Endülüs’te yapılan bölge seçimlerini İspanyol Sosyalist İşçi Partisi kazandı. Sol parti Podemos, seçimlerden üçüncü çıkarak ilk kez bir bölgesel parlamentoya girmeyi başardı.
İspanya’nın 17 özerk topluluğundan biri olan Endülüs’te bölge parlamentosu seçimlerini İspanyol Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) kazandı. PSOE 109 sandalyeli mecliste 49 milletvekili çıkararak 2012’de elde ettiği sandalye sayısını korudu. Bu sonuçlara göre özerk yönetimin başbakanı Susana Diaz, ya koalisyon ya da bir azınlık hükümeti kurarak görevini sürdürecek.
İspanya Başbakanı Mariano Rajoy’un muhafazakar Halk Partisi (PP) ise açık bir yenilgi aldı. Mecliste 50 sandalyeye sahip olan PP’nin vekil sayısı 33’e düştü.
Yunanistan’daki Syriza’nın kardeş partisi olan Podemos ise ilk kez girdiği mecliste 15 vekil kazandı. Podemos’un seçimlerde başarılı olması bekleniyordu ancak bu başarının daha büyük olacağı tahmin edilmişti.
Endülüs özerk bölgesinde PSOE ile koalisyonda blunan Birleşik Sol (IU) ise seçimlerde hezimete uğradı. 12 vekili olan parti sadece 5 milletvekili çıkartabildi.
Endülüs’teki bölgesel seçimler sonbaharda yapılması beklenen genel seçim öncesinde siyasi tabloyu göstermesi bakımından önem taşıyor. İspanya’da ayrıca mayıs ayında belediye seçimleri, eylül ayında da Katalonya’da bölgesel seçimler yapılacak.
Yozgat’ın Boğazlıyan ilçesine bağlı Eğlence köyü sakinleri, Kanadalı bir maden şirketinin siyanürle altın çıkarma çalışmalarını, köyden yaklaşık 2 kilometre uzaklıktaki şantiye alanına yüreyerek protesto etti.
Köy camisinin misafirhanesinde toplanan köy sakinlerine avukat Ali Arif Cangı tarafından sinevizyon gösterimi eşliğinde altın madeninin zararları hakkında bilgi verildi. Köy sakinleri daha sonra köy meydanında ‘Eğlence siyanüre karşı’, ‘Siyanür varsa su-toprak-hayat yok’, ‘Geleğimizi çalma’, ‘Biz burada madeni istemiyoruz, siyanüre hayır’ pankartları açıp sloganlar eşliğinde şirketin köyden 2 kilometre uzaklıktaki arazide kurulu şantiyesine kar yağışı altında yürüdü. Maden şantiyesinin önünde köy sakinleri adına gazetecilere açıklama yapan Nurettin Orakçı, köyde 17 yıl önce de bir maden arama çalışmaları olduğunu hatırlattı.
Köyde maden arama çalışmaları yapan şirketin köyün huzurunu bozduğunu dile getiren Orakçı, “Biz diyoruz ki insan sağlığının üzerinde hiçbir değer yoktur. Eğer buradaki maden birilerinin cebini dolduruken benim ve benden sonra gelen insanların sağlığını etkiliyorsa biz bu madeni burada istemiyoruz. Burada 8 köy bu madenden etkileniyor. Madenle ilgili bir ÇED raporu var, bir de ruhsat alanı var. İkisinin de alanları farklı. 100 bin dekarlık alan ruhsat alanı içerisinde yer alıyor. Bu da buradaki bütün alanlarda maden olduğu, ilerleyen zamanda peyder pey işleyeceklerini gösteriyor.” dedi.
Tarih Vakfı Eminönü’ndeki merkez binasında yeni bir konuşma dizisini başlatıyor.
Bir kaç senedir devam eden ve artık gelenekselleşmeye başlayan Perşembe Konuşmaları kapsamında bu sene Ermeni soykırımının 100. yıldönümü dolayısıyla Ermeni meselesine odaklanan toplantılar sürüyor. Yeni başlatılan Toplumsal Cinsiyet tarihi konuşmalarının da ilgi çekmesi bekleniyor.
“Toplumsal Cinsiyet Tarihi Konuşmaları” başlığını taşıyan tartışma dizisinin ilk konuşması, 26 Mart Perşembe akşamı Seçil Yılmaz’ın “Frengi Zamanında Aşk: Geç Osmanlı’da Evliliğin Anatomisi ve Arzunun Patolojisi” başlığını taşıyan konuşmasıyla başlayacak.
Son yıllarda kadın tarihi üzerine çalışan araştırmacılar, kadınların ekonomik hayatta, aile ilişkilerinde, hukuk sisteminde varlıklarını göz önüne serdiler, pek çok kadının hikâyesini gün ışığına çıkardılar ve özellikle II. Meşrutiyet sonrası kadın hareketi ve kadın dergiciliği üzerinden kadınların politik varlık ve eylemliliklerini görünür kıldılar. Bu tartışma dizisi, mevcut çalışmaları bir başka düzleme taşımayı hedefleyerek, “toplumsal cinsiyet” kavramı “Osmanlı ve Türkiye özelinde analitik ve eleştirel bir kategori olarak nasıl ele alınabilir?”, “Toplumsal cinsiyet tarihçiliği Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti tarih yazımına nasıl katkı yapabilir?” ve en önemlisi “Toplumsal cinsiyet tarihçiliği yapmak mümkün müdür?” gibi sorulara cevap aramayı amaçlıyor.
