyun yağmur sularıyla denize aktığı tespit edildiği üzere TEPCO’nun 10 aydır süren bir radyoaktif sızıntıyı raporlamadığı anlaşılmıştı.

Çok çeşitli sorunlar içinde bocalayan nükleer opratörler 4 yıldan beri farklı farklı metodlara başvurarak, akla hayale gelmeyen maliyetlere yol açan sorunların üstesinden gelmeye çalışıyor. Bölgedeki insanların tekrar eskisi gibi evlerine dönerek yaşamaları onlarca yılın geçmesini ve devletin milyonlarca dolar yardımda bulunmasını gerektiriyor ki devletin yapacağı yardımların yine Japon vatandaşlarından alınacak vergiyle sağlanacağı aşikar.

 

(Asahi, Japantimes, Yeşil Gazete)

Haberi çeviren, derleyen: Pınar Demircan

 

Erivan’ın Sürprizleri – Pelin Atakan

Şubat ayının son haftasında Yeryüzü Derneği ile Ermenistan’dan Forum 21st Century Young Leaders’ın ortak yürüttükleri proje Genç Çevreciler Platformu kapsamında Ermenistan’ın başkenti Erivan’daki çevre örgütlerini ziyaret ettik. Ziyaretle ilgili teknik detaylara buradan ulaşabilirsiniz. Ziyaret ekibinden Gizem Kastamonulu’nun gözlemlerini de  Genç Yeşiller blog’undan okuyabilirsiniz. Bense bu yazıda Erivan’dan bazı sürprizler yazıyorum.

İlk Sürpriz: Barev, Nasılsınız?

İlk sürpriz Ermenistan – Gürcistan kara sınırından geçerken buldu beni.  Gecenin ortasında sınıra vardık, arabadan indik, vizelerimizi alıp sınırdan geçeceğiz. Pasaportumu uzatırken uykunun arasında güç bela hatırlıyorum Ermenice merhaba demeyi, “barev” diyorum pasaport memuruna. Gelen cevap iyice uykumu açıyor: “nasılsınız”.

26.erivanın sürprizleri,yeşil gazete

 

Gülüşüyoruz, ikimizde “barev” ve “nasılsın”ın ötesinde bilmiyoruz birbirimizin dillerini. İngilizcede karar kılıp güle güle’leşiyoruz. Sabah Erivan’dayız. Uyku sersemi oteli ararken etrafıma bakıyorum, sokaklar sabah tenhalığında, sade, düzenli, çöpsüz. Neden bilmiyorum ama daha salaş, bakımsız sokaklar bekliyordum açıkçası. Belki de turistik bölgede olduğumuzdan böyledir, diyorum. Hiç görmemişim fotoğrafını Ermenistan’dan herhangi bir yerin, hiç Ermenice şarkı dinlemiş miydim, hatta Ermenice bir ses duymuş muydum hiç? Hatırlamıyorum duyduysam da.

Akşamüstü sokaklardayız. Sokaklar sessiz denilebilir ama insan olmadığından değil, insanlar sessiz. Arabalar da var taksiler de ama onlar da pek sessizler. Acelesiz, ferah bir hava var şehirde. Cumhuriyet Meydanı’ndayız, binalar ne şık, hangi yıl yapılmış diye konuşurken, aaa hükümet binasının önündeyiz. Şaşırdık tabi, ne bir tane polis var ortada, ne güvenlik tabelası, ıvır zıvırı. Sıradan bir bina hem de şehrin ortasında. Tak! Bir bakanlık binası var ilerde, aynı: sessiz, korkusuz ve görkemli.

Sık sık heykellere rastlıyoruz sokaklarda. Her yerdeler ve çok güzeller
Sık sık heykellere rastlıyoruz sokaklarda. Her yerdeler ve çok güzeller

İlk akşam Ermenistanlı partnerlerimizin konuğuyuz. Tavern Yerevan adında müzikli yemekli geleneksel bir restorandayız. Ermenice konuşmalara kulak kabartıyorum, evet hiç duymamışım Ermenice konuşan birilerini daha önce. Sokakları gibi acelesiz, sakin konuşuyorlar.