Toplumsal Cinsiyet Tarihi Konuşmaları başlığını taşıyan dizinin ilk konuşması 26 Mart 2015, Perşembe akşamı gerçekleşecek. Seçil Yılmaz, Frengi Zamanında Aşk: Geç Osmanlı’da Evliliğin Anatomisi ve Arzunun Patolojisi başlığını taşıyan konuşmasında özellikle on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Osmanlı hekimleri tarafından ‘sessiz, sinsi ve ölümcül bir tehlike’ olarak tanımlanan frenginin toplumsal cinsiyet, beden ve duygular üzerindeki etkisini anlatacak.
Hem cinsel ilişki hem de gündelik ‘masum’ temaslarla bulaşabilen, üreme ile gelecek kuşaklara aktarılan ve etkisini on yıllarca sürdüren frengi; evlilik, aile ve cinselliğe dair tartışmaları ve sosyal politikaları etkileyen ve yönlendiren bir hastalık olarak toplumsal cinsiyet tarihinin ilk tartışma konusu oluyor.
Konu: Frengi Zamanında Aşk: Geç Osmanlı’da Evliliğin Anatomisi ve Arzunun Patolojisi Konuşmacı: Seçil Yılmaz Tartışmacı: Gülhan Balsoy Tarih: 26 Mart 2015, Perşembe Saat: 19.00 Yer: Tarih Vakfı, Ragıp Gümüşpala Caddesi No: 10, Eminönü (Marmara Belediyeler Birliği Binası)
Seçil Yılmaz kimdir? Lisansını ODTÜ Tarih Bölümü’nde, yüksek lisansını Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nde tamamladı. 2008-2009 yıllarında Fulbright bursu ile New York Üniversitesi’nde misafir araştırmacı olarak bulundu. Halen The Graduate Center, CUNY Tarih Bölümü’nde Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet dönemlerinde salgın hastalıklar, tıp ve toplumsal cinsiyet temaları çerçevesinde frenginin sosyal tarihi üzerine doktora çalışmasına devam ediyor.
Parlamentolar Arası Birlik (IPU) tarafından yayınlanan raporda, Küba en çok kadın milletvekili olan ülkeler arasında ilk 5’e girdi.
Fransız kuruluş Parlamentolar Arası Birlik (IPU) tarafından yayınlanan raporda, Küba, Amerika kıtasında yalnızca Bolivya’nın arkasında kalarak en çok kadın milletvekili olan ülkeler arasında ilk 5’e girdi. Küba’nın %48.9 oranla 4. olduğu listede, ABD %19.2 ile 72. sıraya yerleşebildi.
Türkiye 91. sırada
Türkiye ise listenin alt sıralarında yer alarak, Gabon ve Fiji’nin önünde 91. oldu. Türkiye’deki kadın milletvekili oranının da %14.4 olduğu açıklandı. Listede son sıralarıysa 1’er kadın milletvekiliyle Kuveyt, Umman ve Yemen aldı.
“Hafızasız yaşam, yaşam değildir” der sinemanın büyük ustası Luis Bunuel. Bunu da basit bir şekilde açıklar: “Hafızanın yaşamlarımızı yapan şey olduğunu fark etmek için, parça parça da olsa hafızamızı yitirmeye başlamamız gerekir.”
Hafızanın bu işlevi, sadece bireyler için değil, toplumlar için de geçerlidir. Geçmişteki ve kültürel geleneklerdeki ortak referanslar, bir toplumun varoluşu bakımından büyük öneme sahiptir. Geçmiş, bireysel ve kolektif kimliğin oluşumunda belirleyici rol oynayan kaynaklardandır. Ancak geçmişteki ortak deneyimler ve değerler, bireye ve topluma kendiliğinden bir kimlik bahşetmez. Bunların kimliği kuran unsurlar haline gelmeleri, öğrenme ve özdeşleşme pratikleri sayesinde olur. Hatırlama ve hatırlatma, bu pratiklerin bir ürünü ya da sonucu olarak ortaya çıkar. Bu açıdan, hatırlama kurucu bir siyasal eylem niteliği taşır. Bu eylem, bugüne dair davranış tercihlerini ve geleceğe dönük hedefleri belirleyen başlıca hareket noktalarından biridir.
Newroz, hafızanın siyasal eylemle canlandırılmasına ve kimliğin bu eylem aracılığıyla yeniden inşasına çarpıcı bir örnek oluşturuyor. Bugün Newroz, Kürdlerin kendilerine dayatılan kimliksiz ve kişiliksiz varoluşa karşı direnişlerinin bütün unsurlarını birleştiren tartışmasız bir semboldür.
Newroz bu anlama çok boyutlu siyasal pratiklerle kavuşmuştur. Türkiye’de bu mücadelenin hayati dönemeçlerinden biri, 12 Eylül’de sınırsız vahşet laboratuvarı olarak kullanılan Diyarbakır Cezaevi’ndeki isyandır. Kürdleri aşağılayarak yok etmeyi amaçlayan zulüm aygıtına Mazlum Doğan’ın 1982 Newroz’unda kendini yakarak başkaldırması, Newroz’un Demirci Kawa efsanesindeki ruhla yeniden buluşmasının yolunu açtı. Böylece Newroz, direnerek dirilme geleneğini sürekli canlı tutmaya yönelik siyasi pratikler mekanı haline geldi. Devletin her türlü engelleme ve sindirme girişimine rağmen, Kürdler Newroz’u bu ruhla yaşadılar ve yaşattılar.
Son birkaç yıldır Newroz, direnme geleneğinin ötesine geçen anlamıyla da öne çıkmaya başladı. Bunun özlü ifadesi, “yeni başlangıç ve yeniden inşa”dır. Bu anlam, esasen Newroz’un özünde yatıyor, hatta bizatihi kelimenin kendisinden çıkıyor.
2013 Newroz’u, bu açıdan bir dönüm noktasıdır. Öcalan’ın o tarihte Diyarbakır’da okunan mektubu, geçmişin kaynaklarından da yararlanarak bugünü yeniden anlamlandırma ve geleceği inşa etme konusunda çok önemli mesajlar içeriyordu. Öcalan’ın mektubunun tümü belli bir mantık üzerine kurulmuştu. Bunu, isyandan inşaya geçiş olarak özetlemek mümkün. Öcalan, bu inşayı demokratik kurtuluş ve özgür yaşam olarak tanımlamış ve bu hedefe yürümenin asli yolu olarak da demokratik siyaseti işaret etmişti.
2014 Newroz’unda bu mesajını biraz daha açan ve pekiştiren Öcalan, 2015 Newroz’unda da muhtemelen bu yolun ayrıntıları ve somut akışı hakkında değerlendirmeler yapacak, yeni yollar açacaktır. Seçimlerin bu yıla denk gelmesi, tarihsel bir çakışma duygusu yaratıyor.
Bu yıl Newroz, tüm Kürdler açısından yeni başlangıç ve yeniden inşa imkanlarının iyice belirginleştiği şartlarda kutlanıyor. IŞİD saldırıları, Güney Kürdistan’ı son on yıldaki kazanımlarını daha yüksek bir seviyeye taşıma ve daha sağlam güvencelere bağlama ihtiyacıyla karşı karşıya bıraktı. Rojava, direnerek varolma mücadelesinde Kobane zaferiyle birlikte rüştünü ispatladı. Rojava’nın önünde duran görev de, demokratik özerk inşayı derinleştirmek ve daha kalıcı güvenceler yaratmaktır.
Ortadoğu’daki şartlar, Kürdlere özgür yaşam konusunda önemli fırsatlar sunuyor, ama aynı zamanda önemli sorumluluklar da yüklüyor. Bu sorumlulukların başında, “birlik” arayışlarını olgunlaştırmak geliyor. Daha açık söylemek gerekirse, tarihin büyük randevusunun hakkını vermek için, Kürdlerin kendi aralarında ortak karar ve hareket mekanizmalarını geliştirmeleri gerekiyor.
Gündönümü gördük, güneş Koç Burcu’na geçti, yeni bir yıl bu artık. Umut gerek. Niyetler tutmak, ya hep beraber, ya hiçbirimiz demişliğin hakkını vermek gerek. Ensemizde gümbür gümbür bağıran bir sistemle, nereye… onu da değiştirmek gerek!
Geçen hafta devam edeceğim demiştim, kıyı balıkçısı kazan kaldırmanın eşiğinde demiştim… devam ediyorum. Aynı denizin çocukları, nasıl oluyor kıyı balıkçısı huzursuzlanıyor da gırgır reisleri denize dökülmüyor, ona dokunmak istiyorum biraz.
Bu ara okuyor, seyrediyorsunuz hattâ belki, sezon (gene) erken bitti. Yasal hak olsa da avlanmaları, gırgır reislerinin bir kısmı havlu attı, çekti kıyıya, kayığını bağladı. Denizde balık yok zira. Olanı da yok paraya satmak üzere talan ettiler, hatırlayacaksınız. Bu kaçıncı yıl, erken paydos ediyor tayfa.
Evvelsi gün denk geldim, reis uzatılan mikrofona konuşuyor, hiç görmediğimiz gibi kış oldu, ya ondan ya da kirlilikten diyor balığın yokluğuna sebep. İstanbul’dan karın otuz gün kalkmadığı yıllara yetiştim ben. Boğaziçi’nden buz kütlelerinin aktığı yılların tanıklığı var. İstanbul soğuk görmedi bu yıl. Kirlilikse… hakkı var, üzerinde konuşmamıza değer. Ama ya av usulleri?
Azalan balığın arsızca tutulup, gene de arttığı nerede görülmüş ki?!
Ama göreceksiniz bir reis, bir diğerinin ardından aynı bahaneleri sıralayacak. Gelecek yıl inşallah, denilecek. Rabbim büyüktür, verir diye hayal edilecek. Denizde kum gibi balık, ama bu yıl soğuk oldu diye ilan edilecek. Denizdeki pislik, Marmaray’ın yarattığı kaos, doldurulan Yenikapı ve Maltepe hatırlatılacak, boya takılacağınıza bu işleri takip edin diye stk’lara ayar verilecek ama asıl sorun hiç konuşulmayacak.
Zira susmak zorunda.
Şöyle anlatayım: gırgır reisleri, bir avuç ağa haricinde, yarattığı ekonominin farkında bile değildir aslında. Ölçmemiştir. Gidin sorun benim diyen gırgır reisine, böler çarpar ruhsat sayısını, ekler sektöre çalışan ekipman imalatçısını nüfusumuz budur der ama ötesini diyemez. Türkiye’nin gırgır reisleri, bir molada tonlarla balık çeken reisler, kaç liralık bir ekonomi yarattığını bilmezler! Hamsi sahiden kaç lira etmeli, hiç konuşmamışlardır ki! Dalyanların yasak zamanda tuttuğu palamudu yakalatmamışlardır ki! Yasadışı avcılığın kaç liralık bir zarar verdiğini ona ölçmemişlerdir ki, kıyaslasınlar. O yüzden balığına biçilen değerin hak mı, değil mi olduğunu konuşamazlar. Hakkını borçla boğmuş kabzımalının eline bakarlar. Susarlar. Gelecek yıl inşallah, derler.
Kimse de dönüp onlara ne oluyor demez, sormaz zaten.