Gündüz ziyarette akşam sokaklardayız. Sık sık heykellere rastlıyoruz sokaklarda. Her yerdeler ve çok güzeller. Sadece ünlü liderlerin, yazarların değil hem de. Öylesine (tabi biz turistlere göre), sıradan hayattan insanlar, figürler çıkıyor karşımıza, seyrettiriyorlar kendilerini.

Putin’e beraber kafa tutmak varken

Sokakların bana en büyük –ve en tatlı sürprizi ise aramızda Türkçe konuşurken bizi duyan ve Türkiye’den olduğumuzu anlayanlar oldu. Ceplerindeki dillerden birini seçip hoşgeldiniz dediler bize. Birkaç kötü bakış da oldu tabi ki, ama terazide ağır basanlar gülümseyenlerdi. Sonradan öğrendik Türkçe’ye aşinalıklarının nerden geldiğini: Türkçe televizyon dizileri burada da popüler. Bir de, üniversitede Türkoloji bölümleri varmış. Ta-ta bir sürpriz daha: Türkiye’nin popüler kültürde ve akademide böyle bir yerinin olması harika.

28.erivanın sürprizleri,yeşil gazete

İster istemez Türkiye’deki havayla ilgili düşünceler geliyor aklıma. Türkiye’de Ermeni kelimesinden sonra birçoğumuzun aklına ilk “soykırım” kelimesi gelir. Kimisi üzülür, kimisi sinirlenir, kimisi “özür dilemeliyiz” der, kimisi reddeder… Yani, burda önem verdiğim meseleye nasıl bakıldığı değil, bir kültür hakkında aklımıza gelen ilk kelimenin ne yazık ki “soykırım” olması. Kültüre ne büyük ihanettir bu! Benzer yemekleri, şarkıları konuşmak varken, Türkiye sınırındaki eski püskü nükleer santrale beraber karşı durmak veya Putin’e beraber kafa tutmak varken, neden soykırım konuşuyoruz?

Batı Ermenistan; yani acı bir de “nar”

Ermenistan’da benzer durum var mı yok mu diye yorum yapacak cüretim tabi yok ama bir turist gözünden belki bir şeyler söyleyebilirim. Hediyelik eşya dükkânlarındayız, turistler için olanlarından. Bir şey almak bir yana, bu dükkânları sadece bakmak için gezmek de hoşuma gider. Popüler kültürün vitrinine bakmak gibi gelir bana. Galeriye, müzeye gitmek kadar değerli bulurum. Bu dükkânların vazgeçilmezi kartpostallardır tabi. Erivan’da satılan kartpostallar, burada Ararat denilen, Türkçe’de Ağrı dediğimiz dağın resimleri ile dolu. Hep görkemli, ulu görünüyor. Hakikaten de öyle.

Bir akşam gün batımında bir tepeden izledik, Gizem’in de yazdığı gibi Ağrı buradan daha görkemli, güzel görünüyor. Belki de daha uzak olduğundan. Ağrı’yla başlayan kırmızı çizgiden sonrası Ermeniler için dedelerin ninelerin anlattığı hikâyelerdeki Batı Ermenistan; yani acı. Bir de “nar” var her dükkanda olan, küllük, şekerlik, magnet kılığında.

Batı Ermenistan; yani acı. Bir de “nar”
Batı Ermenistan; yani acı. Bir de “nar”

Var bu işte bir şey deyip sorduğumuzda narın dünyanın her yerine yayılmış Ermenileri temsil ettiğini öğreniyoruz. Vitrinde acının yanında bir de hasret var yani –tabi turist Pelin’in gözüne ilk çarpanlar bunlar. Şaşırıyorum. Nerde sazlı amca biblosu, nerde sokaklarda zart diye karşımıza çıkan heykellerinin veya görkemli hükümet binasının bir resmi veya magneti… Vitrinde bu kadar acı ve hasret karşılaşmanın sürpriz olamayacağını düşünüyorum. Sokaklarda hava sakin, gülümsemeli ve acelesizken, vitrin pek ağır.

Politikaların kültürleri birbirine yabancılaştırmakla uğraşmadığı günler diliyorum.

Pelin Atakan.yeşil gazete

 

Pelin Atakan