Kabzımallarsa, beğenirsiniz beğenmezsiniz, ama sistemin içinden okumayı denerseniz göreceksiniz, vahşi bir ekonomi yönetirler. Borç verir, kayıkları, tayfaları fonlar, ötv’siz mazot işine bulaşır, yasa dışı balığı faturalı kılar piyasa kurarlar. Aynı çiftlikler ve balık unu fabrikaları gibi. Ayrıca kabzımallar, borç- alacak ilişkisi kurarak dardaki balıkçıyı ölmenin eşiğinde tutar, ne öldürür, ne de yaşatırlar. Böylece hükümetleri isyan edecek bir avcı/ emekçi grubunun hışmından korurlar. İşadamı olarak değer görür, sistemce kollanır, yasa yaparken, destekler açıklanırken söz sahibi olurlar. Yarın öbür gün özelleştirilecek bir hâl, onların önünde ihaleye çıkacaktır. Çiftliklerle, balık unu fabrikalarıyla ortaklıklar kurarlar.
Bu düzende gırgır reisleri kazan kaldıramaz! Balık ve balıkçı hayal edildiği, iddia edildiği gibi kooperatifler, birlikler ya da üst birlik aracılığı ile değil, kabzımallar tarafından yönetilir.
Ağustos gelir, reis gene uğrar kapısına, alır borcunu. Kayığını hazırlar, pulatkasını dağıtır, bin bir dua, bin bir umut karışık çıkmaya hazırlar kendini denize. Sezon başı bir kaç kabzımal beyanat verir bu yıl müthiş palamut olacak diye. Gazeteler onlardan “balıkçı” diye bahseder, tezgâhların önünde pozlarını çeker. Balıkçı zaten mecbur, tayfa da gaza gelir. Halkımıza ucuz protein getireceğiz der, vatan kurtarmaya soyunurlar. Sezon başlar.
Evvelsi gün Heybeliada önünde 10 cm’lik bebe lüferleri tutan, sezon sonu kabzımalına götüreceği balığın sevinciyle fotoğrafları sosyal medyada paylaşan reisler, işte bu sistemin neticesidir.
Bize ise tezgâhlara bakıp saç baş yolmak düşer. Bu işten bugünlerde en büyük ders de kıyı balıkçısına…
Haftaya seçim dönemi ile beraber taleplerini kaleme almaya başlayan küçük ölçekli kıyı balıkçısıyla devam edeceğim…
Erica Goode tarafından The New York Times‘da yayınlanan haberi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Eray Uygur‘un çevirisiyle sunuyoruz
* * *
Gabe Brown o kadar çok aranan bir konuşmacı ki kabul ettiği her davete karşılık on davet reddetmek zorunda kalıyor. İnsanlar, yakın bir zamanda burada, Best Western Oteli’nde verdiği konferansta olduğu gibi, onun tavsiyelerini duymak için sıraya giriyorlar.
Dinleyicilerine, bir problemi çözmenin önündeki en büyük engelin insan aklı olduğunu anlatıyor.
Büyükbaşlar, Terry McAlister’ın Teksas, Electra yakınlarındaki arazisinde otluyorlar. McAlister, bariz ekonomik faydalarından dolayı toprak işlemesiz tarım modeline geçmiş. Credit Brandon Thibodeaux , The New York Times
Kırmızı çizgili polo yaka gömlek giyen ve beysbol şapkası takan, saçları dökülmüş Kuzey Dakota’lı bir çiftçi olan Brown yeni teknolojilerin yıkıcılığından, politik davalardan ya da kişisel gelişim çılgınlığından bahsetmiyor.
Yaptığı hararetli konuşmalar daha çok tarım, özellikle toprağı koruyucu tarım, tarlaları işlemeden bırakmayı öneren yeni bir hareket, yeşil gübre ve diğer toprak güçlendirici yöntemler hakkında.
Savunucularının söylediklerine göre, bakir toprak biyolojisini taklit eden bu tarım yöntemleri, bozulmuş toprağı canlandırabilir, erozyonu en aza indirebilir, bitki gelişimini teşvik edebilir ve çiftçilerin kazançlarını arttırabilir. Brown, 1. Güney Toprak Sağlığı Konferansı için otelde toplanan 250 çiftçiye, kuraklık ve su baskınları sırasında bile bu yöntemleri kullanarak Bismarck, N.D. dışındaki 20.000 dönümlük arazisinde çok başarılı bir şekilde mahsul elde ettiğini anlattı.
Düzlüklerde Toprak İşlemesiz Tarım (No-Till on the Plains)
24.000 dönümlük kuraklıktan mustarip tarım arazisine sahip Terry McAlister ‘Amacım toprağımı geliştirmek. Böylece daha iyi mahsul elde edebilir ve daha çok para kazanabilirim.’ diyor. Brandon Thibodeaux, The New York Times
Brown’ın daha fazla azotlu gübre ve mantar öldürücü ilaç kullanmasına gerek kalmamış. Daha az çalışma ve yatırımla eyalet ortalamasının üzerinde kazanç sağlamaya başlamış. Brown, ‘Fırsat verirsek doğa kendini toparlar.’ diyor.
Özenle işlenmiş araziler Amerikan tarımının ve çoğunlukla gelenekçi olan ve nesillerdir kullanılanlardan farklı yöntemler öneren uygulamalara güvenmeyen çiftçilerin alamet-i farikasıdır.
Ama üreticiler aşırı sert hava koşulları, yüksek üretim maliyetleri, işgücü eksikliği ve hükümetin tarımsal kirlilik düzenlemesi gibi tehditlerle karşı karşıya kaldıkça toprak koruma yöntemli tarımcılığa dönenler de oluyor.
Brown gibi çiftçiler ülkeyi dolaşarak hikayelerini ve kendini Düzlüklerde Toprak İşlemesiz Tarım (No-Till on the Plains) gibi ‘Doğayı temel alan tarımsal üretim sistemlerini’ yetiştiricilere öğretmeye adamış kar amacı gütmeyen organizasyonlarını anlatıyor ve binlerce insana ulaşıyorlar.
Toprak koruma yaklaşımını onaylayan Tarım Bakanlığı’nın Doğal Kaynakları Koruma Hizmetleri Bölümü’nden tarım uzmanı Ray Archuleta ‘Bu, geleneksel yaklaşıma getirilen büyük ve köklü bir değişiklik.’ diyor.
Hükümet araştırmalarına göre toprak işlemesiz tarım yönteminin kullanımı son 10 yılda hızla yükseldi ve Birleşik Devletler’deki tarım arazilerinin %35’ine ulaştı.
Bazı ürünler için toprak işlemesiz yöntemin kullanılma alanı son 15 yılda neredeyse iki katına çıktı. Örneğin soya fasulyesi yetiştirme alanı 1996’da 67 milyon dönüm iken 2012 yılında 120 milyon dönüm oldu. Yapılan araştırmalara göre, toplamda yetersiz kalsa da, baklagiller ve para kazanmak için üretilen mahsuller ile değiştirilen ve tüm yıl boyunca toprağı örtmek ve yeşil gübre görevi görmek için kullanılan diğer türlerin ekimi de alan olarak yılda %30 oranında arttı.
Çiftçiler toprağı ekime hazırlamak, ot ve mahsulleri karıştırmak ve kalıntıları tekrar toprağa bırakmak için işlerler. İşlem aynı zamanda gübrelerin toprağa karışmasını ve toprağın üst tabakasının yumuşatılmasını da sağlar.
Tekrar eden bu işlemlerin bir bedeli vardır. Yararlı mantar ve yer solucanları dahil olmak üzere toprağın canlılığı yok olur ve toprak Ray Archuleta’nın da dediği gibi ‘çıplak, aç, susuz ve hasta’ kalır.
Değeri azaltılmış topraktan tekrar yüksek kazanç sağlayabilmek için ağır yapay gübre uygulamaları kullanmak gerekir. Yapısı bozulduğundan toprak sert yağışlarda suyu çok kolay geçirir ve azot ve tüm diğer kirletici maddeler kolayca dere ve nehirlere ulaşırlar.
Toprak sağlığı savunucuları, toprağı işlemesiz bırakarak ve nitrojen ve diğer besleyici maddeler için uygun ortam sağlayan toprak koruma bitkileri kullanarak yetiştiricilerin topraktaki organik madde miktarını arttırabileceklerini ve böylece suyu daha iyi emip tutabilecek bir toprak oluşturabileceklerini söylüyorlar.
Beyaz Turp gibi toprak koruma bitkileri
McAlister fotoğrafta görülen beyaz turp gibi toprak koruma bitkileri kullanarak tarlasında suyu muhafaza ediyor ve erozyona karşı önlem almış oluyor. Brandon Thibodeaux, The New York Times
Doğal Kaynakları Savunma Konseyi’nden tarım uzmanı ve avukat Claire O’Connor, ‘Toprağınızdaki organik madde miktarını %1 oranında arttırmanız arazinizde dönüm başına 4000 litre daha fazla su tutmanıza olanak sağlar.’ diyor.
Bu şekilde daha emici hale gelen toprak, yüzey sularına, kuraklığa ve su baskınlarına karşı daha dirençli olur. Toprak koruyucu bitkiler aynı zamanda otları da zapt ederler. Savunma Konseyi gibi çevreci gruplar uzun zamandır toprak koruma yöntemlerini destekliyorlar, çünkü bu yöntemler akarsu yataklarını korumakla birlikte toprağın iklim değişikliğine yol açan sebeplerden biri olan karbondioksiti yeraltında tutma yeteneğini de arttırıyor.
Çevre Savunma Fonu tarafından desteklenen güncel bir araştırmaya göre, toprak koruma bitkilerinin ve toprak sağlığı uygulamalarının yaygın kullanımı Yukarı Mississippi ve Ohio Nehri Havzası bölgesindeki azot kirliliğini %30 oranında azaltabilir ve Meksika Körfezi’ndeki oksijeni tükenmiş ‘Ölü Bölge’yi küçültebilir. Savunma Konseyi’nden O’Connor, hükümetin bu uygulamaları kullanan yetiştiricilere federal mahsul sigortalarında ‘iyi hal’ indirimi sağlayacağını açıkladı.
Eleştiriler: Maliyet ve Ot kontrolü
Ancak toprak işlemesiz tarım ve diğer yöntemleri, kullanışsız ve birçok yetiştirici için fazla pahalı oldukları yönünde eleştirenler de var. Örneğin toprak işlemesiz tarıma dönmek isteyen bir çiftçi, bu yönteme uygun ekim makinesi gibi yeni ekipmanlar satın almak zorunda kalıyor.
Purdue Üniversitesi’nden ziraat bölümü profesörü Tony J. Vyn, yetiştiricilerin arazilerini işleyerek tarım yapmaya yatkın olmalarının sebeplerinin coğrafya, yetiştirdikleri ürün cinsi ve topraklarının durumu gibi değişkenlere bağlı olarak farklılık gösterdiğini söylüyor. Yetiştiriciler bu sebeplere bir de toprak işlemesiz tarımda ot kontrolünün daha zor olduğu algısını da ekliyorlar. Su buharlaşmasını azaltan bu yöntem, ürünlerin yıl içinde ekilecekleri zamanı kısıtlıyor. Aynı zamanda toprak işlemesiz tarım sonucunda oluşan artıklarla baş etmenin, özellikle de mısır en çok kazanç sağlayan ürün olduğundan, oldukça zor olduğunu dile getiriyorlar.
Toprak işlemesiz tarım ve diğer toprak koruma yöntemlerini uygulamaya büyük hevesle geçen çiftçilerin çok azı bu değişimi çevresel nedenlerden dolayı yapıyorlar. Onları bu değişime iten asıl sebep çok daha sonuç odaklı.
“Daha önce doğru diye öğrendiğiniz her şeyi unutun”
Kuzey Teksas’taki 24.000 dönümlük kuraklıktan mustarip tarım arazisinin sahibi Terry McAlister ‘Amacım toprağımı geliştirmek. Böylece daha iyi mahsul elde edebilir ve daha çok para kazanabilirim.’ diyor. ‘Bu süreçte doğaya da bir faydam dokunursa ne ala, ama benim öncelikli amacım bu değil.’
McAlister, 1950’lerde Electra kasabasının dışında çiftçiliğe başlayan babası ile birlikte çalışarak toprakla tanışmış ve yıllarca toprağını sürerek tarım yapmış. Ama zaman içinde toprağı sürekli işlemenin etkileri hakkında kafasında soru işaretleri oluşmaya başlamış.
”Batı Teksas’lılar gibi pamuk üretiyorduk. Devamlı sür, sür, sür. Bir yağmur yediğinde her şey yıkanıp gidiyordu ve toprak yıpranıyordu. Bu da beni deli ediyordu. Kendi kendimize ‘Bunun daha doğru bir yolu yok mu?’ diye sorup duruyorduk. O zamanlar bilgisizdik tabii.’’
McAlister, 2005 yılında bir tarım ekonomistinin, tam işlemeli tarıma göre dönüm başına 4 dolar daha avantajlı olduğunu hesaplamasıyla birlikte toprak işlemesiz tarıma geçtiğini söylüyor.
McAlister toprağına ekeceği tohum çuvalları ile birlikte. Brandon Thibodeaux, The New York Times
Artık fikirleri değişmiş. Kışlık buğday tarlasının ortasında gururla, çürümüş turp ve şalgamların serpiştirilmesiyle oluşturulan kalın anız örtüsünü gösteriyor.
‘Toprak işlemesiz tarım yapmayı öğrenmenin en büyük zorluklarından biri, daha önce doğru diye öğrendiğiniz her şeyi unutmak.’ diyor McAlister.
McAlister son derece düzenli ve verimli ekim yapmasını sağlayan, toprak işlemesiz yönteme uygun bir GPS sistemli ekim makinesi kullanarak pamuk, buğday, saman, darı süpürgesi ve ihracat ürünü olarak kanola yetiştiriyor.
2012 yılında bölgenin her tarafındaki çiftçileri hasatlarını kurtarmaya zorlayan aşırı kuraklık sırasında elde ettiği en yüksek buğday mahsullerinden birini toprak işlemesiz tarıma borçlu olduğunu söylüyor. Sağlıklı toprağının diğer çiftçilerin tamamen işlenmiş topraklarına oranla çok az miktarda yağan yağışı en iyi şekilde kullandığına inanıyor.
Ama çok az yetiştirici kimyasal ilaç kullanmayı bırakan ve otla beslenen hayvanlar yetiştiren Kuzey Dakota’lı çiftçi Brown kadar ileri gidiyor. Mesela McAlister hala azotlu gübre kullanıyor. Kuraklık ya da yabancı ot öldürücülere karşı dayanıklı olması için genetiği değiştirilmiş tohumlar ekiyor. Ve yüksek kazanç sağlaması için ektiği ürünleri hasat etmeden önce toprak koruyucu bitkileri yok etmek için Roundup gibi yabancı ot öldürücüler kullanıyor.
Toprak koruma uygulamalarının destekçisi olan hayırsever Howard G. Buffett, son yıllarda ülkenin büyük kısmına rahat yüzü göstermeyen kuraklık ve su baskınları yüzünden birçok çiftçinin toprak işlemesiz tarıma geçtiğini söylüyor.
Warren E. Buffet’ın ortanca oğlu milyarder yatırımcı Buffett ‘Kuraklığa maruz kaldığınızda herkesin ilgisini çekersiniz.’ diyor. ‘Çiftçiler, insan doğasında olduğu gibi, zorunda kalmadıkları sürece davranışlarını değiştirmiyorlar.’
Buffett’a göre, 2010 yılında çıkan Temiz Su Yasası’na bağlı olarak geliştirilen, Çevre Koruma Ajansı’nın ‘Chesapeake Körfezi’nde Kirlilik Düzenlemesi’ çiftçiler için bir uyarı niteliğinde olmalı. Eğer çiftçiler gübrelerinin yeraltı sularına karışmasını önlemezlerse devlet bunu onların yerine yapacak.
Buffett, zayıflatılmış toprağın kendini toparlamasının yıllar alacağı göz önüne alınırsa toprak işlemesiz tarımın meyvelerini toplamanın yine de sabır istediğini söylüyor. Bazı çiftçiler toprak işlemesiz tarımı tek bir sorunun çözümü olarak tercih ediyorlar ve kısa sürede hevesleri kırılıyor. Ama tüm sorunlara cevap veren tek bir çözüm yolu yok. Çiftçilerin öğrendiklerini kendi arazileri ve ürünlerine uyarlamaları gerekiyor.
McAlister ve diğer toprak işlemesiz tarım uygulayıcılarına göre belki de bu yöntemin yayılmasının önündeki en büyük engel çiftçilerin her şeyi önceki kuşaklarla aynı şekilde yapmak zorunda olduklarına dair zihniyetleri.
McAlister durumu şu şekilde özetliyor: ”Bizim buralarda ‘Babanı gömmeden toprak işlemesiz tarım yapamazsın.’ derler.”
”Her gün seni omzunun üzerinden izleyip ‘İşe yaramayacak’ diye başının etini yiyen biriyle böyle bir işe girişemezsin.”
Ermeni Soykırımı’nın 100. yılı nedeniyle “100 yıllık acıyla yüzleşiyoruz” şiarıyla Gaziantep’te düzenlenen panelde konuşan Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Eş Sözcüsü Sevil Turan Ermeni Soykırımı’nın tarihsel bir sorumluluğunun olduğunu belirtirken, yazar Atilla Tuygan ise Türkiye’nin bu konuda 100 yıldır bir yalan politikasını sürdürdüğüne dikkat çekti.
Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Gaziantep İl Örgütü’nün Gaziantep Cemevi Konferans Salonu’nda düzenlediği, “100 yıllık acıyla yüzleşiyoruz” paneline Lübnanlı akademisyen KhatchigMouradian, yazar Atilla Tuygan, çevirmen Murat Uçaner ve YSGP Eş Sözcüsü Sevil Turan katıldı. Yeşiller/Sol, HDP, ESP, SYKP, İHD, KESK’li temsilcilerin yanı sıra onlarca kişi dinleyicinin hazır bulunduğu salona “1915 ! bir daha asla” ve ” Yaşanılan acılardan zaman aşımı olmaz” pankartları asıldı.
Panelde açılış konuşmasını yapan Yeşiller/Sol Antep İl Eş Sözcüsü Celal Deniz, herkesin bu soykırım gerçeği ile yüzleşmesi gerektiğini söyledi. Kürtlere uygulanan katliamların sorgulanması açısından 1915 soykırımının kilit rolde olduğunu belirten Deniz, ancak bu şekilde katliamlarla yüzleşilebileceğini aktardı.
Ardından söz hakkı alan Yeşiller/Sol Eş Sözcüsü Sevil Turan, resmi tarihte Ermeni halkının düşman olarak tanıtıldığını ifade etti. Bu acı ile yüzleşilmezse kendilerinin de bu soykırıma ortak olacaklarının altını çizen Turan, böyle devam etmesi halinde gelecek nesillerin de buna ortak olacağını kaydetti. Panelin Newroz gününde yapılmasının anlamlı olduğunu aktaran Turan, Ermeni Soykırımının tarihsel bir sorumluluğunun olduğunu dile getirdi.
Yazar Atilla Tuygan ise Antep’in pek çok kültüre ev sahipliğini yaptığını hatırlattı. Buna Ermenilerin de dahil olduğunu ifade eden Tuygan, “Tehcir Kanunu” ile insanlara uygulanan baskının halen sürdüğüne işaret etti. Soykırımın temelinde ekonomik nedenlerin yattığına dikkat çeken Tuygan, Cumhuriyetinin ilk nesillerinin milli gelirlerinin Ermeni ve Rum halkının halklarından gasp ettiği mallardan oluştuğunu vurguladı. 100 yıldır bu topraklardan sürgün edilen Ermeni halkının eksikliğini dolduramadıklarını söyleyen Tuygan, “Türkiye 100 yıldır bir yalan politikası sürdürüyor ve bunu pekiştirmeye çalışıyor. Bu soykırımın çarpıtılmasına kilitlenmiş durumda” dedi.
Tuygan’dan sonra konuşan çevirmen Murat Uçaner ise Ermenilerin döneminde Antep’in kırsalında kaldığını dile getirdi. Uçaner, “Türk ve Arap işgalci güçlerin kırsal bölgelere saldırması sonucu buradaki nüfusun merkeze doğru kaydığını aktararak, ” Merkezde ise ‘ Ya Müslüman olacaksınız ya da bu kenti terk edeceksiniz’ dayatması ile karşılaşıyorlar. Ve sonunda Ermeniler burayı da terk etmeye başlıyor. O dönemlerde ticaretin tümü Ermeni halkının elinde olduğu için Antep’teki ticaret ölüyor” diye konuştu.
Son olarak söz hakkı alan Lübnanlı akademisyen KhatchigMouradian da o dönemde Antep’te ebelik yapan iki kadının yazılarından oluşan bir defterden hikâyeler anlatarak, dönemin olaylarına ışık tuttu. Mouradian, “Hep birlikte değiştireceğiz” diyerek, Antep’teki işlerinin daha yeni başladığını söyledi.
Araştırmaya göre ‘çevresel değeri bulunan yerlerden yenilenebilir enerji üretimi için vazgeçmek zorunda değiliz.
Çoğunlukla ekolojik olarak hassas bir çöl mevkiinde yansıtıcı panellerden oluşan bir ada tasviriyle gözümüzde canlandırdığımız güneş enerjisi sistemlerinin çok daha basit ve yerel bir çözümü olabilir.
Fotoğraf: Duncan Rawlinson/cc/flickr
Hafta başında Stanford Üniversitesi tarafından yayınlanan bir araştırmaya göre, çatı veya avlu gibi var olan altyapıyla beraber inşa edilen şebeke ölçeğinde güneş enerjisi çözümleriyle toplulukların enerji ihtiyacını kolayca karşılamak mümkün.
Nature Climate Change dergisinde yer alan araştırma küresel bir güneş enerjisi merkezi olan California’daki arazi kullanımı etkinliğini modelledi. Araştırma kentsel alanların yerelleşmeye yönelik yenilenebilir enerji kaynakları geliştirerek nasıl daha etkin hale getirilebileceğini inceledi.
Araştırmaya göre var olan altyapıyla inşa edilen potansiyel fotovoltaik ve yoğunlaştırılmış güneş enerjisi sistemleriyle üretilen erişilebilir enerjinin Kaliforniya eyaletindeki mevcut enerji talebinden fazla olduğunu ortaya çıkardı.
Büyük güneş enerjisi sistemlerine olan eleştiriler bu sistemlerin vahşi hayata tehlike arz edebileceği ve diğer arazi kullanımlarını engelleyebileceği yönünde.
Araştırmanın ana yazarı ve Stanford Universitesi’nde çevre yer bilimi uzmanı Rebecca Hernandez, araştırma sonuçlarının çevresel değeri bulunan alanlardan yenilenebilir enerji üretimi için vazgeçmek zorunda olmadığımızı gösterdiğini söyledi. Yenilenebilir enerji üretiminin tüketim bölgelerine yakın olmasının iletime bağlı elektrik kaybını azalttığını belirtti.
Hernandez ayrıca kentlerdeki çatı, boş arsa ve sanayi siteleri gibi bölgelerin ‘en az çevre ihtilafı’ yaratan bölgeler olduğunu ve güneş enerjisi sistemlerinin kurulumu için ideal olduğunu aktardı.
Araştırma, bu gelişmenin özellikle arazi ve çevre ihtilafları yaşanan yerlerde yenilenebilir enerji ihtiyaçlarının karşılanması için gözden kaçırılan bir fırsat olabileceğini vurguluyor.
Shuavit Koul tarafından The Climate Group‘ta yayınlanan haberi Yeşil Gazete ekibinden Pelin Atakan‘ın çevirisiyle sunuyoruz.
* * *
Hindistan, 2 güzel sözle gündemde. İlk söz önümüzdeki 5 yıl içinde 266 gigavat (milyar vat, kısaca GW) yenilenebilir enerji üreteceği. İkincisi söz ise 2022 yılına kadar güneşten elde edilmesi planlanan 100 GW’lık enerjinin üretimi için doğacak 1 milyon iş ihtiyacı.
Açıklama, The Climate Group’un Goldman Sachs Center for Environmental Markets’in partnerliğinde Hindistan için yenilenebilir alternatif enerji çözümleri üzerine hazırladığı raporu da açıklandığı, Yeni Delhi’de yapılan RE-INVEST 2015 isimli enerji finans zirvesinde yapıldı.
Raporda, bu sektöre yapılacak yatırımın geleceğin en parlak ve yenilikçi yatırımı olduğu söyleniyor. Bunun yanı sıra raporda, yatırımın ölçeklenebilirliği bağlamında karşılaşılabilecek muhtemel ana zorluklar üzerine tavsiyeler de bulunuyor.
The Climate Group’un Hindistan yöneticisi Krishnan Pallassana, yenilenebilir alternatif enerji piyasasını desteklemenin Hindistan’ın istihdam ve ekonomisine zincirleme bir olumlu etki yaratacağından bahsediyor: “Hindistan, adil sosyal ekonomik gelişmenin tam da üstünde düğümlendiği düşük karbona dayalı iddialı bir büyüme yoluna girmiş durumda. Güneş enerjisini kullanılabilir duruma getirmek insanlara üretkenliklerini artırma ve böylelikle yaşam standartlarını iyileştirme şansı verecek.”
RE-INVEST’in tam bir kaynaşma noktası olduğunu söyleyebiliriz. Burada 2.800’den fazla uluslararası yatırımcı, yönetici ve politika yapıcı buluşuyor. RE-INVEST’in resmi açılışı Hindistan Başbakanı Narendra Modi ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği şehirler ve iklim değişikliği özel delegesi Michael Bloomberg tarafından yapılmıştı.
Zirvede sunulan başka bir rapor da “Temiz Enerji Hindistan’da Yerel İstihdamı Artırıyor” idi. Ulusal Araştırma Geliştirme Kurumu (NRDC) ve Enerji, Çevre ve Su Konseyi’nce (EEW) hazırlanan raporda, Hindistan’ın 2022 yılına kadar rüzgârdan üretebileceği 60 GW enerjinin 183 bin 500 tam zamanlı iş yaratabileceğinden bahsediliyor.
Bu yeni rapor, temiz enerji endüstrisinin getireceği büyük ölçekte ekonomik bir dallanıp budaklanmaya ve yoğun iş gücü ihtiyacına (özellikle çatılara kurulan güneş enerjisi panelleri gibi) dikkat çekiyor.
RE-INVEST’in çeşitli panellerinde vurgulanan başka bir konu ise Hindistan hükümetinin 2 öncelikli hedefi olan “7/24 elektriklendirme”ve “temiz enerjiye erişim”.
Sadece son 4 yıl içinde, Hindistan güneş enerjisi sektörü yüz kattan fazla büyüdü
Başbakan Modi’nin hükümeti son zamanlarda iş piyasasının daha sağlam hale gelmesine olanak tanıyacak büyük güneş enerjisi parkları gibi hem yeni hem de gözü pek temiz enerji projeleri ile meşgul. Yeni bir rapora göre Hindistan’ın rüzgâr ve güneş enerjisi piyasası şimdiden yaklaşık 70 bin iş üretti.
Hükümet aynı zamanda yeşil iş alanlarının üretimi ile devamlılığına yardım etmek ve hükümet ile yerel şirketler arasında beceri geliştirme işbirliğini teşvik etmek için yeşil bankalar ve bonolar aracılığıyla uygun maliyetli sermayeyi faydalı hale getirme üzerine de kafa yoruyor.
Yazarlar Hindistan’ın karşı karşıya kaldığı artan benzin fiyatlarının enerji güvenliğini tehlikeye soktuğunu ve iklim değişikliğinin etkilerini kötüleştirdiğini ancak bunun karşısında yenilenebilir enerji teknolojilerinin belirgin ve kanıtlatmış çözümler sunduğuna dikkat çekiyor. “Sadece son 4 yıl içinde, Hindistan güneş enerjisi sektörü yüz kattan fazla büyüdü, güneş enerjisi kurulu gücü 3 GW’ı aştı. 2022 yılı için şebeke içi kullanılması planlanan güneşten üretilmiş 20GW enerji hedefi 5 misline çıkarıldı. Hindistan aynı zamanda rüzgâr enerjisi üretiminde dünyanın en büyük 5. ülkesi. 2022’ye kadar 60GW rüzgâr gücü kurulu kapasitesine ulaşılması planlanıyor. Şu anda var olan 250 GW kurulu güç ve daha fazlasına olan ihtiyaçla, güneş ve rüzgâr enerjisi projeleri Hindistan’ın ekonomik büyümesi ve istihdamını artırabilir.”